Yeraltı Hikayeleri

Serdar Yıldırım

Forum Ahalisi
Katılım
26 Ocak 2009
Mesajlar
126
Tepkime puanı
1
Puanları
18
Şehir:
Adana
TİMSAH KIKI İLE HACER

Timsah Kıkı, Nil Nehri’nin kıyısında dinlenirken, duyduğu çığlıklarla yerinden fırladı. Hemen bir kayanın üstüne çıkıp etrafına bakındı. Bir çocuk akıntıya kapılmış sürüklenirken, karşı kıyıda insanlar koşarak çocuğu izliyordu. Şimşek hızıyla suya dalan Kıkı’nın gözüne son anda insanların birkaç kayıkla açılmakta oldukları takıldı. “ Onlar asla çocuğa yetişemezler “ diye düşündü. “ Çocuğu iyice yüzme öğrenmeden tek başına bırakmak yanlıştır. Eğer bırakırsan su onu yutar. “ Kıkı az sonra çocuğa yetişti ve kocaman ağzını açıp hızla kapadı. Ancak çocuğa zarar vermemiş, sadece gömleğinin yakasından yakalamıştı. Geriye döndü, üç tane kayık geliyordu. Sevindi Kıkı çocuğu kurtarmıştı. Korku dolu gözlerle bakan çocuğa göz kırptı. “ Benim adım Kıkı, dedi, ya seninki? “ Çocuk gülümsedi: “ Benim adımda Hacer, dedi. Sağol Kıkı, hayatımı kurtardın. Sana bir can borçluyum. “

“ Hayır, Hacer, dedi Kıkı, bana can borcun yok. Ben senin hayatını kurtardım, bu doğru ancak karşılık beklemeden yaptım bunu. Borçlu falan da değilsin bana. Ben dünya tatlısı Kıkı’yım, yüreğim sevgiyle çarpar benim, kimse için kötülük düşünmem ben..” Kıkı’nın konuşması yarıda kaldı, çünkü kalın bir sopa olanca hızıyla başına indi. Kayıklar sonunda yetişmiş ve kayıktakiler kötülük saçıyordu. Sopalar birbiri ardınca başına indikçe gözü döndü. Bana reva mı bu, diye düşündü. Yıllar önce annesinin anlattığı bir hikâye aklına geldi. Bu hikâyede, bir ahtapot iki insanı mutlak bir ölümden kurtarıyor, fakat insanlar, ahtapotun başına ödül koyuyorlardı. Ahtapot, onları yanlışlarıyla baş başa bıraktıktan sonra hedefine ulaşıyor ve denize geri dönüyordu. Şimdi Kıkı’nın yapacağı en doğru iş, onları yanlışlarıyla baş başa bırakmak ve Hacer’i sağ-salim kıyıya ulaştırmaktı. Kıkı, aynen öyle yaptı. Sert bir kuyruk darbesiyle kayıkların arasından sıyrılıp himayesindeki insan evladının kumsala ayak basmasını sağladıktan sonra, gözlerindeki iki damla yaşı fark ettirmemeye çalışarak geri döndü. Amacı olabildiğince uzaklara gidip, bu olayı unutmaktı. Beyinlerinden zekâ fışkıran ve en akıllı yaratıklar olduğu iddia edilen insanlar bunlar mıydı? İnsanlar, kim bilir ne yanlışlıklar, ne hatalar yapıyorlar da bunları birbirlerine doğrusu budur diye yutturuyorlar mıydı?

Nil Nehri’nin sularına dalarken adının ünlendiğini duyar gibi oldu, Kıkı. Sanki biri “ Kıkı…” diye bağırıyormuş gibi geldi. Kıkı, bu çağrıyı duymamazlıktan gelmedi. Derinlerden döndü, yüzeye çıktı. Bağıran Hacer’di. Hacer el ediyor, Kıkı, gel buraya, diye bağırıyordu. Öfkesini dindirmek için biraz su yuttu. O, hep böyle yapardı; öfkelendiği zaman biraz su yutar, öfkesini dindirirdi. Su genzine mi kaçmıştı ne, öksürdü Kıkı, hem üç-dört kez öksürdü. Boğazını temizledi ve usulca yüzerek Hacer’in yanına geldi. Hacer, dizlerinin üstüne çöküp, Kıkı’nın boynuna sarıldıktan sonra şunları söyledi: “ Canım Kıkı, sen iyi kalpli, temiz yürekli bir timsahsın. İyilik yapayım derken, kötülük buldun, ama her iyilik yapan kötülük bulmaz. Belki şu an için insanların hepsinin kötü olduğunu düşünüyorsun, gerçekte kötü insanlar var ama iyi insanlar pek çok be Kıkı, iyi insanlar pek çok. İşte bu iyi insanlardan biri de benim. Ben göğsümü gere gere iyi bir insan olduğumu söylüyorsam, bu durum benim iyi bir insan olduğumun işaretidir ve sen benim iyi bir insan olduğuma inanmak zorundasın. “

