asah
GOLD Üye
- Katılım
- 14 Eki 2012
- Mesajlar
- 2,943
- Tepkime puanı
- 11
- Puanları
- 0
- Bölüm:
- Türk Dili ve Edebiyatı
- Şehir:
- Zonguldak
Eski Türk Edebiyatına Giriş: Söz Sanatları
Ünite: 1
Eski Türk Edebiyatında İfade Şekilleri ve Anlam Sanatlarına Giriş
Îcâz ve İtnâb
Belâgatte bir cümlede kullanılan sözcüklerin ifade edilmek istenen maksada göre azlık ya da çokluğunu veya cümlenin uzunluk ya da kısalığını belirtmek için üç ayrı ölçüt vardır:
Îcâz (sözü kısaltmak)
İtnâb (Sözü uzatmak) ve
Müsâvât (Sözü güzel ve maksada uygun olarak ifade edebilen birinin, muhatabının durumunu göz önünde bulundurarak maksadını sıradan insanların günük hayatta kullandıkları sözlerle ifade etmesidir)
Belâgatte îcâza büyük önem verilmiştir.
Bir ibarenin uzunluk ve kısalığını belirlemenin ölçütü, günlük dildir. Sözün muktezâ-yı hâl (= sözün gereği)e uygun olarak ifade edilmiş olup olmaması da bu konuda esas alınan ikinci derecede başka bir ölçüttür.
Îcâz
Şiir dilinin en önemli özelliklerinden biri, kısa ve eksiltili anlatımdır (az sözle çok anlam ifade edebilme gayreti).
Bir düşünceyi ifade etmede kullanılan az sayıda kelime ya da kısa bir ibare asıl söylenmek isteneni ifadeye yetiyorsa bu îcâz söze güzellik katar; yetmiyorsa, îcâz-ı muhill (=anlamı bozan îcâz) ya da ihtisâr-ı muhill (=anlamı bozan kısaltma) adını alır ve bir kusur sayılır.
Îcâz, îcâz-ı hazif ve îcâz-ı kısar olmak üzere ikiye ayrılır.
Îcâz, belâgatte söz ve anlam ilişkisinin konu edildiği i’tilâf ve haşvin yanı sıra sanatlı ifade yolları olan mecâz ve kinâye ile de yakından ilgilidir.
İtnâb
Maksadı ifadede alışılagelen ibareden fazla kelime kullanıldığında, eğer bu kelimelerin cümledeki anlama katkısı varsa ya da muhatabın durumu bunu gerektiriyorsa, bu itnâb kusur değildir; söze güzellik katar. Fakat bu fazlalık bir yarar sağlamıyorsa tatvîl (=sözü uzatma) kabul edilerek itnâb-ı mümill (=bıktırıcı uzatma) adını alır ve kusur sayılır. Anlama olumlu bir katkısı olmayan tekrîr (=yineleme) de bu açıdan tatvîl sayılır.
İtnâbın türleri:
a) Geneli ifade eden bir sözden sonra özeli ifade eden bir söz söylemek: “Hepiniz gelin, Osman sen de gel” cümlesinde olduğu gibi.
b) Özeli ifade eden bir sözden sonra geneli ifade eden bir söz söylemek: “Ayşe, Osman herkes bugün buraya geldi” cümlesinde olduğu gibi.
c) Kapalı bir ifadeden sonra söylenene açıklık getirmek: “İnsanın iki şeyin değerini kaybetmeden bilmesi lazım; biri sağlık diğeri de ölümlü olduğunun idraki”.
d) Tekrîr/tekrâr: Bir kelime veya kelime gurubunu anlamı güçlendirmek amacıyla tekrarlamaktır.
e) Cümle-i mu’terize kullanmak: Bir cümle içerisinde ara cümle kullanmaktır. Uzun metrajlı hemen bütün cümlelerde karşımıza çıkabilir.
f) Ekleme: Cümle tamamlandıktan sonra o cümleyle ilgili ayrı bir cümle daha söylemektir.
İtnâbda muhatabın durumu ve vurgulanmak istenen husus önemli rol oynar. Bu ihtiyacı karşılayan itnâb, üsluba güzellik katan bir özelliktir. Bir söze itnab niteliği veren söz ya da sözlere haşiv (/haşv) denir.
“Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum”
Beyân
Asıl anlamı “ortaya çıkmak, görünmek, zahir olmak, açıklamak, maksadı ortaya koymak”tır. Beyân söz ile anlam arasındaki ilginin niteliklerini ele alır ve araştırır. Söz ile anlam arasındaki bu ilgiye delâlet denir ve delâlet beyânın özüdür.
Delâlet
Delâlet, herhangi bir söz, durum ve hareketin belli bir anlam ve hükümle bağlantısını ifade eden bir kavramdır. Bir şeyin anlaşılmasının başka bir şeyin daha anlaşılmasını gerektirmesi durumudur. Şu halde iki unsur söz konusudur: Bu iki unsurdan ilkine dâll (=delâlet eden, gösteren, işaret eden)
İkincisine de medlûl (=delâlet edilen, gösterilen, işaret edilen) denir.
Delâletin türleri:
b) Tabî’î delâlet (=doğal delâlet): Gösteren gösterilen arasındaki psiklojik ve fizyolojik ilişki aracılığıyla bilgiye ulaşılması durumudur: “Off!” nidasının sıkıntı halini belirtmesi buna örnek olabilir.
c) Vaz’î delâlet (=uzlaşıya dayalı delâlet): Gösteren ile gösterilen arasındaki anlam ilişkisinin gelenekler çerçevesinde yerel çerçevede, bilgiye dönüşmesi durumunu tanımlar. “Özel kalem” dendiğinde yazı gereci olan kalemin değil de özel sekreter manasındaki görevlinin anlaşılması buna örnek olabilir.
b) Tabî’î delâlet: yüzü kızaranın utanmış olduğunun anlaşılması gibi.
c) Vaz’î delâlet: belli işaretlerin, mimiklerin belli değer ve hükümleri anlatması durumudur.
