Makro Soruna Mikro Çözüm

Garbino

Özel Üye
Katılım
2 Kas 2007
Mesajlar
1,268
Tepkime puanı
7
Puanları
0
Şehir:
Samsun
Halkla aydın arasındaki çatışma tarihin her döneminde olmuştur; muhtemelen bundan sonra da olacaktır. Gerçek şudur ki, bu çatışmanın oluşmasına iki tarafında bilinçli katkısı vardır. Halkın isteği kendi yağında kavrulmak, gelenek ve göreneklere bağlı kalmak, bir takım dogmatik tabulara bağlanıp, hayat felsefesini bu doğrultuda yönlendirmektir.

Diğer tarafta ise aklı ve bilimi kendine düstur edinmiş, tabuları olmayan, sürekli gelişmeyi ve yenilenmeyi arzulayan, bunu da halkın çıkarları doğrultusunda yapan aydın bir kesim de yok değildir. Halkla aydın arasında kaçınılmaz bir etkileşim vardır. Bunu örnekleyecek olursak, şunları söyleyebiliriz: Öyle bir araç düşünün ki lastikleri olmasın. Aracın ilerlemesi mümkün olmaz. İşte, bir halkın da ilerlemesi ve gelişmesi için aydına ihtiyacı vardır. Peki, aydının halka ihtiyacı yok mudur? Kuşkusuz vardır. Bir fikir ana sütünden daha berrak ve yararlı da olsa, işe yarayacaksa sütün tüketilmesi gerekir. Muhakkak ki, bunun için bir bebeğe ihtiyaç vardır. Görüldüğü üzere ikisi de birbirine muhtaçtır. Birbirlerine bu kadar ihtiyaç duydukları halde, neden hep aralarında bir mesafe olur? Neden birbirlerine yabancılaşırlar? Yakup Kadri Karaosmanoğlu ‘Yaban’ adlı romanında kanayan bu yaraya parmak basmıştır. Kan dinmemiştir ve uzun bir süre de dinecek gibi gözükmüyor. Kan aktıkça herkesin söyleyecek bir sözü olacaktır.

Bu sorun sadece bir ulusa ait bir sorun değil, topluluk halinde yaşayan insanların sorunudur. O yüzden sorunu irdelerken tek bir toplumu değil, bütün insanlığı göz önünde bulundurmamız gerekir. Sorunun nedeni insanlık tarihinin köklerine dayanmaktadır. Tarihe bir yolculuk yapıp sorunun kökenine inmek, çözüme katkıda bulunur.

