Açıköğretim Siyasi Düşünceler Tarihi Ders Notları / Ders Kitabı

nzeytinevi

Yeni Üye
Katılım
22 Şub 2013
Mesajlar
764
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Açıköğretim Siyasi Düşünceler Tarihi Ders Notları / Ders Kitabı


Siyasi Düşünceler Tarihine Giriş
En iyi siyasal örgütlenme biçimi nedir? Devletin varlığı bir zorunluluk mudur? Siyasal otoriteye itaat nasıl meşrulaştırılabilir? Adalet nedir, nasıl gerçekleştirilebilir?Sosyal adalet diye bir şey var mıdır? Özgürlük nedir? Bireysel özgürlüklerin sınırları nelerdir? Bu ve benzeri sorular, toplum halinde yaşamın başladığı günden itibaren insanoğlunun kafasını kurcalayan sorular olmuştur. Bu sorulara sistematik cevap bulma uğraşısı, siyaset felsefesinin özünü oluşturmaktadır. Siyaset felsefesinin başlangıcı genel olarak antik Yunan’a, özelde de Sokrates’e kadar geri götürülür. “Siyasal Düşünceler Tarihi”, insanlığın peşini bırakmayan bu sorulara farklı dönemlerde, farklı düşünürlerce verilmiş cevapları inceler.
Dersimizin konusu genel hatlarıyla, 1-Antik Çağ,2-Orta Çağ, 3-Modern Dönem,4-Neo-Modern Dönem1ve 5-Post-Modern Dönem olmak üzere beş ana döneme ayrılabilir.Güz döneminde bunlardan ilk ikisi yani Antik Çağ ve Orta Çağ üzerinde duracağız.Bahar döneminde son üç dönem yani modern, neo-modern ve post-modern dönemler dersimizin inceleme konusunu oluşturacak.Geleneksel olarak, siyasal düşünceler tarihi, Antik Çağ,Orta Çağ, modern dönem ve (son yıllarda) post-modern dönem olarak dönemlere ayrılır. Bu bölümlerden farklı olarak ben bu ders çerçevesindeTannenbaum ve Schultz (2010)’u takip ederek geleneksel olarak modern dönem olarak nitelenen dönemi, modern dönem ve neo-modern dönem olarak iki döneme ayırmayı uygun buluyorum. Bunun nedenini ilerleyen sayfalarda etraflı olarak açıklıyorum. Ancak kısaca burada da belirtmem gerekirse, modern dönemin epistemolojik açıdan temel belirleyici özelliği, bu dönem düşünürlerinin insan aklının sosyal, siyasal olayları anlama, onlara müdahalede bulunabilme noktasında insan aklının yetkinliğine yönelik duydukları kesin inançta yatmaktadır. Öte yandan, David Hume, Adam Smith, Immanuel Kant ve Edmund Burke gibi düşünürler modern dönem düşünürlerin insan aklına yönelik bu “imanını” eleştirmişler, insan aklının sosyal olayları ve olguları anlama ve onlara müdahalede bulunmada sınırlılıklarına vurgu yaparak siyasi düşüncelerini geliştirmişlerdir. Bu nedenle bu düşünürlerin eleştirdikleri modern dönem düşünürleri ile aynı dönem içerisinde ele alınmayıp neo-modern dönem düşünürleri olarak ele alınmasının daha yerinde olacağını düşünüyorum.