Delâlet ilişkisinin daha iyi anlaşılabilmesi için:
Beyân lafzî-vaz’î delâleti mutâbakat, tazammun ve iltizâm olmak üzere üç kısmda inceler.
a) Mutâbakat: Bir sözcüğün asıl anlamı yerine kullanılmasıdır.
b) Tazammun: Bir sözcüğü, ifade ettiği anlamlardan sadece birisini öne çıkararak kullanaktır; cesaretli birisi için aslan derken, o kişinin sadece aslan gibi cesur olduğunu ifade etme durumu buna örnek olabilir.
c) İltizâm: Sözün, fiziki bir durumun zihindeki yanısmasını ifade etmek için kullanılması. Kıskançlıktan benzi sarardı dediğimde karşımdakinin sararıp sararmamasıyla değil utancıyla ilgi bir anlamı işaret ederken yaptığım şey mecaz değil iltizâm olarak kabul edilir.
Lafız-Mana İlişkisinde Hakikat ve Mecâz
Sözün gerçek anlamda kullanılması hakikat, bir ilgi dolayısıyla bu anlamın dışında kullanılması mecâz, gerçek anlamda kullanılması mümkün olduğu halde zihinde çağrıştırdığı başka bir anlamı da içermesi kinâye, hiçbir ilgi bulunmaksızın bir başka anlamda kullanılması ise galat’tır.
Hakikat, bir lafzın kendisi için konulmuş olan anlamda kullanılmasıdır ve bu anlam onun lügavî (temel/gerçek) anlamıdır.
Belgâtte sözün sonradan kazandıkları anlamlara me’ânî-i sevânî (ikinci anlamlar) denir. Me’ânî-i sevânî için ma’ne’l-ma’nâ (anlamın anlamı) terimi de kullanılmıştır.
Edebi metinler yan anlamlı sözcüklerin yoğun olduğu metinlerdir.
Hakikat ile mecaz arasındaki fark, hakikatin gösterdiği anlam için bir karine(=ipucu)ye ihtiyaç duymaması, mecazın ise bu karineye ihtiyaç duymasıyla ortaya çıkar.
Mecâz
Kelimenin hakiki anlamının anlaşılmasına karîne-i mâni’a (=engelleyici ipucu) adı verilen
Aklî bir engel vardır. Bu delil bazen sözün içinde bazen de sözün öncesi ve sonrasındaki ifadede karşımıza çıkar.
Aklî mecâz: Failler arasındaki ilişki nedeniyle, fiilin asıl failiyle değil de başka diğer faille ilişkilendirilmesidir. “Size duyduğum sevgi beni buraya kadar getirdi” dediğimde sevgi’nin binek olmadığını bildiğim halde, bu manada kullanıyor olmam aklî mecaz yoluyla anlaşılabilen bir durumdur.
Mecâz-ı hazfî: Aklî mecâz türü olan mecâz-ı hazfî de fail sözcük öbeğinden düşürülmüştür;
“bu adresi bir de kahveye sor” dediğimde kahve sözüyle işaret edilen muhatap ‘insanlar’ sözcük sözcük öbeğinden düştüğü için, kahve sözcüğü mecâz, sözcük öbeği de mecâz-ı hazfî olarak değerlendirilmiştir.
Lügavî mecâz: Bir kelimenin bir ilgi sebebiyle asıl anlamının dışında kullanılmasıdır. Lügavî mecazın mecâz-ı mürsel ve isti’âre denen iki türü vardır.
Mecâz-ı mürsel: Üç şartla gerçekleşir. A) Kelimenin gerçek anlam dışında bir anlamı kastetmesi. B) gerçek anlam ile mecâzî anlam dışında bir ilgi olması C) gerçek anlamın anlaşılmasına bir engel (karîne-i mâni’a) bulunması.
Mecâz-ı mürselde gerçek anlamdan mecâzî anlama geçişi sağlayan alakalar:
a) Parça bütün (=cüz’iyyet-külliyet) ilişkisi: “saçımı kestirdim” dediğimde saçımın tamamını değil bir kısmını kestirdiğimi ifade ediyor olmam buna örnektir.
b) Mahal ilgisi: “Bardağı bir dikişte içti” dediğimde içilen bardak değil, bardaktakidir, burada bardak, mahal işlevi görevi görmektedir.
c) Sebep-sonuç ilişkisi: Lafzın mecâzî anlama sebep olması, “saçımı boşuna ağartmadım” derken, tecrübe sahibi olduğumu ifade etmem bu duruma örnektir.
d) Genel-özel (=umum-husus) anlam ilişkisi: Özel bir anlamı ifade etmek için geneli ifade eden bir sözcük kullanmak veya bunun tersi durumlar buna örnektir.
e) Mazhariyet ilişkisi: “bütün ev onun eline bakıyor” sözü buna örnektir.
f) Âlet olma ilgisi: Bir kelimenin gerçek anlamının mecazî anlama vesile olması, “Türk dili” dediğimizde “dil” kelimesiyle sakatat değil de sözcükleri ifade ediyor olmamız buna örnektir.
g) Öncelik-sonralık ilişkisi: Bir şeyi geçmişteki haliyle ya da gelecekte alacağı hal ile ifade etmektir; eşşek kadar adamdan “bizim çocuk” diye söz eden ebeveynlerin lafzı bu duruma örnektir.
Bir mecazın sanat olarak kabul edilebilmesi için, kullanılan mecazın dildeki hazır bir malzeme olmaması, eser sahibi tarafından bilerek kullanılmış olmasına dikkat edilir.
Teşbîh
Teşbîhte maksat, asıl olarak müşebbeh ile ilgilidir.
