Sosyal Değerler ve Çevre

Garbino

Özel Üye
Katılım
2 Kas 2007
Mesajlar
1,268
Tepkime puanı
7
Puanları
0
Şehir:
Samsun
Çevre problemi veya yeryüzünde mevcut tabii dengenin bozulması, biyolojik, tıbbî, ekonomik ve teknik etkiler yanında sosyal problemlere de sebep olmuştur. Çünkü sosyal hayatın en önemli unsuru insandır. Hayata dönük tüm tehlikeler, en önemli etkisini insan üzerinde göstermektedir. Bu yüzden sosyal bilimlerin çevrede mevcut fizikî, ekonomik ve teknik v.b. bilim dalları ile statik bir alakası yanında, çevrenin dinamik unsurları ile olan etkileşimini de göz önüne almak gerekmektedir.
Bütün bunlara rağmen, birçok ekonomik, teknik veya politik konu insan faktörünün bu olaylardaki rolü görmemezlikten gelinerek eksik açıklamalar yapılmaktadır. Çevre konusunda da söylenmesi gereken şey, insanın ruhî ve ahlâkî değişiminin de çevrenin almış olduğu yeni biçimde önemli rolleri olduğudur. Meseleye bir de bu yönden bakmak, bazı konulara açıklık getirecektir.

I. SOSYAL VE FİZİKÎ ÇEVRE

Sosyal çevre, fizikî çevre ile iç içedir. İçinde yaşadığımız dünyayı fizikî ve sosyal olarak ikiye ayırmak, pek yanlış olmaz, böylece insan eli değmeden mey*dana gelen olaylar ve insan gücü, zekası ile ortaya çıkan çalışmalar şeklinde bir ayırım yapabiliriz. Fakat bu iki farklı alan, birbirinden bağımsız değildir. Her ikisi de birbirini belirli ölçüde etkilemektedir. Fizikî çevre ve bunun kanunları, insan aklının ötesinde varolmuş ve belirli bir düzen içerisinde devam etmektedir. Bazılarının tabiat kanunu diye adlandırdığı bu mükemmel sistem, her şeyi yarattığını kabul ettiğimiz Allah'ın eseridir.
Çevre olayları arasında yer alan hava kirliliği, sosyal faktörler dikkate alınmaksızın açıklanamaz. Çünkü kirliliğe yol açan teknolojik veya ekonomik felsefenin uygulanışıdır. Veya nüfus yoğunluğu ve hareketleridir. Bunların her birinin arkasında insanın iradesi ve kararı bulunmaktadır. Ve tabii ki, bu irade ve kararlara etki eden düşünce ve niyetlerdir... Çünkü irade ve karar da objektif hususlardır. Dolayısıyla bu faktörlere etki eden birtakım "temel değerler" in varlığı gözler önüne serilmek durumundadır. Aksi halde, olayların ilk se*beplerine inmemiş ve açıklamaları tatmin edici seviyede yapmamış oluruz.



