baş kaldıran insan albert camus

*selman*

Yeni Üye
Katılım
4 Nis 2009
Mesajlar
111
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Şehir:
Adana
...



1-politik özgürlük kavramı;insanda,insan kavramının gelişmesini saglar.



2-özgürlük olgusu,insanın özgürlük bilincine oranla gelişmemeiştir.başkaldırı haklarının bilincine varmış kişinin işidir.



3-kutsal,dinsel yapı başkaldıran insanın önüne bir engel olarak çıkmıştır.



4-başkaldıran insan,kutsalın öncesinde yada sonrasında yer alan,bütün yanıtların insansal,yani akla uygun olarak belirlenmiş oldugu bir düzen isteyen insandır.



5-kutsalın ve salt degerlerin ötesinde bir davranış kuralı bulunabilir mi? başkaldırının getirdigi soru budur.



6-insanların birbirine baglılıgı başkaldırı edimine dayanır.



7-insan varolmak için başkaldırmak zorundadır ama başkaldırının kendi kendinde bulundugu,insanların üzerinde birleştikçe varolmaya başladıkları sınıra saygı göstermesi gerekir.öyleyse başkaldırmış düşünce belleksiz edemez: o sürekli bir gerilimdir.



8-başkaldırı anlayışında dünyanın uyumsuzlugu ve görünüşteki kısırlıgı vardır.uyumsuz deneyimde,acı çekme bireyseldir.



9-başkaldırıyoruz,öyleyse varız.



10-bazen insan kendi durumu içerisinde kendine biçilene karşı çıkarken bazı insanlar insan olarak kendisine verilene karşı çıkar yani ikincisinde insanı degersiz kılan herşeye başkaldırı sözkonusudur.birincisinde bireysellik,ikincisinde ise evrensellik söz konusudur.



11-insanlar,herkeste herkesce benimsenen ortak bir degere dayanamıyorsa,insan için insan anlaşılamaz kalıyor demektir.ayaklanmış insan,bu degerin açıkça benimsenmesini ister,çünkü sezer yada bilir ki,bu ilke olmazsa yeryüzünde karışıklık ve cinayet egemen olacaktır.



12-dogaya başkaldırmak,kendi kendimize başkaldırmakla birdir.başını duvarlara vurmaktır.



13-tutarlı olan biricik başkaldırı intihardır.



14-insanın karşı çıkışına anlam veren tek şey,her şeyin yaratıcısı,dolaysıyla herşeyden sorumlu olan kişisel tanrı kavramıdır.böylece çelişkiye düşülmeden başkaldırının tarihinin batı dünyasında,hristiyanlık tarihinden ayrılamayacagı söylenebilir.gerçektande başkaldırının geçiş düşünürlerinden,hepsinden daha derin bir biçimdede Epikuros ile Lukretius'ta dile gelmeye başladıgını görmek için ilk çag düşüncesinin son anlarını beklemek gerekir.



15-insanların bütün mutsuzlugu,kendilerini kalenin sessizliginden koparan,kurtuluş bekleyişi içinde surlara atan umuttan gelmektedir.



16-tanrıları unutalım,hiç düşünmeyelim onları,o zaman " ne günün düşünceleri,nede geceki düşleriniz sıkıntı verir size."





-----------------------





1-en çok kuşkuyu duyan ruh,en büyük yazgıcılaga sarılacaktır.



2-tanrının bir insan olması için,umudunu kesmesi gerekir.



3-dinler tarihinde, öldürmenin bir tanrı ayrıcalıgı oldugu görülür.



4-doga,yaratmak için yoketmek gerekir ilkesine göre işler.



5-sınırsızca arzulamak,sınırsızca arzulanmayıda benimsemek demektir.yok etme serbestligi,yok edeninde yokedilebilmesini içerir.öyleyse çarpışmak ve buyruk altına almak gerekecektir.gücün yasasından başka bir şey degildir bu.dünyanın yasası,dünyayı güç istemi yönetir.



6-hiçbir şey yokedilemez,bir kalıntı mutlaka kalır.



7-cellatlar,gözleriyle birbirini tartarlar.



8-başkaldıran insan,kendini suçsuz buldugundan kötülükle savaşmak için iyilikten vazgeçer ve kötülügü yeniden yaratır.



9-romantikler,yanlızlıkta böyle güzel söz etmişlerse;yanlızlık gerçek acıları oldugu,katlanılamıyacak acı oldugu için sözetmişlerdir.



10-faşizm ile Rus komünizminin ereklerini özdeşleştirmek dogru olmaz.birincisi celladı celladın kendisinin göklere çıkarışını simgeler;ikincisi,daha acıklı bir biçimde celladı,kurbanların göklere çıkarışını.birincisi,bütün insanları kurtarmayı hiçbir zaman düşlememiş,ancak geri kalanları boyunduruk altına alarak birkaçını kurtarmayı düşünmüştür.ikinci,en derin ilkesiyle bütün insanları geçici olarak köleleştirerek hepsini kurtarma eregini güder.yönelimindeki büyüklügü kabul etmek gerekir.buna karşılık,ikisininde seçtigi yolları siyasal aldırmazlıkla özdeşleştirmek yerinde olur.her ikiside aynı kaynaktan aktöre yoksayıcılıgından çıkarmışlardır bu aldırmazlıgı.





-------------------





1-bugün yoksayıcılar tahtlarda,devrim adına dünyamızı yönetmeye kalkan düşünceler,boyun egiş ülküleri oldu,başkaldırı düşüngüleri degil.işte bu nedenle çagımız,kişileri ve kitleleri yoketme tekniklerinin çagıdır.