Haklar icat edilmesi fikrine insanların gerçekte var olan haklarının ve özgürlüklerinin tehlikeye atıldığı düşüncesi ile karşı çıkmışlardır. Fakat onların modern dönem düşünürlerle teorik içerik açısından bir ortak noktası,siyasete bireyleri özgür bırakmak, adaletsizlikleri engellemek dışında onları ahlaklı, erdemli kılmak türünden roller atfetmemeleridir.Son olarak post-modern dönemden bahsetmek istiyorum.
Post-modern dünyanın sosyo-ekonomik, siyasal, kurumsal çevresinin temel özellikleri nelerdir? Modern ve neo-modern dönemlerin merkezi ulus-devlet yapısının bu dönemde eş zamanlı daha fazla yerelleşme ve küreselleşme baskısı altında eski paradigmatik özelliklerini kaybetmeye başladığını söyleyebiliriz. Bu yeni dönemde ülkelerin coğrafi sınırları ile onların etnik aidiyetlerinin birebir örtüşmediği kabul edilmiştir.Yani, devletlerin homojen, tek bir ulusları yoktur. Dünya üzerindeki hemen hemen tüm devletler etnik açıdan çoğulcu bir yapıya sahiptirler. Bu gerçeğin gittikçe daha fazla kabul edilmesiyle merkezi devletin otoriteside gittikçe daha fazla miktarda yerel birimlere devredilmektedir. Öte yandan, iletişim, ulaşım alanındaki devrimler insanların, malların ve hizmetlerin ve finansal varlıkların gittikçe artan oranlarda küresel çapta dolaşmasına yol açmıştır. Artık ülkeler eskiden olduğu gibi bu varlıkların ülkelerine giriş çıkışını kolayca kısıtlayıp, kontrol edememektedirler.Bunun yanı sıra ülkeler, pazarlarını, emek güçlerini, sermayelerini birleştirmenin getireceği ölçek ekonomisinden faydalanmak üzere de bölgesel birlikler oluşturmakta, egemenliklerinden gönüllü olarak taviz vermektedirler. İşte bu süreci küre yerelleşme (glocalization) olarak isimlendirebiliriz.Bu yeni dönemin metoduna ilişkin söyleyebileceğimiz şey onun sadece tek bir “meşru” metot olduğu yönündeki iddiayı reddettiğidir.Neo-modernlere benzer ama onlardan daha radikal bir şekilde post-modernler insan aklının kesinlik içeren bilgiye ulaşabileceği fikrini reddetmişlerdir.Post-modernlere göre bilimsel bilgi mevcut bilgi birikimine bilimsel yöntemle elde edilen yeni bilginin eklenmesiyle sürekli gelişen, ilerleyen bir şey değildir.

Bilgi, Thomas Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı eserinde belirttiği üzere, devrimsel bir süreç içerisinde eski paradigmanın yerini yeni bir paradigmanın aldığı paradigmatik kayma(paradigm shift) ile değişir.Postmodernler teorik olarak insan aklına modern dönemde atfedilen yüce değeri sorgulamakta, aklın gücüne dayanarak yapılmaya çalışılanların insanlara huzur getirmediği tespitini yapmaktadırlar. Friedrich Nietzsche,antik dünyanın kendine güvenen, kendi doğrularını kendisi oluşturan, doğanın ve toplumsal hayatın ortaya çıkardığı engellere meydan okuyan insanın yerine Sokrates’in akıl temelinde her şeyi sorgulayan ama yıktığı şeylerin yerine yeni yanılsamalardan başka bir şey koyamayan rasyonel insanı, Hıristiyanlığın ise baş eğmeyi erdem olarak gören imanlı insanı koyduğunu düşünür. Antik dünyada insanın sahip olduğu ahlak anlayışı “efendi ahlakı” iken bu yeni ahlak “köle ahlakı”dır. Moderniteyle insanın sorunu bitmiş değildir. İnsan aklı/bilimi imanın yerine koyarak köle ahlakından kurtulamamıştır. Akıl/bilim dinin altını oymuştur ama o kendi kendisini de sorgulayarak zayıflatmaktadır. Yapılması gereken akla dayanmak değil,irade gücüne sahip olmaktır. Ancak iradenin takip edeceği şey soyut akıl veya Hıristiyan ahlakı olmayacak, belki de Devlet’te Thrasymachus’un dediğ igibi güçlünün kendi işine gelecek şekilde koyacağı kurallar olacaktır.Nietzsche’ye paralel bir şekilde, Sigmund Freud da bilinç dışının insan eylemlerini şekillendirmedeki etkisini göstererek modern dönemlerin kendini ve çevresini akıl temelinde kontrol eden rasyonel insan fikrini sorgulamıştır.Böylece, bir yıl boyunca takip edeceğimizyolun bir haritasını çıkarmış olduk. Yılın ilk yarısında, yani güz döneminde, dikkatimizi Antik ve OrtaÇağ siyasi düşüncesi üzerine yoğunlaştıracağız. Yılın ikinci yarısında yani bahar döneminde de modern, neo-modern ve post-modern siyasi düşünceyi inceleyeceğiz. Haftalık konularımızı ders izlencesinde bulabilirsiniz.Hepiniz için başarılı ve verimli bir dönem olması dileğiyle…


