Eski türk edebiyatı'na genel bakış

serdar güç

Yeni Üye
Katılım
1 Eyl 2010
Mesajlar
11
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Şehir:
Ankara
BEYİTLERLE KURULAN NAZIM BİÇİMLERİ
1. GAZEL
— En az beş en fazla on beş beyitten oluşan, en yaygın lirik şiir türüdür.
— Aruzun her kalıbıyla yazılabilir.
— Âşk, şarap, ayrılık, hasret, zamandan yakınma, felsefi - didaktik düşünceler, din ve tasavvuf gibi konular bu nazım biçimiyle ele alınır.
— Uyak düzeni "aa, ba, ca, da, ..."biçimindedir.
— İlk beyitine "matla", ikinci beyitine "hüsn-i matla"; son beyitine "makta" veya "taç beyit", ondan bir öncekine de "hüsn-i makta" denir.
— En güzel beyitine "beyt-ül gazel" denir.
— Şairin adı veya mahlası son beyitte geçer.
— Gazeller redifleriyle adlandırılır.
— Konu bakımından Halk şiirindeki koşmaya benzer.
— Gazellerde genellikle her beyit farklı konudan söz eder. Konu birliği yoktur.
— Konu birliği görülen gazellere "yek-ahenk gazel" denir. Bütün beyitleri aynı güzellikte olan gazellere "yek-avaz gazel" denir.
— Dize ortalarında iç uyaklı olan ve dörtlük haline getirilebilen gazellere "musammat gazel" denir.
— Felsefi düşüncelerin dile getirildiği gazellere "hikemi gazel" adı verilir.
— Divan şiirinde en ünlü gazel şairleri şunlardır: "Fuzuli, Nabi, Nedim, Baki, Naili"
2. KASİDE
— En az otuz üç, en fazla doksan dokuz beyitten oluşan kaside din ve devlet büyüklerini övmek ya da yermek amacıyla yazılan şiirlerdir.
— Aruzun değişik kalıplarıyla yazılır.
— Uyak düzeni gazele benzer: "aa / ba / ca / da /ea"
— Gazelde olduğu gibi ilk beyte "matla", son beyte "makta", en güzel beyte "beyt-ül kasid", şairin adı veya mahlasının geçtiği beyte "taç beyit" denir.
— Kasideler adını rediflerinden, uyaklarındaki son ünsüzden veya nesib bölümündeki tasvirlerden alır.
— En ünlü kaside şairleri şunlardır: "Nefi, Nedim, Fuzuli, Baki..."
Kasidenin Bölümleri:
Nesib - Teşbib: Bu bölümde kasideyle ilgisi olmayan tasvirler yapılır (yaz, taş, saray, bahar, bahçe...).
Girizgâh: Asıl konuya giriş bölümüdür. Bir veya birkaç beyitten oluşur.
Methiye: Allah'ın, peygamberin, padişahın veya önde gelen kişilerin övüldüğü bölümdür.
Fahriye: Şairin kendini övdüğü bölümdür.
Tegazzül: Kasidenin ölçüsüne uygun olarak araya sıkıştırılan gazeldir.
Dua: Bu bölümde kasidenin sunulduğu kişiye sağlık ve zenginlik dilenir.
Not: "Fahriye" ve "tegazzül" her kasidede bulunmayabilir.
Konularına Göre Kasideler:
Tevhid: Allah'ın birliğini, varlığını anlatan kasidelerdir.
Münacaat: Allah'a yakarışı dile getiren kasidelerdir.
Naat: Peygamberi öven kasidelerdir.
Medhiye: Devrin önde gelen kişilerini; din ve devlet adamlarını öven kasidelerdir.
Hicviye: Devrin yöneticilerini yermek için yazılan kasidelerdir.
Mersiye: Önemli birinin ölümünden duyulan acıyı dile getiren kasidelerdir.
Cülûsiyye: Padişahın tahta oturması münasebetiyle yazılan kasidelerdir.
Sûriyye: Düğün ya da sünnet gibi şenlikleri ele alan kasidelerdir.
Bunların dışında kasidelere, kasidenin nesib bölümünde bahar tasviri yapılmışsa bahariye, kış tasviri yapılmışsa şitâiyye, yaz tasviri yapılmışsa sayfiyye, atların tasviri yapılmışsa rahşiyye, bayram tasviri yapılmışsa lydiyye gibi adlar verilir.
3. MÜSTEZAT
— Artmış, çoğalmış demektir. Gazelin her dizesine, kullanılan ölçüye uymak koşuluyla bir kısa dize eklenerek oluşturulan nazım biçimidir.
— Kısa dizelere "ziyade" adı verilir.
— Kısa ve uzun dizeler arasında anlam ilişkisi vardır.
— Uzun dizeler kendi aralannda, kısa dizeler de kendi aralarında uyaklanır.
4. KIT'A
— Parça, bölüm anlamı taşır.
— Aruzun her kalıbıyla yazılabilir.
— En az 2 en fazla 12 beyitten oluşur.
— Dört beyitten fazla olan kıt'alara "kıta-ı kebire" denir.
— Uyak düzeni xa/xa/xa/xa... şeklindedir.
— Genellikle "matla" ve "makta" beyti yoktur.
5. MESNEVİ
— Fars edebiyatından alınan bir nazım biçimidir.
— Her beyit kendi arasında uyaklıdır. "aa / bb / cc / dd..."
— Divan edebiyatının en uzun nazım biçimidir. Hikâye ve romanın işlevini görür.
— Aruzun kısa kalıplanyla yazılır.
— Aşk, tasavvuf, kahramanlık, savaş gibi konuları işler.
— Beyitler arasında anlamca bir bütünlük vardır.
— Bir şairin beş mesneviden oluşan eserler bütününe "hamse" denir. Edebiyatımızda "Ali Şir Nevai, Taşlıcalı Yahya, Nevizade Atayi" hamse sahibi şairlerdir.
— Edebiyatımızda ilk mesnevi Yusuf Has Hacip'in "Kutadgu Bilig' adlı eseridir. Eser, aruzun kullanıldığı ilk eserdir.
Türk Edebiyatının Önemli Mesnevileri:
— Kutadgu Bilig (Yusuf Has Hacip)
— iskendername (Ahmedi)
— Vesilet-ün Necat (Süleyman Çelebi)
— Harnârne (Şeyhi)
— Leyla vü Mecnun (Fuzuli)
— Hüsrev-ü Şirin (Şeyhi)
— Hüsn-ü Aşk (Şeyh Galip)
— Mantık-ut Tayr (Gülşehri)
— Hayriyye (Nabî)
DÖRTLÜKLERLE KURULAN NAZIM BİÇİMLERİ
1. RUBAİ
— İran (Fars) edebiyatından alınmış, tek dörtlükten oluşan bir nazım biçimidir.
— Kendine özgü aruz kalıplarıyla yazılır. (Bunların sayısı 24 kadardır.)
— Düşüncelerin özlü bir biçimde anlatılması temeline dayalı nazım biçimidir.
— Genellikle felsefi konular, öğüt, aşk, şarap, din, tasavvuf konulan işlenir.
— Uyak düzeni "aaxa" biçimindedir.
— Genellikle mahlas kullanılmaz.
— En büyük ustası Ömer Hayyam'dır.
— Azmîzâde Haleti, sadece rubai yazan tek şair olarak bilinir.
— Yahya Kemal Beyatlı, Arif Nihat Asya rubaileriyle tanınan şairlerimizdir.
2. TUYUĞ
Divan şiirine Türk şairlerin kattığı bir nazım biçimdir.
— Tek dörtlükten oluşur, uyak düzeni maniye benzer.
— Halk şiirindeki maninin, Dîvan şiirine yansımış biçimi kabul edilir.
— Konu sınırlaması yoktur, rubaideki konular tuyuğda da vardır. En çok aşk, aşk acısı, şarap konu edilir.
— Mahlas kullanılmaz. Aruzun sadece "fâilâtün / fâilâtün / fâilün" kalıbıyla yazılır.
— Rubaiden vezin ve cinas yönüyle ayrılır.
— Edebiyatımızda en çok tuyuğ yazmış şair Kadı Burhanettin'dir
BENTLERLE KURULAN NAZIM BİÇİMLERİ
1. MURABBA
— Dört dizelik bentlerden oluşur. Uyak düzeni aaaa / bbba /ccca ... biçimindedir.
— En az üç, en fazla altı bentten oluşur.
— Övgü, yergi, din, felsefi konular işlenir.
— Nedim ve Namık Kemal bu türün başarılı örneklerini sunan şairlerimizdir.
Not: Bir şairin bir gazelinin her beytinin üstüne başka bir şairin ikişer dize eklemesiyle
oluşan murabbaya "terbi" denir.
2. ŞARKI
— Divan şiirine Türk şairlerin kattığı bir nazım biçimidir.
— Halk edebiyatındaki türkünün etkisiyle oluştuğu ifade edilir.
— Biçim bakımından murabbaya benzeyen şarkılar, genel olarak bestelenmek için yazılır.
— Dörtlük sonlarında tekrar edilen bölüme nakarat adı verilir. Şarkılar bent ve nakarat bölümlerinden oluşur.
— Dörtlük sayısı üç ve beş arasında değişir.
— Genellikle aşk, sevgi, eğlence, kadın ve şarap konuları işlenir.
— Uyak düzeni genelde abab (aaaa) / cccb / dddb... biçimindedir.
— Lale devrinde gelişmiş ve yaygınlaşmıştır. Nedim ve Yahya Kemal bu türün önemli şairleridir.
3. MUHAMMES
— Beş dizelik bentlerden oluşan bir nazım biçimidir.
— Bent sayısı 4 ile 8 arasında değişmektedir.
— Muhammes nazım biçimiyle her konu ele alınabilir.
— Uyak düzeni "aaaaa / bbbba / cccca..." şeklindedir.
Uyarı: Beş dizeli bentlerden oluşan "tardiyye, tahmis, taştir" adlı nazım biçimleri de vardır:
Tardiyye: Muhammesten farkı, başka bir aruz kalıbıyla yazılması ve uyak düzenidir. Tardiyeler "aaaab/ccccb/ddddb..." şeklinde uyaklanır.
Tahmis: Bir gazelin beyitleri önüne üçer mısra ilave edilerek oluşturulan nazım biçimidir. Uyak düzeni "aaaAA/bbbBA/cccCA..." şeklindedir.
Taştir: Genellikle bir gazelin beyitlerinde mısralar arasına üç dize getirilerek oluşturulan nazım biçimidir. Uyak düzeni "AaaaA/BbbbA/CcccA..." şeklindedir.
4. MÜSEDDES: Bentleri altı mısradan oluşan nazım biçimidir.
5. MÜSEBBA: Bentleri yedi mısradan oluşan nazım biçimidir.
6. MÜSEMMEN: Bentleri sekiz mısradan oluşan nazım biçimidir.
7. MÜTESSA: Bentleri dokuz mısradan oluşan nazım biçimidir.
8. MU'AŞŞER: Bentleri on mısradan oluşan nazım biçimidir.
9. TERKİB-İ BENT
— Bent sayısı 5-10 arasında değişir. Bentleri oluşturan dizeler, genelde gazeldeki gibi uyaklanır.
— Her bendin sonunda bir vasıta beyiti vardır. Vasıta beyti, her bendin sonunda değişir, bentten ayrı olarak kendi arasında uyaklanır.
— Vasıta beytinin üstündeki beyitlerin tümüne "terkibhâne" adı verilir.
— Felsefi ve sosyal düşünceler, zamandan yakınmalar, mersiyeler bu biçimle yazılır.
— "Kanuni Mersiyesi" terkib-i bent biçiminde yazılmıştır.
— Bağdatlı Ruhi ve Ziya Paşa bu nazım biçiminin ustalarıdır.
10. TERCİ-İ BENT
Birçok yönüyle terkib-i bende benzer. Fark şudur:
— Vasıta beyitleri her bendin sonunda aynen kalır, değişmez.
— Vasıta beyitlerinin üstündeki beyitlere "terci-hâne" adı verilir.
— Daha çok Allah'ın varlığı, birliği, kâinatın sonsuzluğu gibi konular işlenir
ARUZLA İLGİLİ TEMEL KURALLAR

İslam uygarlığına katılmış bulunan ulusların ortaklaşa kullandıkları vezin aslında Arapların malıdır.Arapların aruzu hecelerin ses değerlerini, uzunluk kısalıklarını, bir başka anlatımla hecelerin kapalı veya açık oluşlarına göre belirli kalıplarla ölçülenmesini gerektiren vezni Yunanlılardan aldıkları ileri sürülmüştür.Fakat bu idda şüphelidir. Zira Yunanlılarda hecelerin ses değerleri açık ya da kapalı oluşları hesaba katılmış, uzun ve kısa seslilerin birbirini izlemesi esası konulmuş ise de Arap aruzunda olduğu gibi “takti” yoktur.
Aruzu sistemleştiren Hicri II. yüzyılda yaşayan Basralı İmam Halil oldu ve aruz bir “ilim” olarak bütün İslam beldelerinde okutuldu. Bu yüzden aruz, ister devenin yürüyüşünden, ister demircilerin muntazam çekiç darbelerinden ister çamaşır yıkayan kadınların tokmaklarından çıkardıkları seslerden esinlenerek bulunmuş olsun , Arapların öz malıdır.
Aruzu ,Araplardan ilk önce İranlılar aldılar ve pek de yadırgamadılar. Çünkü Farsçada da Arapçada olduğu gibi uzun ve kısa sesli heceler vardı. Ancak İranlılar Arap aruzunu Farsçanın özelliklerine göre değiştirdiler; bazı vezinleri attılar bazı yeni vezinler buldular ve Farsçaya ve İran zevkine uygun yeni bir Acem aruzu ortaya koydular.
Türkler ve İranlılardan sonra islamiyeti kabul eden Afganlılar, Hintliler aruzu doğruca Araplardan değil İranlılardan aldılar. Yalnız İranlıların Arap aruzunu bütünüyle benimsememeleri gibi, Türkler de Acem aruzunu bütünüyle almadılar. Türkçeye, Türk beğenisine uygun vezinleri aldılar ve yüzyıllar boyunca işledikleri aruzu bir Türk vezni haline getirmeye çalıştılar.
Ancak aruzun Türk diline uymaması, Türkçede uzun sesli hecelerin bulunmaması, yabancı kelimelerin hızla dilimize girmesine yol açtı.