Hacer sözlerini aniden kesmişti, bunun bir sebebi olmalıydı. Kıkı hızla geriye döndü. Kayıklar geliyordu. Hacer koşarak kayıkların önüne çıktı. “ Durun, gelmeyin, geri dönün “ diye bağırmaya başladı. Boşuna, herşey boşunaydı. Tüfekli, sopalı, bıçaklı adamlar kayıklardan indiler. “ Durun, Kıkı benim hayatımı kurtardı. Kimseye zararı yok onun, ona zarar vermeyin. İyi yürekli bir timsah o, kendi halinde, kimse için kötülük düşünmüyor. Bırakın gitsin, size ne yaptı ki? Neden onu öldürmek istiyorsunuz? “ diyerek feryat eden Hacer’in yüzüne gelen sert bir tokat onu yere düşürdü. Elinin tersiyle yüzünü silen Hacer; adamın vurduğu yerin kanadığını görünce son bir gayretle kanlı elini Kıkı’ya doğru uzatarak bağırdı ve bayıldı: “ Parçala onları Kıkı, parçala..”

“ Olmasaydı iyi olurdu ama Hacer’in olacakları görmemesi daha iyi oldu. Ne kadar istesek de bazı kötü olayların önüne geçemiyoruz. Ben iyi bir timsahım ama kötülerle bir olma durumuyla karşı karşıya bırakılıyorum. Şu andan itibaren hala iyi düşünceler içinde olmaya devam edersem bu adamlar beni keserler. “ Timsah Kıkı, rakipleriyle istediği yerde, istediği zamanda dövüşmekte kararlıydı. Gerisin geriye dönüp kaçmaya başladı. Amacı adamları toprağa çekmekti. Toprak üstünde durunca ayakları daha rahat hareket ediyordu. Seri dönüşler yapıyordu. O zaman uzun kuyruğu çok önemli bir silah haline geliyordu. Kıkı, canını kurtarmak için kuyruğunu kullanacaktı.

Kıkı, kayalıklar arasında dar bir yer bulup geri döndüğünde bir tüfeğin üstüne çevrildiğini fark etti. Gök gürültüsünü andıran sesin ardından sol gözü karardı, sol gözü görmez oldu. Sağ ön ayağıyla sağ gözünü kapatıp, ileri atıldı. Silahlar birbiri peşi sıra patlıyor, kurşunlar Kıkı’nın sert derisi üstünden sekiyordu. Bu arada Kıkı’nın kuyruğu akıl almaz bir hızla çevresine dehşet saçıyor, vurduğunu deviriyordu. Kıkı yediği onca sopadan, onca bıçak darbesinden sonra geriye gövdesinden ne kalırsa, Nil Nehri’ne ulaştırmak istiyordu. Sonunda Kıkı, Nil Nehri’ne ulaştı ve derinlere daldı. Aradan aylar geçti. Kıkı’nın sol gözü görmeye başladı. Kurşun göze girmemiş, yan taraftaki deriyi parçalamıştı. Yara iyileşince göz görmeye başlamıştı.

Bir kötü olayla karşılaştı diye Kıkı yaşam çizgisini değiştirmedi. Tutturduğu doğru yoldan sapmadı. İyilik, onun temel prensibiydi. Tüm canlı varlıkları seviyordu, çünkü Kıkı’nın kendine saygısı vardı. Kendine saygısı olmayanın başkalarına da saygısı olmazdı. Onlar sorumsuz bir yaşam sürerlerdi yani bedavaya yaşarlardı. Borç alır ödemezler, küfürlü konuşurlar, kalp kırarlar, düşünmeden hareket ederler, günahsız birine durup dururken vururlar, başkalarını kötülerler ve dedikodu yaparlardı. Söyler misiniz bana, bunları hangi kitap doğrular?