Eski Yunan’da Siyasal-Sosyal-Kurumsal Yapı, Yöntem ve Teoriye Dair 1


Eski Yunanlıların siyasal örgütlenmeleri, bugünün modern dünyasından farklı olarak ulus-devlete değil polis(şehir/site-devleti) düzenine dayanmaktaydı. Savaş ittifakları bir yana, birden fazla polisi içine alan bir devlet kavramına sahip değillerdi. Her polis siyasal açıdan bağımsızdı ve kendi kendini yönetirdi. Aynı zamanda polisler otarşik (kendine yeten) bir yapıya sahiptiler. Her ne kadar polisler bir miktar ithalata dayanmak zorunda idiyse de bu ithalat günümüz dünyasındakilerle kıyaslanmayacak kadar azdı. Her polis kendi temel ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek bir toprak parçasına sahipti. Bu topraklar polisin merkezi ile çevre köyleri kapsayan bir alandan oluşmaktaydı. Halk polis merkezini çevreleyen bu tarım arazilerinde gün boyu çalışır, akşamleyin de güvenlik gerekçesiyle polise geri dönerdi (Sealey, 1976: 19).Halkın geçimini sağlamak için üzerinde çalıştığı bu topraklar, onlar arasında parçalara bölünmüştü.Emlak, poliste vatandaşlık bağının kaynağıydı. Fakat vatandaşların hayatının özü bu araziler üzerinde gösterdikleri faaliyetler değil, siyasal, yargısal, askeri, dini alanlarda üstlendikleri rollerdi(Foster, 1971: 28). Mayo’nun Atina polisine dair ifade ettiği gibi,esas fikir, bir vatandaş için en iyi hayatın polisin hayatına katılmakla yaşanabileceğidir.

Atina’nın en parlak döneminde liderliğini yapan Perikles’in ifadesiyle, “aktif olarak kamu faaliyetlerine katılmayan vatandaşların sadece lüzumsuz olmakla kalmayıp, aynı zamanda polis için de bir tehlike teşkil ettiği” düşünülürdü. Bu anlamda vatandaşın hayatı ancak şehre hizmetle ve onun idaresine katılmakla değer kazanırdı(Mayo, 1964: 37). Vatandaşlara ait topraklarda çalışanlar, kölelerdi. Eski Yunan’da kölelik vatandaşlara siyasal ve sosyal faaliyetlere katılacak zaman ve imkânı sağladığı için doğal bir kurum olarak kabul edilirdi.Keza, bir kişinin hayatını kazanmak ve ailesini geçindirmek için siyasal faaliyetlere katılamayacak kadar çalışması gerekiyorsa o kişinin özgür bir hayat sürdürmeye layık olmadığı düşünülürdü (Foster, 1971: 28). Öte yandan, Eski Yunan’da var olan kölelik kurumuna ilişkin bu fikirlerin abartılı olduğunu ileri süren görüşler de mevcuttur. Buna göre,vatandaşların çalışmayan bir sınıf olduğu ve kölelik olmazsa demokrasininde olamayacağı fikri yanlıştır. Vatandaşların tüm boş vakitlerini Agora’da(Pazar yeri) toplanıp, kamu meselelerini tartışmaya harcadığı inancı doğru değildir. Vatandaşların büyük bir kısmı geçimini sağlamak için çalışmak zorundaydı. Bu zorunluluğun yerine getirilmesinden sonra arta kalan zamanda da vatandaşlar kendilerini polis meselelerine verirlerdi(Mayo, 1964: 35). Hayatını çalışmaya gerek olmadan kazanamayan vatandaşlar ya çiftçi ya da zanaatkâr olurdu. Marangozluk, heykeltıraşlık,inşaat ustalığı, çömlekçilik en başta gelen mesleklerdendi. Tüm bu mesleklerde babadan oğla aktarılan bir devamlılık ve buna dayalı bir gelenek söz konusu idi. Atölyeler çok büyük olmayıp işler ortalama beş-altı kişi ile yürütülürdü. Kadınlar bu işlerde rol almaz,sadece ev işlerine bakarlardı. Onlar özgür olmakla beraber siyasal haklardan yoksundular (Millard, 1987: 30).