Aruza göre üç türlü hece vardır :
1) Açık hece (Yarım hece,kısa hece)
2) Kapalı hece (Tam hece,uzun hece)
3) Bileşik hece
Açık Heceler : Uzun okunmayan bir sesli harfle biten hecelerdir.Takti’de bu heceler birer nokta ile gösterilir.
Kapalı Heceler : Bir sessiz harfle ya da uzun okunan bir sesli harfle biten hecelerdir. “Ec, dev, al, kal” sessiz birer harfle bittikleri için kapalı hece ya da tam hece olarak adlandırılırlar.Aynı şekilde “â, î, yâ, yî” heceleri de kapalı hece olarak adlandırılır.Bunların hepsi yani bütün kapalı heceler birer çizgi ile gösterilirler.

Bileşik Heceler:Bunlar bir kapalı ve bir açık ya da bir tam ve bir yarım hece degerinde okunan (sâd, aşk, sabr, derd, rüzgâr) gibi arapça ve farsçadan alınan kelimelerde ki hecelerdir.Bu tip heceler bir çizgi ve bir nokta ile gösterilir.
Araplar aruzu sistemleştirken faale fiilini esas aldılar. Bu fiilin türevlerindeki heceleri sebeb, veted, fasıla dedikleri üç temel şekle böldüler. Hecelerin birbiriyle sekiz türlü karşılaşmasından :
Faûlün
Fâilün
Fâilâtün
Müstef’îlün
Mefâîlün
Mütefâilün
Müfâaletün
Mef’ulât
olmak üzere 8 ana parça ortaya çıktı.(Bazılarına göre bu sayı on olmaktadır). Bunlardan 1 ve 2 no’lulardan her birine “ef’ile” , ikisine birden “efâil”, 3 ve 8 no’luların herbirine “tef’ile” altısına birden “tefâil” denildi. Sekizine birden “efail ü tefâil” adı verildi.Aruzda heceler açık ya da kapalı olmasına göre kullanılır. Bazı özel kurallar açık heceyi kapalı, kapalı heceyi açık gibi kullanmayı gerektirebilir. Aruzun çok önemli birkaç kuralı var. Bunları bilmeden olmaz.
1) İmale: Vezin gereği kısa heceyi uzunmuş gibi kullanmak.
Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı
Felekler yandı âhımdan murâdım şem’i yanmaz mı
Şiirin kalıbı mefâîlün / mefâîlün / mefâîlün / mefâîlün’dür.
(Yani .- – - / .- – - /.- – - / .- – -) Fakat dikkat edilirse “beni candan” sözleri
..- – şeklindedir. Yani kalıba uymaz. İşte burada şair ikinci heceyi uzatarak imale yapar. böylece kısa olan heceyi uzun hece hâline getirir.
2) Zihaf: Vezin gereği uzun heceyi kısa gibi kullanmaktır. Yani imalenin zıddıdır. Şair, uzun okunması gerekn bir heceyi kısarak kelıpta ihtiyacı olan forma sokar.
Gâmım pinhan tutardım ben dedîler yâre kıl rûşen
Desem ol bî-vefâ bilmen inanır mı inanmaz mı
İlk mısraın ilk hecesine bakalım. Mefâîlün olması için ilk hecenin açık olması gerekirdi. Oysa ki “gâm” sözcüğü uzun bir hecedir. (Her ne kadar ulamadan ötürü gâ olarak kalıyorsa da uzun a kullanılması heceyi yine kapalı kılar.) Şair bu uzun heceyi, vezin gereği kısaymış gibi kullanarak zihaf yapmıştır. Biz de okurken bu heceleri kısa okuruz ki vezin bozulmasın.
3) Med: Daha çok Arapça ve Farsça kelimelerde kullanılır. Uzun heceleri biraz daha uzatarak bir buçuk hece değerine çıkarmak şeklinde uygulanır. Örneğin “mâh” sözcüğü bir kapalı hecedir. Ama hem kapalı hem de uzun olması itibariyle yanına bir de açık hece eklenir ve – olarak gösterilmesi gereken kelime -. şeklini alır.
Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem
Yâ muhît olmış gözümden günbed-i devvâra su
Şiirin kalıbı gereği ilk kısmın fâilâtün (-.- -) olması gerekiyor. “âbgûndur” ifadesi ise üç kapalı heceden meydana geliyor. (- – -) İşte burada âb klimesi biraz daha uzatılarak bir kapalı bir açık hece şeklinde kullanılıyor. (-.) Böylece – - – şeklinde olan kısım -.- – hâline getirilerek vezne uyduruluyor.
Med yaparken dikkat edilecek husus, kapalı bir hecenin ses yükünün fazla olması. Yani içinde bir uzun sesli bulunduruyorsa (mâh, şâh, pây) ya da hecenin sonunda iki sessiz harf yan yana gelmişse (şeyh, meşk, şehr) med yapılabilir.
4) Vasl: Dil bilgisindeki ulama kuralı göre yapılır. Bir kelimenin sesliyle biten son hecesi kendinden sonra gelen sözcüğün sessizle başlayan son hecesine ulanıyorsa ve burada açık heceye ihtiyaç varsa vasl uygulanır. Öreneğin “ben aldım” ifadesi – - – şeklinde gösterilir. Ama bir açık hece lazımsa “be naldım” biçimindeki okumadan ötürü .- – olarak kullanılabilir.
Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul
Görmedim gezmediğim sevmediğim hiçbir yer
Şiirin kalıbı feilâtün / feilâtün / feilâtün / feilün (..- – / ..- – / ..- -/ ..-)’dür.
“tım aziz İs” kısmı “tı maziz İs” şeklinde okunarak vezne uydurulur. (..- -)
5) Son hece: Aruz vezninde son hece her zaman kapalı kabul edilir. Kullanılan kelimenin son hecesi açık olsa da olmasa da kural gereği her zaman kapalı sayılır. Bunun istisnası yoktur.
6) feilâtün kalıbı: Feilâtün’le başlayan ve feilün’le biten kalıplarda ilk kısım fâilâtün, son kısım fâ’lün olarak kullanılabilir.
Korma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak
İstiklal Marşı’nın kalıbı feilâtün / feilâtün / feilâtün / feilün’dür.
Yani ..- – / ..- – / ..- – / ..-
Fakat ilk iki dizeye bakarsanız fâilâtün / feilâtün / feilâtün fâ’lün
(-.- – / ..- – / ..- – / – -) olduğu görülür. İşte bu kuraldan ötürü böyle kullanılabilir.
Bu kuralla ilgili bilinmesi gereken önemli bir nokta da şudur: Şiirin herhangi bir dizesinde, başta ya da sonda değişiklik olabilir. Yani dize başında fâilâtün kullanıldı diye o dizenin sonunda fâ’lün kullanılması zorunluluğu yoktur. Şair istediği dizenin başında fâilâtün, istediği dizenin sonunda da fâ’lün kullanabilir.
Bunlar dışında da aruzun birçok kuralı bulunur. Fakat bazıları çok az kullanılır; bu kurallar kadar yaygın değildir.
Divan edebiyatımıza “Klasik Türk Edebiyatı” denmesinin nedeni, kurallarının kesin olması ve bu kuralların dışına çıkılamamasıdır. Divan edebiyatının vezni ise aruzdur. Aruzu bilmeden divan şiiri anlaşılamaz. Divan şiirini bilmeyen de Türk edebiyatı hakkında pek bir şey biliyor sayılmaz. Ayrıca, Osmanlı Türkçesiyle divan edebiyatı birbirinden ayrı düşünülmemelidir. Birini bilmeden diğerini bilmek kolay değildir. Bu nedenle, Osmanlı Türkçesini ve divan edebiyatını birlikte öğrenmek gerekir.
KAFİYE (UYAK)
Mısra sonlarındaki yazılışları ve okunuşları aynı, anlamları ve görevleri farklı kelimelerin,
eklerin benzerliğine kafiye denir.
REDİF Mısra sonlarında yazılışları, okunuşları, anlamları ve görevleri aynı olan eklerin,
kelime ve kelime gruplarının tekrar edilmesine "redif" denir.Redifli manzumelere müreddet denir. Kafiyeden önceki ses tekrarına hacib , böyle yazılan şiirlere mahcub adı verilir.Divan şiirinde kafiye mürekkeb ve mücerred kafiye olmak üzere ikiye ayrılır. Revi harfinden başka ve ondan önce, benzer harflerin bulunmasıyla meydana gelen mürekkeb kafiyenin “müreddef”, “mü’esses” ve mukayyed” olmak üzere üç çeşidi vardır.
Revi harfinden önce gelen ve “redif” adı verilen â, î, û ( ) harflerinin benzerliğiyle oluşan
kafiyeye “müreddef kafiye” denir. Bu tür kafiye, Hâzık Mehmed’in en çok kullandığı kafiyedir.
KAFİYE HARFLERİ
1) REVİ : Sadece bir harf benzerliği üzerine kurulan kafiyeye “mücerred kafiye” denir. Bu
harfe “revi” adı verilmektedir. Mücerred kafiyeler ise şairimizin müreddef kafiyelerden sonra en çok kullandığı kafiye türüdür:
2) TE'SİS : Revi harfi ile “te’sis” adı verilen elif arasına, harekeli bir harf girmesiyle meydana gelen kafiyeye “mü’esses kafiye” denir. Hâzık, müesses kafiyeyi oldukça az kullanmıştır:
3) DAHİL :Te’sis ile revî arasında bulunan harftir: Oldukça zaman zaman müsâdif / Hayrânım olur nigâh-ı ârif beytindeki “müsâdif”in “d”si ile “ârif”in “r”si gibi. Bazıları revî hareketli olduğu zaman, dahîllerin harekelerinin farklı olmasında beis yoktur derler ve meselâ “kâtibe” ile “mâtibe”nin kâfiye yapılmasına izin verirlerse de, bu şekil âhenge bütünüyle olmasa bile zarar vereceğinden izin vermeyenlerin tercihi daha yerindedir.
4) RİDF :— Ed. Esk. Kafiyeyi meydana getiren harf¬ten önceki elif, vav, ye gibi harfler; mutad ve âbâd kelimelerinde d’den Önce ge¬len a; zarif, latif kelimelerinde d’den önce gelen i gibi (ridfi aslî de denir). || Ridfi müfret, yalnız elif, vav, ye gibi harfler¬den meydana gelen ridf. || Ridfi mürek¬kep, hem ridfi aslî’si hem ridfi zaid’i olan ridf. // Ridfi zait, kafiyeyi meydana getiren harfle ridf arasında bulunan sessiz harf: sahte, dahte kelimelerindeki h gibi.
5) KAYD : Revi harfinden önce, redif harfleri olan â, î, û’dan ( ) başka bir harfin tekrar
edilmesiyle meydana gelen kafiyeye “mukayyed kafiye denir. Tekrar edilen harfe “kayd” adı verilir. Mukayyed kafiye de şairimizin az olarak kullandığı bir kafiye türüdür:Sadece bir harf benzerliği üzerine kurulan kafiyeye “mücerred kafiye” denir. Bu harfe “revi” adı verilmektedir.
KAFİYE HAREKELERİ
1) RESS : Te’sisin üst tarafındaki hareke yani üstündür: Marifet iltifata tâbi’dir/Müşterisiz metâzâyidir beytinde “tâbi”deki “t” ile “zâyi” deki “z” nin üstünleri gibi. Elifin üstünde hareke bulunmayacağından res tek başına üstün olur. Kafiyelerde te’sis tekrar ettikçe resin de tekrarı normaldir. Te’sisi kafiye harflerinden saymayanlar resi de tabiî olarak kafiyeden saymazlar
2) İŞBA :Vaslı içine alan kafiyelerde dahîlin harekesidir. Böyle olan dahîlde üstün, esre veya ötre olmak üzere üç harekeden biri bulunur. İtina sahipleri işbâın farklı olmasını kafiye kusuru sayarlar. Meselâ “sâgarı” ile “şâiri” ve “tefâhür” gibi kelimeleri kafiye yapmazlar.
3) HAZV :Redif ve kaydın üstündeki harekedir: Kâinâta hâne-bîrûn ol da et bir iltifat/Şekl-i insâniye girmiş rûhu görsün kâinat beytindeki “f” ile “n” nin üstünü, Pîş-i çeşmimdedir ol cünd-i çihan-gîr henüz/Gûş-ı cânımdadır ol gulgul-i tekbir henüz beytindeki “g” ile “b”nin esresi, Göklerde gezen o bâl-i menkûş/Bir gün olacak zemîne mefrûş beytindeki “k” ile “z”nin örtesi, Böyle bir nağmeden kim olmaz mest/Bu ne sestir değil mi bang-i elest beytindeki “m” ile “l”nin üstünü gibi. Bu misâllerdekine benzer, revî sakin bulunduğu zaman kafiyelerde hazvın tekrarı gerekir. Meselâ “der” ile “dir”, “avn” ile “hun”, “şehr” ile “mihr” kafiye olamaz. Revî hareketli olduğu zamansa, eskilerin bir kısmı havzın farklılığına göz yummuşlar, “beste” ile “şüste” gibi kelimeleri kafiye yapmışlarsa da, buna da izin vermemek daha iyidir. Bu farklılığa göz yumanlar “kaydın redife dönüştürülmesi lâzım gelmemek” şartıyla göz yumarlar. Meselâ: “deri” ile “piri” onlarca kafiye olamaz.
4) TEVCİH :Te’sis bulunmayan kafiyede, revinin üst tarafındaki harfin harekesidir. Tevcih, üç harekeden olabilir.
a) Üstüne misâl: Âlem kalır ortasında arzın/Cevlân-gehi böyle isterim ben
b) Esreye misâl: Bir ayrıca karlı dağ kesilmiş/Her mevce-yi kef nisâr-ı müthiş
c) Ötreye misâl: Sana düşmez bu itilâ ey gül/Oradan düş ki reşke düştü gönül Bu misallerden görüldüğü üzere revî sakin olduğu vakit, tevcihin tekrarı gerekir. Meselâ: “elken” ile “mümkün” kafiye olamaz. Hareketli olduğu zaman, tevcihin farklılığına göz yumanlar vardır. Meselâ “müşteri” ile “sâmiri” ve “unsurî”yi kafiye yaparlar.
5) MECRA : Revînin harekesidir, üstün, esre, ötre olmada ve ince veya kalın okunmada
birbirine uygun olmalıdır: Baktıkça o sun’ı ber-kemâle/Şâhin-i kazâ gelir hayâle beytinde
âlelerin üstünü, Aşkın o nevâ-yı dil-nişîni/Raksân ediyor muvahhidîni beytinde “n”lerin esresi gibi. Kafiyede “mecra” tekrar edilebilir
HARFLERİNE GÖRE KAFİYE TÜRLERİ
A) KAFİYE-İ MÜCERREDE : Sadece revi harfinin tekrarıyla kurulan kafiyeye “mücerred kafiye” denir.