2-devrim,yoksayıcılıga boyun egerken,başkaldırı kaynaklarının karşısına geçti.ölümden ve ölüm tanrısından nefret eden kişi olarak,ölümden sonra yaşamdan umudunu kesen insan,insan türünün ölümsüzlügünde kurtuluşa ermek istedi.ama topluluk dünyaya egemen olmadıkça,yine ölmek gerekir.



3-yaşamın yüzü igrençse,ölümsüzlügün geregi ne?



4-yıldırı,kin dolu yanlızların insan kardeşligine sundukları saygıdır.



5-her devrimci ya ezen kişi yada sapkın olur sonunda.seçtikleri tümüyle tarihsel evrende ,başkaldırıda,devrimde aynı ikileme çıkar;ya polislik ya çılgınlık.



6-başkaldırı ilk gerçekliginde,tümüyle tarihsel hiçbir düşünceyi dogrulamaz.başkaldırı birlik ister,tarihsel devrimde tümlük.birincisi bir "evete" dayanan "hayır"dan yola çıkar,ikincisi salt yoksamadan yola çıkarak çagların sonuna atılmış bir "evet"i yaratabilmek için bütün köleleikleri bagrına basar.biri yaratıcıdır,öteki yoksayıcı.birincisi gittikçe daha çok varolmak için yaratmaya adanmıştır,ikincisi daha iyi yoksaymak için üretmek zorundadır.tarihsel devrim durmamacasına yıkılan şu bir gün varolma umudu içinde eyleme yönelir.



7-bütün başkaldırmış düşünceler bir söz sanatı yada kapalı bir evren içinde belirlenir.



8-sanatçı kendi hesabına tekrar tekrar yeniden kurar dünyayı.sanatçı,doga kargaşalıgından kafa ve yürek için yeterli bir birlik çıkarır.her sanatçı bu dünya taslagını yeniden yapmaya eksigini tamamlayarak ona bir "biçem" katmaya çalışır.



9-sanat gerçege karşı çıkabilir ama gerçekten kaçamaz.



10-sanat tüm çagların sanatı olamaz,tam tersine çagıyla belirlenir o.





----------------------





1-tarih her türlü ilkenin dışında,devrimle-karşı devrim arasında bir savaştan başka bir şey degilse,bu iki degerden birsini benimsemekten başka çıkar yol yoktur,ölümde buradadır dirilişte.



2-adalet istegi yüzyıllar boyunca devrim tutkusunu haklı çıkaran tek istek degildir devrim aynı zamanda herkese karşı bir acılı dostlık geregine dayanır.adalet için ölenler,bütün çaglarda,birbirlerine "kardeş" demişlerdir.şiddet,hepsi için ezilmişler toplulugu adına,yararına,düşmana yöneltilir.ama devrim tek degerse,her şeyi ister,hatta hafiyeligi,dolaysıyla dostlugun kurban edilmesini bile.bundan böyle şiddet,soyut bir düşünce yararına,dost-düşman demeden herkese yönelecektir.



3-iki insan ırkı.biri yanlız öldürür ve bunu canıyla öder.öteki binlerce cinayeti dogrular,buna karşılık onurlandırılmayı benimser.



4-artık ne köleleik nede güç erişebilecek mutuluga,efendiler hırçın,köleler asık suratlı olacak.



5-eylem adamları inançsız olunca,eylem devinisinden başka hiçbir şeye inanmamışlardı Hitler'in savunulamaz çelişkiside sürekli bir devinim ve bir yadsıma üzerine degişmez bir düzen kurmak istemiş olmasıdır.



6-herşeyden umut kesmiş olanlara inanç verebilecek olan şey uslamlar degil,yanlız tutkudur.



7-tek deger devrim oldumu hak yoktur,görevler vardır yanlız.



8-gelecek,ateistlerin biricik aşkınlıgıdır.



9-çagdaş nihilizmin iki ayrı yüzü;biri burjuva,biri devrimci.



10-yirminci yüzyılın gerçek tutkusu köleliktir
 

edalım

Yeni Üye
Katılım
28 Şub 2009
Mesajlar
190
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Şehir:
Muğla
Albert Camus dan sözler

*Her şeye katlanabilirim, yeter ki içimde o yoğun ve coşkun yalımı duyayım…

• İnsan söyledikleriyle değil, söylemedikleriyle insanlaşır…

• Hayatta ne öğrendiysem futboldan öğrendim. Çünkü top hiç bir zaman beklediğim köşeden gelmedi…

• Hayat aslında anlamsız bir bulanıklıktır ama ona anlam katabilmek gerekir. Mutlaka bir tercihiniz olmalı ona dayanmalı onun için mücadele etmelisiniz. Tercihliksiz de bir tercih....

• "Önümden gitme
Seni takip edemeyebilirim
Arkamdan gelme
Sana yol gösteremeyebilirim
Yanımda yürü
Ve yalnızca
dostum kal…"

• Ateşten ve yiyecekten yoksun bir insan için özgürlük, hiç de acelesi olmayan bir lükstür…

• Üstünde durduğumuz sıkıntı bütün bir çağın sıkıntısıdır. Biz, kendi tarihimiz içinde düşünmek ve yaşamak istiyoruz.biz inanıyoruz ki,bu hayatın gerçeğine ancak herkesin kendi dramını sonuna kadar yaşamasıyla erişilebilir…

• Para mutluluğu satın alır. Eğer paran varsa çalışmak zorunda kalmazsın, zamanı satın alırsın ve bu zamanı kendini mutlu edecek şeyler yaparak değerlendirirsin…

• Hayatımın kusurlu yanlarını saklamak zorunda oluşum bana soğuk bir hava veriyordu, bu soğukluğu da erdemle karıştırıyorlardı…