Yazan: Serdar Yıldırım

ANNE GERGEDAN İLE KURTLAR

Yavru gergedan erken saatlerde yatağından kalktı. Hemen ellerini, yüzünü yıkadı. Sabah kahvaltısı için masaya oturdu. Annesinin hazırladığı yiyecekleri büyük bir iştahla yedi. Lokmaları iyice çiğnemeden yutmamaya özen gösterdi. Sofradan kalktıktan sonra ellerini, yüzünü sabunla yıkadı; dişlerini de bir güzel fırçaladı. Yavru gergedan daha sonra odasına gitti. Dolabının kapağını açtı. Önlüğünü, pantolonunu, yakasını, çoraplarını, ayakkabılarını ve kemerini aldı. Bunları giyip yakasını da taktıktan sonra dolabından okul çantasını çıkardı. İçindekileri kontrol etmek için çantasının kapağını açarken, şimdi bunun ne lüzumu vardı, diye düşündü. Çantayı ve okul için gerekli malzemeleri alalı bir ay olmuştu. Hemen her gün bir eksiği olup olmadığına bakmamış mıydı sanki. Fakat yine de sırf içi rahat etsin diye çantasını açtı. İşte defterleri, kitapları, kalemi, silgisi, kalemtıraşı..hepsi tamamdı. Bunları yeniden çantasına koydu. Çantasını alarak odasından çıktı. Annesine: “ Anneciğim, ben hazırım “ diye seslendi.

Annesi: “ Aman da tombişime bir bakın, okullu olmuş. Tombişim okuyacak, çok okuyacak gergedan milletine hayırlı bir evlat olacak “ dedi. Daha sonra yavru gergedan annesinin elinden tuttu, birlikte okula gitmek için yola çıktılar. Bugün okullar açılıyordu ve yavru gergedan ilkokul birinci sınıfa başlayacaktı. Sonraki günlerde anne gergedan yavru gergedanı okula götürmeye devam etti. Yavru gergedan kısa zamanda okumayı söktü ve sınıfın en çalışkan öğrencisi oldu. İlk dönem sonunda karnesini alan yavru gergedan notlarının hepsinin pekiyi olduğunu gördü. Yarıyıl tatilinden sonra ikinci dönem başladı.

Bir gün yavru gergedan annesiyle okula giderken, ormanda önlerine on tane kurt çıktı. Kurtların başkanı: “ Anne gergedan, seninle işimiz yok, biz yavrun için geldik. Yavrunu istiyoruz. İster güzellikle, ister zorla, onu alacağız “ dedi.
Bunun üzerine anne gergedan: “ Onu ne yapacaksınız? “ diye sordu.
Kurtların başkanı: “ Ne mi yapacağız? Pöh, sorduğun şeye bak. Tabii ki, yiyeceğiz. Hepimiz çok açız, iki gündür hiç et yemedik. Buraya kadarmış. Yavrundan ayrılmak zorundasın. Onu bize ver. Körpeciktir yavrunun etleri, şimdiden ağzım sulanıyor “ dedi.
“ Hayır, bunu yapamazsınız. Yavrumu benden ayıramazsınız. Buna hakkınız yok. Kimseye zararımız dokunmadı. Ot yiyerek, yaprak yiyerek besleniyoruz. Size ne yaptık biz? Bırakın yavrumu okula götüreyim. Okusun, çok okusun, her şeyi öğrensin. Çok çalışkan bir öğrencidir, karnesinde bütün notları pekiyiydi. “
“ Bana ne bütün notları pekiyiyse, bana ne çalışkansa. Ben karnımın doyduğuna bakarım. Çekil aradan. “
“ Hayır, olmaz. Aradan çekilmem. Yavrumu kimseye elletmem. Defolun gidin başımızdan. “
Kurtların başkanı: “ Anne gergedan söz dinlemiyor. Kurtlarım atılın “ diye bağırdı.
Anne gergedan: “ Korkma yavrum, ben seni korurum. Arkama geç “ dedi.