B) KAFİYE-İ MÜREKKEBE : Birden fazla ses benzeşmesinden meydana gelen kafiyelerdir.
kendi içinde üçe ayrılır :
1) kafiye-i mürdefe : kendinden önce ridf (a,u,i) bulunan kafiyelerdir.
2) kafiye-i mukayyede : revi ve kayd'dan meydana gelen kafiyelerdir.
3) kafiye-i müessese : reviden önce dahil , ondan önce te'sis bulunan kafiyelerdir.
İLTİZAM : Revinin birden fazla olmasıdır. buna lüzum ma-la yelzem de denir
CİNASLI KAFİYE : Osmanlı döneminde yazılmış kafiye risalelerinde böyle bir kafiyeye yer verilmekle birlikte divan şiirinde birden fazla sesin tekrarından doğan kafiye türlerinden biride cinaslı kafiyelerdir. bu tür kafiyeler daha çok mürekkeb cinasla yapılır.
Cinâs-ı Mürekkeb : Söylenişleri aynı, ancak cinâsı oluşturan sözlerden birinin en az iki kelimeden oluşması gereken cinâslardır.
İCAZ
Az sözcükle çok boyutlu, derin bir kavramı anlatma sanatı.
Bir düşünceyi çok az sözcükle özlü bir şekilde anlatmadır. Kısaltmanın anlamı güçleştirmemesine dikkat edilir. Buna icaz-ı muhil denir.
Az söz yüklü anlamla ifadeye makbul icaz denir. Atasözleri, vecizeler, hikmetli sözler bu gruba girer.
İcaz, cümle çıkarılarak yapılırsa icaz bi'l cümel adını alır.
Tazammum yoluyla icaz: İfadeden sözcük ve cümle atılmadan yapılan icazdır. İki türü vardır.
İcaz bi't-takdîr: Amaç az sözcükle anlatılırken ihatalı anlam da çıkar. Örneğin "Ateş düştüğü yeri yakar".
Makbul icaz iki türdür:
Hafz yoluyla icaz: Anlama zarar vermeyecek şekilde bazı sözcükler atılır. Bu cümle çıkarılarak da yapılabilir. Sözcük çıkarmaya icaz bi'l-harf denir
İCaz bi'l-kasr: Az ve öz söylyerek yapılan icazdır.Hiçbir sözcük atılmadan anlamca zengindir. Örneğin "Akacak kan damarda durmaz" gibi.
İTNAB
Sözü, gerektiğinden fazla kelime veya cümle ile uzatma. İcaz'ın karşıtı.
İkiye ayrılır:
1. İtnab-ı makbul: Makbul sayılan söz katmadır. Bu çeşitte anlam pekiştirilir, anlatılacak şey abartılır, kastedilen husus fazla tasvir edilir ve üçü birden sağlanır. Örnek:
"Yalıların en tabii ve en lüzumlu gezinti vasıtası sandallar! Sade yalıların mı? Boğaziçi'nde herkesin her an, en çok, onlar işine yarıyor. Mehtapla gezginci, sâzende köşkü onlar, saz dinleyicilerin mevkibi onlar, yerine göre madrabazların balık deposu onlar, sebze dükkanı, dondurmacı dükkanı, onlar; yörük manav sergisi onlar, tatlı su damacanalarının ambarı onlar, hasta sedyesi onlar..."
2. İtnâb-ı mümel: Makbul sayılmayan söz katmadır. İtnab-ı mühil de denir. Haşv-ı kabih'ler ve tekrarlar makbul sayılmayan söz katmanlarıdır.
HAŞV ya da HAŞİV Yazıda gereksiz söz bulunması. Eş anlamlı sözcüğü sık sık kullanmak, anlam için gerekli olmayan kelimeler bulundurmak, aynı fikri değişik kelimelerle tekrar etmek, aynı anlama gelen kelimeleri art arda söylemek, yazıya yabancı fikir ve hayal karıştırmak haşivdir. Eskiler seci, söz sanatları ve vezin için yazı veya şiire fazla söz katarlardı.
ör:
Var mı hele söylenmedik söz
Kalmış mı meğer denilmedik söz
Haşv müfsid ve gayr-i müfsid olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Haşv-i müfsid: Anlatımı bozan söz kalabalığı için kullanılır. Yazarın neyi nasıl anlatacağı hakkında kesin fikri olmazsa fikir anlaşılmaz hale gelir, maksat ifade edilmez.
2. 2. Haşv-i gayr-i müfsid: Fikri anlaşılmaz hâle sokmayan söz kalabalığı için kullanılır. Kabîh, malih ve mutavassıta olmak üzere üçe ayrılır.
a. Haşv-i kabîh: İfadeye çirkinlik veren fazlalıklar. Söylenmiş bir fikrin eş anlamlı kelimelerle tekrarlanmasında kabîh haşiv görülür.
b. Haşv-i melih: Söze güzellik ve kuvvet kazandırmak için söylenir. Gereksiz gibi görünen bu sözler ikinci derecede anlam ifade ederler.
c. Haşv-i mutavassıta: İfadeye güzellik vermediği gibi çirkinlik de vermeyen fazla söze denir. Pek fark edilmeyen eş anlamlı kelimelerin tekrarıyla meydana gelir.
Bir beytin iki mısrasının baş ve son parçaları arasında bulunan parçalara da haşiv denir.
DELÂLET
Söz ile anlam arasındaki bağlantı. Bir sözcüğün okunduğu ya da söylendiği zaman beyinde canlandırdığı anlam.
İki başlıkta incelenir:
Sözle alakalı olmayan delâlet (gayr-i lafzi delâlet):
Bu da ikiye ayrılır:
Delâlet-i vaz'iyye: Sözcükle anlamı arasında sözle ilgili olmayan çağrışıma dayalı bir bağlantı vardır. Şemsiyenin yağmuru anımsatması gibi.
Delâlet-i akliye: Parçanın bütünü, eserin yayıncısını, kainatın Allah'ı anımsatması gibi.
Sözle alakalı delâlet (Lafz-ı delâlet):
Bu da üçe ayrılır:
Delâlet-i mutabıkiye (Uygunluk): Sözün, ifade ettiği şeyin bütününü ifade etmesi. Örneğin ev denince bütün odalarının akla gelmesi gibi.
Delâlet-i tazammuniye: Sözün ifade ettiği şeyin bir bölümünü ifade etmesi. Musluktan çeşme, evden oda gibi.
Delâlet-i iltizamiye: Sözün kendi anlamı için gerekli olan bir başka anlamda kullanılması. Eli açık, gönlü geniş, ağzı sıkı gibi.
MECAZ
Mecaz : Bir sözcüğün gerçek anlamlarından (temel ve yan anlamlarından) sıyrılarak,başka bir sözcüğün yerinde kullanılmasIDIR.
Mecaz, Mecaz-ı Akli (Akli Mecaz) ve Mecaz-ı Lügavi (Lügavi Mecaz) olmak üzere ikiye ayrılır. Bir fiil veya benzeri bir kelimenin aralarında anlam yakınlığı bulunması sebebiyle asıl anlamının dışında başka bir anlama hamledilmesine Mecaz-ı Akli ( Akli Mecaz) denir.
Kimi kaynaklar akli mecazı “mecaz-ı hazfi” olarak adlandırırlar. Mecaz-ı hazfi su sekilde de tanımlanmaktadır: İfadesi kastedilen asıl anlamı gösteren kelimenin düsürülerek yapıldığı mecazdır.Kelimenin asıl anlamının dışında bir başka anlamda kullanılmasına ise “Mecaz-ı Lügavi” (Lügavi Mecaz) denilir.
Mecaz-ı Mürsel (Ad Aktarması)
Benzetme ilgisi söz konusu olmadan,başka bazı ilgilerle,bir sözün başka bir söz yerinde kullanılmasıyla oluşturulan mecazlardır.
İç -dış ilgisi
* "Anne, çamaşır kazanı kaynadı,gel!"
* "Üstünü çıkarıp yatağa uzandı."
* "Ne zamandır evde tencere kaynamıyor."
* "Bu depoyla Düzce'ye kadar gideriz."
* "Şofben yanıyordu."
Parça - bütün ilgisi
* "O zamanlar bu gazetede usta kalemler vardı."
* "Üniversitedeki kürsüsünde yıllarca çalıştı."
* "Motor gece karanlığında yükünü Bartın'a boşalttı."
* "Bu sahalarda nice altın ayaklar top koşturdu."
Neden - sonuç ilgisi
* "Hay mübarek! Bereket yağıyor bereket!"
* "Bahar aylarında rahmet düşmezse ürün iyi olmaz."
Sanatçı - eser ilgisi
* "Davetlilere piyanosuyla önce Çaykovski,sonra Mozart çaldı."
* "Şimdi de biraz Yûnus Emre okuyalım mı?"
* "Pikapta Münir Nurettin dönüyordu."
Yer , yön , bölge , çağ - insan ilgisi
* "Eve haber verip geleyim."
* "Batı ve Doğu , inanç ve felsefe yönünden hem birbirini etkilemiş
hem birbirine uzak durmuştur."
* "Dünya uyanıkken uyumak maskaralıktır."
* "Ankara bu notaya cevap vermekte gecikmedi."
* "Adresi bir de şu büfeye sorsak mı?"
* "Sizin işinizi şu masa halleder beyefendi."
Soyut - somut ilgisi
* "Türklük yüreğini dağlasın gayrı/Cihan da bizimle ağlasın gayrı."
Somut bir varlık olan "Türk insanı,Türk milleti " yerinde, soyut
olan "Türklük" kullanıldı.
* "Gençlik; kafası ve yüreğiyle toplumun güvencesidir."
"Gençler" yerine soyut olan "gençlik";"düşünce" yerine somut
olan kafa;"cesaret,duygu" kavramları yerine somut olan "yürek"
kullanıldı.
TEŞBİH
Anlama güç katmak için, aralarında gerçek yada mecaz, çeşitli yönlerden ilgi, benzerlik bulunan en az iki varlıktan zayıf olanı nitelik bakımından güçlü olana benzetme sanatıdır.
Şair, kendisini etkileyen bir olay veya varlık karşısında heyecanlanır, bu heyecanını daha kuvvetli ve tesirli anlatabilmek için, o ruh hâlini okuyucuda daha iyi canlandırabilecek benzetmeler yapma yoluna gider ve bunun sonucunda da teşbîh sanatı meydana gelmiş olur.
Teşbîh sanatında en az iki, en fazla dört öge bulunur ve yapılan teşbîh bu ögelerin bulunup bulunmamalarına göre bazı isimler alır. Bu dört benzetme ögesi (erkân-ı teşbîh, teşbîhin rükunları, ögeleri) şunlardır :
1- Benzeyen (müşebbeh, teşbîh edilen, benzetilen) : Birbirine benzetilen şeylerden nitelik bakımından güçsüz olanıdır.
2- Kendisine Benzetilen (Müşebbehünbih, kendisine teşbîh edilen, benzetmelik) : Birbirlerine benzetilen şeylerden nitelik bakımından daha üstün ve güçlü olanıdır.
3- Benzetme Yönü (Vech-i Şebeh) : benzeyen ve kendisine benzetilen arasındaki ortak noktadır. Zaten benzetme bu ortak noktayı belirtmek için yapılır. (Ancak bu ortak nokta her zaman vurgulanarak zikredilmeyebilir.)
4- Benzetme Edatı (Edat-ı Teşbîh) : Benzeyen ve kendisine benzetilen arasında benzetme ilgisi kuran kelime veya ektir. Teşbîhte genellikle şu kelime yada ekler benzetme edatı olarak kullanılır :Âdetâ, andırır, benzer, bigi, çü, çün, gibi, gûnâ, gûne, gûyâ, gûyiyâ, kimi, mânend, meger ki, misal, misillü, misl, nitekü, nitekim, sanki, sıfat (gül- sıfat), tek, tıpkı, -asâ, -vâr, -veş vb.Aşağıdaki örnekte benzetme ögelerini topluca görebilmekteyiz.
Durmuş zaman gibiydi geçmeyen zaman.
Yahyâ Kemâl
Benzeyen (benzetilen, müşebbeh) : zaman
2- Kendisine benzetilen (mişebbehünbih) : durmuş saat
3- Benzetme yönü (Vech-i şebeh) : durup geçmemek, ilerlememek, durmuş
4- Benzetme edatı (edat-ı teşbîh) : gibiydi
Bu örnekte geçmeyen zaman durmuş bir saate benzetilmektedir. Bu mısrada kullanılan kelimelerin tamamı gerçek anlamlarında kullanılmıştır. Bununla birlikte “durup geçmeyen zaman” gerçekten durmuş bir saat değildir. Mecâzî bir benzerlik söz konusudur. Yani kelimeler gerçek anlamlarında kullanıldıkları halde meydan getirdikleri anlam bütünlüğü mecâzî bir yapı kazanır. Bu örnekte, şair kendi ruh sıkıntısından doğan zamanın bir türlü geçmeyişini, durmuş bir saate benzeterek okuyucu üzerindeki etkiyi arttırmaya çalışmıştır.
TEŞBÎH ÇEŞİTLERİ : Benzetme ögelerinden (erkân-ı teşbîhten) birisinin yada birkaçının kullanılıp kullanılmamaları açısından yaygın tarife göre dört türlü teşbîhten söz etmek mümkündür
1- Mufassal Teşbîh (Teşbîh-i Mufassal, tafsilatlı, ayrıntılı teşbîh) : Benzetme ögelerinin tümünün bulunduğu teşbîhe mufassal teşbîh denir.
Ali aslan gibi cesurdur.
1- Benzeyen-benzetilen : Ali
2- Kendisine benzetilen : aslan
3- Benzetme yönü : cesaret
4- Benzetme edatı : gibi
Meltem’ in gözleri deniz rengi gibi masmavidir.
1- Benzeyen : Meltem’ in gözleri
2- Kendisine benzetilen : deniz rengi
3- Benzetme yönü : masmavilik
4- Benzetme edatı : gibi
Bir güzel yırtıcı kuş gözleri gördüm, baktım
Som mücevher gibi kan kırmızı tırnaklarına
Yahyâ Kemâl
1- Benzeyen : tırnaklar
2- Kendisine benzetilen : som mücevher
3- Benzetme yönü : kırmızılık, kırmızı renkte oluş
4- Benzetme edatı : gibi
2- Muhtasar Teşbîh (Teşbîh-i muhtasar, kısaltılmış, ayrıntısız teşbîh) : Teşbîhin ögelerinden (erkân-ı teşbîhten) benzetme yönü (vech-i şebeh) söylenilmeden yapılan teşbîhtir. Yani bu tür teşbîhlerde benzetme yönü bulunmaz.
