Kayıp Bir Nesilden Trajik Bir Hayat Hikayesi : Cenap Şahabettin

ECRİN90

Özel Üye
Katılım
6 Kas 2009
Mesajlar
2,485
Tepkime puanı
4
Puanları
0
Kayıp Bir Nesilden Trajik Bir Hayat Hikayesi : Cenap Şahabettin
Yrd.Doç.Dr Fatih BAYRAKTAR

Servet-i Fünûn edebiyatının en tanınmış isimlerinden biri olan Cenap Şahabettin, 1870 yılında Manastır'da doğar. Babası Binbaşı Osman Şahabettin Bey, Plevne savaşlarında şehit düşer. Bu olayın Cenap üzerinde derin tesirleri olur. O, babasının 1877 yılından savaşa gittiği, kendisiyle ve annesiyle vedalaştığı günü hayatı boyunca unutamaz. O günlerde yedi yaşında minnacık bir çocuktur. Daha sonra hatıralarında o hazin günü şöyle anlatacaktır:
" O yeşil yolun başında bütün subaylar birer kez haykırdılar. Büyük tabur durdu, bütün kalabalık durdu, herkes durdu. O an ne olacağını anlamışçasına hüzünlendim…
O sırada bir şeyler oldu; taburla kalabalık birbirine karıştı. Abanî sarıklı, kır sakallı, beyaz kuşaklı adamlar askerleri kollarının arasına alıyor, sıkıyor, öpüyor, bir daha öpüyor, alınlarından, yanaklarından, çenelerinden, yüzlerinin rastgele yerlerinden öpüyorlar, sonra beyaz kuşaklarından kırmızı mendillerini çıkararak kendi gözlerini kuruluyorlardı.
Babam, zavallı babam beni kucağına aldı:
- Yaramazlık etme, anneni üzme… Bak, sonra darılırım, diyordu. Beni öpüyor, okşuyordu. Ben gittikçe hüzünleniyor, hiç cevap veremiyor, önüme bakıyordum…
Sonra herkes bir çember biçiminde toplandı. Ortada ak sakallı, yeşil sarıklı bir efendi vardı. Efendi gözlerini kapadı, ellerini kaldırdı. Herkes 'âmin' diyordu. Âmin sesi dağlara kadar gidiyor, sonra dağlardan geri döner gibi oluyordu. Ben hiçbir şey anlamıyordum. Ama bu anlamazlık beni herkesle birlikte ‘âmin’ demekten alıkoyamıyordu. Benim küçük ellerim de göğe doğru açılmıştı… Yalnız ötede üçer çatılmış süngüler bizi dinliyor, ses çıkarmıyordu.
Birdenbire çember bozuldu, yine bir karışıklık oldu. O sırada babam beni bir daha, bir daha, bir daha öptü. Sonra:
- Alın çocuğu, götürün, dedi.
O an içinde, tâ yüreğimin içinde bir şeyin kırıldığını duydum... Üzgün, pek üzgündüm."1
Babasıyla bu vedalaşmadan sonra, koşarak evlerine gelen küçük Cenap, annesini de hüzün dolu bir şekilde ağlıyor görmüştü:
"... sessizce ağlıyordu.

Bu benim annemdi.

Kardeşim o zaman üç yaşında her şeyden habersiz, koca bahçenin çamurlu bir köşesinden yorgun bir halde gelmiş, şaşırmış, bakıyordu. Belki de gidenin her akşamki dönüşünü bekliyordu. Kim bilir?
Öteki kız kardeşim, daha üç aylık, beşiğinde ilk gülümsemelerini kendi kendine öğreniyordu.
Hizmetçi kız, aşçı kadın, hepsi orada idiler. Yalnız bir kişi eksikti. Bu yumruk kadar aklımla bir dakika düşündüm. Giden babamdı. O benim için bir dayanak, bir siper, bir koruyucuydu. Bir sepet gibi onun koluna asılır, korktukça onun göğsüne saklanır, ona yakınır, hep ondan yardım isterdim. Şimdi o gitmişti. Ben bunların hepsinden yoksun kalmıştım… Gitmişti, "Yine gelecek." diyorlardı; ama ya gelmeyecek olursa…
İşte o an içimde, tâ yüreğimde kırılan şeyin nazik bir oyuncaktan, güzel bir bebekten daha sevgili bir şey olduğunu anladım. Göğsümde şişip duran şey, birdenbire coştu ve taştı; bir hıçkırık tufanıyla düştüm, ağladım, çok ağladım, öylesine çok ağladım ki, sessizce ağlayan annemi susturdum. Şimdi annem beni kucağına almış, haykırıyordu:

-Ah Yarabbi, evlâdıma hastalık gelecek… Aman Yarabbi, hıçkırıklar evlâdımı boğacak, su, su, çabuk biraz su getirin.