Eski Yunanda din sosyal hayatta önemli bir yer tutardı. Dinin sosyal hayattaki önemi, homojen bir dine sahip olan vatandaşlarının toplu ayinler ve festivallerle birbirine kaynaşmalarında oynadığı pozitif rolden kaynaklanmaktadır. Eski Yunan’da din bir polisin kendi vatandaşları arasındaki dayanışmanın pekişmesine katkıda bulunduğu gibi, farklı polislerden gelen farklı kabilelerin belli bir tapınak etrafında dini bir birlik oluşturmasıyla,dolaylı olarak polisler arası dayanışmanın gelişmesine de hizmet ediyordu.Nitekim böyle bir birliğe girişte kabile önderleri, diğer üye kabilelerinin polislerine savaş açmayacağına ve su kaynaklarına zarar vermeyeceğine dair yemen ediyorlardı (Sealey, 1974: 34-5). Störig’in deyişiyle (1993:184), kör ama kalp gözü açık olan Homeros’un anlattıklarından öğrendiğimiz kadarıyla, Yunanlılar pek çok tanrıya ve onlar hakkındaki yüzlerce efsaneye inanıyorlardı. Yunanlılar tanrılarını insan şeklinde (antropomorfik), üzülen, sevinen, sevişip birbirleriyle dövüşen,zina yapan varlıklar olarak tasavvur ediyorlardı. Onların insanlardan farkları ölümsüz oluşlarıydı.

Eski Yunan’ın en önemli tanrıları Yunanistan’ın en yüksek dağı olan Olimpos’ta yaşarlardı. Bu nedenle onlara Olimpianlar denmiştir. Bu tanrılar ailesinin başında,destanlarda “tanrıların ve insanların babası” olarak gösterilen gök tanrısı Zeus bulunmaktadır (Mansel, 1984: 134-36). Karısı Hera, bir ay tanrıçası olup kadınların koruyuculuğunu yapar; evlenme ve doğum zamanlarında yardımlarına koşardı. Afrodit, aşk ve güzellik tanrıçası;Ares, savaş tanrısı; Athena, zekâ tanrıçası ve aynı zamanda şehirlerin koruyucusu; Apollon, güneş tanrısıdır. Themis ve Dike ise“adalet” tanrıçalarıdır (Millard, 1987: 34-34). Themis aristokratik adalet anlayışının tanrıçasıdır. Yerleşmiş aristokratik değer ve kurumların (nomos) koruyucusu olarak kabul edilir. Tanrısal otoriteye dayanan Themis, adaletten çok “doğruluğu” temsil eder. Dike ise daha çok“adalet”i temsil eder. Kanun önünde eşitlik, toplumun genel kabulüne uygun olma gibi demokratik değerleri ifade eder. Polis hayatının gelişmesiyle beraber Themis önemini yitirip Dike önem kazanmıştır (Şenel, 1968:19-20). Eski Yunan’da polis düzeninin siyasi-kültürel yapısı hakkındaki bu genel açıklamalardan sonra şimdi en önemli iki polis olan Sparta ve Atina’yı özel olarak ele alarak Eski Yunan medeniyeti hakkındaki bilgimizi pekiştirebiliriz.Sparta, Argolis’in güneyinde, Taygetos ve Parnondağlarıyla çevrili olup esas itibarıyla Evrotas vadisinden ibaret olan Lakonya’da Dor’lar tarafından kurulmuş bir polistir (Mansel, 1984: 113).İ.Ö. 1200-1000 civarlarında Trakya yönünden gelerek Akhaların Mykene uygarlığını yıkan Dor’lar demir silahlar kullanan, ilkel,sosyal farklılaşmaya uğramamış, eşitlikçi kabilelerdi (Şenel, 1970:173). Dorlar, işgal ettikleri Mora bölgesindeki Mykene uygarlığını yıktıktan sonra yerleşik hayata geçerek sosyal tabakalaşmaya uğramışlardır. Bu yeni toplumsal düzende üç ayrı sınıf göze çarpmaktadır.Bunlar: Ele geçirdikleri toprakları ad çekmeyle paylaşan ve esas itibarıyla Sparta şehrinde yaşadıklarından ötürü “Spartalı” adını taşıyan aşağı yukarı 25000 kişiden ibaret aileler topluluğu (Spartanlar), Lakonya’nın dağlık bölgelerinde bir takım köy ve kasabalarda oturan, şahsen özgür ve oturdukları yerlerin idaresinde bir dereceye kadar bağımsız, fakat askerive siyasi bakımdan tamamıyla Spartalı’lara tabi “Periokos”lar ve Spartalı’ların toprağa bağlamış ve elde ettikleri ürünün yüzde altmışını kendilerine vermek zorunda bırakmış oldukları “Helot” adını taşıyan eski Akha köylü topluluğu idi (Mansel, 1984: 114). Bu üçlü tabakalanmada Spartanlar ve Periokoslar özgür kesimi oluştururken, Helotlar ise toprağa bağlı yarı-serf konumunda idiler. Yine özgür kesimlerin içinde sadece Spartalı’lar siyasal iktidarı ellerinde tutabiliyorlardı. Periokosların yönetime katılması sadece yerel düzeydeki bir özerklik olarak sınırlı bir katılım arz etmekteydi.