A. Tabiî ve sun'î çevre

İçinde yaşadığımız dünya ve bu dünyayı teşkil eden hava, toprak, su ve bitkiler dediğimiz çevre; insanların bilgisi ve çabası dışında meydana gelmiştir. Fakat bu ''bakir çevre" inşam eliyle gelişeceği gibi, insan eliyle de çorak hale gelebilir. Üstelik insan, karşı karşıya kaldığı bu çevreye ilaveler yapmakta ve en önemlisi onu kendi kanunları içerisinde sürdürme imkânına sahip tek varlık olmaktadır.
Yeryüzünde tabiî bir dengenin varlığı, insanoğlunun uzun zamandan beri farkına vardığı gerçeklerden biridir. Bu ve benzeri olaylar göstermektedir ki, çevremizde cereyan eden olayların hiçbiri tesadüfi değil, bilhassa son derece hassas bir düzen ve plan içerisinde sürüp gitmektedir.
Doğa belirli bir kanunla idare edilmektedir. Bütün canlı varlıklar kendi bölgelerine girmedikçe, diğer canlılara dolaysız bir etki yapmayacak, ancak dolaylı etkisi her zaman ve her şartta olabilecek şekilde yaratılmışlardır. Mesela bitkilerle beslenen hayvanların bitkilerin bazılarını yedikleri, bazılarının da semtine dahi uğramadıkları dikkati çekmektedir (1).
Bu tabiî dengenin bozulmasında en etkin unsur insan olmuştur. Onun çeşitli ekonomik ve teknik çabaları sonucunda çevrede bir takım olumsuzluklar ortaya çıkmıştır.
Hava kirliliği sorunu, havanın kirletilmesiyle ortaya çıktığına göre, esas kaynak ve sebep kirleticilerdir. Bu kirleticileri de insanlar çeşitli faaliyetleri (ısınma, sanayileşme, ulaşım v.b.) sonucu havaya salmaktadır. Dolayısıyla hava kirliliğinin baş sorumlusu insandır. Doğal çevre elemanları, bazı şartlarda bu kirliliğin kolayca dağılıp yok olmasına yardımcı olurken, bazı durumlarda da kirliliğin kalıcılığına sebep olmakta ve kirliliğin insana ve çevresine verdiği zararın ölçüsünü arttırmaktadır. Normal olarak, kurulmuş bulunan doğal denge vasıtasıyla tabiat ve dolayısıyla atmosfer kendi kendisim temizlemektedir. Ancak insanlar tabiattaki bu dengeyi olumsuz faaliyetleri sonucu bozduğu için kendi kendine çözümü zor birtakım sorunlar çıkmaktadır (2).
Buradan şu sonuç çıkmaktadır ki, insanın dünyayı kirletmesi ve bozması öyle bir şekildedir ki, tabii sistem böyle bir kirlenmeyi düzeltmemektedir. Tabiî dengenin bozulması konusunda bazılarının gösterdiği sebeplerden biri nüfus artışıdır. Özellikle gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkelerin nüfuslarının ekonomik ve çevre problemleri açısından iyi bir belirti olmadığı görüşündedirler. Fakat yeryüzünde birçok boş ve kullanılmamış alanın varlığından, problemin nüfustan çok yerleşme ile ilgili olduğu anlaşılmaktadır.
Tabiatın hızla tahrip edilerek kıt faktör haline getirilmesi; ekonomi, örgüt ve nüfus dengesinin de bozulması ile yakından ilişkilidir. Ancak gerek kentsel, gerekse kırsal alanlarda yerleşimlerin ekonomik verimlilik analizi yapılmadan, konut alanları tesisine gidilmesi, kıyı yerleşimlerinin döviz girdisi sağlamak amacıyla ilmî maliyet-verimlilik analizi yapılmadan turistik yapılanmalara açılması, ikinci konut yapımlarına gösterilen ilgi, fauna ve flora gibi çeşitli ekosistemlere müdahale, kısacası kişisel fayda kanununun işlemesi, olumsuz dışsallıklara yol açmaktadır.
Yeryüzünde tabiî dengenin bozulmasına sebep olan insan, aslında kendi tabiî varlığı için son derece gerekli olan yeşillik, çiçek ve sükûnet dolu ortamın kaçınılmaz bir ihtiyaç olduğunu sonraları anlamış ve bu ihtiyacını birtakım sun'î tedbirlerle giderme yoluna gitmiştir.
En zengin olanlar, büyük caddelerin dev yapılarında oturuyorlar. Bu dünyanın kralları baş döndürücü kulelerin doruğunda zevkle yapılmış ağaçlı, çimenli ve çiçekli evlere sahipler. Oralarda bir dağın tepesindeymiş gibi gürültüden, tozdan ve hareketten uzak yaşamaktadırlar. İnsan topluluklarından uzak olarak sürdürdükleri hayat, derebeylerin, şatoların surlarr ve hendekleri gerisinde sürdürdükleri hayattan farksızdır. Başkaları da, hatta en gösterişsiz olanlar bile, 14. Lui'nin ya da büyük Frederik'in sahip olduğu konforu aşan bir rahatlık içinde apartmanlarda oturuyorlar (3).
İnsanın yerleştiği yerin, onun birçok yönlerden rahat edeceği ve ruhî ve sosyal ihtiyaçlarını karşılayabileceği özelliklere sahip olması gerekir. Bu yüzden insanlar, birçok tabiî özelliklere sahip olan yerlere yerleşmiş ve buraları kendine faydalı bir hale getirmiştir. Ama, tabiî çevrede yaşayan sadece insan değildir.
Bir çayırda ev yapımı, çayırın bozulması ve orada yuvalanan birçok kuş ve diğer hayvanları göçe zorlar. Bu ise o ekosistemde zincirleme büyük değişimlere yol açar. Bazen bu değişimler bilinerek meydana getirilirler. DDT ile mücadelenin yol açtığı bozukluklar buna örnek olarak gösterilebilir. Tabiî şartlarda eko-sistemlerdeki basit değişimler, suksesyon değişiklikleri ve evrim yo*lu ile ortaya çıkan bazı değişimler olsa da, bunların belirgin ve zararlı hale gelmesi çok uzun zamanı gerektirir (4).
Bu genel tavır, acaba her yerde görülmekte midir? Bu konuda etraflı bilgiye sahip olmamakla birlikte, geçmiş sosyal hayatımızdaki bazı sahneler, tabiata müdahale etmeden de onun güzelliklerinden faydalanan bir medeniyetin varlığına işaret etmektedir.
Biçimsel açıdan, boğazın tarihî yerleşme dokusunun son verilerinin mutlak olarak korunması zarurîdir. Eski boğaz köylerinin küçük iskele meydanlarında yankısını bulan eski yerleşme ölçülerinin, mimarî olduğu kadar psikoterapik ve insanî niteliklerin korunmaya değer fizikî veriler oldukları kuşkusuzdur. Bugün insanî yapısı ile tabiat arasında vaktiyle kurulmuş boyutsal ve biçimsel ilişkilerin yeniden ihyası kabil olmasa da, yeni,yerleşmenin fizikî görüntüsünün dağlara taş kaplamak şeklinde olmaması gerektiği açıktır (5).
Prof. Mehmet Kaplan, yerleşme geleneği ve yapılanma ile insan ve sosyal hayatı arasındaki İlişki hakkında şunları söylemektedir:
Eskiden fakir evlerin pencere kenarlarında bile çiçek saksıları bulunurdu. Ve bu çiçekler insanlara iyilik ve güzellik duygusunu aşılardı. Boğaziçini, hatta bütün İstanbul'u ağaçlar ve çiçeklerle donatabiliriz. Duyguların gelişebilmesi için dış alemde güzel objelere ihtiyaç vardır. Şâirler bunu çok iyi bilirler.
Boğaziçindeki mezarlıklar ve serviler mutlaka korunmalıdır. Modern insan ölüm ve kutsallık duygusunu kaybediyor. Bundan dolayı da çok çiğ, manasız bir yaratık haline geliyor. Manzara ile duygular arasındaki münasebeti çok iyi bilen A.Ş. Hisar, bu olayı şöyle açıklıyor: "Sağa ve sola sapılınca korularda-ki kalbimizin bizi hayatla barıştıracak yollarını insanlardan iyi bilen ihtiyar ağaçlar, kendilerine kucak açar ve muhtaç oldukları teselliyi ve gönül rahatlı*ğını gölge, koku ve sessizlik halinde bol bol sunarlardı (6).
Günümüzde bu tür insan ve çevre bütünleşmesine ait hassas tutumu bulmak son derece zor. Bu doğrultuda yeni yeni çabalar ise, çevrenin hor kullanmasının getirdiği sıkıntılardan sonra böyle bir tutumun faydasına inanmışlardır. Halihazırda insanın içinde huzur dolu yaşayabildiği yerler, küçük yerleşim birimleridir. Ama toplumdaki ekonomik dengesizlik, yine bu insanları buralardan büyük şehirlerin yoğun ve sıkıcı ortamına çekebilmektedir.
Ancak kentleşme dediğimiz hareketlilik, ulaştırma alanındaki gelişmenin sağladığı kolaylıklar yüzünden insanların sık sık yer değiştirme, sözü edilen derece farkını durmadan azaltmakta ve yumuşatmaktadır. Bugün için belki küçük topluluklar, köyler daha elverişli durumdadır. Ancak gelir dengesizliklerinin oralarda yaşayanları da hızla büyük yerlere ittiği pek iyi bilinen bir gerçektir.