• İnsan ne ise, o olmayı reddeden tek yaratıktır…

• Savaş, çoğunluk için; bu sıkıntı, bir şey yapmak için yeterli cesarete sahip olmamanın verdiği vicdan azabından oluşan bu saçma zorunluluğu ya da başkalarının ölümünü paylaşmamaktan duyulan pişmanlıkla bir şey yapmamaktır…

• Bir insanın tek başına mutlu olması utanılacak bir şeydir…

• Önemli olan tek bir felsefe sorunu vardır, intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediğinde bir yargıya varmak, felsefenin temel sorununa bir yanıt vermektir…

• Şimdi insanlığın önündeki dehşet verici olasılıklar karşısında, uğrunda mücadele etmeye değecek tek şeyin barış olduğunu daha da açık bir şekilde görüyoruz. Bu artık bir dua değil, tüm halkların kendi hükümetlerine yöneltecekleri bir taleptir -nihaî olarak cehennemle akıl arasında bir seçim talebi…

• Hayat bir şey değildir, itinayla yaşayınız…

• İdam cezasını kaldırmayacak bir devrim için ölmeye değmez…

• Bütün ahlaklar bir eylemin kendini haklı ya da geçersiz kılan sonuçları bulunduğu görüşü üzerine kurulmuştur. Uyumsuza varmış bir insan bu sonuçların esenlikle ele alınması gerektiğini düşünür yalnız. Ödemeye hazırdır. Başka bir deyişle, onun için sorumlular varsa bile -suçlu- yoktur…

• Gecenin kokuları, toprak ve tuz kokuları şakaklarımı serinletiyordu. İşaretler ve yıldızlarla yüklü olan bu gecede kendimi ilk kez olarak, dünyanın kayıtsızlığına açıyordum. Dünyayı kendime bu kadar eş, böylesine kardeş bulunca, anladım ki, eskiden mutluluğa ermişim, hatta hala da mutluyum…

• Büyük tarihsel bunalımların ertesinde, insan kendini ipin ucunu kaçırdığı bir gecenin sabahında olduğu gibi hoşnutsuz ve hasta hissediyor. Ama tarihsel akşamdan kalmalar için aspirin yok…
 

asterıx

Yeni Üye
Katılım
23 Ara 2008
Mesajlar
545
Tepkime puanı
6
Puanları
0
Şehir:
İstanbul
4-başkaldıran insan,kutsalın öncesinde yada sonrasında yer alan,bütün yanıtların insansal,yani akla uygun olarak belirlenmiş oldugu bir düzen isteyen insandır.
Bunu okumak yetti,nasıl bir düşünceye sahip olduğunu anlamak için.Bu ne ya ne saçma bi düşünce.Müslüman bir toplumda bu tür düşüncelere sahip firkir adamlarının beğeniyle karşılanmasına anlam veremiyorum doğrusu.
 

edalım

Yeni Üye
Katılım
28 Şub 2009
Mesajlar
190
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Şehir:
Muğla
Bir yazarı bir cümleyle yargılayıp genellemek ne kadar doğru olabilir...Kaldı ki Camus anlaşılması zor,kendi içinde çelişkilerle dolu bir yazardır zaten. Yukarıda alıntı yapılan eseri "Başkaldıran İnsan'ı" , 1949'da vereminin tekrarlaması yüzünden iki yıl inzivaya çekildiği dönemde yazdı.Bu kitap, Fransa'daki birçok sol görüşe sahip arkadaşı ve özellikle de Sartre tarafından tepkiler aldı,hoş karşılanmadı ve Sartre'la bütünüyle yollarını ayırmasına sebep oldu. Kitabının tatsız yorumlarla karşılanması Camus'yu kitap yazmaktan tiyatro oyunları çevirmeye itti.
Çelişkiler insanıdır denebilir Camus için, makalelerinde okuyanı dualizmle tanıştırır. Mutluluk ve keder, yaşam ve ölüm, karanlık ve aydınlık.. Hayatın çeşitli biçimlerde geçtiğini ve insanın ölümlü olduğu gerçeği de budur diye nitelendirir. Sisifos Söyleni`de bu dualizm bir çelişki halini alır: Bir yanda yaşayarak hayatlarımıza değer vermekte öte yandan eninde sonunda yok olacağımız gerçeğini de bilmekteyiz. Bu çelişkiyle yaşamak "Absürt"`ün ta kendisidir. Eğer hayatımızın anlamsız ve boşuna olduğunu biliyorsak, kendimizi öldürmeli miyiz? Bu trajedik kısır döngü nasıl aşılabilir? Camus saçma kavramını burada kurar: yaşamın beyhudeliğinin bilincinde olan insan. Fakat Camus intihardan yana değildir, yaşamın anlamsızlığının yok edilemeyeceğinin bilincindedir fakat bununla savaşmaktan kaçınmaz.Bazı eleştirmenler Camus`yü kategorize etmeye çalışarak onun bir varoluşçu ya da absürdist olduğunu söyler. Eleştirmenlerin mi ya da Camus`nün kendi ifadesinin mi doğru olup olmadığı tartışılmakla birlikte, Camus etiketlenmeyi sevmediğini belirterek varoluşçu olduğu tanımına karşı çıkar: "Hayır, ben bir varoluşçu değilim. Sartre ile isimlerimizin yan yana anılmasına hep şaştık. Sartre ve ben kitaplarımızı birbirimizle gerçekten tanışmadan önce yayımladık. Birbirimizi tanıdığımızda ise ne kadar farklı olduğumuzu anladık. Sartre bir varoluşçudur, benim yayımladığım tek fikir kitabı Sisifos Söylencesi`dir ve sözde varoluşçu filozoflara karşı doğrultulmuştur...Anlattığımdan yola çıkarsak Camus çağının önemli isimlerinden biridir.Evet anlaşılması zordur ama hayatını ve yaşadıklarını gözönüne alırsanız bu çelişkilerin hiç de sebepsiz olmadığını görürsünüz.Kaldı ki yaşadığı dönemde yani kendini ifade edebilirken tepki çeken anlaşılamayan insanın kırk dokuz yıl sonra anlaşılması beklenemez.İnsanların görüşlerini benimsemek zorunda değiliz tabiki ama karşı çıkıp yargılayabilmek içinde ne dediğini bilmemiz bunun içinde araştırmamız gerekir diye düşünüyorum.