Sparta’nın sosyal yapısının bu üçlü tabakalaşmasının yanı sıra siyasal yapısına baktığımızda da üçlü bir yapılanma görürüz. Bunlar: iki başlı krallık (diarşi), Gerusia (İhtiyarlarMeclisi) ve Apella(Halk Meclisi) dir. İlk zamanlar Sparta devletinin başında Agiadlar hanedanından bir kral bulunmaktaydı. Ancak daha sonra tarihi nedenleri tam olarak bilinmeyen bir şekilde Evripontidler ailesinden ikinci bir kral birinci kralın iktidarına ortak olmuştur. Bu iki kralın da yetkileri aynı idi. Sparta’nın ilk zamanlarında savaşta Başkomutan, barışta rahip ve yargıç olan bu krallar ilerleyen dönemde asaletlerini korumakla beraber basit bir devlet memuru konumuna kadar inmişlerdir (Mansel, 1984: 115). Peleponnes’de yapılan fetihlerin ardından zenginleşen Sparta toplumunda bu gelişmenin bir sonucu olarak bir aristokratlar sınıfı da ortaya çıkmıştı. Yeni doğan bu sınıfla krallar arasındaki iktidar mücadelesinin neticesinde krallar aristokratların gücünü tanımış ve kendileri dahil 30 üyeden oluşan Gerusiaadı verilen aristokratik bir Senato’nun kuruluşunu kabul etmişlerdi(Şenel, 1970: 175-76). Son olarak tarihsel gelişim süreci içerisinde halkın bu iki kuruma karşı mücadelesinin ürünü olarak ortaya çıktığı anlaşılan, atlı ve yaya Sparta erlerinden oluşan ve asıl hükümranlığı elinde tutan Apella(Halk Meclisi)’yı görmekteyiz. Apella, Gerusiave“Eforus” adını taşıyan devlet denetçilerini seçer, barış ve ittifak gibi önemli sorunlara dair kararlar alır ve kanunlar çıkartırdı. Bu kanunların çıkartılması sürecinde eforuslar kanun taslaklarını hazırlar, bu taslaklar Gerusia’da görüşülür ve son olarak Apella’nın onayına sunulurdu (Mansel, 1984:115-16). Sosyal tabakalaşma ve buna bağlı olarak siyasal kurumlaşmasını özetlediğimiz Sparta’nın sosyal yaşantısına da kısaca değinelim. Sparta’da yoğun bir polis’e bağlılık söz konusu idi. Kişilerin varoluş nedeni adeta polis’in devamlılığını sağlamaktı (Rostovtzeff, 1963:77-81). Eğer bir çocuk zayıf ya da kusurlu doğarsa, ileride polise faydalı bir vatandaş olamayacağı düşüncesiyle ücra bir köşede ölüme terk edilirdi(Williams, 1993: 66-67). Sağlıklı erkek çocukları ise daha 7 yaşında iken “sürü” adı verilen, genç Spartanların liderlik ettiği topluluklara verilirlerdi. Bu sürülerde çocuklar dağ-tepe gezdirilir, idman yaptırılır,kendi yaptıkları sade yemeklerle karınlarını doyururlardı. Bu yaşama biçimleriyle Spartalılar çocuklarının gözü pek savaşçılar olarak yetiştiklerine inanırlardı. Bu çileli eğitimden geçen her çocuk 20 yaşına geldiğinde orduya katılmaya hak kazanırdı. Orduda yer alan erler ev-bark sahibi olabilirlerdi ancak onlar evlerine nadiren giderlerdi.Bunun yerine asker arkadaşlarıyla kışlalarda kalıp yaptıkları sade yemekleri yiyip yavan bir hayat sürdürürlerdi. Sparta’da temel amaç hayatta kalmak ve polisin devamlılığını sağlamak olduğu için her türlü lüksten kaçınılır; sanat, felsefe ve müzik hor görülürdü. Ticaret ve zenginliğin toplumun içinde ayrılık ve tembellik yarattığı düşünülür ve bu işler aşağılanırdı (Mansel, 1984: 116-17). Bu nedenle, ticareti ve onun yozlaştırıcı etkilerini ortadan kaldırmak için efsanevi Spartalı kanun koyucu Lykurgus’un tedavülden değerli altın parayı kaldırıp bunun yerine değersiz demir çubukları ikame ettiği ileri sürülmektedir (Şenel, 1968:178). Bu çerçevede Sparta ticaretinin güdük kaldığı, savaşçı ve aynı zamanda yönetici olan Spartanların temel ihtiyaçlarının helot denen yarı-serflerin yaptığı zirai üretimle karşılandığı bir tarım toplumu niteliğindeydi.Sparta İ.Ö. beşinci yüzyılda Atina’nın başını çektiği Attik-Delos deniz birliğine karşı yaptığı Peloponnes savaşlarından zaferle ayrılmıştır. Fasılalarla 25 yıl kadar süren bu savaşlarda Sparta çok kan kaybetmiştir. Zaten sınırlı sayıda olan Spartanlar bu savaşlarda kırılmış,talandan elde edilen altın ve gümüş de belli kişilerin ellerinde toplanmıştır. İ.Ö. 371’de Thebai ile tutuştuğu Lektura savaşını kaybeden Sparta’nın çöküş süreci hızlanmıştır. İ.Ö. 192’den sonra kesin olarak Makedonya hâkimiyetine üzerine eserler vermiş yazarlar arasında genel kabul görmektedir. Buna karşın Atina’da var olan vatandaş-polis ilişkisi hakkında, yazarlar arasında bir fikir birliği olmayıp temelde iki farklı görüş mevcuttur.