B. Şehirleşme

Şehir, insanlığın kendisi için kurduğu ve sistematize ettiği en yakın çevresidir. Şehirlere bakarak, insanlığın hayat anlayışlarını anlamak mümkündür denilirse, mübalağalı bir değerlendirme yapılmış olmaz.
Kanaatimce şehir, ilk önceleri şuurlu bir karar ve düşünce ile meydana getirilen bir organizasyon değildi. Çeşitli dinî, maddî ve siyasî sebepler şehirle*rin oluşumunu sağladı. Ama insanlar, bu yoğun birikimin getireceği problemle*rin büyüklüğünü herhalde tahmin edemediler. Veya, toplumların hayat ve in*san anlayışları doğrultusunda bir yerleşme düzeni ortaya çıktı.
Çünkü çevre şartlarının güzelliği ve uygunluğu, insanı sevmek ve düşünmekle oldukça ilişkili bir konudur. İnsana kıymet vermeyen bir kültür ve medeniyetin, çevreye kıymet vermesi düşünülemez.
Hızla artan nüfus, kırsal yörelerde geçimini sağlayamadığı için, modern hayata özendiğinden veya kendisi ve çocukları için daha güvenli bir gelecek, daha uygun yaşama ve eğitim fırsatları gördüğü için büyük yerleşim birimlerine gelmektedir. Böylece şehirler sağlıklı veya sağlıksız, planlı veya plansız bir şekilde büyüyerek bu yerleşme merkezleri gerek yatay ve gerekse dikey yönde hızlı bir gelişme göstermektedir. Topografik yönden veya başka sebeplerle
gelişmenin engellendiği yerlerde, arsa fiyatları astronomik değerlere ulaştığı için, bahçeli veya az katlı evlerin yapımından kaçınılmakta ve çok katlı yüksek binaların yapımına gidilmektedir. Bunun sonucu olarak yerleşim merkezlerinde birim yüzeye düşen yeşil alanlar azalmakta, insan sayısı, hane sayısı ve tüketilen yakıt miktarında hızlı bir artış ortaya çıkmaktadır. Artan yakıt miktarı, artan hava kirliliği demektir. Hava kirliliğinin artışında, yakıt miktarı yanında yakıtın cinsi de önemli rol oynamaktadır.
Çağdaş şehir, korkunç konutlardan ve toz, duman ve yakıt gazlarıyla kirlenmiş, kamyon ve tramvayların kulak tırmalayıcı gürültüleriyle dolu loş sokaklardan meydana geliyor. O sokaklar ki, her an büyük bir kalabalıkla dolup taşıyor. Şehirlerin insanoğlunun yararına kurulmadıkları gün gibi ortada.
Fizikî ve maddî çevrenin insanın ruhî ve sosyal yapısı üzerinde ortaya çıkan etkisi pek yeni bir olay değil. Fakat bu gerçeğin varlığına rağmen, batı uygarlığının şehirleri insanı psikolojik, zihnî ve bedenî açıdan yıpratıcı niteliklere sahip olmuşlardır.
Uygarlık öylesine uyarıcılar meydana getirmiştir ki, bunlara karşı kendimizi nasıl savunacağımzı bilemiyoruz. Büyük şehirlerin ve fabrikaların gürültüsüne, modern yaşayışın çalkantılarına, tedirginliklere ve iş çokluğuna karşı savaşamıyoruz. Uykusuzluğa hiç alıştığımız yok. Afyon ya da kokain gibi zehirlere dayanacak yetenekte değiliz. Ne tuhaftır ki, modern yaşayış şartlarından çoğuna, hiç sıkıntı çekmeden uyuyoruz. Ne var ki, bu uyum kişinin gerçekten bozulmasına yol açan, organik ve zihni değişiklikler meydana getiriyor (7).
İncelemenin başında, insanın fizikî çevreye sosyal değerleri ile etki ettiği belirtilmişti. Bu açıdan meseleye bakıldığında; mesken, cami, kilise, okul, has*tane, atölye, fabrika, dükkan, mağaza, türlü yollar, taşıtlar aletler, makineler, endüstri ve tanım ürünleri hep kolektif bilincin dışlaşmış, nesneleşmiş ve maddeleşmiş birer ürünüdürler. Çünkü bütün bu fizik olaylar, maddi olaylar ve türlü teknikler kolektif bilincin meydana getirdiği türlü değerler tarafın*dan anlam kazanarak sosyal hayatın malı olmuşlardır (8).
İşte bu farklılık, bir dünya görüşü ve yaşama tarzının, daha çok manevi değerleri, yaşama felsefesi ve hedefleri ile ilgili yönlerinden etkilenir. Buradan hareketle, kentleşme olayının bu tür değerlerden yoksun bir biçimde düzenlenerek insanın psikolojik yapısı üzerinde baskılar yapmak suretiyle kişiliğine etki edebildiğini söyleyebiliriz..
Bir araştırmada (Fischer, 1973) sanayileşme ve kentleşmenin sonucu olarak "kent yaşantısı" kimliğine kolayca dönüldüğü anlatılmaktadır. Toplumsal uzak kalma, isolation ve güçsüzlük duygusunun giderek büyümesi, kentleşmenin ortaya koyduğu yabancılaşma olayına sebep olur. Kentleşme, ferdi kendi yalnızlığı içine çeker, dostluk ve yakınlarıyla olan içten bağlılığını, akrabalık dayanışmasını yitirir. Tüm toplumsal temasları yıkılır. Fert güçsüz ve dayanıksız kalır. Böyle bir süreçte kuşkusuz köyden kente gelen insanlar bastıkları zeminde kayarlar, tutunama***** kenarlara doğru itilirler. Görülüyor ki, kentleşme, sağlıklı veya sağlıksız hangi yönden olursa olsun; sürekli toplumsal meseleler ortaya koymaktadır (9).
Yeni kent insanlarının kaygısı ve mutsuzlukları, siyasî, ekonomik ve toplumsal kurumlardan; fakat özellikle kendi ilişkilerindeki düşüşten ileri geliyor. Çağdaş insanlar hayat ilimlerinin madde ilimlerinden geri kalmış olmasının kurbanıdırlar. Bu hastalığın tek çaresi, kendimizi çok daha derin şekilde tanımaktır (10).
Bugün özellikle insanın kendi ruhî ihtiyaçlarına ters bir ortamda olması, kendisi ve çevresi arasındaki dengenin iyi kurulamamasının bir sonucudur.
Hâlâ şehirlerde yaşayan insanlar ekseriya başkalarıyla alakasız ve yalnızdır. Onların bir bölümü fizikî olarak, çoğunluğu ise iç yalnızlığının sonsuz sıkıntıları içerisinde yaşamaktadır. Onlar birçok insanla temas halinde olmalarına karşılık, bu ilişkiler boş ve tatmin edicilikten uzaktır.
Şehirlerde yaşayanlar birçok arkadaşa sahip olduklarını düşünürler. Fakat arkadaş kelimesinin manası değişmiştir. Geçmişin arkadaşlıkları ile mukayese edildiğinde yeni arkadaşlıkların çoğu önemsiz bir alaka şeklindedir (11). .
İslâm mimarisi basit inşaat malzemelerine bağlı kaldı ve enerji kaynağı olarak ışık ve rüzgâr gibi temel tabiat güçlerini kullandı. O cami ve ev avluları içinde bakir tabiatın sükûnetini, ahengini ve huzurunu yeniden oluşturarak şehirler inşa etti. İslâm şehrinin kalbinde ibadet için düzenlenen mekânlar, eğitim, zanaat ve ticaret işleri için olduğu kadar özel hayat ve kültürel faaliyet için de düzenlenen alanlarla birbirine geçmiştir. Bugün birçok İslâm şehrinin kalbinde yer alan cami, medrese, pazar, evler vb. mekân ve fonksiyon birliğini hâlâ gözler önüne sermektedir. (12)
Bir yabancı gezginin Türk şehri için yazdıkları, dikkate değer bir çevre-insan ahengini anlatmaktadır:
Türk şehri dendiği zaman belirli bir tablo insanın gözü önüne geliyor. Yeşillik içinde gayr-ı muntazam birçok şeyler vardı ama, sempatik bir laubalilik, bir rahatlık vardı. Binaların içinde, dışında bîr tevazu, binaların birbirine saygı göstermesi ve bunların arasında büyük abidelere ona göre yer vermek vardı.
Bu arada geleneksel Türk yapı tarzının sosyal çevre ile uyumu ve meydana getirdiği psikolojik etkinlik konusuna da dikkatler çekilmektedir: Geleneksel Türk sokağının kültürel ve mekânsal değerleri yanında, çağımız mimarlarının ve şehircilerinin örnek alması gereken çok önemli insanî yönü dikkati çekmekte, boyutlarının insanı ezmeyen, kişiliğinden koparmayan özelliği; komşuluk ilişkilerinin toplumsal yaşama yararlan, kullanılan malzemenin insan sağlığına uyumu ve daha birçok benzer nitelikleriyle böyle bir kentsel öğe titizlik*le korunmalı, en azından prensiplerine sadık kalınarak yenebilmelidir (13).