Aralarında benzerlik bulunan iki şeyden birini diğerine benzetmektir. Benzeyene müşebbeh, benzetilene ise müşebbehün bih denir.
Teşbîhte iki unsurun ortak niteliklerine (benzer yanlarına) vech-i şebeh (=benzetme yönü) denir. Bazı durumlarda bu benzetme benzetme edatı (=edât-ı teşbîh) kullanılarak yapılır.
Teşbîhte birden fazla nitelik tek bir şeye benzetilebileceği gibi bunun tersi de mümkündür.
Teşbîhte benzeyen ve kendisine benzetilen olmak üzere iki asıl unsur vardır. Bu iki unsurdan biri kaldırılırsa teşbîh mecaza dönüşür ve istiare adını alır.
Teşbîhte vech-i şebeh söylenirse o teşbîh mufassal,
Söylenmezse mücmel,
Teşbîh edatı söylenirse mürsel,
Söylenmezse mü’ekked olarak adlandırılır.
Mufassaf ve mürsel teşbîh: Ali cesarette aslan gibidir.
Mücmel ve mürsel teşbîh: Ali aslan gibidir.
Mufassal ve mü’ekked teşbîh: Ali cesarette aslandır.
Teşbîhin türleri
Belîğ Teşbîh
Yalnızca müşebbeh ve müşebbehün bihle yapılan, bir başka deyişle vech-i şebeh ve teşbîh edatı bulunmayan teşbîhlere teşbîh-i belîğ denir; “Ali aslandır” cümlesi buna örnektir.
Teşbîhin belîğ kabul edilmesi aranan bir diğer nitelik de ba’îd-i garîp olması şartıdır: Ba’îd-i garîp, vech-i şebehin kolayca anlaşılmamasıdır. Bu kıstas, orijinalite için gereklidir (ba’îd-i garîp ölçütü nedeniyle yukarıda verilen “Ali aslandır” cümlesi, aslan sözcüğünün cesaret manasında kullanıldığının aşikâr olmasından mütevellit, teşbîh-i belîğ değildir).
Temsili Teşbîh
Teşbîhte, vech-i şebeh ayrıştırılamayacak kadar çok unsurdan meydana gelen bir tasavvur ise, buna temsilî teşbîh denir. Ancak bunu, vech-i şebehi birden fazla olan teşbîhlerle karıştımamak lazım. Temsilî teşbîhlerde vech-i şebeh hissî ve somut değil, aklî ve/veya hayalî bir tasavvurdur.
Îrâd-ı mesel ya da irsâl-i mesel adı verilen alatım biçimleri temsilî teşbîh olarak kabul edilirler.
Temsilî teşbîhlerde bir düşünce ya da duygu diğer bir ibare ile desteklenir, bir iddiaya delil getirilir. Bu destekleyici ifade bazen darb-ı mesel de olabilir.
Teşâbüh (=benzeşme): Teşbihteki tarafları bir özellikte birleştirmek için söylenen benzetmelere teşâbüh denir.
Teşbîh-i tehekkümî [(teşbîh-i temlîhi) ironi gibi düşünebiliriz bunu]: Aralarında bir vech-i şebeh olmadığı halde müşebbehin mizah, yergi ya da latife amacıyla müşebbehün bihe benzetilmesidir. Cimri birini cömertlik timsali birine benzetmek gibi.
Osmanlı Türkçesinde yaygın olarak kullanılan Farsça tamlamaların bir kısmı aynı zamanda birer teşbîhtir.
Müşebbehun bih olarak bilinen şeyler kimi zaman müşebbeh olarak karşımıza çıkabilir; “aslana bak Ali gibi” dediğimde aslanın Ali kadar cesur olduğunu söylemiş olurum. Hatta Ali’nin aslanı bile alt edeceğini ima ederim. Bu tarz teşbîhlere teşbîh-i maklûb denir.
İstiâre
Kelimenin asıl anlamı birinden bir şeyi ödünç isteyip almaktır.
İstiâre, bir kelimeye aralarındaki benzerlik sebebiyle asıl anlamının dışında yeni bir anlam vermektir.
İstiâre hem bir mecaz hem de bir teşbîhtir.
İstiâre, bir unsurun zihnimizde uyandırdığı başka bir unsur ile olan benzeyişini yakalayıp vermesidir.
İstiâre, kelimelerin temel anlamlarının sınırlarını aşma çabasıdır.
İstiâre ile soyut şeyler, duygu ve düşünceler somutlaştırır.
İstiâre tek bir sözcükle meydana gelmişse müfred, birden fazla sözcükten oluşmuşsa mürekkeb istiâre adını alır.
Müfred istiâre ikiye ayrılır:
a) İstiâre-i musarraha (=açık istiâre): Benzeyeni düşürülmüş teşbîhtir. Bu istiâreye “açık” denmesinin nedeni benzetilenin açıkça ifade edilmesidir.
Açık istiârede benzetilenin açıkça anlaşılması gereklidir.
b) İstiâre-i mekniyye (= kapalı istiâre): Kendisine benzetilenin açıkça söylenmediği istiârelerdir.
İstiâre-i mekniyyede lafzın gerçek anlamında kullanılmadığını gösteren “karine” istiâre-i tahyîliyye olarak adlandırılır.
İsim ve isim hükmündeki kelimelerle yapılan isti’âre-i asliyye, fiillerle yapılan istiârelere de isti’âre-i tebe’iyye denir.
Mürekkeb istiâre: Mürekkeb istiârede benzetmede unsurlar birer cümledir. Mürekkeb istiâreye temsilî istiâre de denir. Kararsızlık anlatmak için söylenen; “bir ileri bir geri gidiyor” buna örnektir.
Teşhîs ve İntâk
Teşhîs = kişileştirme, intâk da = konuşturma demektir. Her intâkta teşhîs olması gerekir.