Yazdığım yazı, tez yazısı olmadığı için, soruna daha yüzeysel yaklaşmayı amaçlıyorum. İnsanlık tarihinin en büyük keşiflerinden bir tanesi de toplumsal yaşamın keşfedilmesi olsa gerek. İnsanoğlu bunu yüzyıllar önce keşfetmiştir. ‘‘İlkel’’ diye nitelediğimiz ilk insanlar yalnız bunalımlı ve kasvetli bir dönem yaşadıktan sonra bir araya gelme ihtiyacı duymuştur. Bu bir araya geliş, hayatın mal ve mülkün güvencesi anlamına geliyordu. Toplumsal yaşamdan önce insanlar birbirlerini barbarca öldürüyor; mal ve mülkünü gasp ediyordu. Büyük balık küçük balığı yutuyor; kimse bu haksızlıklara dur diyemiyordu. Ne zaman ki insanlar bir arada yaşamanın formülünü buldular, o zaman bu sorunlar çözüme kavuşma yolunda büyük kademe kaydetti. Kendi başına zaten karmaşık bir yapıya sahip olan insan, artık bir araya gelmiş; bu bir araya geliş ardında birçok sorunu da peşinde getirmiştir. İster istemez, fikir ve çıkar çatışmaları devreye girmiştir. Yanlışı bir kişi yaparsa faturasını toplum kesiyordu; peki yanlışı toplum yaparsa yapılanın yanlış olduğunu kim söyleyecekti ve faturayı kim kesecekti? Toplum bunun da çaresini bulmuş; kendini denetlemek için bireyleri ön plana çıkartmıştır. Böylece iki taraf arasındaki çatışmanın temelleri atılmış oldu. Ortada tartışılması gereken ciddi bir sorun vardır. Artısıyla eksisiyle, iyisiyle kötüsüyle, bu sorun bizim sorunumuzdur. Soruna yaklaşırken yanlı davranmak sorunu daha da derinleştirir. Çözümü çıkmaz sokağa çıkarır. Ahmet Celal’in beynini kemiren soruların cevapsız kalmasının sebebi, belki de soruna taraflı yaklaşmasıdır. Sonuç itibariyle Ahmet Celal de bizim, Mehmet Ali de… Ahmet Celal’i övüp Mehmet Ali’yi hasıraltı yapmak veya Mehmet Ali’yi övüp, Ahmet Celal’i yermek, kardeşler arası çatışmayı körükler. Sorunu dipsiz kuyulara atar. Problemin çözümüne katkıda bulunmak istiyorsak; soruna yansız yaklaşmamız ve olanı olduğu gibi yansıtmamız gerekir. Suçun tamamını bir kişinin sırtına yüklemek kolaydır. Herhangi bir külfeti de yoktur. Basit ve adi bir iştir. Zor olan ve herkesçe takdir gören davranış ise; iyiden pay almayı bildiğimiz gibi, kötüden de payımıza düşeni almamızdır. Yapacağım analizde kanayan yaraya parmak basmayı düşünüyor; hasta ile ilgili yapacağım yorumlarımda ise eleştiriler ve tarafsız bir tavır takınmayı ümit ediyorum. Makro soruna, mikro karakterler üzerinden çözüm bulmayı amaçlıyorum. Oluşturduğum mikro karakterlerden Ahmet Celal aydın kesimi, Mehmet Ali ise halkı temsil etmektedir. Karakterlerin ruhsal tahlilini yapmamız, aydınla halk arasındaki farklılaşmanın nedenlerini bulmamıza yardımcı olabilir. Kahramanların ruhsal tahlilini yapabilmek için yaşadığı çevre ve fiziksel görünümleri hakkında bilgi sahibi olmamız gerekir; çünkü bu iki unsur karakterlerin ruhsal hayatının kapılarını sonuna kadar açacaktır. Yazarın yaşadığı çevreye baktığımızda fikirsel açıdan oldukça zengin bir ortam görüyoruz. Asya ile Avrupa’yı birbirine bağlayan ve yüzyıllarca büyük uluslara beşiklik yapmış kültür mirası olan İstanbul’da yaşayan yazar, ister istemez bu iki kültürün ve iki fikrin izlerini taşımaktadır. Doğal olarak yazarın fikir hayatının oluşmasında bu tarz etkenler rol oynamıştır. Yazarın fiziksel yapısına baktığımızda vücudunda savaşın izlerini taşımaktadır. Savaş ondan bir uzvunu almış, geride ise; karamsarlık, ümitsizlik ve bu tarz olumsuz duygular bırakmıştır. Kendisindeki bu eksiklik, insanlara bakış açısını değiştirmiştir. İnsanlar hakkında yorum yaparken sözünü esirgemez; çünkü insanların bıyık altından gülüşleri ve ruha eziyet veren alaylı bakışları kalbine hançer gibi saplanmaktadır. Bu hançerler yazarın kalbinden çıkıp dilinde vücut bulmaktadır. Yazar insanlarla ilgili yaptığı yorumlarda sınır ötesi harekâtı her fırsatta gerçekleştirmektedir. Sınır ötesi harekâtı örneklendirecek olursak; yazarın ağzından şunları söyleyebiliriz: ‘‘ İnsan cinsi bozuk bir hayvandan başka bir şey değildir; biliyorum ki insan, hayvanların en bayağısı ve en az sevimli olanıdır. Evet, bilhassa en az sevimli olanıdır.’’ (18) Yazarın bu tarz bir yorum yapmasında rol oynayan en önemli faktörlerden bir tanesi, kuşkusuz; kolunun olmamasıdır. Bu eksikliği insanları aşağılayarak dengelemeye çalışmıştır. Bu ruhsal bunalımın şiddeti yazarın uğrunda savaştığı ve kolunu kaybetmesine sebep olan Anadolu toprağını bile yerden yere vuran açıklamalar yapmasına neden olmuştur. Tabiri caizse Anadolu toprağını paçavraya benzetmiştir.