II. TEKNOLOJİ VE SOSYAL DÜZEN İLİŞKİSİ

Teknoloji, çağımızda son derece onurlu bir yere sahiptir. Fakat aynı zamanda son derece sert bir şekilde eleştirilen, yine teknolojinin ortaya koyduğu maddî medeniyet ve onun temel felsefesidir. Ünlü fizyolog doktor Alex Carrel'in bu konuda yaptığı enteresan tespitlere kulak verelim.
Çağdaş uygarlık, bize uygun olmadığı için kötü durumda bulunuyor. Gerçek tabiî yapımızı tanımadan meydana getirilmiş bir uygarlıktı bu. İlmi buluşlar hevesinin sonucuydu. İnsanların zevklerinden, kuruntularından, teorilerinden ve isteklerinden doğmuştu. Onu biz kurduğumuz halde, kendi ölçümüze göre değildi.
İlmin ve teknolojinin meydana getirdiği çağdaş toplum, tüm eski uygarlıkların düştüğü hataya düşmektedir. O toplum ki, ferdin ve soyun içinde yaşamayacakları şartları meydana getiriyor. İnsanoğlunun bunalımıdır bu. İnsan, kendi beyni ve kendi elleriyle meydana getirdiği dünyaya ayak uyduramamaktadır. Onun için, bu dünyayı "varoluş yasakları"na göre yeniden düzenlemekten başka çaremiz kalmıyor" (14).

A. Teknolojinin sosyal hayata müdahalesi

Nedendir bilinmez, batı toplumunda meydana gelen teknolojik ilerleme ve gelişme, bu kültür ve medeniyete ait toplumlarda önemli dengesizlikler ortaya çıkartmıştır. Sosyal yapının teknolojik gelişmelere göre biçim alması bunların başta gelenidir.
Endüstrileşmiş memleketler kendi sosyal yapılarını da değiştirmişlerdir. Bir tek makina kazancını elde etmek için halk kendi sosyal alakalarını değiştirmeye mecbur kalmayabilir. Fakat netice, halk arzulasa da arzulamasa da sosyal yapının daha fazla değişmesi, makinalar üzerinde kurulu bütün bir üretim sistemini geliştirmeye bağlı gibi görünmektedir (15).
Hızlı değişimin sonuçları içerisinde, ferdin toplumda yalnız kalışı ciddi bir problem halinde bu toplumların karşısına çıkmıştır. Sanayi toplumunun getirdiği en büyük maliyet, herhalde birbirinden uzaklaşan insan gruplarıdır.
Makina ve uygulamalı ilimlerin ani çıkışı, batı medeniyetini bazı hususlarda kaos durumuna getirdi. Bununla birlikte, geçmişteki her şey hata olmadıkça cemiyet kendini bir defa daha düzen içine sokabilecektir. Yeni düzenin hangisi olacağını kimse tahmin edemiyor. Fakat mahalli grubun mevcut kuvveti hem ferdi kontrol edecek, hem de onun psikolojik ihtiyaçlarını karşılayacak ve muhtemelen bu birlik olmaksızın olmak mümkün olmayacaktır (16).