(Şema)
1 Mecâz
1.1 Mecâz- Aklî
1.2 Mecâz-ı Lügavî
1.2.1 İstiâre
1.2.1.1 Teşbih
Kinaye
Lügat anlamı gizlemek olan kinaye bir sözü gerçek anlamının da kastedilmiş olması mümkün olduğu halde farklı bir anlamda kullanmaktır.
Kinayeli söz bir açıdan mecaz, bir açıdan hakikattir. Mecazdan farkı, kinayede karîne-i mâni’anın bulunmamasıdır.
Kinaye, “sarâhat (=açıklık)”in zıddıdır.
Kinaye, hakikat ile mecaz arasında bir köprüdür.
Kendisinde kinayenin meydana geldiği lafza meknî bih; kastedilen anlamada meknî anh denir.
Maknî anh değil de işaret ettiği anlamlar üç kısma ayrılır:
Ta’riz
Ta’rizi kinayeden ayrı düşünmemek gerekir.
Ta’riz, tenkid, alay doğruyu gösterme maksadıyla söylenmiş sözlerdir.
Kinaye tek bir sözcükte olduğu halde ta’riz cümlenin tamamında meydana gelir. Ta’rizde işaret edilen anlam bir sıfat ya da durumdur; ancak bu sıfata (ya da duruma) konu olan ta’rizde belirtilmez.
Ünite 2: Anlam Sanatları
Söz sanatları (=sanâyi’-i lafziyye) ve anlam sanatları (=sanâyi’-i ma’neviyye)
Bedî’
Asıl anlamı örneksiz ve modelsiz bir şey icat etmek olan bedî’, manaya delâleti açık ve durumun gereğine uygun olan sözü lafız ve mana yönlerinden güzelleştiren usûl ve maharetler (=muhassinat)i konu alan bir bilimdir.
Anlam sanatları:
Tenâsüb
İham-ı tenâsüb
Tezâd
Îhâm-ı tezâd
Mukabele
Cem’
Tefrîk
Taksim
Leff ü neşr
Tensîkü’s-sıfat
Rücû’
Tecrîd
İltifât
Tevriye
Müşâkele
Mübâlağa
Tecâhül-i ârif
Hüsn-i ta’lîl ve mezheb-i kelâmî şeklinde sıralanabilir.
Söz sanatları
Cinâs
İştikak
Seci
İrsâd
Reddü’l-acüz ale’s-sadr ve akis gibi sıralanabilir.
Anlam Yakınlığı ve Karşıtlığına Dayalı Sanatlar
Tenâsüb
Aralarında anlam bakımından tezad dışında bir ilişki bulunan iki ya da daha fazla sözcüğü bir ibarede toplamaktır. Gül, bülbül ve gül bahçesi sözcüklerinin aynı cümle/dize ya da beyitte yer alması buna örnektir.
“Aramazdık gece mehtâbı yüzün parlarken
Bir uzak yıldıza benzerdi güneş sen varken”
Îhâm-ı Tenâsüb
Bir ibaredeki kelimelerden birinin ya da birden fazlasının kastedilmeyen anlamıyla o ibaredeki tenasüb ilişkisi içinde yer almasıdır. İki anlamı olan bir sözcüğün cümlede kastedilmeyen anlamıyla aralarında tenasüb bulunan diğer sözcüklerin anlamları aralarında tezad dışında bir ilişki bulunmasıdır.
Emir kipi olarak gül, gülmek ve bülbül aynı ibarede yer alırsa, gül sözcüğünün çiçek değil eylem manasında kıllanılmasından mütevellit îhâm-ı tenâsüb gerçekleşmiş olur.
“Titrerdi o bûsenle açan gonca gülünce”
Leff ü Neşr (dürme, toplama ve yayma)
Bir ibarede iki ya da daha fazla sözcüğü veya hükmü zikrettikten sonra bunlarla ilişkili sözcük ya da hükümleri sıralamak yoluyla meydana getirilen bir ifade biçimidir.
Bir ibarede önce birtakım unsurları söylemek, sonra da bunların her biriyle ilgili başka unsurları sıralamak şeklinde de tarif edebiliriz.
İbarede önce söylenenler leff (=toplama) sonra söylenenler de neşr (=yayma) olarak tanımlanır.
Leff ü neşr, müretteb ve gayr-i müretteb olmak üzere ikiye ayrılır.
Müretteb (=düzenli, sıralı) leff ü neşr: İlk sırada söylenen kelime ya da hükümlerle bunların karşılığı olan unsurların aynı sırayla verilmiş olmasıdır.
Gayr-i müretteb leff ü neşr: Buna müşevveş leff ü neşr de denir. Dağınık, sırasız leff ü neşrlere denir.
“Sakın bir söz söyleme… Yüzüme bakma sakın
Sesini duyan olur, sana göz koyan olur.”
Ünite: 1
Eski Türk Edebiyatında İfade Şekilleri ve Anlam Sanatlarına Giriş
Îcâz ve İtnâb
Belâgatte bir cümlede kullanılan sözcüklerin ifade edilmek istenen maksada göre azlık ya da çokluğunu veya cümlenin uzunluk ya da kısalığını belirtmek için üç ayrı ölçüt vardır:
Îcâz (sözü kısaltmak)
İtnâb (Sözü uzatmak) ve
Müsâvât (Sözü güzel ve maksada uygun olarak ifade edebilen birinin, muhatabının durumunu göz önünde bulundurarak maksadını sıradan insanların günük hayatta kullandıkları sözlerle ifade etmesidir)
Belâgatte îcâza büyük önem verilmiştir.
Bir ibarenin uzunluk ve kısalığını belirlemenin ölçütü, günlük dildir. Sözün muktezâ-yı hâl (= sözün gereği)e uygun olarak ifade edilmiş olup olmaması da bu konuda esas alınan ikinci derecede başka bir ölçüttür.