Bu görüşlerden birincisine göre, Atina’da da vatandaş-polis ilişkisinde polisin vatandaşa önceliği vardır. Vatandaşların hayatı kendilerini kamu meselelerine vakfettikleri ölçüde anlam kazanır. Bu çerçevede, Atina’da da Sparta’ya benzer şekilde vatandaşlar arasında polisin çıkarlarının kendi bireysel çıkarlarının önünde olduğuna dair genel bir inanç mevcuttur (Mayo, 1964: 37). Öte yandan bu konuda var olan ikinci görüşe göre bir Atinalı vatandaş, bir Spartalı vatandaştan farklı olarak polise bir takım aşkın, kendini feda etmesini gerektirecek derecede ulvi değerler yüklemezdi. Bunun yerine Atinalı vatandaşlar arasında polisin bireyin mutluluk ve refahı için var olduğu fikri ağır basardı.Bu çerçevede bir Atinalı vatandaşın gözünde polis, mümkün olduğu kadar çok sayıda vatandaşa servet, soy, statüye dayalı bir ayrım yapmaksızın kamu işlerine eşit derece katılma hakkı tanıyan, içinde düzenli bir hayatın sürdürülebileceği, bireyin doğal yeteneklerinin en iyi şekilde gelişme imkânı bulabileceği bir toplumdur (Sabine, 1969: 12). İ.Ö. Beşinci Yüzyıl Atina’nın hem zirveye çıktığı hem de inişe geçtiği yüzyıldır. İ.Ö.431 yılında Atina’nın başını çektiği Attik-Delos Deniz Birliği ile Sparta’nın önderliğini yaptığı Peleponnes Birliği arasında başlayan Peleponnes Savaşları, İ.Ö. 404 yılında Attik-Delos Deniz Birliği’nin yenilgisiyle sonuçlandı. Bu savaşta Sparta’ya mağlup olan Atina yüklü bir savaş tazminatı ödemek durumunda kaldı. Mali yönden yıkılan Atina’da,idari yönden de büyük bir devrim oldu ve demokratik rejim yıkılarak yerine“Otuzlar Tiranlığı” kuruldu. Bu yönetimin bir yıl sonra yıkılıp yerine demokrasinin yeniden kurulmasına rağmen, Atina bir daha eski günlerine dönememiştir. İ.Ö. 348 yılında Makedonya’ya karşı açılan savaşı kaybeden Atina, bu tarihten itibaren Makedonya hâkimiyetine girmiştir. Makedonya’nın İ.Ö 148’de bir Roma eyaleti haline gelişiyle nispeten bağımsızlaşan şehir İ.Ö. 86 yılında Roma istilasına değin varlığını sürdürebilmiştir (Şenel, 1968: 283-84)