Yazar uğruna kolunu kaybettiği topraklar hakkındaki feryadını şu ifadelerle dile getirmiştir: “Beni kim anlar? Kimler derdime deva bulur? Beni bu illetten, beni bu gurbetten kim kurtarabilir? Hangi kardeş? Hangi hemşeri? Hangi can yoldaşı? Hey, ana toprak, ne kadar merhametsiz, ne kadar katısın? Benim ıstırabıma ne kadar yabancısın? Ben senin üvey evladın mıyım? Yoksa sen benim üvey anam mısın? Eğer, ben senin üvey evladın isem bu kolu kimin yoluna feda ettim? Niçin şu anda, bu genç yaşımda derenin kenarında insan viranesiyim?” (68)

Ahmet Celal bu sözleri söylerken neler hissetti acaba? Boşlukta sallanan ceketinin koluna bakıp, hiç iç geçirdi mi? Çorak toprakların üzerinde gezerken suya hasret kalmış toprağı, gözyaşlarıyla hiç suladı mı? Bilinmez. Sonuç itibariyle gençliğinin baharında kolunu yaşadığı toprağa diyet vermişti. Beklide bu serzenişin sebebi; uğruna savaştığı toprağın halk tarafından gerçek değerinin bilinmemesidir. Ahmet Celal’de bu serzenişin boyutları o kadar büyüktür ki, kendi kültürüne ait bir düğün merasimi hakkında:‘‘Ah, ne ağır, ne sıkıntılı ve ne kadar kabaydı bu düğün! Mutlaka, Avrupa’da bir cenaze alayı bundan daha ferahlatıcıdır.’’ (33) Bu soru yazarın halktan ne kadar kopuk olduğunu gözler önüne sermektedir. Tam bu noktada yazara sorulması gereken bir soru var: ‘‘Ahmet Celal savaşta kolunu kaybetmeseydi halka ve Anadolu’ya bakış açısı aynı mı olacaktı?’’ Eğer cevap ‘‘hayır’’ ise ortada halk aydın çatışmasından daha büyük bir sorun var demektir; çünkü halkı kendi çıkarlarına göre yorumlayan bir aydın var demektir. Yok, cevap ‘‘evet’’ ise; bu, Ahmet Celal’in kişiliğinin sağlamlığını kanıtlar. Gerçek aydın modelinin portresini bizlere çizmiş olur. Aydın kesimini temsil eden Ahmet Celal’in genel bir portresini çizdikten sonra şimdi de okun diğer ucunda bulunan ve halkı temsil eden Mehmet Ali’nin tahlilini yapalım. Nice Mehmetler vardır alnı pak yerde yatan, niceleri vardır; er meydanından kaçan. Bir Mehmet’in günahını Mehmetler’e yüklemek akıl karı bir iş midir? Kurtuluş mücadelesini Atatürk’ün önderliğinde zafere taşıyan Mehmetçik değil miydi?

Namusunu canından aziz bilen, namusu için gözünü kırpmadan canını feda eden, fedakâr eş Mehmet değil miydi? Vatanın her yanı alev almışken yangını söndürmeye koşan kimdi? Yoksa bu vatanı İngilizler’in elinden İngilizler mi kurtardı? Yunanlılar mı İzmir’den denize döktü Atinalılar’ı? Josef Stalin mi önderlik yaptı millete? Bunların hiçbiri olmadı. Hep başrolde Mehmet vardı. Bir avuç bilinçsiz insanı temel alarak Mehmet’imi harcamak ne kadar doğru? Kurtuluş mücadelesine kayıtsız kalan vatansızları savunmak değil benim işim. Benim arzum altınla demirin ayrımının yapılmasıdır. Yazının başında da dediğim gibi Ahmet Celal de bizim, Mehmet Ali de, fikrime ve zikrime yakın olanı ayırt etmeden nesnel bir yazı yazmaya çalıştım; tam anlamıyla başarılı olduğuma inanmıyorum. Yazımı, yazdıklarımın genel bir özeti hükmünde olan şu iki şiirsel sözümle sonlandıracağım. Bir takım insanların yobazlığını geri kalmışlığını kurtuluş mücadelesine kayıtsızlığını: ‘‘Bu vatan kutsal emanettir; herkes bilemez değerini cahil olan insanlar çeker İngiliz eğerini’’ demeyi münasip gördüm. Bir avuç insanı baz alarak halkın tamamını yok sayan ve eleştirilerinde sınır tanımayan Ahmet Celal’e ise: ‘‘Sarraf olan anlar altının iyisinden, ne anlasın nalbant? Anlar o eşek derisinden.’’ diyerek yazımı sonlandırıyorum.

İbrahim Başer
 

Çevrimiçi üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

REKLAMLAR

Son mesajlar

Forum istatistikleri

Konular
17,421
Mesajlar
134,319
Kullanıcılar
90,727
Son üye
Feederblw
Üst