Anne gergedanın üstüne atılan kurtlar onun sert tepkisiyle karşılaştılar. Kurtların ataklarını burnunun üstündeki uzun boynuzunu savurarak karşılayan anne gergedan aynı zamanda yavrusunun yanına hiçbir kurdu yanaştırmıyordu. Bir ara anne gergedan karşı atağa geçti. Tekme salladı, boynuz savurdu, kurtları geriletti. Kurtlar kaçar gibi yaptılar, fakat tekrar geri döndüler. Bu defa dağınık olarak hücuma geçen kurtlardan biri anne gergedanın sırtına atladı ve onu pek çok defa ısırdı. Aynı anda iki kurt ön ayaklarını ısırıyordu. Kurtların dişleri keskin ve sivriydi ama anne gergedanın derisi çok kalındı. Dişler anne gergedanın etine geçmiyordu. Kurtların ağırlığı onu yoruyordu. Yorulan anne gergedan yere yuvarlandı. Fırsattan faydalanan kurtların başkanı daha henüz boynuzu çıkmamış, savunmasız yavru gergedanın yumuşak burnuna dişlerini geçirdi. Yavru gergedanın burnundan kan fışkırdı.
“ Kurt amca, ne olur burnumu bırak. Canım çok acıyor. Kurt amca, ölmek istemiyorum. “ Diğer bir kurt da, yavru gergedanın burnuna dişlerini geçirdi.
“ Anne, kurt amcalar burnumu ısırdı. Anne, lütfen yardım et. “

Zalim kurtlar geri geri giderek yavru gergedanı olay yerinden uzaklaştırmaya başladılar. Anne gergedan ayağa kalkmıştı ama yavrusunun yardımına koşacak durumda değildi. Sekiz kurt hırsla vücudunun her yanını ısırıyordu. Onun kalın derisi bile buna dayanamadı ve bazı yerlerinden kan sızmaya başladı. Anne gergedan ikinci defa yere yuvarlanınca kurtlar onu bıraktılar. Anne gergedan gece yarısına kadar ormanda yavrusunu aradı. Zaman geçtikçe zaten az olan umudu giderek azaldı ve yok oldu. Neden böyle olmuştu? Neden kurtlar yavrusunu alıp götürmüşlerdi? Acaba kurtlar yavrusunu öldürüp yemişler miydi? Yerlerdi tabii ki, neden yemesinlerdi? Karşılarına alıp seyredecek halleri yoktu. Kurtlar, acımasız hayvanlardı. Onlara canavar diyenler vardı. Sinsi sinsi sokulurlar aniden paçadan kaparlardı. Nefret yüklüydüler. Gaddardılar. Yalvarsan bile merhamet etmezlerdi. Tek tek değil, sürüyle üstüne gelirlerdi. Sürüyle gezerlerdi. Sürüden bir kurt yaralansa veya hastalansa gözünün yaşına bakmayıp hemen parçalarlardı. Sadece acıkınca kafaları çalışırdı. Karınları doyunca onu-on beşi bir mağaraya girer, leş gibi uzanıp yatarlardı.

Anne gergedan gözyaşları içinde evine döndü ve sabaha kadar ağladı. Güneş doğarken öyle bir duruma gelmişti ki, ağlamaktan göz pınarları kurumuştu. Kapının hızlı çalındığını duydu anne gergedan, sendeleyerek gitti, kapıyı açtı. Gördüğüne inanamadı, işte tombişi karşısındaydı. İlk anda onun nasıl kurtulduğuna akıl erdiremedi, ama kurtulmuştu. Önemli olan buydu. Anne gergedan tombişine sıkı sıkı sarıldı. Tombişin yanında duran öğretmenini nedense fark edemedi. Sonradan olanlar anlaşıldı. Kurtlar tam yavru gergedanı yemek üzereydiler ki, oradan geçmekte olan sınıf öğretmeni yardıma koşmuş ve kurtlarla amansız bir ölüm-kalım savaşına girmişti. Uzun mücadelelerden sonra öğretmen gergedanla baş edemeyeceklerini anlayan kurtlar, çareyi kaçmakta bulmuştu. Zaten yolunun üstüydü. Daha sonraki günlerde öğretmeni de onlarla birlikte okula gider oldu. Artık yavru gergedanın kurtlardan korkusu yoktu, çünkü sağ yanında annesi, sol yanında öğretmeni vardı.