1. İnsan tabiatına ters bir uygarlık

Batı uygarlığının özellikle maddi ve teknolojik alanlara kayması, toplumda insanın tek yönlü olarak gelişmesine imkân hazırladı. Elbetteki mânevi ve ruhî yönün eksikliği, kişileri mutsuzluğa ***ürecekti. Bu durumdan sonra, toplumun hayatında hareket ve heyecan neredeyse kalmayacaktı.
Şimdilerde gerçekten bizim teknolojik kültürümüzün monotonluğu, elbirliği ile davranışlarımızın monotonluğuna, hoşlanma, eğitim ve kütle iletişim ilgilerinin yeknesaklığına doğru gitmektedir. Muhakkak ki, mümkün olduğu kadar az değiştirilmiş bir çevreyi meydana getirmek için ihtiyatlı bir çaba sarf edersek, insan tabiatının zenginliğini kullanabiliriz (17).
Batı medeniyetinin kişi ve aile yapılarının bozulmasına yol açacak derecede çok yönlü problemler getirdiği öne sürülmektedir.
Uygarlığımız, şimdiye kadar zihin etkenliklerimize uygun bir ortam meydana getirmeyi başaramamıştır. Çağdaş insanların çoğundaki zihin ve ahlâk zayıflığını, içinde bulundukları psikolojik atmosferin yetersizliğine ve bileşim bozukluğuna bağlamak gerekir. Maddenin Önceliği ve faydacılık, sanayi dininin doğmaları halindedir. Bunlar, çağdaş bilimin anaları olan batılı ulusların kabul ettiği anlamdaki zihin kültürünün ve ahlâk güzelliğinin yok olmasına yol açmışlardır. Aynı zamanda yaşayış tarzındaki değişiklikler, kendi kişilikleri ve kendilerine özgü gelenekleri olan aile ve toplum gruplarının bozulması sonucunu doğuruyor (18).
Sanayileşmenin çevre ile etkileşimi, Avrupa'da zengin maden ve hammadde kaynaklarının çevrelerinde insan yığınlarının toplanması ile başlamıştır. Sanayileşmenin bizzat kendisi, bir çevre bozucusu ve kirleticisi olarak görülmekteyse de, sanayi çevresinin ve faaliyetlerinin düzensi ve gelişigüzel seçilip yapılması da çevrenin tahribine yol açmaktadır.
Uzun yıllar sır ve gizlilik perdesi altında saklanan sanayi artıklarının yarattığı kirlilik, bugün kitlelerin sağlığım, yaşantısını ve sanayi devrimini tamamlamış olan toplumların geleceğini tehlikeli yönde etkilediğinden kamu otoritelerini harekete geçirmiştir (19). Herhalde çevre korumada tutulacak en doğru yol, öncelikle insanlar için sağlıklı hayatın ve mutluluğun. sağlanması olmalıdır. Çevreyi en çok kirletenler sanayiciler olduğuna göre, zararın büyük kısmını da onların çekmesi adalet gereğidir. Halbuki durum aksinedir. Ağır sanayi bütün pisliklerini, zehirlerini çevreye saçar, bunun da zararlarım bölgede*ki üreticiler çeker (20).
Sanayinin çevre üzerindeki olumsuz tesiri sadece kendi dışındaki faali*yetlerle sınırlı değildir. Sanayi işletmelerindeki çalışma ortamda insanı ve dolayısıyla çevreyi tahrip edici durumlara yol açabilmektedir.
Önemi her geçen gün üstsel bir hızla artan hava kirliliğinin kamuoyuna yansıması, genellikle açık atmosferdeki hava kirliliği olarak yönlendirilmiştir. Halbuki, buna ek ve hatta eşit olarak kapak iş yerlerindeki atmosferin kirlen*mesi sonucu bu yerlerde çalışanlar sağlık yönünden önemli bir risk grubu oluş*turur. Meselâ kış aylarında hava kirlenmesi sorunu ile karşılaşman bir kentte, açık havadaki azot oksitleri ve kükürtdioksit konsantrasyonları, bir kimya fab*rikası ya da bir gübre fabrikasındaki konsantrasyonlarla kıyaslanmayacak kadar düşüktür (21).