Ali aslan gibidir.
1- Benzeyen : Ali
2- Kendisine benzetilen : aslan
3- Benzetme yönü : -
4- Benzetme edatı : gibi
3- Müekked Teşbîh (Teşnîh-i müekked, te’kid edilmiş, eksiltilmiş) : Benzetme edatı bulunmayan teşbîh türüne denir.
Yalnız bu katta mümkün olur dâimî uçuş
Her hamlesiyle rûh, o çelikten kanatlı kuş
1- Benzeyen : ruh
2- Kendisine benzetilen : çelik kanatlı kuş
3- Benzetme yönü : uçma, uçuş (ruhun da uçar gibi göğe yükseldiği fikri)
4- Benzetme edatı : - Sürekli sevgiyi duydukça anne topraktan
1- Benzeyen : toprak
2- Kendisine benzetilen : anne
3- Benzetme yönü : sevgi duymak, göstermek
4- Benzetme edatı : -
4- Beliğ (güzel, uz) Teşbîh (Teşbih-i Beliğ) : Sadece benzeyen ve kendisine benzetilen ögeleriyle yapılan teşbîh türü olup teşbihin en makbul çeşididir
6. TA’RĪZ=Sözlük anlamı “ söz söylemek, sataşmak, ilişmek” anlamındadır. Edebiyat terimi olarak bir kavramın bir şeyi söyleyip , onun büsbütün tersini kasdetmektir. Sözün gerçek anlamı doğru gibi görünse de , asıl amaç , sözün ters anl***** yüklenmiştir. Bu amaçla ta'rîz sanatı , bir kişiyi ya da durumu alaya almak ve iğlenemek amacıyla yapılır.
Aşağıdaki Ters Öğüt Destanı adından da anlaşılacağı gibi verilen öğütlerin ters anlamları zikredilip; ta’rîz sanatına en güzel örnektir.
Ters Öğüt Destanı
Bir nâsihâtım var zamana uygun
Tut sözümü yattıkça yat uyanma
Meşhûr bir kelâmdır sen kazan sen ye
El için yok yere âteşe yanma
KİNAYE=Belli bir sebebe ve gerçeğe dayalı olarak bir sözün hem gerçek, hem de mecâz anlamıyla kullanılması sanatırıdır.
Şu karşıma göğüs gerüp taş bağırlı tağlar mısın (Yunus Emre)
Şair, dağların bağırlarının taş olduğu gerçeğini söyledikten sonra; geçit vermedikleri için mecâzen dağları duygusuzluk ve acımasızlıkla nitelendirmiş oluyor.
I. MEKNİ-İ ANH’I ZÂT OLAN KİNÂYELER ;: İki kısımdan oluşurlar.
1. Kinâye-i Müfrede ;: Yalnız zât özelliğindeki nitelenenin vurgulandığı kinâyelerdir ve mekni-i anhla ilgili tek anlam taşırlar.
Bir hadeng-i cân-güdâz-ı âhdır sermâyesi
Biz bu meydânın nice çâbük-süvârın görmüşüz (Nâbî)
Burada, meydân kelimesiyle dünya; çâbük-süvâr ile de zâlim olmak üzere iki kinâye ve her iki ayrı kinâyede de tek anlam kastedilmiştir.
2. Kinâye-i Mürekkebe ;: Nitelenenin canlandırılmasında birçok anlamlı sıfatların bulunduğu kinâyelerdir; mekni-i anhla ilgili birçok anlam taşırlar.
“Canlı-kanlı, uzun boylu, geniş omuzlu, yakışıklı” denilerek bir erkekten bahsedilmesi gibi.
II. MEKNİ-İ ANHI SIFAT OLAN KİNÂYELER ;: İki kısımdan oluşurlar.
1. Kinâye-i Karîbe, Kinâye-i Vâzıha ;: Mekni-i anh kabul edilen sıfata, zihnin süratle intikâl ettiği kinâyelerdir.
İnâyet her kime yüz tutsa isyân-ı hicâb olmaz
Güneş doğdukça zîrâ perde-i zulmet nikâb olmaz (Şeyh Gâlib)
Buradaki hicâb kelimesinin mâniden kinâye olduğu süratle intikâl olunabilir.
2. Kinâye-i Ba’îde, Kinâye-i Hafîye ;: Mekni-i Anh kabul edilen sıfata zihnin süratle intikâl edemediği kinâyelerdir.
Musaffâ tıynetinin tarf-ı ebrûsunda çîn olmaz (Nâbî)
Buradaki tarf-ı ebrusunda çîn, kibirden kinâye olup, kasdedilen ise temiz yaradılışlı olanlarda kibir olmaz şeklindedir. Ancak bu anlam, biraz düşünüldükten sonra anlaşılmaktadır.
III. Mekni-i Anha Nisbet Olan Kinâyeler: ;Nitelenene, niteleyenin dayandırıldığı kinâyelerdir.
Her İbrâhîm izzet Kâ’besinde
Halîlu-lâh yâhûd Edhem olmaz (Necâtî)
Beyitinde İbrâhîm her insandan; Halîlu’l-lâh Hz. İbrâhîm Peygamberden; Edhem bir veli olan İbrâhîm Edhem’den kinâye olup, beyitin anlamı: İnsan meziyetlerinden nasipsiz olan, biçim olarak insan olsa bile, insân-ı kâmil olamaz. demekten kinâyedir.
İSTİARE=Aradaki benzerlik ilişkisinden dolayı, bir ibarenin dilde kullanıldığı hakiki m****** dışında başka bir anlam için kullanılması. Hakiki anlam ile mecâzî anlam arasında mutlaka bir benzerlik ilişkisinin bulunması gerekir. Amaç, anlama daha çok kuvvet ve açıklık kazandırmaktır. İstiare, lügavî mecâz kısmına girer.
Mesela Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır: "Gök ve yer onlar için gözyaşı dökmedi" (ed-Duhân, 44/29). Burada, Hz. Musa'yı dinlemeyen ve Firavn'a boyun eğerek ona uyan İsrailoğullarının Kızıldeniz'de boğulmalarına gökte ve yerde kimsenin üzülmediği beliğ bir şekilde anlatılmaktadır. Bilindiği gibi, gözyaşı dökerek ağlayan insandır. Burada gök ve yer insana benzetilmiş, kendisine benzetilen; insan hazfedilmiş, benzetilen gök ve yer zikredilmiştir. Onun özelliklerden olan ve karine teşkil eden ağlama belirtilmiştir. Ortak benzerlik üzülmedir. Zaten istiare, temelde, ana unsurlarından biri mahzuf olan bir teşbih (benzetme)dir.
Her istiarede mutlaka şu unsurların bulunması gerekir:
a- Müstear minh (kendisine benzetilen). Yukarıdaki misalde insan;
b- Müstear leh (benzetilen). Yukarıdaki misalde gök ve yer;
c- Müstear (nakledilen ibare). Yukarıdaki misalde ağlama, ibaresi.
İstiare, teşbihin unsurlarından zikredilen unsura göre tasrihiyye ve mekniyye kısımlarına ayrılır. Yukarıdaki misâlde benzetilen zikredildiği için istiare mekniyye'dir. Yani kendisine benzetilen mahzuftur.Kullanılan kelimenin camid bir isim yahut bir fiil veya türemiş bir isim oluşuna göre istiare asliyye ve tebeiyye kısımlarına ayrılır. Yukarıdaki misalde kullanılan kelime fiil olduğundan istiare tebeiyye'dir.Müstear leh (benzetilen)in akıl ve duyularla kavranan ve hissedilen hakiki bir şey olup olmamasına göre de istiare; tahkikiyye ve tahyiliyye kısımlarına ayrılır. Yukarıdaki misâlde benzetilen, akıl ve duyularla kavranan ve hissedilen bir varlık olduğu için istiare tahkikiyye'dir. Ama "Ölüm pençelerini sapladığında artık hiçbir dua fayda vermez" misâlinde istiare tahyiliye'dir. Çünkü ölüm arslana benzetilmiş olup ölümün pençelerinin hakikatte bulunması mümkün değildir. Varlığı ancak hayal edilir.Benzetilen ve kendisine benzetilenin özelliklerinden birinin birlikte zikredilmiş olup olmamasına göre de istiare muraşşaha, mücerrede ve mutlaka kısımlarına ayrılır. Meselâ; "Onlar hidâyet yerine sapıklığı satın aldılar da alışverişleri kâr getirmedi" (el-Bakara, 21/16) misâlinde kendisine benzetilenin özelliklerinden olan "Alış-verişleri kâr getirmedi" ibaresi zikredildiği için istiare muraşşaha'dır. Burada sapıklığın tercih edilmesi, kâr getirmeyen alışverişe benzetilmiştir.
"Kalemi, mürekkep şişesinden içtiği ve kağıt üzerinde şarkı söylediği zaman en meşhur yazarlardan olur" misalinde de insana benzetilen kalemin özellikleri zikredildiği için istiare mücerrede'dir. Çünkü mürekkep şişesinden mürekkep içmek ve kağıt üzerinde bulunmak kalemin özelliklerindendir."Gök ve yer onlar için gözyaşı dökmedi" misalinde de benzetilen ve kendisine benzetilenin özellikleri zikredilmediği için istiare mutlaka'dır.
Ayrıca deyim gibi ibarelerde bulunan ve bir karine ile gerçek anlamda kullanılmadığı bilinen ibarelerdeki istiareye de temsili istiare denir. Burada da ilişkinin mutlaka benzerlik olması gerekir. Meselâ şiirden anlamayan için "Ağzı hasta olan kişi tatlı suyu acı hisseder" ve suçluluk taşıyan kişi için "yarası olan gocunur" deyimlerinin kullanılması gibi. Bunun dışında istiarenin tali derecede başka çeşitleri de vardır.
Açık İstiâre (İstiâre-i musarraha)
Teşbihin sadece benzeyen unsuru ile yapılan benzetmedir. Bu türlü istiârede benzeyen söylenmez. Divan edebiyatındaki mazmun (klişeleşmiş mecâz) ların çoğu istiâre durumundadır. Aşağıdaki örnekte görüldüğü gibi, solgun ukde ile sabır anılmıştır. Sabır, solgun ukdeye benzetilmiştir. Sabır söylenmemiş solgun ukde söylenmiştir. Yani sadece teşbihin benzeyen öğesi kullanılmıştır.
Gönlüme sığınmış o solgun ukde
Kim tanımaz sevdâ taşıyan sesi
İşte tam o anda bir gül pembesi
Kapalı İstiâre (İstiâre-i mekniye)
Kendisine benzetilen unsuru kullanılarak yapılan istiâredir. Bu istiâre çeşidinde kendisine benzetilen unsur gizlendiği , söylenmediği için diğer istiâre çeşidine göre tespiti daha zordur. Bundan dolayı açık istiâreye göre dîvân şiirinde örneklerine az rastlanır. Aşağıdaki beyitte görüldüğü gibi bahçedeki ağaçlar, tecrid hırkasını giymiş dervişlere benzetilmiştir. Benzeyen unsur olan eşçâr-ı bağ söylenip, dervişler anılmıştır. Dervişle alâkalı olarak tecrîd hırkası zikredilmiştir. Çenâr ile de şeyh hatırlanmalıdır. Şeyhe gönderme yapmak için el almak tabiri kullanılmıştır.
Eşcâr-ı bâğ hırka-i tecrîde girdiler
Bâd-ı hazân çemende el aldı çenârdan
Yaygın İstiâre (İstiâre-i temsîliye)
Temel öğelerden sadece birisi ile yapılan istiâredir. Bu temel öğenin, çeşitli
benzerlikleri sıralanarak yapılan istiâredir. Bunu yaygın benzetme ile karıştırmamak
gerekir. Zira yaygın teşbihte her iki öğe de anılır. Temsilî istiâre ise sadece bir öğe ile yapılır. Yahyâ Kemal’in “Sessiz Gemi” şiirinde müşâhede edildiği gibi “ölüm”, “tabut” bir “gemi” ye teşbih edilmiş. Ancak ölüm anılmadan gemi zikredilmiştir.
Sessiz Gemi
Artık demir almak günü gelmişse zamandan
Meçhûe giden bir gemi kalkar bu limandan
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil, ne de bir kol.
Rıhtımda kalanlar bu seyâhatten elemli
Günlerce siyâh ufka bakar gözleri nemli,
Bîçâre gönüller ! Ne giden son gemidir bu!
Hicrânlı hayatın ne de son mâtemidir bu!
Dünyâda sevilmiş ve seven nâfile bekler,
Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.
Birçok gidenin her biri memnûn ki yerinden
Birçok seneler geçti, dönen yok seferinden
İSTİ’ÂRE=Teşbihteki temel unsurlardan, yani müşebbeh veya müşebbehü’n-bihden biri söylenmeyerek yapılan benzetmelerdir.
1. İsti’âre-i Müfrede ;: Kelime sayısı tek veya bir tamlamadan oluşan isti’ârelerdir.
Sîne-cûşân-ı hamiyyet bir yanardağdır gelen (T. Olgun)
Bir taburun geçişini anlatan bu mısrada dağ kelimesi ile yapılan isti’âre, tek kelimeli isti’âre-i müfrede; sine-cûşân bir yanardağ olarak oluşturulan isti’âre ise tamlamalı isti‘âre-i müfrededir.
2. İsti’âre-i Mürekkebe; İsti’âre-i Temsiliye ;: Bir kelime grubundan yapılmış isti’ârelerdir. Değişik varlıklar, kelime grupları halinde birbirine benzetilir. Teşbihin ana unsurlarından yalnız biriyle ve birden çok vech-i şebeh gösterilmeksuretiyle yapılan isti’ârelerdir.
Nice demdir ki gülün eyledi bülbülden dûr
Dâd elinden bu şikest olası künc-i kafesin (Nedim)
Şair, ruhun bedende hapsolmasını kastederek bülbülü örnek veriyor. Bülbül kafeste tutulur, dolayısıyla gülüne karşı ayrılık acısı çeker. Ruhun da vücut kafesine hapsedildiği ve ayrılık acısı içinde olduğunu bülbül çağırışımıyla veriyor.
3. İsti’âre-i Temlihiye, İsti’âre-i Tehekkümiye ;: Alaylı veya latife yollu yapılan isti’ârelerdir.
