Kanıt....

AOFDESTEK

ADMİN
Yönetici
Admin
Katılım
9 Şub 2011
Mesajlar
6,041
Tepkime puanı
25
Puanları
48
Bölüm:
İşletme
Şehir:
Bursa
Kanıt

17.Askeri bölge, en yakın yerleşim yerine yüz kilometre kadar mesafede tamamen çıplak bir arazi üzerine kurulmuştu. Oldukça modern bir mimari tarz ile yapılmış üç katlı yayvan bir bina, birkaç uçak hangarı ve askerlerin kaldığı barakalardan ibaret sıradan bir askeri birlik görünümündeydi. Ama birlikteki askerlerin ilginç hikayeler uydurup birbirlerini oyalamasına vesile alan çok da gizemli bir havası vardı. Aslında bu esrarı yaratan ne ana binaya ulaşabilmek için üç ayrı nizamiye kapısından geçmenin zorunluluğu ne de binanın yanı başına yerleştirilmiş dev antenlerdi.
Son birkaç aydan bu yana bölgeyi ziyaret eden baştan başa simsiyah otomobillerin ve en az iki yıldızlı askeri makam araçlarının eskiye oranla çok daha sık gelip gitmeleri, binanın en üst katına çıkışın yasak olması ve bu katın ışıklarının hiç sönmüyor olması, ister istemez şüphelerin doğmasına neden oluyordu. Hatta bazı geceler garip bir yaratığın perdeye düşen gölgesini gördüğünü iddia eden nöbetçilerin sayısı da az değildi. Ne var ki, ana binanın içindekiler hariç gerçekte neler olduğunu bilen hiç kimse yoktu. Albay’ın söylediğine göre olağan bir tatbikat için hazırlık yapılıyordu, ama askerlerin yarıya yakını buna pek inanmıyordu.
Birkaç yıldızın zayıf parıltıları, bölge sınırlarını tarayan projektörlerin sürekli yer değiştiren ışık huzmeleri ve tabi ki en üst katın perdeleri arasından sızan ışıkları dışında her yer, simsiyah ve birbirinin aynıydı. Ara sıra duyulan düdük sesleri ve nadiren de bir-iki askeri aracın gürültüsünden başka tek bir ses bile işitilmiyordu.
O sırada, askerlerin deyimiyle o esrarengiz odalardan birinde üç sivil ve iki de üniformalı şahıs sessizce çalışıyordu. Oda oldukça genişti ve insanda tüm dünyanın yönetilebileceği kadar donanımlı ve karmaşık bir merkez imajı yaratıyordu.
Adamlardan birinin kafasında sadece meyve sıkacağı eksik(!) olan bir kulaklık vardı ve yüzü cihazlara dönüktü. Rütbesi üsteğmen olan bir subay ise odanın diğer köşesinde kalabalık bir monitör topluluğunun karşısına oturmuş, görüntüler üzerinde dolaştırıyordu gözlerini. Diğerleri ise yan yana dizilmiş masalara yerleşmişlerdi. Bir tanesi kulaklıklı adamın hemen yanında oturuyor, bilgisayarının tuşlarını eskitiyordu üfleyip püfleyerek. Onun yanındaki masa, sakallı bir adama aitti ve bir eliyle hesap yaparken diğeriyle de sakalını okşamak gibi dikkat çekici bir huyu vardı. En uzakta oturan ise, bir binbaşıydı.
Bilgisayarın önündeki adam bir dalga analizcisiydi. Uzaydan gelen dalgalardan anlamlı olanları tespit edip çözmekti işi.
Uzanıp kulaklıklı adamın omzuna dokundu birkaç kez. Adam, kafasındaki koca aleti boynuna sarkıtıp analizciye döndü. Ardından da fısıltı halinde konuşmaya başladılar
“Hala çıt yok, değil mi?” diye sordu analiz ustası.
“Alışılmışın dışında tek bir sinyal bile yok”
“Aylardır mesaj bekliyoruz, ama nafile”
“Sıkılmaya başladım artık”
“Belki de yalan söylüyordur”
“Bunu da nereden çıkardın?”