 

asterıx

Yeni Üye
Katılım
23 Ara 2008
Mesajlar
545
Tepkime puanı
6
Puanları
0
Şehir:
İstanbul
Yukarıda vermiş olduğun cevabın ilk cümlesi "Bir yazarı bir cümleyle yargılayıp genellemek ne kadar doğru olabilir..." bu satırları okurken camus hakkındaki düşüncelerimin doğruluğunu ve bunları uygun,etkileyici bir cevap ile nasıl size aktarabileceğimi düşünürken,bir yayndanda vermiş olduğunuz cevabı okumaya devam ediyordum taki "Camus etiketlenmeyi sevmediğini belirterek varoluşçu olduğu tanımına karşı çıkar:Hayır, ben bir varoluşçu değilim." satırlarını okuyana kadar.Benim eleştirdiğim sizin ise savunmak amaçlı vermiş olduğunuz cevabın içinde bu cümlelerin yer alması,eleştirmiş olduğum durumu destekler nitelikte olmuştur.Dolayısıyle herhangibi bir açıklma yapmaya lüzum görmüyorum.
 

edalım

Yeni Üye
Katılım
28 Şub 2009
Mesajlar
190
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Şehir:
Muğla
Ben Camus'yu savunmuyorum.Kaldı ki görüşlerinin bir çoğuna katılmıyorum.Aktardığım cümlelerlerde anlatmak istediğim şey yazarın kendi içindeki çelişkileri, çekişmeleri ve buna paralel olarak gelişen dönemindeki önemli yeriydi.Yine tekrarlıyorum bir cümleyle yargıya varılmamalı...Siz bir cümleyle değil Camus'yu biliyorumda söylüyorum diyorsanız ifadenizden öyle anlaşılmıyor derim.
Son olarak aşağıdaki yazıyıda ekliyorum ki Camus anlaşılabilsin.
Oldukça açık ve anlaşılır bir dille yazmış olan Albert Camus, teknik ve akademik bir felsefeci olarak görülmese de, önemli düşünceler, görüşler ortaya koymuştur. Kierkegaard, Nietzsche, Heidegger gibi filozofların oluşturduğu geleneği izlediği söylenebilir. Camus, insanın dünya içindeki konumuna anlam ve eylem açısından bakar. Başka bir deyişle Camus, düşüncesinin zarını insandan, yaşamdan ve dünyadan yana atar. Düşünce ve eylem arasındaki yabancılaşmayı ortadan kaldırmayı dener. Çünkü eylemler dayandıkları düşünceyi ve değeri gerçekleştirmiyorsa, orada, amaçlar, araçsallaşmış, asıl değer ve varlık olan insan bir gölge, bir kopya durumuna düşmüş demektir.

Camus, dünyanın akla uygun olmamasından hareketle bir etik olanağını araştırır. “Alçalmış düşünce geleneği” olarak eleştirdiği düşünce tarzı, “akla-aykrı”yı yüceltirken, Camus’nün açıklık yolunda ilerleyen bir düşünme tarzı vardır. Bu aynı zamanda, belli bir filozof duruşunun ve felsefe yapma tarzının ifadesidir. Camus’nün felsefesi, ilk kez Nietzsche’nin dikkati çektiği nihilizm sorunu ile felsefi yoldan onu aşmaya çalışmış en önemli çağdaş görüşlerden biridir. Camus’nün düşünsel temellerini ve tarihsel-toplumsal sonuçlarını çözümlemeye çalıştığı nihilizm, aslında bir felsefe sorunu olmaktan öte çağın bir sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. Ve bu sorunun ağırlığı üzerimizde artarak sürmektedir.

Camus, Sisyphos Efsanesinde nihilizmi saçma (absurd) kavramından hareketle inceler. “Saçma” kavramı, onun düşüncesinin temeli durumundadır. Saçma kavramı, insan açısından evrenin akla, mantığa aykırılığını, tutarsızlığını anlamış; herşeyi olduğu gibi gören, bilinçli insanı ya da düşünceyi dile getirir. Varoluşumuzun ya da yok oluşumuzun kararını veremediğimiz bu yaşam, insan yaşamı, saçma ve anlamsız bir yaşamdır. Camus, düşünsel gelişiminin birinci döneminde “saçma” kavramı üzerinde durur, intiharı işler. İkinci dönemde ise “başkaldırma”yı ele alır. İki dönemin ortak yanını olan mutlak son (ölüm) ise, yaşamın anlamsızlığını ve dolayısıyla “saçma” yaşantıyı ortaya çıkaran temel olgudur. Ancak saçma her zaman için bir başlangıç noktası olarak kabul edilir. Camus de yapıtlarında, saçmayı aşma, onunla bir hesaplaşma çabası içinde karşımıza çıkar.