Îcâz
Şiir dilinin en önemli özelliklerinden biri, kısa ve eksiltili anlatımdır (az sözle çok anlam ifade edebilme gayreti).
Bir düşünceyi ifade etmede kullanılan az sayıda kelime ya da kısa bir ibare asıl söylenmek isteneni ifadeye yetiyorsa bu îcâz söze güzellik katar; yetmiyorsa, îcâz-ı muhill (=anlamı bozan îcâz) ya da ihtisâr-ı muhill (=anlamı bozan kısaltma) adını alır ve bir kusur sayılır.
Îcâz, îcâz-ı hazif ve îcâz-ı kısar olmak üzere ikiye ayrılır.
- Îcâz-ı Hazif (=Eksiltmeyle yapılan îcâz)
- Îcâz-ı Kısar
Îcâz, belâgatte söz ve anlam ilişkisinin konu edildiği i’tilâf ve haşvin yanı sıra sanatlı ifade yolları olan mecâz ve kinâye ile de yakından ilgilidir.
İtnâb
Maksadı ifadede alışılagelen ibareden fazla kelime kullanıldığında, eğer bu kelimelerin cümledeki anlama katkısı varsa ya da muhatabın durumu bunu gerektiriyorsa, bu itnâb kusur değildir; söze güzellik katar. Fakat bu fazlalık bir yarar sağlamıyorsa tatvîl (=sözü uzatma) kabul edilerek itnâb-ı mümill (=bıktırıcı uzatma) adını alır ve kusur sayılır. Anlama olumlu bir katkısı olmayan tekrîr (=yineleme) de bu açıdan tatvîl sayılır.
İtnâbın türleri:
a) Geneli ifade eden bir sözden sonra özeli ifade eden bir söz söylemek: “Hepiniz gelin, Osman sen de gel” cümlesinde olduğu gibi.
b) Özeli ifade eden bir sözden sonra geneli ifade eden bir söz söylemek: “Ayşe, Osman herkes bugün buraya geldi” cümlesinde olduğu gibi.
c) Kapalı bir ifadeden sonra söylenene açıklık getirmek: “İnsanın iki şeyin değerini kaybetmeden bilmesi lazım; biri sağlık diğeri de ölümlü olduğunun idraki”.
d) Tekrîr/tekrâr: Bir kelime veya kelime gurubunu anlamı güçlendirmek amacıyla tekrarlamaktır.
e) Cümle-i mu’terize kullanmak: Bir cümle içerisinde ara cümle kullanmaktır. Uzun metrajlı hemen bütün cümlelerde karşımıza çıkabilir.
f) Ekleme: Cümle tamamlandıktan sonra o cümleyle ilgili ayrı bir cümle daha söylemektir.
İtnâbda muhatabın durumu ve vurgulanmak istenen husus önemli rol oynar. Bu ihtiyacı karşılayan itnâb, üsluba güzellik katan bir özelliktir. Bir söze itnab niteliği veren söz ya da sözlere haşiv (/haşv) denir.
“Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum”
Necip Fazıl
Her iki mısrada da asıl anlam ilk kelimelerle verilmektedir. Bununla birlikte “sokakta” ve “yürüyorum” sözcükleri kapalı ifadelerdir, açıklanmaya ihtiyaçları vardır. Bu sözcüklerden sonra gelen ifadeler bu iki sözcüğü anlamlandırmaktadır. Şairin önce kapalı bir söz söyleyip daha sonra da buna açıklık getirmesi (=îzâh ba’de’l-ibhâm) ise mısralara etkileyicilik kazandırmaktadır. Beyân
Asıl anlamı “ortaya çıkmak, görünmek, zahir olmak, açıklamak, maksadı ortaya koymak”tır. Beyân söz ile anlam arasındaki ilginin niteliklerini ele alır ve araştırır. Söz ile anlam arasındaki bu ilgiye delâlet denir ve delâlet beyânın özüdür.
Delâlet
Delâlet, herhangi bir söz, durum ve hareketin belli bir anlam ve hükümle bağlantısını ifade eden bir kavramdır. Bir şeyin anlaşılmasının başka bir şeyin daha anlaşılmasını gerektirmesi durumudur. Şu halde iki unsur söz konusudur: Bu iki unsurdan ilkine dâll (=delâlet eden, gösteren, işaret eden)
İkincisine de medlûl (=delâlet edilen, gösterilen, işaret edilen) denir.
Delâletin türleri:
- Lafzî delâlet
b) Tabî’î delâlet (=doğal delâlet): Gösteren gösterilen arasındaki psiklojik ve fizyolojik ilişki aracılığıyla bilgiye ulaşılması durumudur: “Off!” nidasının sıkıntı halini belirtmesi buna örnek olabilir.
c) Vaz’î delâlet (=uzlaşıya dayalı delâlet): Gösteren ile gösterilen arasındaki anlam ilişkisinin gelenekler çerçevesinde yerel çerçevede, bilgiye dönüşmesi durumunu tanımlar. “Özel kalem” dendiğinde yazı gereci olan kalemin değil de özel sekreter manasındaki görevlinin anlaşılması buna örnek olabilir.
- Gayr-ı lafzî delâlet
b) Tabî’î delâlet: yüzü kızaranın utanmış olduğunun anlaşılması gibi.
c) Vaz’î delâlet: belli işaretlerin, mimiklerin belli değer ve hükümleri anlatması durumudur.
Delâlet ilişkisinin daha iyi anlaşılabilmesi için:
- Belirti: İletişim amacı taşımayan, sebep – sonuç ilişkisi taşıyan özellikteki işaretlerdir.
- Görüntüye dayalı gösterge-ikon: İletişim amaçlı, bilgi taşıma görevi olan işaretlerdir, resim ve fotoğraflar gibi.