“Kendisine zarar vermemizden korktuğu için bir garantör uydurmuş olamaz mı?”
“Olabilir tabi”
Analizcinin yanındaki masadan çok emin bir ses yükseldi:
‘Olamaz!”
Bunun üzerine varsayımın sahibi, başını o yöne çevirip “Olmaması için hiçbir sebep göremiyorum. Önce onu alıp buraya getirdik, her gün binlerce soru soruyoruz ve üç aydır da burada. Nazik bir şekilde hapsedildiğinin farkında. Ayrıca, ona ömür boyu bakamayacağımızı anlaması için dahi olması da gerekmiyor.”
O esnada, ceketini çıkarıp yaka düğmesini de açmış olan binbaşı, yarım saate yakın zamandır elini şakağına dayamış halde hiç hareketsiz okuduğu kitabı kapayıp dikkatini analizci ile astrofizikçinin sohbetine çevirmişti.
Ağır hareketlerle bir sigara yakan astrofizik uzmanı, sakalıyla oynamayı bırakıp “Söyledikleriniz akla yakın görünüyor, ama doğru değil” dedi. Arkasına iyice yaslandıktan sonra da devam etti.
“Gemiyi inceleyenlerden biri de bendim.... O gemi ile uzun mesafe katedilebilmesi mümkün değil. Hesaplarıma göre en iyi şartlarda bile dört ışık saatinden öteye erişemez. Bu da bir ana geminin varlığını zorunlu kılar. Uzun lafın kısası, uzaylı dostumuz yalan söylemiyor.”
“Belki de gözünüzden kaçan bir şey olmuştur.”
“Dört ayrı uzman olarak birbirimizden bağımsız çalıştık ve hepimizin vardığı sonuçlar da aynıydı.... Bu inceleme için beni ve diğer arkadaşları görevlendirmelerinin nedeni, gözümüzden bir şey kaçmayacağını bilmeleridir, dostum.”
Binbaşı, tartışmanın uzayacağını hissetmiş olmalıydı ki o gür sesi ile araya girdi:
“Bizimki nerede şimdi?”
Teğmen, kahve fincanını tabağa bırakıp birkaç düğmeye dokundu hemen. “Sanırım uyuyor, efendim”
“Teşekkürler teğmen”
Binbaşı, biraz evvel bitirdiği kitabı işaret ederek “Sizin ne düşündüğünüzü bilmiyorum, fakat ben inanıyorum” dedi..
Analizci, cümleyi çözememişti “Neye inanıyorsunuz?”
Uzaylıların çok yıllar evvel de bizi ziyaret etmiş olduğuna”
“Nasıl vardınız bu sonuca, binbaşı?”
“Geçmişten bugüne erişmiş pek çok işaret var.”
Astrofizikçi, elini tekrar sakalına götürüp alaycı bir üslupla sordu:
“Mısır piramitleri gibi mi?”
“Evet
“Bunun hiçbir anlamı yok, komutan” deyip dudağını büktü, astrofizik uzmanı.
Binbaşı, meraklanmıştı. “Açıklar mısınız?”
“O piramitler, nasıl yapıldıklarından içerdikleri ilginç astronomik bilgilere kadar oldukça etkileyici bir soru yelpazesine sahip. Bunu inkar etmiyorum. Fakat dünya dışı yaratıkların ziyaretine dair en küçük bir kanıt dahi taşımıyorlar. Taşımadıkları gibi insanüstü de değiller. Olağanlığın üst sınırındalar; daha ötesinde değil.”
Analizci, kulaklıklı adama dönüp alçak sesle sordu:
“ Yeni bir şeyler var mı?”
Kulaklıklı adam, umutsuzca başını sallayıp “Uyku saatleri herhalde” diye karşılık verdi.
O sırada binbaşının kafasını meşgul eden başka sorular belirmişti.
“Peki ya Nazca’daki şekillere ne diyeceksin?”