Camus’nün birinci dönem felsefesi içinde yer alan Sisyphos Efsanesinde kullandığı temel kavramlar, saçma (uyumsuzluk), yalnızlık ve intihardır. İkinci dönemde ise”başkaldırı” ve “dayanışma” kavramları ağırlık kazanır. Başkaldırma, metafiziksel ve tarihsel olmak üzere ikiye ayrılır. Başkaldırma düşüncesinin ahlaki ve metafizik boyutları vardır. Camus, başkaldırıyı, politik ve tarihsel devrimlere karşıt olarak ele alır. Sisyphos’ta uyumsuzluk bilinci açıklığa kavuşur, saçma’nın farkına varılır ve insan bununla hesaplaşarak kendi konumunu belirler. Başkaldıran İnsan’da ise bu bilinç başkaldırma düşüncesine bağlanır ve bir eylem ilkesi haline gelir. Bu aynı zamanda, bireyselle toplumsal, kişiselle evrensel arasında bir ilişki ve iletişim kurulması da demektir. “Uyumsuz deneyimde, acı çekme bireyseldir. Başkaldırma deviniminden sonra, ortak olduğunun bilincine varır, herkesin serüvenidir artık.”

“Dünyanın saçmalığı nerede?” diye soran Camus, saçmalığın peygamberi olarak görülmekten yakınır. “Saçma, yalnızca bir çıkış noktası sayılabilir. Ne olursa olsun,herşeyin anlamsız olduğu, herşeyden umudu kesmek düşüncesiyle kalamaz insan. Çünkü herşeyin anlamsız olduğunu söylediğimiz anda bile anlamlı bir şey söylemiş oluyoruz. Dünyanın hiçbir anlamı olmadığını söylemek, her çeşit değer yargısını ortadan kaldırmak demektir. Ama yaşamak bile kendiliğinden bir değer yargısıdır. Ölmeye yanaşmadığı sürece, insan yaşamayı seçiyor demektir. O zaman da, görece de olsa, yaşamaya bir değer verilmesi söz konusudur.”

Birinci dünya savaşının trampet sesleri arasında büyüyen Camus, tarihin her zaman için kanla, haksızlıkla, zorbalıkla dolu olduğunu belirtir. Her türlü koşulda umutsuzluğu ve mutsuzluğu aşmanın yollarını arar. Bunu da herkesten daha üstün ruhlu olduğu için değil, içinde taşıdığı bir sezgi ışığına bağlı olduğu için yaptığını söyler. Ona göre, “bu sezgi ile insanlar binlerce yıldır yaşamı en büyük acılar içinde bile sevmesini bilmişlerdir.” Gerçekten de Camus’nün felsefesinin temelinde insan ve yaşam sevgisi yer alır. Ancak bir eylem ve etik olanağı bulmak için “ölüm”le hesaplaşmak gerekir. Camus bu hesaplaşmayı Sisyphos Efsanesi adlı yapıtında gerçekleştirir. Bu hesaplaşma Onun etik kavramlarının ve değerlerinin de hazırlayıcısıdır.

Camus’nün yanıtını aradığı temel sorun, Tanrı inancına ve kutsal bir evren anlayışına dayanmadan bir ahlakın kurulup kurulamayacağıdır. İnsan bu dünyada sorularıyla başbaşadır,bu soruların yanıtını insandan başka bir şeyde aramak boşunadır. İnsan sorularıyla ve onlara aradığı yanıtlarıyla insandır. Camus için “gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır; intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediğinde bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir.” Yani ilk olarak yanıtlanması gereken soru yaşamın anlamına ilişkindir. Camus’ye göre, kendini öldürmek, yaşamın bizi aştığını ya da yaşamı anlamadığımızı söylemek demektir. Ancak intihar eden kişilerin yaşamın anlamından emin oldukları durumlar da söz konusudur. Camus, yaşamın bir anlamı bulunduğunu yadsıyan düşünürlerden hiçbirinin, mantıklarını, yaşamayı da yadsımaya kadar götürmediğine dikkati çeker.

Camus’nün çözümlemek istediği intihar düşüncesine yol açan şey, akıl ve gerçeklik, insan ve dünya arasındaki ilişkidir. Camus’ye göre, aklın en derin isteği ve bütün girişimlerinin amacı, dünyayı anlamak, onu insanlara indirgemektir. Gerçeği anlamaya çalışan akıl, ancak onu düşünce terimlerine indirgediği zaman gereksiniminin karşılandığını düşünebilir. İnsanın dünyayı anlama, onunla uyumlu olma, birlik olma isteği; aynı zamanda insan trajedisinin temel hareketi olarak da görülebilir. Camus’ye göre, düşünce ve akıl, olguların değişken aynalarında (görünüşlerinde) hem bu olguları, hem de kendini tek bir ilkede özetleyip açıklayabilecek bağıntılar bulabilseydi, bir düşünce mutluluğundan söz edilebilirdi. Camus, düşünce tarihinin, daha çok birbirini kovalayan pişmanlıklar ve güçsüzlükleri sergilediğini belirtir. “Akıl, umutlarının kımıltısız dünyasında sustuğu sürece, herşey özleminin birliğinde yansıyarak düzenlenir. Ama ilk deviniminde bu dünya çatlar ve yıkılır; sayısız, ışıltılı parçalar sunulur bilgisine. Bize gönül esenliği verecek bildik ve durgun yüzeyini bir daha kurabilmekten umudu kesmek gerekir.”

Bu durumda, akıl da, kendi tarzında dünyanın uyumsuz olduğunu söyler. Yani bu dünya aslında akla uygun değildir. Camus uyumsuzu nasıl tanımlar, uyumsuz nedir? Uyumsuz olan, bu akla-aykırı dünya ile çağrısı insanın en derin yerinde çınlayan çılgın bir açıklık ve birlik isteğinin karşı karşıya gelmesidir. Uyumsuz, hem dünyaya hem de insana bağlıdır, aralarındaki bağdır.