B. Sosyo-ekonomik felsefe ve insan

Toplumların ekonomik çaba ve programlan, insanın çok yönlü faydası üzerine kurulduğunda, gerçek hedefine varmış olur. Bir toplumun gelişimi ve zenginliği, eğer fertler üzerinde olumsuzluklar ortaya çıkarıyorsa, orada bir yanlışlık ve dengesizlik var demektir. Çeşitli konularda yatırımlar yaparken,bu çok yönlü fayda ve etkiyi düşünmek gerekecektir.
Ekonomik bakımdan sıkıntı içinde bulunan bir toplumda yeşil alan ihtiyacı ilk bakışta hizmet tercihlerinde önceliğe sahip olmayabilir. Bununla birlikte, gerek yöneticiler gerekse yönetilenler bireysel ekonomik çıkarlarını toplum menfaatleri ile dengelerken, doğal çevreyi de biyolojik ihtiyaçları için korumak gerektiği şuurunu kazanmalıdırlar. Bu değişme, şüphesiz eğitim yoluy*la düşüncelerin etkilenebilmesiyle yakından ilgilidir (22).
Anatomi, kimya, fizyoloji, ruhbilim, pedagoji, tarih, sosyoloji, siyasî ekonomi ve bu ilimlerin tüm dallan konularını tüketemiyorlar. Demek oluyor ki, uzmanların bildiği insan, somut insan, gerçek insan değildir. Her ilmin tekniğiyle çizilen taslakların meydana getirdiği bir taslaktır o sadece (23).
Sosyal ilimlerin temelinde toplumların değer yargılarının bulunduğu bilinmektedir. Bu durum, her toplumda başlangıçta fark edilmese de çeşitli problemler, bu değer yargılarının varlığını ve gerekliliğini şiddetli bir biçimde hissettirmiştir.
Tabiî çevrede yaşamı için savaş veren, madde ve enerji üreticisi ve günümüzde daha çok tüketici olarak rol oynayan insan, toplumsal sistem içinde, akıl ve bilgisi ile giderek tabiata hakim olmaktadır. Tabiî çevre etkenlerine karşı iç ortamın değişmezliğini koruma çabası verirken, tabiatın ekolojik dengesini olumlu veya olumsuz yönde etkilemekte, tabiî etkenlere karşı uyum sağlamak için toplumsal yapısı içinde zeka ve yeteneğinin meydana getirdiği imkânları kullanmaktadır. Bu üretici güç "kültür'dür.
İlim ve kültürün meydana getirdiği teknoloji ve endüstrinin ürünleri ve artıkları "sun'î çevre"yi oluşturur ve tabiî çevre faktörlerini olumsuz yönde etkileyerek onu bozar (24).
Toplumsal hayata etki eden tabiî çevrenin bozulmasıyla, psikolojik ve sosyal problemler de bu dengesizlik içinde şiddetini arttıracaktır.
İlk çağlardan başla***** izlenen kültürel, mekânsal, işlevsel ve kullanılmaya uygun, değer ölçülerine, özellikle yüzyılımızda bir de "insanî değer" ölçü*sü eklendi. Hayat çevresinin giderek makineleşmesi, bu ortamda yaşayan kişilerin en başta kendi tabiatına yabancılaşması sonucunu doğurmuştur.
Antropoloji, toplum psikolojisi ve sosyal bilimlerce desteklenen genel kabullerle yapılanmış çevrenin yaşanılır olup-olmaması, bedenî, ruhî sağlığa etkisi somut analizlerle ortaya konmalıdır. Zira kötü fizikî hayat ortamının, ruhî bozukluğa da yol açtığı herkesçe bilinmektedir (25).
Çevrenin insanın yaşayabileceği huzur ve sükûnet içerisinde olması, bir toplumun hayata ait değerleri ve insanın yetişme tarzı ile fevkalâde alakalı bir konudur. Yaşayışın tüm alanlarında ortaya çıkan ağırbaşlılığa, geleneksel kültürümüz içerisinde muhteşem örnekler bulunabileceğini bazı insaflı batılı araştırmacılar söylemektedir.
Muradgea Ohsson'un müşahedelerine göre, "senenin hiçbir mevsiminde bu milletin ülkesinde ne balo maskeleri, ne sokak dansları, ne karnaval eğlenceleri, ne de başka yerlerde daima rastlanan gürültülü halk şenlikleri görülür. Osmanlı Türklerinin milli karakterini teşkil eden ve karın, ağırbaşlılığın, durgunluğun tasviri kolay değildir. Dünyada huzur ve sükûna bundan daha müptela bir millet yoktur. Ne kimseyi rahatsız eder, ne merak gösterir. Biraz fevkalade bir şey mesela bir ecnebi kıyafeti, garip bir şey, tuhaf bir hayvan görecek olursa biraz durur, soğukkanlılıkla bakar, gülümser ve daha fazla oyalanmaya lüzum görmeyerek sevinç yahut hayret taşkınlıklarına kapılmak gibi haller hiçbir Türk şehrinde halk arasında bile hiçbir zaman görülmeyen hareketler*dir (26).
Bu vakar ve ciddiyet, padişahından köylüsüne kadar herkesin ortak vasfı idi. Hatta münevver üst tabakanın vakarını kaybetmesinden sonra dahi halk bu asaleti devam ettirmiştir. De Amicis'in anlattığına göre: "Bütün Türkler bir fikir üzerinde düşünmeye dalmış filozoflara benzerler. Göz ve ağızlarında kesif bir iç hayatın ifadesi okunur. Hepsinin hareketlerinde aynı ciddiyet, konuşma, bakış ve mimiklerinde aynı itidal mevcuttur."

Tüketim ve Lüks

Günümüzde en son haddine varan bir gösteriş merakı ve lüks arzusunun varlığı göze çarpmaktadır. Önce batı toplumlarında görülen ve giderek ekonomik durumu iyi olan ülke veya kesimlerde kendisini hissettiren "aşırı tüketim" arzusu, aslında tabiî olmayan birtakım niyet ve arzulardan kaynaklanmaktadır. Fakat kişi ve toplumda ortaya çıkan bu sosyal hastalık, ekonomilere ve teknolojiye yön vermekte ve sonuçta çevrenin birçok imkânı gereksiz yere harcanmaktadır.
Bu aşırı tüketim, insanın sadece tabiî kaynakları israf etmesine yol açmakla kalmamış, aynı zamanda tabiatta varolan sistemin bozulmasına kadar gidecek noktalara getirmiştir.
Gerçekte ekosistem değişimleri insanoğlunu, kesip biçme, yakma, ekim, alanı açma, orman tahribi, geniş çayırların tahribi, aşırı otlatma, hoyratça tabiatı kulanım, erozyonu hızlandırma, normal botop'un başta bitki ve hayvan istilasına uğramasına yol açıcı durumlar, prestisid-insektisit tahribi, rasyasyon tehlikesi, şehirleşme ve sanayileşme ile mekanizasyon sonuçlan, aşırı tüketim ile aşırı refah temini gayretleriyle onu çok büyük bir ekosistem modifikatörü yapmıştır. Bu insanoğlunun aşırı modifikatörlük etkileri ise "Sentetik-sun'î" bir sistemin meydana getirilmesine yol açmış, çok tehlikeli tabiat dengesizliklerini zorlamıştır (27).
Bundan anlaşılıyor ki, insanların her şeyi rast gele kullanmaları çeşitli problemlerin çıkmasına sebep olmaktadır. Bu sıkıntı o an belirli bir zaman ve mekânda olması bile, bir başka yer ve zamanda açığa çıkabilmektedir.
Ulusal bir enerji israfını önleme ahlâkını geliştirmek zorundayız. Endüstri, enerjiyi en verimli biçimde kullanarak, enerji israfını önleyecek üretime yönelmeyi sağlayacak projeleri geliştirerek yardımcı olabilir. Tüketiciler her günkü uygulamalarında, sürekli olarak enerji israfını önlemede yardımcı olabilirler. Meselâ ışıkları söndürürler, arabaların anahtarını çevirirler, havalandırma ve ısıtma araçlarını daha az kullanırlar ve enerjiyi daha verimli biçimde kullanan ürünler satın alırlar. Hükümetin de dolaysız olarak enerji israfını Önleme, enerji israfı ile mücadelede öncülük yapma alanlarında oynayacağı önemli roller vardır (28).
Yeryüzünde bizim kullanmamıza tahsis edilmiş her şeyi ölçülü ve israf etmeden kullanmak, inanç ve geleneklerimizin bize öğrettiği manalı bir alışkanlıktır. Ayrıca dünyada kıt olarak bulunan maddelerin düzensizce kullanılması sonucunda, onların yok olma ihtimali ile karşı karşıya gelmekteyiz. Böyle bir durumda bu tür maddelerin yerine geçecek şekilde meydana getirilen sun'î mamuller tabiî maddeler gibi hayata intibak edememekte, beraberinde bir kısım zararlar veya aksaklıklar getirmektedir.
İnsanoğlunun modern hayata geçişi hızlandıkça, ekosistemlerde çeşitli yollardan değişiklikler getirdiği ve "sentetik ekosistemler" oluşumunu zorladığı bir gerçektir. Bu sentetik ekosistemlerde oluşan önemli olayları bilme ve tedbirlerini ona göre alma görevi yine insanlık vazifesi olmuştur, insanoğlunun bu vazifeyi yerine getirmesinde başarılı olabilmesi için de, yine kendisinin hazırladığı teknolojinin akıllıca, ustaca ve dengeli biçimde uygulanması gerekir. Bu konuda ilim adamları fikir birliği içindedir(29).