‘Pek çok şekilde açıklanabilirler, ama UFO’larla falan ilgisi yok”
“Yok mu! Nasıl olmaz. O kadar düzgün ve büyük çizilmişler ki ancak üç bin metre yukarıdan bakıldığında ne oldukları anlaşılıyor. Sence bunun amacı, hava gemilerine yol göstermekten başka ne olabilir ki?”
Astrofizikçi, bir yandan sakalını ovuşturuyor diğer yandan da başını sallıyordu gülümseyerek. Zira, Nazca’da yaptığı araştırmalar onu bu konunun ustalarından biri haline getirmiş ve binbaşınınkine benzer soruları yüzlerce defa cevaplamak zorunda kalmıştı. Hem yıllardır aynı cümleleri papağan gibi tekrarlıyor olmanın yarattığı sıkıntı, hem de karşısındakinin bir bilim adamı olmayışı nedeniyle çok yüzeysel konuşmaya karar verdi:
“Bakın binbaşı, çöldeki o çizimlerin pek çok amacı olabilir. Çağın astronomlarınca hazırlanmış bir yıldız haritası, bir arkeolojik takvim, bir tür dini sembol ya da çılgın bir hükümdarın çocukluk fantazisi. Bu varsayımlara ilişkin bazı kanıtlar var elimizde ama açıkçası dünya dışı yaratıklarla ilişkin, değil kanıt, kanıt olmaya aday bir bulguya dahi rastlamadık. Üstelik şekillerin çakıl taşları ile oluşturulmuş olması da bizim varsayımlarımızı kuvvetlendiriyor. Ta bilmem nereden gelebilmiş bir dünya dışı medeniyet, pekala gece uçuşlarını da dikkate alabilirdi”
“Ama daha değişik olaylar da var!” dedi, binbaşı. Astrofizikçi, yeni bir sigara yakıp ayaklarını masaya uzattı. Sonra da bir kaşını kaldırıp kendinden emin bir biçimde konuşmaya başladı.
“Hepsi aynı. Diğerlerinin Nazca’dan bir farkı yok. İngiltere’deki Stonehenge, Pasifik’teki Doğu Adası, Tiahuanaco, Atlantis hikayeleri, Tunguska üzerine söylenenler.... Hepsinin ortak yanı tam olarak açıklanamayışları. İnsanların böyle durumlarda insanüstü varlıklara başvurmak gibi eski bir alışkanlıkları vardır, binbaşı. Ben, geçmişte uzaylılar tarafından ziyaret edildiğimize inanmıyorum. Çünkü elimizde kanıt yerine sadece şüpheler var. Şüphe ise bulanık su gibidir; bulanıklığa neden olan şeyi çekip almadıkça dipte ne olduğunu göremezsiniz.
Açıklamayı büyük bir ciddiyetle dinlemişti, binbaşı. Gözlerini masasının üzerindeki kitaba kaydırıp birkaç saniye öylece kaldı. Ardından da tereddütlü bir biçimde “Araştırma yapmanın nedeni şüphe değil midir?” diye sordu.
Astrofizikçi ukalaca sırıtıp “Ben ‘neden’ diye sorduran şüpheleri değil, sonuçlardaki şüpheleri kastetmiştim, binbaşı” dedi.
Telefonun yüksek sesi, bir anda bütün dikkatleri dağıtıvermişti. Binbaşı, ikinci çalma sesini beklemeden kaldırdı ahizeyi.
“Komutanım Hava Kuvvetleri Komutanı arıyor”
“Bağlasana geri zekalı, ne bekliyorsun!”
‘Binbaşım”
“Sizi dinliyorum komutanım”
“Orada durum nasıl?”
“Herşey yolunda komutanım”
“Köpeğime iyi bakıyorsunuz değil mi?”
Bir dinleme riskine karşı şifreli konuşuyorlardı. Ne de olsa, farkedilebilir boyutta bir gemi onca uydunun arasından geçip yere çakılmıştı. Ruslar da, Amerikalılar da muhtemelen durumun farkındaydı ve partiye katılmak için sabırsızlandıkları kesindi. Gerçi, ileri bir teknik uygarlığın pilotunun ‘köpek’ şeklinde kodlanması da insanoğlu adına hoş sayılmazdı.