Eski Yunan Siyaset Felsefesi:Materyalist ve İdealist Felsefe,Sofistler ve Sokrates1


Materyalist ve İdealist Felsefeler Yunan medeniyetinin geçmişi Girit Adası’ndaki Minos uygarlığına yani İ.Ö. 2000 yılına değin geri götürülebilir. Yüksek bir kültür seviyesine ulaştığı gözlenen bu uygarlık,coğrafi konumunun da sağladığı avantajla Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarıyla ilişkiye girmiştir. İ.Ö. XVIII. yüzyıl civarında bir Hint-Avrupa ırkı olan Akhalar tarafından yıkılan bu medeniyet, birikimini bu savaşçı ırka aktararak Yunanistan’da büyük bir uygarlık olan Mykene uygarlığının doğmasına yol açmıştır. İ. Ö. XIII. ve XII. Yüzyıllarda daha önce sözünü ettiğimiz Dor kabilelerinin Yunanistan’a göçü ile Mykene uygarlığı yıkılmış, Akha unsurları İonia adı verilen Anadolu’nun Ege kıyılarına veİtalya’nın güney kıyıları ile Sicilya’ya göç etmişlerdir. Daha öncesinde yüksek bir uygarlık düzeyine sahip olan Akhalar, yeni gittikleri yerde dedaha organize bir şekilde medeniyetlerini ilerletmeye koyuldular.Ayrıca özellikle Anadolu’nun batı kıyılarının verimli topraklara sahipoluşu İonia’nın, Yunan Yarımadası’ndan daha çabuk kalkınmasınısağlamıştır. Nitekim İonia’da polis(şehir/site-devleti) düzeni yarımadadan yaklaşık yüzyıl önce İ.Ö. VIII.Yüzyıl’da ortaya çıktı. Bu düzen içerisindemaddi ihtiyaçlarını karşılayan Yunanlılar, ilgilerini soyut düşünceye,felsefeye yöneltmişlerdir. Bu yönelişte, o zamana kadar ki uygarlıkların hep pratik düşünüşle ayakta kalması ve belli bir birikim sağlaması, Yunan mitolojik dininin soyut düşünceyi kışkırtması, nüfus olarak küçük olan polis düzeninin devamlı bir bürokratik elite ihtiyaç yaratmayarak, elitlere boş zaman ayırması ve kölelik kurumunun, Yunan vatandaşlarının temel ihtiyaçlarını karşılayarak onlara sanata, müziğe ve felsefeye ayırabilecekleri vakit bırakmasının etkili olduğu düşünülebilir (Şenel, 1968: 2-4). İşte bu ortamiçerisinde felsefi düşünüşünİonia’da doğduğu kabul edilir.