Yazan: Serdar Yıldırım

GELİNCİK İLE DÖRT KARGA

Bir gelincik varmış. Kavga etmez, kötü söz söylemez, herkesle iyi geçinirmiş. Günlerden bir gün bir tarlada giderken karşısına karga çıkmış.
Karga: “ Benim tarlamda ne işin var? “ diye sormuş.
Gelincik: “ Tarlanın çiftçinin olduğunu sanıyorum. İnsanlar bu tarlayı ekip-biçiyor. “
Karga: “ Onun orası öyle de, tarla benim bölgemde, yani tarla benim sayılır. Bu tarlanın tohumlarını yalnızca ben yerim. “
Gelincik: “ Çalışmadan hazıra konuyorsun. Bak ben buna karışmam ama tarladan geçip gitmeme neden engel oluyorsun, onu anlayamadım. “
Karga: “ Çünkü ayakların toprağı kirletiyor. Bu suretle de tohumlar kirleniyor. Geçiş için bana para ödemen gerek. “
Gelincik: “ Para mı? Ne parası bu? “
Karga: “ Ayak kirası. “
Gelincik: “ Ayak kirası mı? Güldürme beni. “
Karga: “ Para ver dedim sana. “
Gelincik: “ Ya param yoksa? “
Karga: “ O zaman canını alırım.”
Karga üstüne atılınca gelincik koşmaya başlamış. Bağırmış: “ Hadi gel yakala beni. “ Karga hem gelinciğin peşinden uçuyormuş, hem de avazı çıktığı kadar
“ gak…gak…” diye bağırıyormuş. Biraz sonra kargaya üç karga daha katılmış. Gelincik kaçmış, kargalar kovalamış. Bir saatten fazla sürmüş kovalamaca ama kargalar gelinciği yakalayamamışlar.

Aradan aylar geçmiş. Gelincik yine aynı tarladan geçmek zorunda kalmış. Yanında parası varmış. Tam tarlanın ortalarına gelmiş ki, karga karşısında belirivermiş. Karga tohum yiyormuş, gelinciği görmemiş:
“ Oh yarasın, karga kardeş! Dalmışsın tohumlara beni görmedin. “
“ Öhö..Kim o? Vay gelincik, sen ha? “
“ Evet benim. Ne olmuş yani, tarladan geçiyorum. Parası ne tutar? Öncekini de hesap et. “
“ Defolsana sen. Gelme buralara. Başımın belası. “
“ Ya kötü mü ettim. Para vereceğim, ayak kirası vereceğim. Öyle diyordun ya.”
Karga gelinciğin üstüne atılmış. Gelincik kaçmış. Karga gelinciğin arkasından
“ gak…gak…” diye bağırmış. Diğer üç karga da gelinciğin peşine takılmış. Kargalar, gelinciği yakalayamamışlar ama gelincik sonraki günlerde düşünmüş. Olanlarda kendinde hiç suç bulamamış. Siz ne dersiniz?

Yazan: Serdar Yıldırım

UZUNKULAK İLE KELEBEK

Uzunkulak sabahın erken saatlerinde köyden ayrılmış, otlamak için meraya gidiyordu. Şöyle bir kafasını kaldırıp havayı kokladı. Gün, güzel ve güneşli geçeceğe benziyordu. Etrafına bakınıp dururken yavaşladığını fark etti. Şimdi eğlence zamanı değildi. Karnı çok acıkmıştı. Adımlarını sıklaştırıp hızını artırırken düşüncelere daldı:
“ Şu dünyada dertten, kederden uzak yaşamak ne kadar güzel.
İki-üç günde bir de olsa kırlarda özgürce koşmak ne kadar güzel.
Ne kadar güzel kuru samandan bıkınca taze ot yiyebilmek.
Ne mutlu bana ki, ben bu kadar şanslı olduğum için. “

Uzunkulak meraya varınca taze ot yemeye başladı. Uzun süre ot yedikten ve karnını iyice doyurduktan sonra gölgelik bir yere uzandı. Bakışlarıyla etrafı kolaçan etti. Her şey ne kadar güzeldi. Sanki bütün bu güzellikler hayatın bir tat, bir anlam kazanması için yaratılmıştı. Fakat sadece bu güzelliklerin var olduğunu bilmek yetmezdi.
“ Gelip görmeli buraları “ diye düşündü Uzunkulak, “ hem de sık sık gelip görmeli. Kafanı kaldırıp yukarı baksan masmavi gökyüzü, karşılara doğru baksan ulu dağlar, şu tarafta mis kokulu orman, işte buralar çayırlık, çimenlik, kuş sesleri, uçuşan kelebekler…Bunca güzellikler içindeyken düşüncelerin de berraklaşır. Gel buralara boylu boyunca yat, kalmaz içinde keder, budur hayat.”