“Şimdi uyuyor efendim”
“Güzel.. Benim için mesaj var mı?”
“Beklediğiniz mesaj henüz gelmedi, komutanım”
“Dinleyin Binbaşı. 17.Bölgenin masraflı olduğunu düşünenler var. Böyle giderse kapatırız’ diyorlar. Kayda değer bir şey olur olmaz ara beni”
“Emredersiniz, komutanım”
Binbaşı, düşünceli bir ifadeyle kapattı telefonu. Odadakilere dönerek;
“Faturaların Kabarmasından hoşlanmıyorlar anlaşılan” diye söylendi.
“Onlar böyledir. Önlerine fatura koyana kadardır melek görüntüleri” dedi analizci , somurtarak.
Odanın diğer köşesinden “Yemek istiyor, efendim” diye seslendi üsteğmen.
“Uyandı mı?”
“Evet efendim, yiyecek düğmesine bastı biraz önce”
“Gidip görevlilere haber ver. Sen de yanlarından ayrılma” deyip eliyle çıkmasını işaret etti binbaşı.
O esnada analizci de ayağa kalkmış dolanıyordu odada. Bir taraftan da gözlerini ovuşturuyordu uykusunu açmak için. Kahve makinesinin önünde durup odadakilere döndü: “Kahve isteyen var mı?”
Astrofizikçi elini kaldırarak “Şekersiz olsun” dedi. Arkasın dan da diğerlerinin sesleri yükseldi:
“İki şekerli”
“Benimki de şekersiz.”
Analizci gülümseyerek “Ne yani, birisinin kalkmasını mı bekliyordunuz? O koca gemi ‘tabi’ uzaylı yalan söylemiyorsa buraya indiğinde işleri halletmek için aramızda kura mı çekeceğiz? Ölmüşsünüz siz” dedi şakacı bir tonlamayla.
Radyo dalgaları uzmanı, kulaklığını yine boynuna asıp iyice yayılmıştı koltuğuna. Bir yandan da söyleniyordu “Allah’ın cezaları! Gelecekseniz gelin artık. Ya da ‘İşimiz çıktı; falanca gün uğrayacağız’ gibi bir mesaj yollayın!”
Adamcağızın ne kadar yorgun olduğunu anlamak için gözünün altındaki halkalara bakmak yeterli olurdu herhalde, ama diğerleri de ondan aşağı kalmazlardı. Aralarındaki fark, yalnızca halkaların sayısıydı.
Birkaç dakikalık sessizlikten sonra:
“Yani diyorsunuz ki, geçmişte Tek bir uzaylı bile gezegenimize uğramadı, öyle mi?” diye sordu binbaşı. Kolay tatmin olan bir adam değildi. O esnada, analizci de bilgisayarı karşısına oturmuş sıkıntılı bir biçimde kahvesini yudumluyordu.
Elinde kalan kılları temizledikten sonra “Tam olarak öyle söylemedim” dedi, astrofizikçi. Ama binbaşı, cümlenin devamını bekleyecek kadar sabredememişti “Söz konusu olan sadece üç-beş örnek değil. Sizin saydıklarınız herkesçe bilinenler. Ya diğerleri nasıl izah edilebilir. Dinazor neslinin aniden tükenivermesi ve Tibet’te bulunan toplu mezarlar, eski Hint kitapları, Mahabharata destanında anlatılan savaş, Sümer ve Asur tabletlerinde rastlanan o ‘yemek yemeyen, su içmeyen’ yaratıklar, Lut efsanesi, ayrıca mağara resimleri ve şu an aklıma gelmeyen diğer yüzlercesi”
“Bakın binbaşı, tam üç yıl NASA’da çalıştım. Ve birçok araştırmaya katılıp hatırı sayılır derecede önemli projelere de imza attım. Bahsettiğiniz olayların hepsini ayrıntılarıyla biliyorum, fakat bunların çoğu o kitapları yazanların kişisel fantazileri ile epey abartılmış şeyler. Hatta içlerinde tamamen uydurma hikayeler bulunduğunu da söyleyebilirim.” -
Analizci, masasına hafif bir yumruk indirip ayağa fırladı. Sıkıldım bu saçma sapan frekanslarla uğraşmaktan” diye kendi kendine söylenip çekmecesinden çıkardığı iskambil tomarını masaya koydu “Var mı poker oynayan?”