Ayrılmanın doğurduğu kendi yasını unutmuştu, yüzümü yıkıyor, beni avutmaya çalışıyordu. Zavallı anneciğim."2
Plevne'ye giden Osman Şahabbettin Bey, bir daha geri gelmedi. Cenap iki kardeşiyle babasız kalmıştı. Bu yüzden Manastır'dan İstanbul'a geldiler. Cenap, önce Tophane'deki Mekteb-i Fevziye'de okudu; ardından Eyüp Askerî Rüşdiyesi’ne girdi. Daha sonra Kuleli'deki Tıbbiye İdadisi'nde iki yıl eğitim gören Cenap,
Askerî Tıp Fakültesi'ne geçti.

Cenap, zeki bir öğrenciydi. Bir taraftan tıp fakültesinde okuyor, diğer yandan edebiyatla ilgileniyordu. Evleri Şâir Şeyh Vasfî'nin evine yakındı. Cenap onunla tanıştı. Şeyh Vasfî onu devrin tanınmış şâiri Muallim Naci ile tanıştırdı.
Bu yıllar (1885-1890) Türk edebiyatında eski-yeni mücadelesinin yaşandığı yıllardı. Yeniliğin temsilcisi olarak görülen Recâizâde Mahmut Ekrem, eserlerinde, eskinin temsilcisi olarak görülen Muallim Naci'ye hücum ediyor, Naci bu hücumlara cevap vermekte gecikmiyordu. Edebiyat dünyamızda bu tartışmaların yaşandığı günlerde genç Cenap, Muallim Naci'nin tesiri altında, Divan edebiyatı tarzında şiirler yazıyordu. Fakat daha bu yıllarda Fransız edebiyatına ilgi duyması, onu Recâizâde Mahmut Ekrem ve Abdülhak Hâmid'in şiirine de yöneltmişti. Yeni şiirin güzelliklerinin farkına varan genç Cenap, Recâizâde Ekrem ve Hâmid'i acemice taklit eden şiirler yazmakta da gecikmedi. Ve bu ilk şiirlerini daha on yedi yaşında bir öğrenciyken 1887 yılında Tâmât adıyla yayımladı. 1886'da ancak 12 sayı devam eden Sebat adlı bir dergi ile okuyucu karşısına çıktı.

1889 yılında Askerî Tıp Fakültesi'ni birincilikle bitiren Cenap, doktor yüzbaşı olarak dokuz ay kadar görev yaptıktan sonra 1890'da cilt hastalıkları üzerinde ihtisas yapmak üzere Fransa'ya gönderildi. Bu olay, Cenap'ın hayatında bir dönüm noktası teşkil etti.
Cenap, Fransa'da tıp ihtisası yapmanın yanında, Fransız ve dünya edebiyatını inceledi. Dil ve şekil mükemmelliğinin önemini vurgulayan, şiiri kelimelerle yapılan bir tablo haline getiren Parnasyenlere ve kelimelerin musikisine çok önem veren, duygu ve düşüncelerin birtakım semboller vasıtasıyla anlatılmasını ve bütün varlığa sert görünüşleriyle değil, yarı karanlık ve yarı gölgenin ardından bakılmasını savunan Sembolistlere büyük bir ilgi duydu. Onların şiirlerini nasıl yazdıklarını anlamaya çalıştı. Bu durum onu müzikal şiir denemelerine yöneltti.
 

Çevrimiçi üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

REKLAMLAR

Forum istatistikleri

Konular
17,414
Mesajlar
134,310
Kullanıcılar
90,716
Son üye
Abdullah Kara
Üst