Uzunkulak güzel güzel düşünürken, az ilerdeki çiçeğin üstünde durmakta olan bir kelebek gördü. Kelebeği içten bir gülücükle selamlayan Uzunkulak:
“ Nasılsın kelebek kardeş, iyi misin? “ diye sordu.
Kelebek: “ Teşekkür ederim, siz nasılsınız? “ dedikten sonra, Uzunkulak:
“ Ben de teşekkür ederim “ dedi. “ Bugün hava ne kadar güzel değil mi? “
“ Evet, çok güzel. Ortalık günlük, güneşlik. Yaz havası dediğin böyle olur işte. “
“ Kelebek kardeş, birkaç günde bir otlamak için bu meraya geliyorum. Ne kadar seviyorum burayı anlatamam. Şu an çok mutluyum. Hayatı seviyorum, yaşamayı seviyorum, güzel olan her şeyi seviyorum. Hayat yaşanmaya değer bence, sen ne dersin kelebek kardeş? “
“ Hayat bence de yaşanmaya değer, fakat bir takım küçük aksilikler olmasa daha iyi olacak. Ne kadar dikkatli olunursa olunsun yine ufak-tefek bir olay olur, durup dururken can sıkar. Sonra bütün gün üzül dur.”
“ Kelebek kardeş, senin bir üzüntün var galiba. Canını sıkan bir şey mi oldu? “
“ İki saat kadar önce köyün yakınındaki bir ağacın dalına konmuştum. Derken, elindeki uzunca sopanın ucuna ağ takılmış bir çocuk peyda oldu. Beni görünce sokulmaya başladı. Biliyorum ki, böyle durumlar şakaya gelmez. Eğer hızlı hareket edip kaçamazsan kelebekleri yakalamak için özel olarak yapılmış kelebek ağı rap diye başından aşağı geçiverir. Ağın içine düştün mü kurtuluşu yoktur. Kim ister durup dururken bu hayata veda etmek? Baktım çocuk kararlı geliyor, çırptım kanatlarımı uçmaya başladım. Can korkusu kolay değil, bir de heyecanlanmıştım ki, sorma. Heyecandan kanatlarımı hızlı çırpamıyordum, dolayısıyla yükselemiyordum. Yerden bazen iki, bazen üç metre yükseklikte bir alçalıp bir yükselerek zorlukla uçuyordum. Çocuk belki yarım saat kovaladı beni, bir türlü peşimi bırakmadı. Sonunda, şu ilerdeki derenin üstünden ben uçarak geçtim, çocuk ağzı açık arkamdan bakakaldı. Şimdi hala bu olayın etkisi altındayım, üzüntü duyuyorum. Ne istedi benden bilmem ki o çocuk? Neden üzdü beni? Ne olacak sanki beni yakalayıp da? Kelebek koleksiyonu yapıyor belki, belki beni de koleksiyonuna katacak. Zevk denmez ki buna, dert vermek denir. Yazık günah bana be, ne zararım var benim ona? “

“ Bak sen şimdi o çocuğun yaptığına. Hiç öyle şey olur muymuş? Sessizce duran kelebeğin rahatını boz, peşinden koş, kovala, yakalamaya çalış. Bu tamamen yanlış davranış biçimini kesinlikle kabul etmiyorum ve o çocuğu kınıyorum. Her neyse, sen üzülme kelebek kardeş, bir daha böyle tatsız durumlarla karşılaşmaman en büyük dileğimdir. “

Uzunkulak kelebeğin minicik yüreğine su serpmiş ve onu rahatlatmıştı. Hayat güzeldi, yaşamak güzeldi, ara sıra ortaya çıkan böyle tatsız durumları önlemek olanaksız demekle de işin içinden çıkılamazdı. Tatsızlık olmadan, oluşmadan engellenebilirdi. Bunun çaresi muhakkak ki vardı. Ben hep iyi davranışlar içindeyim, kötülük nedir bilmem derdin otururdun köşende. İşte, asıl büyük gaflet buydu. Doğrusu nedir dersen, cevabı gayet basitti: Gerçekten çok iyi bildiğin iyi davranışları başkalarına da öğreterek, pasif iyi değil, aktif iyi olarak ve bu amaç için sonsuz gayret sarf ederek.

Uzunkulak ile kelebek bu durumu uzun uzadıya konuşarak bir karara vardılar: İyiliğin en büyük savunucusu olarak bildiklerini bütün canlılara anlatacaklardı. Akşamüstü birbirlerinden ayrılırken ikisi de hayatın daha da güzelleştiğinin farkındaydı. Aradan bir ay geçmeden grup kurmuştu, Uzunkulak ile kelebek: Aktif iyiler grubu. Çalışmalar devam ediyordu ve edecekti, çünkü bunun için ant içmişlerdi.


Yazan: Serdar Yıldırım
 
Son düzenleme:

Çevrimiçi üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

REKLAMLAR

Son mesajlar

Forum istatistikleri

Konular
17,417
Mesajlar
134,315
Kullanıcılar
90,726
Son üye
LeonUO
Üst