Binbaşı, bunun kurallara aykırı olduğunu biliyordu, ama analizciye hak vermiyor da değildi. Onun için aldırmamayı yeğlemişti.
Radyocu, ağzındaki sandviçin izin verdiği ölçüde “Gel de seni biraz soyayım” deyip masasına davet eti.
Astrofizikçi ise bir sigara daha yakmıştı. Birkaç kez öksürdükten sonra kaldığı yerden devam etti.
“Bu, sadece zayıf bir ihtimal diyorum ben. Hiç gelmediler diyemem fakat geldiklerine dair kanıt olmadığını hesaba kattığımda ‘gelmemiş olmalılar’ diyorum. Bana göre, dünyanın ilk yabancı konuğu şu an odasında yemek yiyor.... Uzun lafın kısası, bizim için, kanıtlar olması önemlidir, binbaşı”
“Belki kanıt vardır da bizim haberimiz yoktur
“Amerika’daki en gizli arşivleri bile inceden inceye taradım ben. Tek kelime dahi yok!” deyip sigarasından bir nefes çekti “Yetkilerimi istismar etmediğimi söyleyemem. Ancak, inanın bu soruların cevabını sizden çok daha fazla merak ediyordum o zamanlar.”
“Ya şimdi?”
“Bir delil olmadığı sürece bu konuyla ilgilenmemeye karar verdim. Çünkü şüphelerin sonu yok.”
“Anlıyorum” diyerek başını sallıyordu, binbaşı.
O sırada odanın diğer yanından zaman zaman şiddetlenen konuşmalar işitiliyordu.
“Kaç kart aldın?”
“Baksaydın dostum.”
“Seni bile zor görüyorum ben. Söylesen ne olur?”
Tamam, tamam. İki kart aldım”
“Bana üç gibi gelmişti, ama öyle olsun.”
Odaya önce üsteğmen girdi, ardından da uzaylı. Yaratığın vücudu bol miktarda hava keseciği içerdiğinden bir insan kadar rahat hareket edemiyordu. İnsan benzeri bir anatomiye sahipti, ama kol ve bacakları hem ince hem de çok kısaydı. Küçük gövdesinin üzerinde ise vücuduna oranla hayli iri olan kafası bulunuyordu. Şeklen biraz farklı olmak üzere gözleri, kulakları, ağzı ve burnu da vardı. En çok dikkat çeken özelliği ise derisinin yer yer kabarık ve çirkin görünüyor olmasıydı. Ayrıca o yemyeşil teni, bitki kökenli olabileceği şeklinde tuhaf bir intibaya neden oluyordu.
Yaklaşık üç aydır, 17. bölgedeki bu katta misafir edilmekteydi ve bu süre içinde hem çok şey öğretmiş hem de öğrenmişti. Konuşmayı öyle güzel beceriyordu ki, sadece sesini duyanlar, bir uzaylı ile konuşuyor olduklarına asla inanamazlardı.
Daha kapıdan girer girmez sordu:
“Bir işaret var mı?”
“Hala yok” diye yanıtladı, binbaşı.
“Sence ne zaman gelirler?” diye sordu, astrofizik uzmanı. Uzaylının gözleri, poker oynamakta olan diğer iki bilimciye takılmıştı. O tarafa yönelip “Mutlaka gelirler” diye mırıldandı. Yaratık. İki haftadan beri uyku ve yemek dışındaki zamanını, uzmanların çalıştığı odada geçiriyordu.