TEKLİFLER

Tabiatta gördüğümüz ve faydasını müşahede ettiğimiz "tabiî denge" insanın teknolojiyi yoğun ve düşüncesizce kullanmasından ötürü bozulmaktadır. Bu durumdan kurtulmanın yegâne yolu, tabiî şartlara dönmektir.
Eğer teknolojinin getirdikleri ekosistem için zarar getiriyorsa, bu gelen zararları önleyici birtakım yeni ilave teknolojileri geliştirip, daima tabiata dönüş yolları aranmalı, hatta bazı hallerde teknolojinin bu getirdiği şeyi kullanmama fedakârlığını göze almalıyız.
Çevre ile ilgili konularda meydana gelen problemlerin çözümünde sadece teknik ve fiziki faktörlerle ilgili çalışmalar yapmak yeterli değildir. İnsan üzerinde de çalışmaların yoğunlaştırılması gerekir. Meselâ hava kirliliğine sebep olan çok çeşitli faktörlerin ortaya konulmasında, çözüm yollarının teklif edilmesinde ve gerekli tedbirlerin alınmasında fiziksel ve beşeri faktörlerin birlikte yorumlanması gerekmektedir. Bunun için, tek bir meslek sahibi yerine, konu ile ilgili çeşitli dalardan birkaç araştırıcının birlikte çalışmalarında yarar görülmektedir. Böylece çeşitli yönleri bulunan Önemli bir konu, daha sağlıklı ve daha ayrıntılı bir şekilde ele alınmış ve incelenmiş olacaktır (30).
Bu durum ister istemez, geleceğin çevre meselelerinde tabiat ilimleri ve sosyal ilimlerin beraberce getirdiği çözüm yollarının tecrübe edilmesine imkân vermektedir.
İleri toplumlar belli bir dönemde, meselâ gelecek 15-20 yıl içinde tabiat ilimleri, sosyal ilimler alanında ne kadar çevre bilimi uzmanına ihtiyaçları olduğunu belirleyerek yetiştirme işini planlamağa çalışıyorlar. Üniversiteler de, lisans ve lisansüstü üstü eğitimde bundan yararlanma yoluna gidiyorlar. OECD ülkelerinden her birinin çevre ilimleri politikalarım sürekli olarak gözden geçirmeleri, yenileme çabalarını sürdürmeleri istenmektedir.
Çevre problemleri, bizzat çevrenin kendi kanunlarına riayet edilmemesi*nin sonucunda ortaya çıkmıştır. İnancımız gereği Allah'ın tüm kainat olayları*nı düzenlediğim kabul ediyoruz. Dolayısıyla bütün varlıkları içine alan bu dengenin veya sistemin sürdürülmesi, çevre bilimcileri tarafından da kabul edilmektedir.
Çevre bunalımı, insan ekonomisinin yanında bir de tabiat ekonomisinin bulunduğu gerçeğini ortaya koymuştur. Öte yandan bunalımı önlemenin temel ilkesi, tabiat ekonomisini hakim kılmaktır. Bunun manası, bütün gelişme çabalarının geleceği tehlikeye düşürmeden sürdürülmesini sağlayacak biçimde planlanmasıdır (31).
Bilhassa şehir hayatında görüleceği gibi, insan yaşayışının düzenli ve huzurlu olabilmesinin en önemli şartlarından biri de, fizikî çevrenin temizliği ve uygunluğu yanında, sosyal çevrenin de kendine has değer yargılarıyla kurulmasına ihtiyaç vardır.
Yerleşim merkezlerine uygun bir şehir çevresinin meydana gelmesi için, temiz bir fizikî çevre ile birlikte uygun bir sosyal çevrenin de mevcut olması gerekir. Özellikle kalkınmakta plan ülkelerdeki şehirlerde görülen ekonomik gelişmeler, fertlerin daha kaliteli bir hayat sürmeleri için daha iyi bir çevrede, sosyal ve kültürel faaliyetlerde bulunmak, boş vakitleri değerlendirmek için daha cazip mekân ve meşgale aramak arzularını ortaya koymaktadır. Şehirlerde değişik çevrelerden gelen insanların yeni bir çevrede yaşayabilmeleri için cemiyet fertlerini aynı pota içinde kaynaştırabilecek kültür merkezi ve çevrelerinin olması şarttır (32),