Camus, bu dünyanın kendisini aşan bir anlamı olup olmadığını bilemeyeceğini belirtir. “Ama bu anlamı bilmediğimi, öğrenmemin de benim için şimdilik olanaksız olduğunu biliyorum. Kendi koşulumun dışında olan bir anlamın benim için anlamı ne? Ben ancak insan ölçüleriyle anlayabilirim.”

İnsanın mutlaklık ve birlik isteği ile, bu dünyanın akla ve mantığa uygun bir ilkeye indirgenemezliği, birbirleriyle uzlaştırılamayan temel bir karşıtlık olarak görülür. Ama dünya ile insan arasındaki ilişki ancak insana göre saçma olabilir. Bu bakımdan, saçma duygusunun evrensel değil, aslında belli bir kültürün insanında oluşan bir tepki olduğu söylenebilir. Saçmanın duyum değil, duygu oluşu da onun kültürelliğinin göstergesidir. Doğu kültüründe ise böyle bir duyguya pek rastlanmaz. Bu daha çok Avrupalıya özgü bir duygudur. Kaynağı açısından, insan merkezcilikle de bağlantılıdır. Ancak Camus, saçmayı ve uyumsuzluğu, insanın evrensel duygusu ve değişmez yazgısı olarak görür.

İnsanın hiçbir şeye sarılmadan yaşayıp yaşayamayacağını bilmek isteyen Camus, intihar kavramına ilişkin olarak “soru”nun tersine çevrilmesinden söz eder. Bundan önce sorun yaşamın, yaşamak için bir anlamı olması gerekip gerekmediğiydi. Ama şimdi tersine yaşamın, anlamdan ne kadar yoksun olursa o kadar iyi yaşanacağı ortaya çıkmaktadır. Yaşamak da uyumsuzu yaşatmaktır. Camus, uyumsuzu yaşatmanın insanı başkaldırmaya götürdüğünü belirtir.

İnsanla kendi karanlığının sürekli bir biçimde karşılaştırılması olan başkaldırma, yaşama değer veren bir eylemdir. Camus’ye göre, “gözleri bağlanmamış bir insan için, kendisini aşan bir gerçekle çarpışan anlayışın görünümü kadar güzel bir görünüm yoktur. (...) İnsana-aykırılığı insanın büyüklüğünü oluşturan bu gerçeği yoksunlaştırmak, insanın kendisini yoksunlaştırmaktır.” Camus, bu bakımdan herşeyi açıklayan öğretilerin aynı zamanda kendisini zayıflattıklarını vurgular. Çünkü böylesi öğretiler, insanı kendi yaşamının ağırlığından kurtarmaktadırlar. Oysa insanın onu yalnız başına taşıması gerekir.

Camus pek çok yerde “taşımak” eyleminin yaşamda ne kadar önemli olduğunu ve ne kadar sıkça yer aldığını belirtir. Yaşamanın ağırlığını, zaman’ı, taş’ı taşımaktır söz konusu olan, tıpkı Sisyphos gibi.

İnsanın aklı ve sorularıyla karşısında durduğu dünya ile ilişkisinde yaşanan saçma ve uyumsuz durumunun yorumlanması sonunda, yani yaşamın ve tarihin anlamsızlığı karşısında, bundan kurtulmak için iki yol bulunduğu görülür: intihar ve başkaldırma. Camus için, bunlardan yalnızca ikincisi, belli bir değerin tanınmasını içerdiği için, yaşama bir anlam kazandırma imkanına sahiptir. Bu imkanı geliştirmeye uğraşan Camus, Tanrının o dünyadan ve insandan ayrılmasıyla, yani her türlü kutsallığın reddedilmesiyle belirginleşen anlamsızlığın taşıdığı bütün sonuçları çıkarmak ve anlamsızın ötesinde bir ahlak olanağını açığa çıkarmak ve temellendirmek amacındadır.

Aslında yeni bir akılsallık (rasyonalite) getirmediği, yalnızca eski akılsallığı (Grek tarzındaki) çağdaşlaştırdığı söylenen Camus’nün bu tavrı, onun Sisyphos’u, dünyanın saçmalığı ve yaşamın anlamsızlığı gibi intihara varan yaşantılara karşı bir kişilik olarak ortaya çıkarmasında da görülür. Tanrıların sürekli boşa çıkacak umutsuz bir iş yapmakla, hep yeniden aşağıya yuvarlanacak taşı tepeye çıkarmakla cezalandırdığı Sisyphos’un en önemli özelliği, cezasını bilinçli olarak kabul etmesidir. Bütün yaşamını “evetlemiş” olmakla kendi kaderine egemen olmasıdır. Çünkü, “taş” kendi taşıdır.” Tanrıların, bir kayayı durmadan bir dağın tepesine kadar yuvarlayıp çıkarmaya mahkum ettikleri Sisyphos, kayayı tepeye kadar getirir, ama kaya tepeye gelince kendi ağırlığıyla aşağı düşer hep. Bu yararsız ve umutsuz çaba, en korkunç ceza olarak düşünülmüştür Tanrılar tarafından. Sisyphos ise tepeye çıkardığı taşın, birkaç saniyede aşağı dünyaya doğru inişine bakar, onu yeniden yukarı doğru çıkarmak gerektiğinden, yine ovaya doğru yürür. Camus, Sisyphos’un işte bu yürüyüş, “bu duruş, bu dönüş sırasında” kendisini ilgilendirdiğini belirtir: “Böylesine taşlarla başbaşa didinen bir yüz, taşın kendisidir şimdiden.Bu adamın ağır ama eşit bir adımla sonunu göremeyeceği sıkıntıya doğru inişi gözlerimin önüne geliyor. (...) Tepelerden ayrıldığı, yavaş yavaş Tanrı’ların inlerine doğru gömüldüğü saniyelerin her birinde, yazgısının üstündedir. Kayasından daha güçlüdür.”