Bazen sessizce oturup etraftakileri seyreder, bazen de uzun sohbetlere katılır; kendince değerli bulduğu hatıralarını anlatırdı. Uzmanlar, uzun süre uyuduğunda eksikliğini hissedecek kadar alışmışlardı ona. Uzaylıya eşlik etme görevi üsteğmene verilmişti, ama daha az beraber olmalarına karşın en iyi anlaştığı kişi analizciydi. Şimdi de onun yanına bir sandalye çekmiş dikkatle oyunu takip ediyordu. Ancak dikkatini toplamış olan tek kişi o değildi. Bir de binbaşı vardı. İki-üç dakikadır yavaş adımlarla adayı dolanıyor kimi zaman yüzünü buruşturup belirsizce mırıldanıyor kimi zamansa kaşlarını çatıp birkaç saniyeliğine duruyordu. Fakat bu seferki duruşu uzun sürmüştü. En sonun da yörüngesinden ayrılıp kendisi gibi gezintiye çıkmış olan astrofizikçinin yolunu kesti.
“Bu konuda benden çok daha bilgili olduğunu kabul ediyorum, ama aynı zamanda ateş olmayan yerden de duman çıkmaz diyorum”
Astrofizikçi, binbaşının ısrarına anlam verememişti, ancak sırf merak ediyor diye kırmak da istemiyordu adamı.
“Bakın binbaşı, düzü de tersi de ispatlanamayan türden bir tartışmadır bu. Aramızda önemli bir anlaşmazlık var: Siz ‘inanıyorum’ diyorsunuz ben ise kanıt istiyorum.”
Uzaylının sesi, bir tabanca gibi patlamış tüm gözleri o tarafa çevirmişti bir anda:
“Blöf yapıyor!”
Analizci de uzaylıyla aynı fikirdeydi “Evet, blöf yapıyorsun!”
Uzaylı, sinsice sırıtıp (Böyle sırıtmayı analizciden öğrenmişti(!) “Hiç kart almayıp kent görüntüsü yarattın. Halbuki elinde hiçbir şey yok!” dedi.
Analizci, atıldı hemen “Restini gördüm, neyin var?”
O sırada binbaşı ile astrofizikçi de masanın başına gelmiş merakla sonucu bekliyorlardı.
Radyocu, yüz ifadesini hiç bozmadan kartlarını açtı “Kare Vale” diye de ekledi. Oysa analizcinin elinde sadece üç kız vardı. Ve bu işe çok sinirlenmişti “Hani blöf yapmıştı” diye bağırdı uzaylıya. Uzaylı ise hiç istifini bozmadan “Öyle sanmıştım. Zaten eskiden beri beceremem bu oyunu” diye karşılık verdi.
Bir anda herkesin kafası allak bullak olmuştu. Hiç kimsenin çıtı çıkmıyor, şaşkın şaşkın birbirlerine bakınıyorlardı. Öylece geçen on-onbeş saniyeden sonra donuk bir sesle “Bu oyunu ne zamandan beri oynuyorsun?” diye sordu binbaşı.
“Çocukluktan beri oynarız”
Analizci iyice afallamıştı “Yani sizin gezegende de Poker oynandığını mı söylüyorsun”
“Siz de mi Poker diyorsunuz” diye atıldı uzaylı.
Ardı ardına “Evet” sesleri yükseldi.
“Ama biz e harfini daha uzun söyleriz” dedi uzaylı. Anlaşılan, daha önce de benzer durumlarla karşılaşmıştı. Zira pek şaşırmış görünmüyordu.
Astrofizikçi, titreyen sesine rağmen soruyu tamamlayabildi:
“Nereden biliyorsunuz bu oyunu?”
“Sanırım birkaç bin yıllık geçmişi var. İlk kimlerin çıkardığını bilmiyorum..... Peki siz nereden biliyorsunuz?
Hepsinin de yüzünde aptalca bir ifade vardı ve şuursuzca birbirlerine bakınıyorlardı.

SON


“Gözlerin alışkanlıklarıyla kafalar da herşeye alışır. Her an görmekte olduğumuz şeylere şaşmayız; nedenlerini aramayız onların”
Cicero

(Falcının Ölümü, 1992, Selvi Yayınları, Ankara)
 

Çevrimiçi üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

REKLAMLAR

Forum istatistikleri

Konular
17,414
Mesajlar
134,310
Kullanıcılar
90,716
Son üye
Abdullah Kara
Üst