Dâ’im olsun beğimin sâye-i lutf u keremin
Gül biter basdığı yerlerde mübârek kademi
Hele ol hoş kokulu kuyruğu benzer miske
Koklarım burnuma vurmazsa efendim fiske
Eder irfânını îmâ o suhan-gû gözler
Yakışır ağzına mevzûn ü mukaffâ sözler (Şinasi/La Fontaine’den)
Şiirde, tilkinin eşeğe söylediği bu şaka yollu ve alaylı sözlerdeki isti’âreler, isti’âre-i temlihiye veya isti’âre-i tehekkümiyedir.
4. İsti’âre-i Asliyye ;: Tür olarak isim veya isim soylu kelime ve kelime grupları ile mastarlardan oluşturulmuş olan isti’ârelerdir.
Rahmet bana ey nigâr bak da
Cevrinle bu dîde çağlamakda
Beyitteki ey nigâr: ey resim kadar güzel sevgili ile çağlamakda: coşkun bir ırmak gibi ağlamakta kelimeleri, müşebbehi söylenmemiş isti’âreler olarak kullanılıp müfred isti’âre-i asliyye yapılmıştır.
5. İsti’âre-i Tebe’iye ;: Fiil veya fiil soylu kelimeler ile çekimli masdarlardan oluşturulan isti’ârelerdir.
Nâzdan hâmûşsun yoksa zebânın duymadan
İstesen bin dâstân söylersin ebrûlarla sen (Nedim)
Burada, söylersin çekimli fiili ile isti’âre-i tebe’iye yapılmıştır.
6. İsti’âre-i Musarraha ;: Müşebbehi söylenmeden yapılan isti’ârelere, isti’âre-i musarraha adı verilir.
a. İsti’âre-i Musarraha-i Müreşşeha ;: Müşebbehü’n-bihin bir uygun yanı söylenerek oluşturulan isti’ârelerdir.
Acıtdı meni acı sözün tünd nigâhın
Ey nahl-i melâhat ne aceb telh berün var (Fuzuli)
Beyitte, ey ünlemiyle seslenilen sevgili nahl:fidana benzetilmiş ve onun uygun bir yanı olan ber:meyva söylenmek suretiyle de isti’âre-i musarrah-ı müreşşaha yapılmıştır.
b. İsti’âre-i Musarraha-i Mücerrede ;: İsti’âre yapılan varlıkta müşebbehin uygun bir yanı söylenerek oluşturulan masarrah isti’ârelerdir.
“Çiçekli bir yılan”
Yılana benzetilen kadın onun uygun bir yanı olan çiçek kelimesi söylenerek isti’âre-i musarraha-i Mücerrede yapılmıştır.
c. İsti’âre-i Musarraha-i Mutlaka ;: İsti’âreyi oluşturan unsurlardan müşebbeh veya müşebbehü’n-bihin uygun bir yanı söylenmemiş olan isti’ârelerdir.
“Şu çiçeklere bak.”
Bu cümlede çiçeğe benzetilen genç kızların herhangi uygun bir yanı söylenmemiştir.
7. İsti’âre-i Mekniye ;: Müşebbehü’n-bihi söylenmeden yapılan isti’ârelerdir.
Eşcâr-ı bâğ hırka-i tecrîde girdiler
Bâd-ı hazân çemende el aldı çenârdan (Bakî)
Bağın ağaçları, müşebbehü’n-bih olan dervişe; çınar da şeyhe benzetilmek suretiyle isti’âre-i mekniye yapılmıştır.
8. İsti’âre-i Tahyîliye ;: İsti’âre-i mekniye ile canlandırılana, hayali bir nitelik katan isti’ârelirdir. Dolayısıyla isti’âre-i tahyîliye bir tür isti‘âre-i mekniyedir denilebilir.
Bunu etmek için karîn-i zarar
Belki de pençe-i kazâ titrer (Abdülhak Hamid)
Şaiur, kaza:kaderi ölüme benzeterek isti’âre-i mekniyye, ayrıca, manevi ve soyut bir kavram olan kazaya, pençe gibi somut ve vahşi hayvanlara özgü hayali bir nitelik vererek de isti’âre-i tahyîliye yapmıştır.
9. İsti’âre-i Müptezele, İsti’âre-i Amiye ;: Vech-i şebehi pek açık ve anlaşılır olan isti’ârelere, isti’âre-i müptezele adı verilir.
“Gülüm!”
Bir kadına, gülüm dendiğinde yapılan isti’ârede, onun vech-i şebehinin koku, güzellik, temizlek olduğu herkesçe anlaşılabilir açıklıktadır.
10. İsti’âre-i Garîbe, İsti’âre-i Hâsiye ;: Vech-i şebehi pek açık ve ilk bakışta anlaşılır olmayan isti’ârelerdir.
Bûydan hoş rengden pâkîzedir nâzük tenin
Beslemiş koynunda gûyâ kim gül-i ra’na seni (Nedim)
Burada, sevgiliyi koynunda beslemiş olması dolayısıyla gül-i ra’na vech-i şebehiyle güzel kadın anlatılmıştır.
TEŞBİH
Anlama güç katmak için, aralarında gerçek veya mecaz açısından benzerlik bulunan en az iki varlıktan zayıfını güçlüsüne benzetme sanatıdır.
Teşbihde dört öğe vardır. Müşebbeh: Benzetilen; Müşebbehü’n-bih: Kendisine birşey benzetilen; Vech-iŞebeh: Benzetme yönü; Edat-ı Teşbih: Benzetme Edatı. Bunlardan ilk ikisi teşbihin ana, son ikisi ise yardımcı unsurlarıdır.
Teşbihler öncelikle iki ana gruba ayrılır:
I. Hakikî Teşbihler ;: Cisim, öz, belirti ve özellik dolayısıyla yapılır.
“Bakır, turunç gibi kırmızıdır.”
“Ayşe’nin gözleri, deniz rengi gibi masmavidir.
Bu cümlelerde yapılan teşbihler cisim, öz, belirti ve özellik bakımlarından yapıldıkları için gerçekçi teşbihlerdir.
II. Mecâzî Teşbihler ;: Değişik ve çeşitli varlıkları bir anlamda birleştirmek, onları birbirine benzetmek suretiyle yapılırlar.
“Ali’nin ilmi deniz kadar derindir.”
“Ali demir gibi sağlam, dağ gibi sabit, arslan gibi cesurdur.”
Burada ilim ve deniz kelimeleri anlamca ayrı ayrı olmasına rağmen enhginlik açısından birbirine benzetilmişlerdir. Yine Ali ile demir, dağ, arslan kelimeleri arasında anlam ilgisi olmamasına rağmen Ali, sağlamlık sabitlik ve cesurluk bakımından, demire, dağ ve arslana benzetilmişlerdir.
Bunlardan başka teşbihin başka türleri de vardır:
A. TAŞIDIĞI UNSURLARA GÖRE TEŞBİHLER
1. Teşbih-i Mufassal ;: Teşbihin unsurlarından dördünün de söylendiği tam teşbihlerdir.
Bezm-i dünyânın Hayâlî çekti seyrinden ayâğ
Oldu dürd-i mey gibi mey-hânede ehl-i nişest (Hayâlî)
Bu beyitte, teşbihin dört unsuru şöyle: Müşebbeh:Hayali, Müşebbehü4n-bih: Ehl-i nişest:eek:turanlar, Vech-i Şebeh: dürd-i mey: şarap tortusu ve Edât-ı teşbih: gibi olmak üzere tam bir biçimde sıralanıp teşbih-i mufassal yapılmıştır.
2. Teşbih-i Mücmel ;: Teşbihin unsurlarından vech-i şebeh söylenmeyerek oluşturulan teşbihlerdir.
“Ali arslan gibidir.”
Burada vech-i şebeh olabilecek olan cesaret söylenmeyerek teşbih-i mücmel yapılmıştır.
3. Teşbih-i Beliğ, Teşbih-i Mü’ekked ;: Teşbihin unsurlarından vech-i şebehle birlikte edat-ı teşbih de söylenmeyerek oluşturulan teşbihlerdir.
Sırma kâkül sîm gerden zülf tel tel ince bel
Gül yanaklı gülg@li kerrâkeli mor hâreli (Nedim)
Beyitte sırma kâkül, sim gerden ve gül yanak sözleri ile üç ayrı teşbih yapılmıştır. Vech-i şebeh olabilecek ilkinde parlak, ikincisinde beyaz, üçüncüsünde kırmızı kelimelerden başka, edat-ı teşbih olan gibi de söylenmeyerek teşbih-i mü’ekked veya teşbih-i beliğ yapılmıştır. En beğenilen teşbih türü de budur.
4. Teşbih-i Mürsel ;: Teşbihin unsurlarından edat-ı mürsel yapılmıştır.
B. ANA UNSURLARININ SAYISINA GÖRE TEŞBİHLER
1. Teşbih-i Cem’ ;: Teşbihin ana unsurlarından müşebbehi tek, müşebbehü4n-bihi çok olarak oluşturulan teşbihlerdir.
Söyle ey kilk-i suhan-ver bülbül-i gûya gibi
Böyle hâmûş olma nakş-ı gonce-i zîbâ gibi (Nedim)
Şair,bu beyitlerde müşebbes olan kalemini, müşebbehü’n-bih olarak sıralanan gonce resmine benzeterek teşbih-i cem’ yapıyor.
2. Teşbih-i Tesviye ;: Teşbihin ana unsurlarından müşebbehü’n-bihi tek, müşebbehi çok olarak oluşturulan teşbihlerdir.
Gül âteş gülbin âteş cûybâr âteş (Şeyh Gâlib)
Şair, bu mısrada, müşebbeh olan gül, gülbin ve cuybarı sıraladıktan sonra müşebbehü’n-bih olan ateşe benzeterek teşbih-i tesviye yapmıştır.
C. ANA UNSURLARININ SIRASINA GÖRE TEŞBİHLER
1. Teşbih-i Melfûf ;: Önce müşebbehlerin, sonra müşebbehü’n-bihlerin sıralandığı teşbihlerdir.
Sahbâ-yı lebin çeşm-i füsûn-kâra mı mahsûs
Feyz-i dem-i İsâ iki bîmâra mı mahsûs (Şeyh Galib)
Beyitte müşebbehler, sehbâ-yı leb: dudak içkisi ve çeşm-i füsûn-kâr: büyüleyici gözler önce sıralandırdıktan sonra, müşebbehü’n-bihleri oluşturan feyz-i dem-i İsâ: İsa çağının bolluğu ve iki bîmâr: iki hasta getirilmiştir.
2. Teşbih-i Mefrûk ;: Önce bir müşebbeh ile bir müşebbehü’n-binin söyledikten sonra, diğer müşebbeh ve müşebbehü’n-bihlerin sıralandığı teşbihlerdir.
Mey-hâne gül-sitândır peymâne gül-feşândır
Sâkî nihâl-i şûhu mutrib hezâr-ı zârı (Namık Kemâl)
Burada, müşebbeh olan mey-hâneden sonra, müşebbehü’n-bih olan gül-sitân: gül bahçesi getirilmiş ve diğerleri belirtildiği gibi sıralanmıştır.
D. ANA UNSURLARININ ÜSTÜNLÜK DURUMLARINA GÖRE TEŞBİHLER
Teşbih-i Maklûb ;: Müşebbehü’n-bih olması gereken varlıkların müşebbeh durumunda kullanılduğu teşbihlerdir.
Reng ü bûda zülf-i cânâna müşâbih olmasa
Kim bakar gül-zâr-ı dehrin sünbül ü şeb-bûsuna (Fıtnat )
Bu beyitte, sevgilinin saçları müşebbeh, sünbül ve şeb-bû müşebbehü’n-bih olması gerekirken, şairce bu durum tersine ifade edilerek teşbih-i maklûb yapılmıştır.
E. YARDIMCI UNSURLARDAN VECH-İ ŞEBEH’İN NİTELİKLERİNE GÖRE TEŞBİHLER
1. Teşbih-i Temsîlî ;: Müşebbeh ve müşebbehü’n-bih söylendikten sonra bunlar arasındaki birden çok vech-i şebehin uygun bir biçimde sıralandığı teşbihlerdir.
Dışarda yorgun adımlar.... çalındı sonra kapım
Aceb gelen, bu zaman kim? dedim, gidip açtım.
Görünce kalbimi oynattı bir küçük lerziş,
Garip çehreli, a‘sâr-dîde bir derviş
Elinde buzdan asâ. koltuğunda bir ney var
Omuzlarında uzun, bembeyaz uzun saçı var...
Bahârın âşıkıyım kıştır ismim ey dostum (Orhan Seyfi Orhon)
Şiirde kış mevsimi uzun, beyaz saçlı, buzdan bastonlu, asırlar görmüş bir ihtiyara teşbih edildikten sonra, vech-i şebehler uygun bir biçimde sıralanmaktadır. Müşebbehü’n-bih: a’sâr-dîde derviş, kış ise müşebbehdir.
2. Teşbih-i Tahkîkî: ; Müşebbeh ve müşebbehü’n-bihin varlığında gerçekten vech-i şebehin bulunduğu teşbihlerdir.
“Ölüler virâneler gibi sessizdir.”
Sessizlik, ölülerin ve virânelirin gerçek varlığında bulunan bir özellik olduğu için burada teşbih-i tahkîkî yapılmıştır.
3. Teşbih-i Tahayyülî ;: Vech-i şebehi hayalde canlandırılan teşbihlerdir.
“Veli’nin paraları, Karun’un hazineleri kadar sınırsızdır.”
Karun’un hazineleri, ancak hayalde canlandırılabileceği için burada teşbih-i tahayyülî yapılmıştır.
4. Teşbih-i Tehekkümî, Teşbih-i Telmihî ;: Tezat veya anlam karşılaştırmaları biçiminde oluşturulan teşbihlerdir.
“Bizim ev, kutuplar gibi soğuk.”
5. Teşbih-i Sâde ;: Tek yanlı vech-i şebeh taşıyan teşbihlerdir.
Hele ol kaşları yâ okları peykânlarını
Sîneden çekmediler yüreği oynatmadılar (Necâtî)
Kavisli oluşundan dolayı kaşların yaya, sivri oluşundan dolayı kirpiklerin oka, peykâna benzetilmesiyle teşbih-i sâde yapılmıştır.
6. Teşbih-i Mübtezel, Karîb-i Mübtezel ;: Güzel bir etki bırakmaktan yoksun, çok sık görülen, sıradan teşbihlerdir: Kaşın, yaya, kemana ve hilale benzetilmesi gibi...
