Kara Erik, Çağla

AOFDESTEK

ADMİN
Yönetici
Admin
Katılım
9 Şub 2011
Mesajlar
6,041
Tepkime puanı
25
Puanları
48
Bölüm:
İşletme
Şehir:
Bursa
Kara Erik, Çağla

Harput’ta yaşantı artık tek düzelikten çıkmıştır. On dokuzuncu asrın sancılı günleri en acımasız ve en tipik tarihi olaylarıyla yaşanmaktadır. Henüz harbin yaraları çok tazedir ve yaralar kanamaktadır. Yıllar yılı debdebelerle geçmiş olan Harput yaşantısı üzerine bir kâbus çökmüştür. Birkaç yıl öncesine kadar hiç kimse ne olup bittiğinin farkında değildir.Bir İmparatorluğun bitişine şahit olduklarının bilincinde değillerdir. Ne Harput ve ne de Harputlular , Harput’un bittiğini gün be gün tükendiğini yeni yeni fark etmektedirler. Her geçen gün Harput’ tan bir şeyler kopartmakta, bir şeyler götürmektedir. Harput ahalisi, yavaş yavaş Mezra’ya bir göç telaşı içine girmişlerdir. Dünya Sosyoloji tarihinde eşine ender rastlanılır olaylar Harput’ta cereyan etmektedir ki, kocaman bir şehir ahalisi evlerini kendi elleri ile yıkıp, aşağıdaki ovaya, mezraya göç etmektedirler. Hiç kimse de bu işe akıl sır erdirememektedir. Bazı devlet memurları da, tayin isteyip gitmektedirler.
Rahmetli babam Yusuf BİCAN, o yıl on altı yaşındadır.
Harput’ta bu göç hareketi sürdüğü sıralarda, babam da düzenli olarak atı ile mezraya gidip, işlerini halledip tekrar Harput’a dönmektedir.

O yıllarda yaşanan bu sevda olayını, babam bir arkadaşına anlatırken dinleyip şahit oldum. Babamın çok sevip saydığı Hamedi’li Veli Efendi adında bir arkadaşı vardı. Onun için, ‘Veli, insanın namusunu emanet edebileceği bir dosttur.’ derdi. Veli Efendi bir gün babamı ziyarete gelmişti. Evimizin bahçesinde oturuyordu. Annem çay yapmış, ben ise çayları dolduruyordum. Tarih 25 Nisan 1966, -iki gün önce 23 Nisan Bayr***** katılmıştım, oradan hatırlıyorum- erikler çiçek açmıştı.

Veli efendi, erik çiçeklerine bakarak “Yusuf, bu kaçıncı erik çiçekleri?” deyiverdi.
Babam, “Kırk yedi...” derken gözlerinden bir damla yaş düştü. Şaşırmıştım, babam durduk yere neden hüzünlenmişti.
Veli efendi, “Hele anlat, nasıl olmuştu o iş?” dedi.

Babam anlatırken sanki ben orada yokmuşum gibiydi. O sadece Veli efendiye anlatıyordu. Çünkü çocukların yanında aşk meşk hikayeleri anlatılmazdı. Çok merak etmiştim. İyi ki de dinlemişim. O gün çok hoşuma gitti. Hiç ama hiç unutmadım. Bundan sonrasını babam şöyle anlattı.