İnsana uygun bir çevre hazırlama

İnsan her nedense birçok faktörün arkasından düşünülmekte ve sonuçta kendisi için altından kalkınması zor problemlerle yüz yüze gelinmektedir. O halde mesele, insanı birçok şeyin ana ekseni kabul etmektir.
Bu eski genel sekreteri Kurt Waldeim, Stockholm Konferansının açış konuşmasında şöyle diyordu:
"Eğer dünya milletleri karşılaştıkları muazzam meseleleri çözmekte başarıya ulaşmak istiyorlarsa, öncelik listelerinde baş döndürücü bir değişiklik yapmak zorundadırlar. Bugün askeri amaçlara tahsis edilen paraların büyük bir kesimini toplumun ve hayatın meselelerine ayırmadığımız sürece açlık, nüfus, kirlenme, gelişmiş ve gelişmemiş ülkeler arasındaki farkın daha çok artması ve benzeri karşı konamayacak ölçüdeki meselelerin üstesinden gelemeyeceğimiz açıkça anlaşılmaktadır."
Tabiata hâkim olma arzsuyla yola çıkan insanlık, aslında ortaya koyduğu sistemle en çok insana zulmetmekte ve onun sömürülmesine imkân hazırlamaktadır. Çevrenin hor bir biçimde kullanılması ve böylece insanın kişiliğinin zedelenmesi sağlanmaktadır. Bu konuda liberal ekonomiyi çok ağır dille sorumlu tutanlar vardır.
İşte, fırsatçılıkla tabiata hakim olma sözleri, liberalizmin doruğuna çıktığı 19. yüzyılla eş mânâ taşımıştır diyebiliriz. Bugün ise, ileride göreceğimiz gibi, tabiat ile anlaşmaktan, tabiatı gereksiz yüklerle bunaltmaktan söz ediliyor. Bunun diğer mânâsı, tabu kaynakların ferdi sömürülerine, hatta ülkelerin ayrı ayrı kendi çıkarlarına uygun biçimdeki sömürülerine açık tutulmaması, tüm insanlığın mutluluğuna fayda sağlaması açısından değerlendirilmesidir. Öyle ise, çevre meselelerinin sağlıklı çözümlere bağlanması, talan ekonomisi, sığır çobanı ekonomisi adı verilen liberal ekonomi döneminden, düzeninden uzaklaşmakla yakından ilgilidir (33).
Çevrenin yeşil bir bitki örtüsü ile kaplanması, huzurlu bir ortamın bulunması ve temiz bir hava, insanın birçok yönden- sıkıntılarını ortadan kaldırıcı psikolojik faktörlerdir.
Yeşil alanlar, her şeyden Önce, kentlerde, dar sokaklarda, loş ve karanlık alt katlarda oturan sosyal sınıfların ferahlama ve dinlenme yerleri olarak kabul edilmelidir. Daha açık bir deyişle, yeşil alanlar, bu gibi insanların kendilerini tabiat ve gün ışığı içine rahatça atabildikleri, göğüslerini serin ve temiz bir hava ile doldura doldura rahatça nefes alabildikleri dinlenme yerleridir.
Buraya kadar sıraladığımız, yeşil alanların halk sağlığı üzerine yapabilecekleri olumlu etkilere bîr başkasını daha ekleyebiliriz. Bu da, evleri ve grup evlerini caddelerden ayıran yeşil alanların, cadde gürültüsünü kesici, gürültüyü söndürücü etkisidir (34).
Tabiî çevrenin güzelliği yanında, sosyal çevrenin de insanın ruh yapısının rahatlayacağı bir özelliğe kavuşturmaktadır. Bu şartlar insan toplumunun barış ve esenliği için son derece gerekli tedbirler olarak kabul edilmektedir.
Toplumun ilerlemesine yardımcı olmak için mimarlar tutmak, demir ve tuğla alıp, okullar, üniversiteler, laboratuarlar, kitaplıklar ve kiliseler yaptırmak yetmez. Kendilerini zihni çalışmaya verenlere, yaradılışlarına ve manevî ülkülerine göre kişiliklerini geliştirme imkânı bulunmalıdır. Nasıl ki, ortaçağın dinî tarikatları, çilecilik mesleğinin, tasavvufun ve felsefe düşüncesinin gelişmesine elverişli olan yaşayış tarzını bulmuşlarsa uygarlığın kaba maddeciliği, zekanın atılımını engellemekle kalmıyor, fakat aynı zamanda duygulu, yumuşak yürekli zayıf yalnız kişileri eziyor (35).
İnsanın ruh ve sosyal dünyasında huzura kavuşması, temel Özelliklerini muhafaza etmesini, bozulmasını ve yozlaşmasını engelleyecektir.
İnsanları mutlu ve üretken kılmak amacından yola çıkan mimar ve şehircileri yeni endişeler beklemektedir:
Köklerinden uzaklaşma, yabancılaşma, yalnızlık, vatansızlık, sürekli değişim, tanıdık çevrelerin bozulmasından korku hissi.
Bütün bunlar, insanı tek yönlü olarak ele alan maddeci kültür ve hayat anlayışlarının sadece kazanç ve menfaat elde etmek üzere sürekli imkânları sömüren bir tutumun sonucudur.

Sonuç
Çevreyi insana ve onun temel değerlerine bağlı olarak yorumlamak, insanın ve çevrenin varoluş kanunlarına dönmek gerekmektedir. Kendimizi temel varlığımız itibariyle tanırsak, çevremizi de tanıyabileceğiz. Ve böylece sırasıyla hayvan ve bitkilerin de bir can taşıdığını bilerek çok mecbur kalmadıkça,onla*rın da içinde bulunduğu tabiî çevrenin düzenine müdahale etmemeliyiz.Aksi halde, bindiğimiz dalı kesmiş gibi, son derece mantıksız bir hayat felsefesini sürdürmüş oluruz.
 

Çevrimiçi üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

REKLAMLAR

Son mesajlar

Forum istatistikleri

Konular
17,417
Mesajlar
134,315
Kullanıcılar
90,726
Son üye
LeonUO
Üst