- Simge-sembol: Sebep-sonuç ilişkisi değil ancak anlaşmaya yarayan ifadelerdir, bir dili oluşturan sözcükler bu durupta sınıflanır.
Beyân lafzî-vaz’î delâleti mutâbakat, tazammun ve iltizâm olmak üzere üç kısmda inceler.
a) Mutâbakat: Bir sözcüğün asıl anlamı yerine kullanılmasıdır.
b) Tazammun: Bir sözcüğü, ifade ettiği anlamlardan sadece birisini öne çıkararak kullanaktır; cesaretli birisi için aslan derken, o kişinin sadece aslan gibi cesur olduğunu ifade etme durumu buna örnek olabilir.
c) İltizâm: Sözün, fiziki bir durumun zihindeki yanısmasını ifade etmek için kullanılması. Kıskançlıktan benzi sarardı dediğimde karşımdakinin sararıp sararmamasıyla değil utancıyla ilgi bir anlamı işaret ederken yaptığım şey mecaz değil iltizâm olarak kabul edilir.
Lafız-Mana İlişkisinde Hakikat ve Mecâz
Sözün gerçek anlamda kullanılması hakikat, bir ilgi dolayısıyla bu anlamın dışında kullanılması mecâz, gerçek anlamda kullanılması mümkün olduğu halde zihinde çağrıştırdığı başka bir anlamı da içermesi kinâye, hiçbir ilgi bulunmaksızın bir başka anlamda kullanılması ise galat’tır.
Hakikat, bir lafzın kendisi için konulmuş olan anlamda kullanılmasıdır ve bu anlam onun lügavî (temel/gerçek) anlamıdır.
Belgâtte sözün sonradan kazandıkları anlamlara me’ânî-i sevânî (ikinci anlamlar) denir. Me’ânî-i sevânî için ma’ne’l-ma’nâ (anlamın anlamı) terimi de kullanılmıştır.
Edebi metinler yan anlamlı sözcüklerin yoğun olduğu metinlerdir.
Hakikat ile mecaz arasındaki fark, hakikatin gösterdiği anlam için bir karine(=ipucu)ye ihtiyaç duymaması, mecazın ise bu karineye ihtiyaç duymasıyla ortaya çıkar.
Mecâz
Kelimenin hakiki anlamının anlaşılmasına karîne-i mâni’a (=engelleyici ipucu) adı verilen
Aklî bir engel vardır. Bu delil bazen sözün içinde bazen de sözün öncesi ve sonrasındaki ifadede karşımıza çıkar.
Aklî mecâz: Failler arasındaki ilişki nedeniyle, fiilin asıl failiyle değil de başka diğer faille ilişkilendirilmesidir. “Size duyduğum sevgi beni buraya kadar getirdi” dediğimde sevgi’nin binek olmadığını bildiğim halde, bu manada kullanıyor olmam aklî mecaz yoluyla anlaşılabilen bir durumdur.
Mecâz-ı hazfî: Aklî mecâz türü olan mecâz-ı hazfî de fail sözcük öbeğinden düşürülmüştür;
“bu adresi bir de kahveye sor” dediğimde kahve sözüyle işaret edilen muhatap ‘insanlar’ sözcük sözcük öbeğinden düştüğü için, kahve sözcüğü mecâz, sözcük öbeği de mecâz-ı hazfî olarak değerlendirilmiştir.
Lügavî mecâz: Bir kelimenin bir ilgi sebebiyle asıl anlamının dışında kullanılmasıdır. Lügavî mecazın mecâz-ı mürsel ve isti’âre denen iki türü vardır.
Mecâz-ı mürsel: Üç şartla gerçekleşir. A) Kelimenin gerçek anlam dışında bir anlamı kastetmesi. B) gerçek anlam ile mecâzî anlam dışında bir ilgi olması C) gerçek anlamın anlaşılmasına bir engel (karîne-i mâni’a) bulunması.
Mecâz-ı mürselde gerçek anlamdan mecâzî anlama geçişi sağlayan alakalar:
a) Parça bütün (=cüz’iyyet-külliyet) ilişkisi: “saçımı kestirdim” dediğimde saçımın tamamını değil bir kısmını kestirdiğimi ifade ediyor olmam buna örnektir.
b) Mahal ilgisi: “Bardağı bir dikişte içti” dediğimde içilen bardak değil, bardaktakidir, burada bardak, mahal işlevi görevi görmektedir.
c) Sebep-sonuç ilişkisi: Lafzın mecâzî anlama sebep olması, “saçımı boşuna ağartmadım” derken, tecrübe sahibi olduğumu ifade etmem bu duruma örnektir.
d) Genel-özel (=umum-husus) anlam ilişkisi: Özel bir anlamı ifade etmek için geneli ifade eden bir sözcük kullanmak veya bunun tersi durumlar buna örnektir.
e) Mazhariyet ilişkisi: “bütün ev onun eline bakıyor” sözü buna örnektir.
f) Âlet olma ilgisi: Bir kelimenin gerçek anlamının mecazî anlama vesile olması, “Türk dili” dediğimizde “dil” kelimesiyle sakatat değil de sözcükleri ifade ediyor olmamız buna örnektir.
g) Öncelik-sonralık ilişkisi: Bir şeyi geçmişteki haliyle ya da gelecekte alacağı hal ile ifade etmektir; eşşek kadar adamdan “bizim çocuk” diye söz eden ebeveynlerin lafzı bu duruma örnektir.
Bir mecazın sanat olarak kabul edilebilmesi için, kullanılan mecazın dildeki hazır bir malzeme olmaması, eser sahibi tarafından bilerek kullanılmış olmasına dikkat edilir.
Teşbîh
Teşbîhte maksat, asıl olarak müşebbeh ile ilgilidir.