7. Teşbih-i Garîb, Garîb-i Ba’îd ;: Vech-i şebehlerin orijinal nitelik taşıyan bunun için özel ilgi ve düşünceyle sezilebilen teşbihlerdir.
Sisler üstünde âftâb-ı hâzin
Bir büyük hâne dürre-i hûnîn (Cenâb Şehâbettin)
REMZ, REMİZ
Kullanılan kelimelerin uzak ve yakın anlamları arasındaki ilginin gizli tutulması biçimiyle yapılan sanattır.
Bir kısa bir uzun ademe tarîk-dâş oldum
Ârif anlar ki bu yolda nelere dûş oldum
Bu beyitte, kısa kelimesiyle fitneci, uzun kelimesiyle de ahmak anlatılmak istendiği remizle anlatılmıştır. Ayrıca, kısalar çakmak, uzunlar ahmak olur sözünü de burada hatırlayalım.
TELVİH
Sözde nükte yapılırken, denmek istenilenin uzak ve yakın anlamları arasındaki ilginin çeşitli olması sanatıdır.
Anlarım her biri beyden sayılırsa da lîk
Birinin hânesi meftûh birinin ceybi delîk (Manastırlı Rıfat)
Söz konusu edilen iki beyden birinin meftûh ziyaretçisi çok, yedirip içiren yani ikramcı ve varlıklı olduğu vurgulanırken, diğerinin ceybi delik: cebi delik fakir olduğu, cebinde para durmadığı ve hatta cimri olduğu anlatılmak istenmiş, böylece uzak ve yakın anlamlar arasında ilgiler düşündürülmüştür
TECÂHÜL-ÂRİF ;
Bir nükte yapmak amacıyla, çok iyi bilinen birşey karşısında bilmez gibi davranma, bilmezlikten gelme sanatıdır.
Nedîm-i zârı bir âfet esîr etmiş işitmiştir
Sen ol cellâd-ı dîn ol düşmen-i îmân mısın kâfir (Nedîm)
Şair, çok iyi bildiği kendi mahlasını bilmezlikten generek, Nedim’i bir afetin esir ettiğini söyleyip tecâhül-i ârif yapıyor
TEKRÎR=Bir veya birkaç kelimenin, -anlama kuvvet kazandırmak amacıyla- sıkça, hemen her mısrada tekrarlanması sanatıdır.
Merhabâ ey âl-i sultân merhabâ
Merhabâ ey kân-ı irfân merhabâ (Ahmed)
HÜSN-İ TA’LÎL= Anlatıma incelik, hoşluk katmak amacıyla bir gerçek olayın oluşunu, aslından daha değişik hayâli ve şâirce, kesin bir sebebe dayandırılması sanatıdır.
Sünbülünden sanemâ şemme-i bûy almag içün
Misk sevdâya düşüb külbe-i attâra gider (Ahmed Paşa)
Şâir beyitte, misk denilen güzel kokulu maddenin, sevgilinin saçını bir defa koklamak sevdâsına düştüğü için “attâr dükkânına gittiği gibi güzel ve kesin bir sebep ileri sürerek hüsn-i talîl sanatı yapmıştır.
İDMÂC=Öğme veya yerme anlamı taşıyan bir sözle, övgü içinde övme veya yergi içinde yerme sanatıdır.
Sadrında seni eyleye Hak dâ’im ü bâkî
Hep âlemin etdikleri şimdi bu du’âdır (Cevdet Paşa)
Bu beyitte şâir, övdüğü sadrazama dua ediyor; ayrıca onun herkesçe beğenildiğini vurgulamış oluyor
Tecrîd : Bedî’ tabirlerinden olan tecrîd sanatında şâir, kendisini başka bir insan ya da varlık yerine koyarak gönlüne veya kendisine hitâb eder. Aynı zamanda şâirin nitelendirilmiş varlıklaraların içinden aynı nitelikteki bir varlığı çıkarılması da tecrîd sanatı içine girer.
Tecrîd sanatı “hitâbî” ve “gayr-ı hitâbî” olmak üzere iki ana kısımda incelenir.
1. Tecrîd-i hitâbî :Bu tür tecrîdlerin içinde hitâb bulunur. Tecrîd-i hitâbî de kendi içinde “mahz” (asıl, hâlis, tam) ve “gayr-ı mahz” olarak ikiye ayrılır.
1.a. Tecrîd-i hitâbî-i mahz: Şâirin cansız ya da dilsiz bir varlığı kişileştirerek ona hitâb etmesi veya başka bir kişiye hitâb edip kendisini kasdetmesidir.
“Git vatan Ka’bede siyâha bürün
Bir kolun Ravza-i Nebîye uzat
Birini Kerbelâda Meşhede at
Kâinâta o hey’etinle görün
Bu temâşaya Hak da âşık olur” (Namık Kemal)
“Ey altmışına sâl-i hayâtın eren âdem
Altmış senelik ömrün elinde nesi kaldı
Gaflet mi, tegafül mü nedir? Neyse uyan bak
Bîhûde güzâr eylemesin müddet azaldı (Tâhir Olgun)
1.b. Tecrîd-i hitâbî-i gayr-ı mahz: Şâirin gönlünü ya da ismini kullanması yoluyla onları ayrı bir kişi yerine koyarak hitâb etmesidir. Şâir bu şekilde kendisine seslenir. Klasik Türk Şiirinde makta’ beyitlerinde kullanılan “mahlas”lara yöneltilen hitâblar bu sınıflandırmaya girer.
“Güzeller mihribân olmaz demek yanlıştır ey Bâkî
Olur vallahi billâhi hemân yalvarı görsünler” (Bâkî)
2. Tecrîd-i gayr-i hitâbî: Bu tür tecrîdler, şâirle veya şâirin dışındaki bir varlıkla ilgili bulunurlar fakat içlerinde hitâb bulunmaz. İçinde hitâb bulunmayan tecrîdler de kendi içinde iki kısımda incelenebilir.
2.a. Şâirin kendinden bahsettiği şekil:İçinde hitâb bulunmayan tecrîdlerin bu şeklinde şâir kendisini benliğinden soyutlarak sözeder.
“Dağlar çiçek açar
Veysel dert açar” (Aşık Veysel)
2.b. Tecrîd yoluyla benzetme: Tecrîd sanatının tanımında da söylendiği gibi nitelendirilmiş varlıkların içinden aynı nitelikteki diğer bir şeyi çıkarmak esasına göre oluşan bu tür tecrîdlerde benzerlik ilgisi ile çıkarımlar sözkonusudur.
“Cemil Meriç gibi münevver kimseler, artık az yetişir.”
RÜCÛ=Üzüntü, sevinç, dehşet, hayret gibi bir duygu veya düşünceyi daha güçlü anlatmak için, önce söylenen sözden caymış, dönmüş gibi davranmak sanatıdır.
Ol feyz ile bir bahr-ı revândır ki hayâlim
Emvâc-ı güher yerine seyyâre-feşândır
Seyyâre değil her biri bir cevher-i ulvî
Kim ana bahâ mâ-hasal-ı kevn ü mekândır (Nef’î)
Şair birinci beyitte, hayalini “seyyâre-feşân: gezegen serpici” olarak vurguladıktan sonra, caymış gibi davranıp, çok daha güçlü olarak, değeri evrene bedel “cevher-i ulvî: yüce cevher” diye nitelendirerek rücû yapmaktadır.
İLTİFÂT=Duygular ifade edilirmen sözün, bahsedilen varlıktan çevirilip başka bir varlığa yöneltilmesi veya muhatabdan bilinmeyene döndürülmesi, yani hitabın yönünün değiştirilmesi sanatıdır.
Ahvâline rahm kıldı Mecnûn
Bahdı ana tökti eşk-i gül-gûn
Sayyâd bu nâ-tüvâne kıyma
Kıl cânına rahm câne kıyma (Fuzûlî)
Fuzûlî, ceylânın durumunu görüp kendine benzeterek çok duyugulanan Mecnun’u bilinmeyenden, muhatabı olan avcıya döndürüp seslendirerek iltifât sanatı yapmıştır
CEM’=Birkaç varlığı, bir yargı veya kavram içinde toplama sanatıdır.
Hem kadeh hem bâde hem bir şûh sâkîdir gönül
Ehl-i aşkın hâsılı sâhib-mezâkıdır gönül (Nef’î)
Beyitte şâir, kadeh, bâde ve sâkînin niteliklerini belirtip onları “gönül” yargısında toplayarak cem’ sanatı yapmıştır.
1. Cem’ Ma’a’t-Taksîm ;: Cem’i oluşturan varlıkların her birinin, bir yargı altında toplandıktan sonra niteliklerinin belirtilip hissettirilmesidir.
Bir gelür zevk-âşnâ-yı aşka lutf u kahr-ı yâr
Birini dost arzû eyler birini agyâr-ı hâr (Hüsnî)
Şâir, sevgilinin “lutf” ve “kahr”ını belirtip, onları “bir gelür” yargısı altında birleştirerek cem’ yaptıktan sonra, “arzu” konusunda “dost” ve “agyâr”ın arzuları biçiminde taksîm edip cem’ ma’a’t-taksîm yapmaktadır.
2. Cem’ Ma’a’t-Tefrîk ;: Cem’i oluşturan varlıkların, bir yargı altında toplanmasından sonra onların ayrıcalıklarının ortaya konulmasıdır.
Binâ-yı iintizâm-ı dîn ü dünyâya edüb âlet
Zebâna nutk vermiş gûşa vermiş kuvvet-i ısgâ (Nâbî)
Şâir, “din ve dünya intizamına alet ol-” yargısında, “zebân: dil” ve gûş: kulak”u birleştirip cem’ yaptıktan sonra, ikinci mısrada birinin “nutk: konuşma”a diğerinin ise “isgâ: dinleme”ye ait olduğunu belirterek bunların ayrıcalıklarını vurgulayıp tefrîk yapıyor. İşte, hem cem’ ve hem de tefrîki bir beyitte birleştirerek cem’ ma’a’t-tefrîk sanatını oluşturuyor.
Leb-i yâre akîk-i nâb dedim
Mu’teriz oldular bütün yârân
Dediler seng-pâre-i Yemen o
Bu ise gerd-i çeşme-i hayvân (Hüsnî)
Hüsnî, birinci mısrada “leb-i yâr: sevgilinin dudağı” ile “akîk-i nâb: saf akîk”ı “dedim” yargısında birleştirerek cem’ yaptıktan sonra, ikinci mısrada “bütün dostlar itirâz ettiler” sözleriyle tefrîk yapıp, üç ve dördüncü mısralarda “O Yemen’den gelme bir taş parçası, bu ise ölümsüzlük suyu çeşmesinin toprağı” nitelikleri verilerek taksîm yapılmış ve böylece cem’ ma’a’t-tefrîk ve’t-taksîm oluşturlmuştur.
TEFRÎK=Birinin üstünlüğünü vurgulamak amacıyla, ortak özellikleri bulunan iki şey arasındaki farkı gösterme sanatıdırb
Seni Kisrâya adâletde mu’âdil tutsam
Fazladır sende olan devlet ü dîn ü îmân (Bâkî)
Bu beyitte, “Kisrâ” ile karşılaştırılan “sen” arasındaki ortak özellik “adalet” ve “devlet” kavramlarıyla belirtildikten sonra, “sen”deki “devlet”, “dîn” ve “îmân” fazladır denilerek aradaki fark açıkça vurgulanarak tefrîk yapılmıştır.
TAKSÎM=Birden çok varlık, nitelikleriyle sayılıp sıralanarak aralarındaki ilginin ortaya konulması sanatıdır.
Sıfat-ı Hazret-i Hüseyn ü Hasan
Cümle-i kâ’inâtadır rûşen
Ol biri nakd-i pâk-i Mustafâ
Bu biri nûr-ı çeşm-i Murtazâ
Ol biri âftâb-ı evc-i yakîn
Bu biri gülbin-i hadîka-i dîn (Fuzûlî)
Fuzûlî, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in adlarını söyledikten sonra, herbirine ait nitelikleri sıralayıp aralarındaki ilgiyi ortaya koyarak taksîm sanatı yapmaktadır
TEZÂT=Aralarında aynılık veya benzerlik bulunan bir varlık etrafında anlamca birbirine zıt olan kelimelerin, kavramların bir mısra veya beyitte bir arada kullanılması sanatıdır.
Kanı ol gül gülerek geldiği demler şimdi
Ağlarım hâtıra geldikçe gülüştüklerimiz (Mâhir Baba)
İkinci mısrada sanatçı, ağlarım ve gülüştüklerimiz kelimelerini uyumlu bir biçimde bir araya getirerek tezâd yapmıştır.
1. İhâm-ı Tezât ;: Birden çok anlamı olan bir kelimenin kasdolunmayan anlamlarının, zıt anlamlı diğer bir kelimeyle birlikte kullanılması sanatıdır.
Vakt-i iftâr kühen sözlere karnım toktur
Vehbiyâ aç elini hayr du’â eyle hemen (Seyyid Vehbî)
Beyitte, karnım toktur kelime grubunun, gerçek anlamı olan aç değilim’in dışında benimle ilgili değil, bana gerekmez, ihtiyacım yok anlamları da vardır. Ayrıca, aç kelimesi de açmak mastarı dışında yemeğe muhtaç anlamıyla tok kelimesinin zıttıdır. Dolayısıyla, burada bir tezat sanatı yapılmıştır; ancak, kelimenin aç: yemeğe muhtaç anlamı söz konusu edilmeyerek vakt-i iftâr:iftâr zamanı ile tok sözleri arasındaki tezâda ilgi çekilerek ihâm-ı tezât yapılmıştır. Çünkü, bilindiği gibi iftâr zamanı acıkmış oruçlu insanlar yemek yerler.
TENÂSÜB= Anlamca ilgili olan kelimelerin, bir mısra veya beyitte bir araya getirilerek söylenmesi sanatıdır.
Hüsrev-i hûbân eden sen dilber-i Şîrîn-lebi
Bîsütûn-ı aşk içinde beni Ferhâd eyledi (Hoca Dehhâni)
Şîrîn, Husrev u Şîrîn ile Ferhâd ü Şîrîn hikayelerinin baş kadın kahramanıdır; Husrev ve Ferhâd ise baş erkek kahramanlarıdır. Bîsütûn ise Ferhâd’in Şîrîn’in aşkıyla yardığı dağın adıdır. Dolayısıyla bu beyitte, Husrev-Şîrîn-Ferhâd-Bîsütûn kelimeleriyle, hûbân-aşk-dilber kelimelerinin anlam ilgileri düşündürülerek tenâsüb sanatı yapılmıştır.