“Veli, yaşım atmış üç oldu. Olayın üzerinden kırk yedi yıl, evet, tastamam kırk yedi yıl geçti. Erikler, tam kırk yedi kere meyve verdiler, çoğu kuruyup gitti.
Her günkü gibi, bizim beyaz ata binmiş Mezra’ya gidiyordum. Harput’un çıkışındaki çıkmalı evin pencere camı birkaç kere çalındı. Hem de o kadar şiddetli ki, cam kırılacak gibiydi. Bakıp bakmamakta tereddüt ettim. İçimden bir ses, dönüp bak, dedi. Dönüp bir baktım ki, ne göreyim, bir ay parçası, bir huri kızı, başından oyalı yazması kaymış, bir çift yeşil gözle gülüyor. Eliyle ‘gel gel!’ diye de işaret ediyor...
Deli olacağım. Sabahın bu vaktinde rüya mı, hakikat mi farkında değilim. Harput gibi bir yerde, çok ender rastlanabilecek bir durumdu. Bir kızın böyle serbest, böyle özgürce hareket etmesi pek normal karşılanmazdı...
Yaklaştım atı pencerenin altına çektim. ‘Yusuf!’ dedi. Adımı bile biliyordu. Ama ben, daha önce onu hiç görmemiştim. Gözlerim, gözlerine takılı kalmıştı. Dilim tutulmuştu. O konuşuyor, ben dinliyordum. Ama cevap veremiyordum. Nutkum tükenmişti. İçine düştüğüm o iki yeşil göz, beni esir almıştı. Kız, sarı ipek saçlarını da hiç gizlemiyordu. O an, o sarı ipek saçların bir ömür boyu, boynuma dolanıp kalacağını bilmiyordum. Dalıp gitmiştim...
‘Yusuf, al sana bir kara erik yolda yersin’ dedi. Eriği aldım. Erik değil, sanki gökteki dolunayı bana vermiş gibiydi. Alıp mendilimin içine koydum.
Sonra ‘Yusuf, beni buradan al. İstersen dünyanın ötesine gelirim. Ama beni mutlaka al. Yeter günlerdir yolunu beklediğim. Dün gece uyumadım, bekledim sabaha kadar .Uykuda kalırsam seni göremem diye çok korktum...’ dedi.
Sadece, ‘Peki peki, tamam...’ diyebildim.
Ah bu cahil kafam, niye acele edip de, o gün alıp gitmedim. O gün Mezre’ye de gitmedim. Atımı eve çevirdim.
Meydan mahallesine bir rüzgâr gibi girdim. Anam, Pembe Hanım, pencereden görüp korkmuş. Yusuf niye böyle telaşla erkenden geri döndü diye. Hemen aşağıya, kapıya inmişti, ‘Oğlum, hayrola. Bu halin ne böyle?” dediğini duyar gibiyim. ‘Ana’ dedim ‘gir içeri kapı ağzında anlatamam. Ben bittim.’ Anamın gözleri büyüdü birden. ‘Hayrola ne var oğul’ dedi. Bir solukta olanı biteni anlattım. Anam kahkahalarla gülmeye başladı. Ben bu defa anama kızıyordum. İşin ciddiyetini anlamamış gibi davranıyordu. ‘Ana, gülmeyi bırak. Eğer o kızı yarın bana istemezseniz şu Harput Kalesi var ya; giderim, oradan kendimi aşağıya atarım. Bütün Harput da bana ağlasın, sen de ağla.’ dedim. Anam, ‘Delisin sen.’ dedi. ‘Bir kız için insan kendini kaleden mi atarmış; o kız senin gadan ala oğul, bir çaresine bakarız.’ derken işin ciddiyetini de anlamıştı. Anam da, ben de, sabaha kadar yatamamıştık. Anam endişe duymuştu. Bense hayaller ülkesindeydim. Sabaha kadar düğünümüzü hayal ettim. ‘Yusuf beni buradan al!..’ sözü sabaha kadar kulaklarımda çınladı durdu.
Anam konuyu babama açtığında, babam pek önemsememiş. Kızın ailesini, babasını çok yakından tanıdığını, memur Mehmet Efendi’nin kızı olduğunu, bize de münasip bir gelin olabileceğini belirtmiş. Lâkin işlerinin o günlerde çok yoğun olduğunu; Halep’e külliyetli miktarda gön ve tabaklanmış hayvan derisi göndermesi gerektiğini, askeriyenin ayakkabı ihtiyacının çok önemli olduğunu falan söylemiş.
Bense, bu arada, geçen üç günümün, üç asır gibi geçtiğini biliyorum, ama sonradan bir ömre bedel olacağını bilmiyordum.
Dördüncü gün; babamın yüzüne bakarak -o devirde bir evlât babasına böyle bir konuda asla bir şey söyleyemezdi- ‘Baba, benim işim ne oldu?’ dedim. Babam, şöyle cevapladı: ‘Galiba geç kaldık. Mehmet Efendi’nin tayini Payitaht’a çıkmış. Üç gün önce gitmişler...’
Gök kubbe başıma düşmüştü. Başım dönüyordu. Yine dilim tutulmuştu. Öylece babamın yüzüne bakıyordum. Babam durumumu görünce sarsıldı. ‘Demek bu kadar önemliydi.’ dedi. Yüzümü öptü. ‘Sana çok daha güzel bir eş alacağım, merak etme; unutursun bu günleri, sonrada gülersin haline.’ diyerek elimden tutup yukarıya çıkardı.
Divanın üstüne abanmış ağlıyordum. Babam ‘Hiç görülmemiş bir şey...’ dedi.
Babamın cevabı kulaklarımda çınlıyordu; ‘Onlar gitti, şimdi üç günlük yoldalar...’.
Üç günlük yol nedir ki, bilmiyordum. Sandım ki, dünyanın öteki ucuna gitmiştiler. Oysa, olsa olsa Kömürhan Köprüsü’nü ya geçmiştiler, yahut oradaydılar. Bu günkü aklım olsaydı, gider bulurdum onu. Niye biliyor musun? Ben ona söz vermiştim. O bana gönül vermişti. Ama o gerçeği bilmiyordu. Bilmeyecekti. Mutlaka intizar etmiştir bana.”
Cüzdanından bir kara erik çekirdeği çıkardı. “İşte bana bu kara eriği vermişti. Eriği yemeye kıyamadım .Mendilimin içinde çürüdü. Sadece çekirdeği kaldı. Askere giderken de yanım da götürdüm. Tam yarım asır geçti. O nerededir şimdi? Veli kardeş, bir haber alsam, bilsem yerini, gider bulurdum. Dayayıp dizlerine başımı, derdim ki: ‘Ben sözümde durdum. Babamın da kastı yoktu. Sizin gideceğinizi nereden bilecektim...”
Bu olay Harput’ta duyulmuş. Babamın arkadaşları “O eriği niye yemedin?” diye yıllarca takılıp, şaka yaparlarmış. Anlayacağınız dile düşmüş, halk ona bir de türkü yakmış, o gün bugündür bu türkü dillerde söylenir durur.
“Kara erik çağala, ye ki yaran sağala”

On altı yaşında yaşadığı ve asla unutamadığı bu olayı, elli yıl sonra anlatırken gözlerinin yaşardığını gördüğümde hayret etmiştim. Hakikaten eskinin aşkları başkaymış. Şimdi, kendisini de, yaşadığı büyük aşkı da saygı ile anıyorum...
Bu olayı anlattıktan bir yıl sonra babam vefat etti. ‘Kara eriğin çekirdeği’, hâlâ cüzdanındaydı. Sonra ne oldu, ben de bilmiyorum. Ona ve Harput’un bağrında yatan tüm dostlara Tanrıdan rahmet diliyorum.
Derler ya: ‘Harputlu severse tam sever. Harput’un sevdaları bir ömür sürer.’
Bu vuslata ermemiş sevda da, bir ömür sürmüş meğer...
 

Çevrimiçi üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

REKLAMLAR

Forum istatistikleri

Konular
17,414
Mesajlar
134,310
Kullanıcılar
90,716
Son üye
Abdullah Kara
Üst