Aralarında benzerlik bulunan iki şeyden birini diğerine benzetmektir. Benzeyene müşebbeh, benzetilene ise müşebbehün bih denir.
Teşbîhte iki unsurun ortak niteliklerine (benzer yanlarına) vech-i şebeh (=benzetme yönü) denir. Bazı durumlarda bu benzetme benzetme edatı (=edât-ı teşbîh) kullanılarak yapılır.
Teşbîhte birden fazla nitelik tek bir şeye benzetilebileceği gibi bunun tersi de mümkündür.
Teşbîhte benzeyen ve kendisine benzetilen olmak üzere iki asıl unsur vardır. Bu iki unsurdan biri kaldırılırsa teşbîh mecaza dönüşür ve istiare adını alır.
Teşbîhte vech-i şebeh söylenirse o teşbîh mufassal,
Söylenmezse mücmel,
Teşbîh edatı söylenirse mürsel,
Söylenmezse mü’ekked olarak adlandırılır.
Mufassaf ve mürsel teşbîh: Ali cesarette aslan gibidir.
Mücmel ve mürsel teşbîh: Ali aslan gibidir.
Mufassal ve mü’ekked teşbîh: Ali cesarette aslandır.
Teşbîhin türleri
Belîğ Teşbîh
Yalnızca müşebbeh ve müşebbehün bihle yapılan, bir başka deyişle vech-i şebeh ve teşbîh edatı bulunmayan teşbîhlere teşbîh-i belîğ denir; “Ali aslandır” cümlesi buna örnektir.
Teşbîhin belîğ kabul edilmesi aranan bir diğer nitelik de ba’îd-i garîp olması şartıdır: Ba’îd-i garîp, vech-i şebehin kolayca anlaşılmamasıdır. Bu kıstas, orijinalite için gereklidir (ba’îd-i garîp ölçütü nedeniyle yukarıda verilen “Ali aslandır” cümlesi, aslan sözcüğünün cesaret manasında kullanıldığının aşikâr olmasından mütevellit, teşbîh-i belîğ değildir).
Temsili Teşbîh
Teşbîhte, vech-i şebeh ayrıştırılamayacak kadar çok unsurdan meydana gelen bir tasavvur ise, buna temsilî teşbîh denir. Ancak bunu, vech-i şebehi birden fazla olan teşbîhlerle karıştımamak lazım. Temsilî teşbîhlerde vech-i şebeh hissî ve somut değil, aklî ve/veya hayalî bir tasavvurdur.
Îrâd-ı mesel ya da irsâl-i mesel adı verilen alatım biçimleri temsilî teşbîh olarak kabul edilirler.
Temsilî teşbîhlerde bir düşünce ya da duygu diğer bir ibare ile desteklenir, bir iddiaya delil getirilir. Bu destekleyici ifade bazen darb-ı mesel de olabilir.
Teşâbüh (=benzeşme): Teşbihteki tarafları bir özellikte birleştirmek için söylenen benzetmelere teşâbüh denir.
Teşbîh-i tehekkümî [(teşbîh-i temlîhi) ironi gibi düşünebiliriz bunu]: Aralarında bir vech-i şebeh olmadığı halde müşebbehin mizah, yergi ya da latife amacıyla müşebbehün bihe benzetilmesidir. Cimri birini cömertlik timsali birine benzetmek gibi.
Osmanlı Türkçesinde yaygın olarak kullanılan Farsça tamlamaların bir kısmı aynı zamanda birer teşbîhtir.
Müşebbehun bih olarak bilinen şeyler kimi zaman müşebbeh olarak karşımıza çıkabilir; “aslana bak Ali gibi” dediğimde aslanın Ali kadar cesur olduğunu söylemiş olurum. Hatta Ali’nin aslanı bile alt edeceğini ima ederim. Bu tarz teşbîhlere teşbîh-i maklûb denir.
İstiâre
Kelimenin asıl anlamı birinden bir şeyi ödünç isteyip almaktır.
İstiâre, bir kelimeye aralarındaki benzerlik sebebiyle asıl anlamının dışında yeni bir anlam vermektir.
İstiâre hem bir mecaz hem de bir teşbîhtir.
İstiâre, bir unsurun zihnimizde uyandırdığı başka bir unsur ile olan benzeyişini yakalayıp vermesidir.
İstiâre, kelimelerin temel anlamlarının sınırlarını aşma çabasıdır.
İstiâre ile soyut şeyler, duygu ve düşünceler somutlaştırır.
İstiâre tek bir sözcükle meydana gelmişse müfred, birden fazla sözcükten oluşmuşsa mürekkeb istiâre adını alır.
Müfred istiâre ikiye ayrılır:
a) İstiâre-i musarraha (=açık istiâre): Benzeyeni düşürülmüş teşbîhtir. Bu istiâreye “açık” denmesinin nedeni benzetilenin açıkça ifade edilmesidir.
Açık istiârede benzetilenin açıkça anlaşılması gereklidir.
b) İstiâre-i mekniyye (= kapalı istiâre): Kendisine benzetilenin açıkça söylenmediği istiârelerdir.
İstiâre-i mekniyyede lafzın gerçek anlamında kullanılmadığını gösteren “karine” istiâre-i tahyîliyye olarak adlandırılır.
İsim ve isim hükmündeki kelimelerle yapılan isti’âre-i asliyye, fiillerle yapılan istiârelere de isti’âre-i tebe’iyye denir.
Mürekkeb istiâre: Mürekkeb istiârede benzetmede unsurlar birer cümledir. Mürekkeb istiâreye temsilî istiâre de denir. Kararsızlık anlatmak için söylenen; “bir ileri bir geri gidiyor” buna örnektir.
Teşhîs ve İntâk
Teşhîs = kişileştirme, intâk da = konuşturma demektir. Her intâkta teşhîs olması gerekir.