1. İhâm-ı Tenâsüb ;: Türlü anlamları olan bir kelimenin kasdolunmasıyla bir anlamıyla, diğer bir kelimenin anlamı arasında ilgi kurma sanatıdır.
Pek uçurma bildiğim kuştur benim ey bâğ-bân
Bülbülün gül-zâr-ı âlemde hezârın görmüşüz (Nâbî)
Beyitte anlamca ilgili olan uçurma-kuş; bülbül-hezâr kelimeleri bir arada kullanılarak tenâsüb yapılmıştır, ancak, kuş-bülbül arasındaki anlam ilgisi uçurma kelimesinin yalnız bir anlamı olan pervâz etmek ile ilgili olduğu için, ayrıca hezâr kelimesinin ikinci bir anlamı olan bin anlamı burada kullanıldığı için sadece ihâm-ı tenâsüb söz konusudur.
LEFF Ü NEŞR.= Çeşitli kelimeler veya kavramlar söylendikten sonra bunlarla ilgili olan ve tamamlayıcı başka kelime, kavram veya hükümlerin sıralanması sanatıdır.
1. Leff ü Neşr-i Müretteb ;: Leff ü neşri oluşturan kelimeler bir sıra içinde söylenmişse buna mürettep leff ü neşr adı verilir.
Bâğa gel kadd ü ruh u hâlin görüb olsun hacel
Serv gülden gül karanfülden karanfül lâleden (Nâbî)
Bu beyitte “kadd: boy”, “ruh: yanak”, “hal: ben” kelimeleri söylendikten sonra, bunlarla ilgili olarak “serv: selvi, “gül”, “karanfül” kelimeleri alt alta gelecek biçimde aynı ilgi sırasıyla söylenerek düzenli bir leff ü neşr sanatı yapılmıştır.
2. Leff ü Neşr-i Gayr-i Mürettep, Leff ü Neşr-i Müşevveş ;: Leff ü neşri oluşturan kelimeler, bir sıra içinde değil de düzensiz olarak söylenmişse buna leff ü neşr-i müşevveş adı verilir.
Aks-i rûyun suya salmış sâye zülfün toprağa
Anber etmiş toprağın ismin suyun adın gül-âb (Fuzûlî)
Bu beyitte “su” ve “toprak” kelimeleri söylendikten sonra, “su” ile ilgili olan “gül-âb” kelimesi sonra, “toprakla” ilgili olan “anber” kelimesini önce olmak üzere, düzensiz, karışık bir biçimde sıralanarak düzensiz leff ü neşr sanatı yapılmıştır
TEVRİYE
Bir nükte nedeniyle, gerçek ve mecaz anlamlı bir sözün -yakın anlamından başka- uzak anlamını kasdetme sanatıdır.
I. YAPILARINA GÖRE TEVRİYELER
1. Tevriye-i Mücerrede ;: Tevriyeli kelime veya kelimelerle ilgili yakın ve uzak anlamlarına ait hiç birşey söylenmeden oluşturulan tevriyelerdir.
Sordum nigârı dedi ahbâb
Semt-i Vefâda doğru yoldadır (Hüsnî)
Burada, vefa (1. Sözünde duran.2 İstanbul’da bir semtin adı.), doğru yol (1. Dürüst yaşama. 2. İstanbul’da bir cadde adı.) kelimeleri tevriyelidir; ancak, bu kelimelerin uzak anlamlarını aydınlatacak herhangi bir söz söylenmemiştir.
2. Tevriye-i Müreşşeha ;: Tevriyeli kelimenin yakın anlamıyla ilgili bir şeyin söylenmesiyle oluşturulurlar.
Verdim gönül o gül-ruhun alına aldanıp
Etmezdi kimse eylediğim rengi ben bana (Hazık)
Beyitte tevriyeli olan al kelimesinin yakın anlamı olan kırmızı renk ile ilgili olarak gül-ruh kelimesi zikredilmiştir; çünkü gül-ruh: gül yanak ve ikinci mısradaki renk kelimesi ile sevgilinin kırmızıya yakın tatlı penbe renkli yanağı anlatılmaktadır.
3. Tevriye-i Mübeyyene ;: Tevriyeli kelimenin uzak anlamıyla ilgili bir varlığın söylenmesiyle oluşturulurlar.
Kuyunda nâle kim dil-i müştâkdan kopar
Bir nağmedir Hicâzda Uşşâkdan kopar (Nâ’ilî-i Kadîm)
Beyitteki Hicaz ve Uşşak kelimelerinin uzak anlamları, onların Türk musikisi makamları oluşlarıdır. Dolayısıyla bu anlamları ile ilgili olarak nağme kelimesi zikredilerek tevriye-i mübeyyene yapılmıştır.
4. Tevriye-i Müheyyi’e ;: Bir kelimenin uzak anlamının kasdedildiğinin anlaşılması, diğer bir kelimenin yardımıyla gösterilerek oluşturulurlar, adeta, bir tevriye ile başka bir tevriye yapmaktır.
Koyup kaldırmadan ikide birde
Kazan devrildi söndürdü Ocağı (İzzet Molla)
Bu beyitte de kazan ve ocak kelimelerinin uzak anlamları yeniçeri kazanı ve yeniçeri ocağıdır. Devrildi ve söndürdü kelimeleriyle de yeniçeri ocağının lağvedildiğini, özellikle kazan kelimesi yardımıyla anlıyoruz.
II. ANLAMLARINA GÖRE TEVRİYELER
1. İhâm-ı Hasen ;: İfadesi ahlaki değerler bakımından, edebe aykırı olmayan kelimelerle oluşturulurlar. Yukarıda verilen tevriye örneklerinin tümü, aynı zamanda ihâm-ı hasen örneğidir.
2. İhâm-ı Kabîh ;: İfadesi ahlaki değerler bakımından edebe aykırı olan kelimelerle ve ima biçiminde oluşturulurlar.
Nice kılsun namâzı sâfî kim
Âbdestin yerine yeller eser (Behiştî)
Şair, burada kullanıldığı abdestin yeri: 1. Tuvalet. 2. Abdestin bulunması gereken yer, camii, yeller eser: 1. Gaz kaçırmak. 2. Hiç birşey yoktur sözlerindeki tevriyeler görüldüğü gibi edebe aykırı olarak ima edilip ihâm-ı kabîh yapılmıştır.
MÜBALAĞA
Herhangi bir varlığı veya durumu anlatırken onu, ya olduğundan çok veya noksan göstermek sanatıdır.
Göremez girsem eğer mûr-ı zaîfin gözüne
Ey Süleymân-ı zamân şöyle hayâl oldu tenim (Şem’î) beytinde şair, zayıflamış cismini o kadar küçültüyorki gözüne girecek olsa bile bir karıncanın onu göremeyeceğini söylüyor.
1. Teblîğ ;: Yapılan mübalağanın adetçe ve akılca olabilir olmasıdır.
Memleket meşşâte-i adliyle zînet-yâb olur
Saltanat pirâye-i hulkiyle hüsn ü ân bulur (Nef’î)
Şair, padişah Sultan Ahmed l. ‘in adaletiyle ülkeyi süslüdiğini, mükemmel karakteriyle de devleti ve saltanatı güzelleştirdiğini söyleyerek teblîğ yapıyor, zira buruda belirtilen her iki nitelik de adetçe ve akılcı olabilir durumdadır.
2. İğrâk ;: Yapılan mübalağanın adetçe imkansız, akılca mümkin olmasıdır.
Ah eylerim sadâ-yı bülend ile her seher
Halk uyanub sanur ki müezzin ezân verir (Surûrî)
Şair, bu beyitte sabahleyin çektiği yüksek sesli ahlarının herkesi uyandaracağı ve herkesin ezan okunuyor sanacağını söyleyerek iğrâk yapıyor; zira ahların birçok kimseyi uyandırması akılca mümkindir ama bu sesleri ezan diye nitelendirme adetçe olanaksızdır.
3. Gulüv ;: Yapılan mübalağanın âdetçe ve akılca olabilir bulunmamasıdır.
Bürûdet öyle ki buzlanması deyü lâyık
Konulması penbeye yâkut-pâre-veş ahker (Nedim)
Burada da Nedim, “insanın donmasın diye ateşi, yakut parçası gibi pamuklar içine saklayacağı geliyor” diyerek gulüv yapmıştır, zira, “ateşin donması”, “ateşin pamuklar içinde saklanması” düşüncesi akılca da âdetçe de mümkün değildi
TA’RĪZ=Sözlük anlamı “ söz söylemek, sataşmak, ilişmek” anlamındadır. Edebiyat terimi olarak bir kavramın bir şeyi söyleyip , onun büsbütün tersini kasdetmektir. Sözün gerçek anlamı doğru gibi görünse de , asıl amaç , sözün ters anl***** yüklenmiştir. Bu amaçla ta'rîz sanatı , bir kişiyi ya da durumu alaya almak ve iğlenemek amacıyla yapılır.
Aşağıdaki Ters Öğüt Destanı adından da anlaşılacağı gibi verilen öğütlerin ters anlamları zikredilip; ta’rîz sanatına en güzel örnektir.
Ters Öğüt Destanı
Bir nâsihâtım var zamana uygun
Tut sözümü yattıkça yat uyanma
Meşhûr bir kelâmdır sen kazan sen ye
El için yok yere âteşe yanma
6. TA’RĪZ=Sözlük anlamı “ söz söylemek, sataşmak, ilişmek” anlamındadır. Edebiyat terimi olarak bir kavramın bir şeyi söyleyip , onun büsbütün tersini kasdetmektir. Sözün gerçek anlamı doğru gibi görünse de , asıl amaç , sözün ters anl***** yüklenmiştir. Bu amaçla ta'rîz sanatı , bir kişiyi ya da durumu alaya almak ve iğlenemek amacıyla yapılır.
Aşağıdaki Ters Öğüt Destanı adından da anlaşılacağı gibi verilen öğütlerin ters anlamları zikredilip; ta’rîz sanatına en güzel örnektir.
Ters Öğüt Destanı
Bir nâsihâtım var zamana uygun
Tut sözümü yattıkça yat uyanma
Meşhûr bir kelâmdır sen kazan sen ye
El için yok yere âteşe yanma
AKS, AKİS
Bir cümle veya mısradaki kelimelerin yerleri, anlam verecek şekilde değiştirilerek tekrarlanması sanatıdır.
Kibârın kelâmı kelâmın kibârıdır
1. Aks-i Tâm ;: Kelimelerin bütününün simetrik olarak yer değiştirilmek suretiyle yapılan akistir.
Her dem gülüne bülbül, bülbül gülüne her dem (Nazîm)
mısraının ortasından itibaren tersine yer değiştirerek aks-i tam yapılmıştır.
2. Aks-i Nâkıs ;: Kelimelerin bütününe değil, bir kısmına yer değiştirmek suretiyle yapılan akistir.
Gelse dergâhına ikrâm görürler küremâ
Küremâ dergehine gelse görürler ikrâm (Ziya Paşa)
3. Tedvîr ;: Mısralardaki kelimelerin yer değiştirildiğinde vezin ve anlamın bozulmaması sanatıdır. Genellikle bu sanatın yapıldığı şiirler, 4 mefâ’ilün veya 4 müstef’ilün kalıbıyla yazılır.
Semen geldi Recâîye bu mahbesde oturmakdan
Recâîye semen geldi bu mahbesde oturmakdan (Recâî-zâde Mahmud)
AKS-İ MÜFRED
Söylenecek bir kelimenin harflerinin sondan başa doğru okunmasında anlamlı bir kelime çıkarılması sanatıdır.
İkbâl: Baht, talih sondan başa doğru okunursa Lâ-bekâ: Ölümlülük kelimesi çıkar ti, bu da ilk kelimenin aks’i olmuş alur.
REDDÜ’L-’ACÜZ ‘ALE’S-SADR
Şiirde, beyitin başındaki kelimenin, beyitin sonunda da söylenmesi sanatıdır. Bu kelimeler bazen ortada da olabilir. Bunlar aynı anlamda, yazılışı aynı anlamı farklı, kelimelerin kökleri aynıymış gibi (iştikak) olabilir.
Dâğ-ı nevdir kurs-ı mâh üzre kelef zanneyleme
Eyledi hüsnün sipihri dâğ-ber-bâlâ-yı dâğ (Ragıb Paşa)
Gerçi cânândan dil-i şeydâ içün kâm isterem
Sorsa cânân bilmezem kâm-ı dil-i şeydâ nedür (Fuzûlî)
İADE
Beytin son sözcüğünü bir sonraki beytin ilk sözcüğü olarak kullanmaktır
SES-ANLAM ESASINA DAYANAN SANATLAR
SECİ
Nesir içinde, cümle, cümlecik veya tamlamaların sonlarında bulunan kelimeler arasında, iç kafiye oluşturma sanatıdır.
A. BULUNDUKLARI YERE GÖRE SECİLER
1. Seci-i Mukayyed, Seci-i Rabti ;: Cümlenin sonundaki secilerin uygun bir kelime aracılığıyla birbirine bağlanmasıdır.
“Cenâb-ı Hak, Kânî’ye kendini bilmezlere kendini bildirecek mertebede zebân ü irfân, râyegân ü ihsân kılmıştır.”
Bu cümlede, “zebân ü irfân: dil ve bilim”, “râyegân ü ihsân: çok bağış” secileri, uygun bir kelime olan “kılmıştır” ile bağlanmıştır.
2. Seci-i Mutlak: ;Cümle içindeki secilerin herhangi bir kelime ile birbirine bağlı olmamasıdır.
“Müdâm bî-fâ’ide cidâl edesin ve nâ-mübârek yüzler görüb nâ-mülâyim sözler işidesin.” (Fuzûlî)
Burada, “yüzler” ve “sözler” secileri, herhangi tek bir kelime ile bağlanmaksızın verilmişlerdir.
3. Seci-i Mefrûk ;: Nesirde yapılan redifli kafiyelerdir, yani secilerin redifli olarak böylenmesidir.
“Işkdur gönli gülşen iden, ışkdur içi vü taşı rûşen iden” (Sinan Paşa)
Bu cümlede yapılan secilerde, redif olarak “iden” kelimesi kullanılmıştır.

B. VEZİN-REVİ OLARAK UYGUNLUKLARI BAKIMINDAN SECİLER
1. Seci-i Mütevâzin, Seci-i Mütevâzî ;: Seci olan kelimelerin vezin olarak tamuygunluğudur.
“Her ışk da’vasın iden âşık olmaz ve her mahabbetten dem uran sâdık olmaz. (Sinan Paşa)
Bu cümledeki “âşık” ve “sâdık” kelimeleri, hem “Fâ’il” vezninde olmaları, hem de “¨” revileri bakımından birbirine uygundur.