Camus, bu efsanenin trajik olmasının, kahramanın bilinçli olmasından kaynaklandığı görüşündedir. Çünkü Sisyphos, “düşkün durumunun bütün enginliğini bilir, inişi sırasında bunu düşünür.”
Camus’ye göre Sisyphos, yazgıyı bir insan işi kılar, insanlar arasında sonuçlandırılacak bir işe dönüştürür. Yazgısı kendisinindir ve kayası kendi nesnesidir. Aynı biçimde uyumsuz insan da, sıkıntısı üzerinde gözlem yapmaya başladığı zaman, bütün putları susturur. Camus’ye göre, kişisel bir yazgı varsa, üstün alınyazısı olamaz. Hiç değilse tek bir alınyazısından söz edilebilir. Ancak uyumsuz insan, onu da kaçınılmaz bulur ve küçümser. İnsanın kendi yaşamına yönelmesini simgeleyen Sisyphos, insansal olan herşeyin tümüyle insan kaynaklı olduğunu gösterir. Çünkü Tanrıları yadsıyan Sisyphosiçin, efendisiz olan bu evren ne anlamsız ne de değersiz görünür. Yuvarladığı “taşın ufacık parçalarının her biri, bu karanlık dağın her madensel parıltısı, tek başına, bir dünya oluşturur. Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insan yüreğini doldurmaya yeter.”

Bu nedenle Camus, “Sisyphos’u mutlu olarak tasarlamak gerek”tiğinden söz eder.
1940’larda Nazizmin, faşizmin güçlenip yayılması, sonra da 2. Dünya Savaşının getirdiği çöküntü, geleneksel değerleri sarsmış ve yıkmıştır. Toplumsal olaylarla ve tarihle fazlaca ilgilenmeyen varoluşçular ve Camus, 2. Dünya Savaşıyla birlikte “tarih”le yüz yüze gelirler, tarihselliklerinin bilincine varırlar. İşgal yıllarında direniş hareketine katılan bu yazarlar ve insanlar, artık bu anlamsız dünyaya daha başka bir gözle, daha farklı bakarlar. Artık bundan sonra yalnızlık konusunu değil, dayanışma kavramını öne çıkarırlar. Direnişe katılan varoluşçular, nazi zihniyetine karşı koyamamış ve “saçma” üzerine kurulu felsefelerini bekleyen nihilizmden kendilerini kurtarma, yeni bir değerler sistemi yaratma, o yılların umutsuzluk ortamında umut ışığı yakma, yeni bir hümanizm oluşturma çabasına girişirler.

Sartre ve diğer varoluşçuların hem idealizmden hem de materyalizmden bazı öğeler alarak bir başka yol aradıkları görülür. Aranan sentez, Marksizm ile insanın tarihsel çelişkilerini çözümlemek, varoluşçuluk ile de onun öznel boyutunun olanaklı tek yorumunu gerçekleştirmektir. Camus, durum ne olursa olsun, şiddeti reddederken, aynı zamanda Marksizmin öğreti ve uygulamalarını da eleştirir. Rusya’daki çalışma kamplarının varlığı ile Stalin üzerine tartışmalar ve Kore Savaşı varoluşçuların düşünce ve eylem birliğini sona erdiren olaylardır. Camus, özellikle Başkaldıran İnsan’da, sonu devlet terörüne vardığı için tarihteki büyük devrimleri kınayan bir tavır sergiler.

Camus’nün temel hareket noktası, 1789’dan bu yana Avrupa tarihinde etkisini gösteren başkaldırma olgusudur: baskıya, zulme, sömürüye başkaldıran insanın düşünüş biçimi. Bu olgunun düşünce düzeyindeki hazırlayıcıları olan filozoflara ve yazarlara olduğu kadar, tarihsel olaylara da eğilen Camus, her başkaldırmanın, başlangıçta “bütün insanlar adına bir değer adına” yola çıktığını, ancak daha sonra “köklerini ve temellerini” unutarak, yani ne adına başkaldırdığını unutarak, ya karşı çıktığı tutum gibi buyurgan (totaliter) olduğunu ya da kendi kendini yok ettiğini belirtir. Politik alandaki yazılarıyla Franco İspanyasına da Stalin Rusyasına da eşit ölçüde karşı çıkan Camus’nün amacı, başkaldırma için felsefi bir ölçü, mantıksal bir tutarlılık ölçüsü getirebilmektir. Başkaldırma, bir şeye karşı gelirken, karşı gelme yolu, o yolla ulaşmak istediği amacı sarsıyorsa tutarsızdır. Bundan dolayı, her zaman için başlangıçta başkaldırmayı harekete geçiren değerlere, bütün insanlar için geçerli olması gereken değerlere bağlı kalmak gereklidir. Başkaldırmanın haklılık temeli ancak böylelikle söz konusu olabilir, yoksa kendisi de başka bir haksızlık kaynağı haline gelir. Haklılık temelini sürekli gözeten, yola çıktığı değerlere her zaman bağlı kalan bir başkaldırma: işte Camus’nün yeni bir hümanizmin temeli olarak gördüğü kavram budur.

Camus, insanların, tarihi kendi buyrukları altına alacak yerde, hergün biraz daha onun kölesi olmaya doğru yöneldiklerini belirtir. Ancak yine de insanlar yazgılarının farkına varma konusunda ilerleme göstermektedirler. Camus, hiç kimsenin karşılığını vermeye gücünün yetmediği soruyu şöyle belirler: “İnsan, ne Tanrı’nın ne de akılcı düşüncenin yardımı olmadan, tek başına kendi değerlerini yaratabilir mi?” Bu soru belirleyici niteliktedir ve önemlidir. Çünkü Camus’ye göre, Fransa ve Avrupa bugün ya yeni bir uygarlık yaratmak ya da yok olmak durumundadırlar.”