(Şema)
1 Mecâz
1.1 Mecâz- Aklî
1.2 Mecâz-ı Lügavî
1.2.1 İstiâre
1.2.1.1 Teşbih
1.2.1.1.1 Teşbih-i Müekked
1.2.1.1.2 Teşbih-i Mücmel
1.2.1.1.3 Teşbih-i Mufassal
1.2.1.1.4 Teşbih-i Mürsel
1.2.2 Mecâz-ı MürselKinaye
Lügat anlamı gizlemek olan kinaye bir sözü gerçek anlamının da kastedilmiş olması mümkün olduğu halde farklı bir anlamda kullanmaktır.
Kinayeli söz bir açıdan mecaz, bir açıdan hakikattir. Mecazdan farkı, kinayede karîne-i mâni’anın bulunmamasıdır.
Kinaye, “sarâhat (=açıklık)”in zıddıdır.
Kinaye, hakikat ile mecaz arasında bir köprüdür.
Kendisinde kinayenin meydana geldiği lafza meknî bih; kastedilen anlamada meknî anh denir.
Maknî anh değil de işaret ettiği anlamlar üç kısma ayrılır:
- Mevsûf (=nitelenen varlık) olabilir: “Haset olan yerde huzur bulunmaz” cümlesinde o yer neresi sorusunun cevabı net değildir, bu durum mevsûfa örnek oluyor.
- Bir sıfat olabilir: “Mustafa’nın evinin kapısı herkese açıktır” cümlesiyle misapirperverliğin işaret edilmesi gibi.
- Nispet olabilir: Sıfat ve bu sıfatla nitelenen varlık açıkça belirtildiği halde aralarındaki nispetin kinaye yoluyla ifade edilmesidir. “Hatasını anlayınca elemanın yüzü kızardı / kızarmadı” gibi…
Ta’riz
Ta’rizi kinayeden ayrı düşünmemek gerekir.
Ta’riz, tenkid, alay doğruyu gösterme maksadıyla söylenmiş sözlerdir.
Kinaye tek bir sözcükte olduğu halde ta’riz cümlenin tamamında meydana gelir. Ta’rizde işaret edilen anlam bir sıfat ya da durumdur; ancak bu sıfata (ya da duruma) konu olan ta’rizde belirtilmez.
Ünite 2: Anlam Sanatları
Söz sanatları (=sanâyi’-i lafziyye) ve anlam sanatları (=sanâyi’-i ma’neviyye)
Bedî’
Asıl anlamı örneksiz ve modelsiz bir şey icat etmek olan bedî’, manaya delâleti açık ve durumun gereğine uygun olan sözü lafız ve mana yönlerinden güzelleştiren usûl ve maharetler (=muhassinat)i konu alan bir bilimdir.
Anlam sanatları:
Tenâsüb
İham-ı tenâsüb
Tezâd
Îhâm-ı tezâd
Mukabele
Cem’
Tefrîk
Taksim
Leff ü neşr
Tensîkü’s-sıfat
Rücû’
Tecrîd
İltifât
Tevriye
Müşâkele
Mübâlağa
Tecâhül-i ârif
Hüsn-i ta’lîl ve mezheb-i kelâmî şeklinde sıralanabilir.
Söz sanatları
Cinâs
İştikak
Seci
İrsâd
Reddü’l-acüz ale’s-sadr ve akis gibi sıralanabilir.
Anlam Yakınlığı ve Karşıtlığına Dayalı Sanatlar
Tenâsüb
Aralarında anlam bakımından tezad dışında bir ilişki bulunan iki ya da daha fazla sözcüğü bir ibarede toplamaktır. Gül, bülbül ve gül bahçesi sözcüklerinin aynı cümle/dize ya da beyitte yer alması buna örnektir.
“Aramazdık gece mehtâbı yüzün parlarken
Bir uzak yıldıza benzerdi güneş sen varken”
Faruk Nafiz
Îhâm-ı Tenâsüb
Bir ibaredeki kelimelerden birinin ya da birden fazlasının kastedilmeyen anlamıyla o ibaredeki tenasüb ilişkisi içinde yer almasıdır. İki anlamı olan bir sözcüğün cümlede kastedilmeyen anlamıyla aralarında tenasüb bulunan diğer sözcüklerin anlamları aralarında tezad dışında bir ilişki bulunmasıdır.
Emir kipi olarak gül, gülmek ve bülbül aynı ibarede yer alırsa, gül sözcüğünün çiçek değil eylem manasında kıllanılmasından mütevellit îhâm-ı tenâsüb gerçekleşmiş olur.
“Titrerdi o bûsenle açan gonca gülünce”
Faruk Nafiz
Leff ü Neşr (dürme, toplama ve yayma)
Bir ibarede iki ya da daha fazla sözcüğü veya hükmü zikrettikten sonra bunlarla ilişkili sözcük ya da hükümleri sıralamak yoluyla meydana getirilen bir ifade biçimidir.
Bir ibarede önce birtakım unsurları söylemek, sonra da bunların her biriyle ilgili başka unsurları sıralamak şeklinde de tarif edebiliriz.
İbarede önce söylenenler leff (=toplama) sonra söylenenler de neşr (=yayma) olarak tanımlanır.
Leff ü neşr, müretteb ve gayr-i müretteb olmak üzere ikiye ayrılır.
Müretteb (=düzenli, sıralı) leff ü neşr: İlk sırada söylenen kelime ya da hükümlerle bunların karşılığı olan unsurların aynı sırayla verilmiş olmasıdır.
Gayr-i müretteb leff ü neşr: Buna müşevveş leff ü neşr de denir. Dağınık, sırasız leff ü neşrlere denir.
“Sakın bir söz söyleme… Yüzüme bakma sakın
Sesini duyan olur, sana göz koyan olur.”
Faruk Nafiz