2. Seci-i Mutarref ;: Seci olan kelimelerin vezin olarak yarım uygunluğudur, genellikle uygunluk revide görülür.
Necâtînin tab’ı çâlâk edâsı pâkdür (Âşık Çelebi)
“çâlâk” ve “pâk” kelimeleri vezin olarak değil, “k”(kef) revileri olarak uygunluk göstermektedir.
3. Seci-i Murassa, Seci-i Muvâzî ;: Secilerin, Tarsî niteliği taşıması, yani vezin ve kafiye bakımından seci olan kelimelerin uygunluğudur.
“Ol âyet-i mensûh gibi memnu’ü’l-amel ben ümmet-i memsûh gibi maktu’ü’l-amel” (Fuzûlî)
Bu cümlede, “mensûh-memsûh”, “memnu-maktu”, “amel” kelimelerini vezin ve kafiye bakımından tam bir uygunluk içinde kullanılmıştır.

İKTİBÂS
Anlamı güçlendirmek ve sözü süslemek için âyet ve hadîslerden parçalar alınmasına iktibâs denir.
1. İktibâs-ı Tâm ;: Alınan âyet ve hadîsin tam anlam ifade edecek şekilde alınmasıyla yapılan iktibâslardır.
Bî-bekâdır bu menzil ey ahbâb
Fe’t-tekullâhe yâ ulî’l-el-bâb (ahmed Paşa)
Bu beyitte iktibâs edilen âyet, tam bir anlam ifade edecek şekilde alındığı için iktibâs-ı tam yapılmıştır. (O hâlde ey imân etmiş olan kâmil akıl sâhipleri, Allah’tan korkun.)
2. İktibâs-ı Nâkıs ;: Âyet ve hadîslerin bir veya iki kelimesinin alınmasıyla oluşturulan iktibâslardır.
Ma’lûm eyler onları kıldan kıla
Hem-çünân ki tilke aşere kâmile (Âşık Paşa)
Şair, buraya El-bakare Sûresi’nin 196. âyetinin “bunlar tam on” anlamındaki sadece üç kelimesini almak suretiyle iktibâs-ı nâkıs yapmıştır.
İRSÂL-İ MESEL
Bir düşünceyi kanıtlamak ve inandırmak için ünlü şair ve yazarlardan örnek sözler -vecizeler- ile atasözleri söyleme sanatıdır.
Sözde darbü’l-mesel îrâdına söz yoktur
Söz odur âlemde senden kala bir darb-ı mesel (Nâbî)
Beyitin ikinci mısraındaki atasözü kâfiyeli olarak söylenip birinci mısradaki düşünceyi güçlendirmiştir.
TELMÎH
Şiir veya nesirde, önemli bir tarihsel olaya, duruma, efsâneye; ünlü bir fıkra veya hikâyeye; ya da alışılmış ve benimsenmiş bir âdete işaret etme sanatıdır
Hayretinden Yûsufun kavm-i Züleyhâ kesti el
Sen cigerler zahmını dillerde destân eyledin (Hayâlî)
TAZMÎN
Başkasına ait beyit, mısra veya parçaları, sâhibinin adını da söylemek şartıyla, kendi anlatımının bütün özellikleri içinde kullanmak sanatıdır.
Râsihin bu beytini tazmîn edip kilk-i Nedîm
Nukl sundu içdiğim sahbâ-yı irfân üstüne
Süzme çeşmin gelmesin müjgân müjgân üstüne
Vurma zahm-ı sîneme peykân peykân üstüne
İRSÂD
Seci ve kafiyenin yol göstericiliğiyle ifadenin nasıl olacağını önceden okuyucuya sezdirebilecek bir söz ortaya koyma sanatıdır.
Elemin Kaysa kıyâs etme dil-i mahzûnun
Yok idi aklı ne derdi var idi Mecnûnun (Bakî)
beytinin birinci mısraında, “Kays” adını ve “mahzûn” kafiyesini kullanması, ikinci mısrada ise ise “Yok idi aklın ne derdi var idi” demesi, okuyucuya sözün devamının “Mecnûn” olacağını hemen sezdirmiştir.
MUVÂZENE
Nesirde cümlelerin seci. nazımda mısraların son kelimelerinin vezin bakımından eşit olması sanatıdır.
“Mü’ellifi olan Abdülkerim Efendi’nin zâtı, Meclis-i Ma’ârif azasından olduğu hâlde nâmı, tasnîfinde takrîz-i kâfî olsa gerekir.” (Şinasî)
cümlesindeki “zâtı ve “nâmı” kelimeleriyle “tasnîf” ve “takrîz” kelimeleri, bu hâldedir.
Münderiç nüsha-i zâtında kemâlât-ı vücûd
Münderic tıynet-i pâkinde havass-ı îcâd (Nâbî)
beytindeki “münderic” ve “mündemic” kelimeleri arasında da muvâzene vardır.
İŞTİKÂK
Bir kökten türemiş kelimelerin bir cümle veya beyitte kullanılması sanatıdır.
Gözlerim gözler iken oldu gözün gözüme dûş
Göz ucile gözedirken göze göz oldu fiten (Aydınlı Visâlî)
beytinde, “göz” kökünden türetilen “göze”, “gözün”, “gözler”, “gözlerim”, “gözüme”, “göz ucu” ve “gözedirken” kelimeleri bir arada kullanılarak iştikak sanatı yapılmıştır.
1. Şibh-i İştikâk ;: Bir kökten türemiş gibi görünen ama gerçekte öyle olmayan kelimelerin bir araya getirilmesi sanatıdır.
Hükümet hikmet ile müşterekdir
Vezîr olan hakîm olmak gerekdir (Keçeci-zâde Fuad Paşa)
beytinde kullanılan “hükümet” ve “hikmet” kelimeleri bir arada kullanılmasına rağmen aynı kökten türemiş kelimeler değillerdir
TEVCİH
Bir sözün, hem övgü hem de yergi kapsamına girebilecek biçimde iki yanlı söylenilmesi sanatıdır.
Tek gözüyle bunu yazmış hattât
Kâşki ikisi de bir olsaydı (Manâstırlı Rıf’at)
Beyitte, ikisi de bir olsaydı söz grubu iki anlama gelir. Şöyle ki: Yazılan yazıdan 1. Memnun olunmuşsa, hattatın diğer gözünün de görmesi. 2. Memnun olunmamışsa, yani hattat zok çirkin ve uyumsuz bir yazı yazmışsa, gören tek gözünün de diğeri gibi kör olması; isteniyor demektir
MÜŞÂKELE
Fiil türünden bir kelimenin anlamının diğer bir sözle değişmesi, başka başka kelimelerle birlikte grup halinde yeniden tekrarlanması sanatıdır.
Seni ol rütbe sever kıskanırım ki güzelim
Kimsenin yâdına gelmezdin elimden gelse (Tâhirü’l-Mevlevî)
Bu beyitte gelmek fiili, yâdına gelmezdin: hatırlanmazdın biçiminde söyledikten sonra elimden gelse: yapabilsem kelime gruplarıyla değiştirilerek başka anlamlara gelecek biçimde tekrarlanıp müşâkele yapılmıştır.
İSTİHDÂM
Birkaç anlamı olan bir sözün, her ayrı anlamı için uygun bir kelime söyleme sanatıdır.
Ayağa düş dilersen başa çıkmak
Anınla başa çıkdı câm-ı sahbâ (Hayâlî)
Bu beyitte, başa çık-: 1. Başa geç-, makam sahibi olmak. 2. Başa vur-, sarhoş ol-, 3. Alt et-, zaptte- anlamlarında kullanılarak istihdâm yapılmıştır.

DÜZYAZI BİÇİMLERİ
Divan edebiyatında üç tür düzyazı biçimi vardır. Yalın düzyazı, süslü düzyazı ve orta düzyazı. Yalın düzyazıda halkın konuştuğu dil kullanılmış, halk kitapları, halk öyküleri, Kur’an tefsirleri, hadis açıklamaları bu türde yazılmıştır.
Süslü düzyazıda hüner ve marifet göstermek amaçlanmıştır. Bu türe genellikle medrese öğrenimi görmüş, Osmanlıca’yı iyi bilen yazarlar yönelmiştir. Çok uzun cümlelerin, bol söz ve anlam oyunlarının göze çarptığı bu türün en belirgin örneklerini Veysi ve Nergisi vermiştir. Süslü düzyazıda çok ürün verilmiş bir alan da tezkire’dir. Bu türün ilk klasik örneğini, 16. yüzyılda Aşık Çelebi yazmış ve tezkire geleneği 19. yüzyılda Fatih Efendi’ye değin sürmüştür.
Orta düzyazı ise, divan edebiyatının hemen hemen bütün klasik yazarlarının yazdığı bir türdür. Belirgin özellikleri, söz ve anlam oyunlarından, hüner ve marifet göstermekten kaçınılmış ve içeriğin ön planda tutulmuş olmasıdır. Özellikle tarih, gezi, coğrafya ve din kitapları bu türde yazılmıştır.
Din dışı konularda düz yazı :
Tezkire
Ünlü kişilerin yaşam öykülerinin toplandığı yapıt. Şairlerin yaşam öykülerini anlatanlara Tezkiretü’ş-şuara ya da tezkire-i şuara, din adamlarının yaşam öykülerini anlatanlara tezkiretü’l evliya, hattatların yaşam öykülerini anlatanlana tezkiretü’l-hattatin, bilginlerin yaşam öykülerini anlatanlara tezkire-i ilmiye, Halvetiye tarikatı şeyhlerinin yaşam öykülerini anlatanlara tezkiretü’l- halvetiye, müzikçilerin yaşam öykülerini anlatanlara tezkire-i musikişinasan denir. Tezkireler ilk kez İran edebiyatında ortaya çıktı. Türk edebiyatının ilk tezkiretü'ş-şuara’sını Ali Şir Nevai Mecalisü'n-Nefais adıyla yazdı.
Tarih
Geçmiş olayları, geçmiş belli bir dönemi, belli bir kişi ya da kahramanı çevresi ve dönemiyle birlikte anlatan sanatlı düzyazı türüdür.
Sefaretname
Siyasal bir görevle yurtdışına gönderilen elçilerin ya da bunların yanlarında bulunanların gittikleri yerin durumuna ve özelliklerine ilişkin izlenimlerini, görüşlerini, olayları anlattıkları yapıtlardır. En tanınmış örneklerden biri Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin Sefaretnamesi’dir.
Seyahatname
Yazarların gezip gördükleri yerlerden edindikleri izlenim ve bilgileri aktardıkları edebi eserlerin tümüne seyahatname denir. Temel amaç, yurtdışı ya da içinde gezilen yerlerin doğal güzelliklerini, toplumsal yaşamlarını, gelenek ve göreneklerini tanıtmaktır. Seyahatnameler çoğu kez tarihsel birer yapıt olarak görülür. Piri Reis’in Kitab-ı Bahriye’si bu türe güzel bir örnektir.
Siyasetname
Devlet adamlarına yöneticilik sanatına ilişkin bilgiler veren edebi yapıtların genel adıdır. Genel olarak hükümdarlar için kaleme alınmış olan siyasetnamelerde onların sahip olması gereken nitelikler, saltanatın koşulları ve kuralları anlatılır. İdeal bir devlet örgütünün nasıl olması gerektiği belirtilir. Ve kötü yönetimlerin zararlı sonuçları açıklanarak, yöneticiler uyarılır. Vezirler ve emirler için yazılmış siyasetnameler de vardır. Siyasetnamelerin en ünlüsü Selçuklu veziri Nizamülmülk’ün Melikşah’ın isteği üzerine kaleme aldığı Siyasetname’dir. Türk edebiyatının en önemli siyasetnamesi ise Yusuf Has Hacib’in Kudatgu Bilig adlı kitabıdır.
Münazara
Karşıt iki öğenin ya da karşıt iki görüşün karşılaştırıldığı yapıtlardır. Şiir ya da düzyazı olarak yazılabilir. Ya da her iki türden bölümler içeren münazaralar da vardır.
Münşeat
Mektuplardan ya da çeşitli konulardaki düzyazılardan oluşan yapıt. Kapsamına göre üçe ayrılır. Resmi yazılardan oluşan münşeatlar, genellikle devlet büyüklerince kaleme alınan çeşitli konulardaki düzyazılardır. Her türden kişiye yönelik yazı türlerinin başlıklarını, son sözlerini, bu yazılara uygun düşecek tümceleri, kullanmaları bir araya getiren münşeat. Ve son olarak şairlerin mektuplarından oluşan münşeatlar.
Din konulu düz yazı
Evliya tezkiresi
Din ulularının gerçek ya da efsaneleştirilmiş yaşam öyküleri ile kerametlerini anlatan yapıtlardır. İçinde İslam velilerinin yaşamlarına ilişkin bilgilerin yanında vaazlar ve ahlaki öğütler de yer alır. Sinan Paşa’nın Tezkiretü’l-Evliya adlı eseri ile Ahmed Hilmi’nin Ziyaret-i Evliya adlı yapıtları bu türün divan edebiyatımızdaki başlıca örnekleridir.
Kısas-ı enbiya
Peygamberlerle ilgili kıssaları içeren yapıtların genel adıdır. İlk kısas-ı enbiya Kısai’nin 9. yüzyılda yazdığı Kitabü Kısasi’l-Enbiya adlı eseridir. Türkçe kısas-ı enbiya kitapları arasında Rabguzi’nin 1310’da Çağatay Hanı Termaşir’in emiri Nasuriddin Tokboğa’nın emriyle yazdığı Kısasü’l-Enbiya ve Ahmet Cevdet Paşa’nın Kısas-ı-Enbiya ile Tevarih-i Hulefa adlı eserleri sayılabilir.
Siyer
Hazreti Muhammed’in yaşam öyküsünü ya da halifeler ve hükümdarların savaş ve barış dönemlerindeki uygulamalarını, ululararası ilişkileri konu edinen düz yazı biçimidir.
 

yorumsuz

Yeni Üye
Katılım
2 Ara 2011
Mesajlar
1
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Bölüm:
Türk Dili ve Edebiyatı
Şehir:
Iğdır
tşk emeğine sağlık süper olmuş serdar
 

Çevrimiçi üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

REKLAMLAR

Son mesajlar

Forum istatistikleri

Konular
17,417
Mesajlar
134,315
Kullanıcılar
90,724
Son üye
Glassdfl
Üst