İnsan anlayışını etik ve politik düşünceleri bağlamında dile getiren Camus’ye göre, insan yaşamının hiçe sayıldığı bu çağda politik sorunların en önemlisi, öldürmenin haklı görülüyor olmasıdır. Kendi deyimiyle, “öteki sorunlara geçmezden önce, bunun karşısında tutumumuzu açıklamalıyız. Hiçbir şeyi kurmaya başlamadan önce, şu iki soru üzerinde durmalıyız: Doğrudan doğruya ya da dolayısıyla öldürülmek ya da işkence görmek ister misiniz, istemez misiniz? Doğrudan ya da dolaylı olarak başkasını öldürmek ya da işkenceye sokmak ister misiniz, istemez mi? Bu sorulara hayır diyenlerin hepsi, ister istemez, davranışlarını değiştirecek bir sürü sonuçlara sürüklenecektir.”

Başkalarının ölümünü düşünememenin, çağımızın bir bozukluğu olduğunu belirten Camus, istediği dünyanın, kimsenin kimseyi öldürmediği bir dünya değil (çünkü bu bir ütopyadır) insan öldürmenin haklı olmayacağı bir dünya olduğunu vurgular. Camus, bazen karamsarlığa kapılmasından ötürü, bugünün insanını kurtarmanın olanaksızlığını düşünür. Ama her şeyi kurtarmak pek akla uygun görünmese de, “bu insanoğulları, ruhça ve bedence kurtarılabilir hala” demekten de geri durmaz. Çünkü uyumsuzla, umutsuzlukla yaşamak mümkün değildir, eğer sanat ve felsefe etkinliği varsa, orada umut var demektir.
İnsanı insan yapan değerlerin yok sayılmasına ya da herhangi bir dogma ve ideoloji uğruna unutulmasına karşı çıkan Camus, sanatçı ve düşünür olarak kendi yeri ve tutumu hakkında şunları söyler: “Benim rolüm, dünyayı ve insanı değiştirmek değil. Çünkü bunun için ne yeterince erdemim var ne de insanları aydınlatacak ışığım. Ama, kimi değerler var ki, onlar için bir çaba gösterebilirim. Bunlar, öylesine değerlerdir ki, değişmiş bir dünya bile, onlar olmadan yaşanası bir dünya değildir. Onlar olmadan,bir insan, bu yeni bir insanda olsa, saygıya değmez.”

Bu sözlerden de anlaşılacağı gibi, Camus, ahkam kesmeden insanın onurunu ve ahlakını koruma çabasını sürdürmek gerektiğini ifade etmektedir

Dip Not:Varoluşçuluk, hayatın anlamınının izini süren ve bireyin değerinin ne olduğunu anlamaya çalışan bir felsefi akım ve edebi akımdır.

Varoluşçuluk, diğer birçok akımın tersine, bireye genel bir kavram gibi yaklaşmaz, onun öznelliğini nesnelliğin üstünde tutar. Varoluşçuluğa göre, hayatın anlamı ve bireyin öznel tecrübesiyle ilgili sorular diğer bütün bilimsel ve felsefik uğraşlardan önemlidir.

Varoluşçuluk genelde kötümserlik, bunaltı, özgürlük, başkaldırış ve umutsuzluk felsefesi olarak düşünülür. Varoluşçuluk Kierkegaard, Nietzsche, Sartre, Camus ve Heidegger ile birlikte anılır.

İsminden de anlaşıldığı gibi bireyin varoluşunu, özünden üstun tuttuğu için aynı zamanda topluma bir karşı çıkışı da içerir. Butun zaaflarıyla birlikte insanı ereklerini seçişinde ozgür tutar.

 

asterıx

Yeni Üye
Katılım
23 Ara 2008
Mesajlar
545
Tepkime puanı
6
Puanları
0
Şehir:
İstanbul
Ben Camus'yu savunmuyorum.Kaldı ki görüşlerinin bir çoğuna katılmıyorum.Aktardığım cümlelerlerde anlatmak istediğim şey yazarın kendi içindeki çelişkileri, çekişmeleri ve buna paralel olarak gelişen dönemindeki önemli yeriydi.Yine tekrarlıyorum bir cümleyle yargıya varılmamalı...Siz bir cümleyle değil Camus'yu biliyorumda söylüyorum diyorsanız ifadenizden öyle anlaşılmıyor derim.
"Yazarın kendi içindeki çelişkileri, çekişmeleri ve buna paralel olarak gelişen dönemindeki önemli yerinden" ziyade camus hakkında herşey var yazdıklarınızda.Düşüclerinin çoğuna katılmadığınız biri hakkında bu kadar çok açıklama yapmak bir tezat oluşturmuyormu sizcede? Bir şeyi düzeltmek istiyorum;yargılamayı bir cümle değil de bir düşünce üzerine yaptığımı yazmış olduğum cevapları tekarar gözden geçirdiğinizde görebileceğinizi umudediyorum.
 

edalım

Yeni Üye
Katılım
28 Şub 2009
Mesajlar
190
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Şehir:
Muğla
No comment.Fazla uzatıcaz bu konuyu sanırım.Herşeyi tadında bırakalım;)
 

Çevrimiçi üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

REKLAMLAR

Forum istatistikleri

Konular
17,414
Mesajlar
134,310
Kullanıcılar
90,716
Son üye
Abdullah Kara
Üst