İonia felsefesinin ilk düşünürleri olan Thales, Anaksimandros, Anaksimenesve Heraklitos gibi düşünürler her şeyden önce, “varlık evreninin aslınedir?” sorusuna cevap aramışlardır. Bu soruya ilk olarak Thales “su”,Anaksimandros “sınırsız” (apeiron= belirsiz), Anaksimenes “hava”,Herakleitos da “ateş” cevabını vermişlerdir. Thales’le başlayanbu “evreninarkhesi, tözünü bulma” uğraşısının asıl önemi, onların doğru cevabı veripverememelerindendeğil fakat bu soruya cevap olarak ilk kez efsanevidinselnitelikli olmayan natüralist bir açıklama vermeye çalışmasındandır(Arslan, 1995: 39). Bu nedenle bu düşünürlerin geneline İonia doğafelsefesi, Materyalist felsefe veya Miletos Okulu adıverilir. İonia’da materyalist bir felsefe okulu ortaya çıkarken, İtalya’daPythagorascılar ve Elea Okulu ile “idealist felsefe” gelişiyordu. Kurucusuİ.Ö. VI.Yüzyıl içinde Sisam Adası’nda doğan Pythagoras olan Pythagorascılığıntemel düşüncesi, ruhun çeşitli beden kafeslerinde gittikçe daha erdemlibir hayat yaşayıp, maddi hazlardan uzak kalarak, yüksele yüksele saf ruhhaline gelip asıl ruhla bütünleştiğidir. Böylece İonia doğa felsefesininmateryalist bakış açısına karşı, Pythagorasçılık “idealist, dini” temellibir bakış açısı getiriyordu.Öte yandan Napoli’nin güneyinde bir Yunan polisiolan Elea’da doğan felsefe akımı da İonia’dan farklı olarak, olaylarıgözlemle değil, sırf akılla, mantıkla kavramaya girişerek “mantıksal felsefe”ninkurucusu oldu. Bu akımın kurucusu olan Parmenides metafizik bilgi iledeneysel bilgiyi birbirinden kesin olarak ayıran ve varlık hakkında saltakla, mantıksal akıl yürütmeye dayanarak bir açıklama vermek iddiasındaolan ilk filozoftur (Arslan, 1995: 113). Varlığın aslını ve bu asılprensibin niteliklerini araştıran bu felsefe tartışmaları hep metafiziktartışmalardır. Bu metafizik harekete karşı pozitivist bir reaksiyonbelirir:Sofistik hareket. Şimdi bu hareketi inceleyelim.

SofistikAydınlanmaYarımadada beliren, Atina’nın odak olduğu bu kültür, İonia doğafelsefesi gibi metafizikle, İtalya din felsefesi gibi mistik inançlarlauğraşmayıp, insanı düşünüşün baş konusu olarak aldığı için, Almanyazarları tarafından, metafizik düşünce ve batıl inançlara tepki olarakçıkıp, insana, sosyal sorunlara eğilen on sekizinci yüzyıl aydınlanmasınabenzetilir. Bu yüzden sofistlerin yarattığı bu düşünüşe “sofistikaydınlanma” denir (Şenel, 1970: 316).Nitekim sofistler kendilerindenöncekilerden farklı olarak kozmos sorunuyla değil, fakat insan sorunuylailgilenmişlerdir. Onlar kuramsal bilgiye ulaşmak yerine insan mutluluğu içinkullanılabilecek pratik bilgiye ulaşmaya çalışmışlardır (Ağaoğulları,1989: 52). Sofist sözcüğü, Yunanca’da bilgelik, hikmet anlamına gelensophos(Sophia) sözcüğünden türemiştir. Russell’a göre el verdiği ölçüde“profesör” sözcüğüyle amaçladığımızı anlatır. Ona göre sofist, geçiminigençlere, pratik yaşamlarında yararlı olacağı düşünülen belirli şeyleröğretmekle sağlayan adamdır (Russell, 1984: 185). Ağaoğulları’na göresofist sözcüğü ilk üçü birbirine bağlı şu dört anlamı içermektedir:Bilgili kişi, siyasal hayat öğretmeni, retorik ustası ve safsatacıkişi (Ağaoğulları, 1989: 53-5).

Gerçekten de sofistler hemen heralanda bilgi sahibi idiler. Özellikle siyaset alanında üstün bilgiyesahiptiler. Keza onlar, ailesinden veya kendinden geliri olanlara parakarşılığında siyaset ve retorik (güzel konuşma) dersleriveriyorlardı. Demokrasi ile yönetilen Atina’da, halk meclisinin karşısındafikirlerini ustalıkla savunmak ve avukatların yer almadığı halkmahkemesinde (Heleia) suçsuzluğunu ispatlamak zorunda olan kişiler içinsofistlerin verdiği bu derslerin önemi inkâr edilemezdi (Russell, 1984:186). Sofistlere yüklenen “safsatacı kişi” olma niteliği ise daha çok Sokratesve onun çizgisinde ilerleyen Platon tarafından yakıştırılmıştır.Russell’ın ifadesiyle Platon adeta kendini sofistleri küçük düşürmeyeadamıştı (Russell, 1984: 187). İ.Ö. V.Yüzyıl ile IV.Yüzyıl arasındarevaçta olan sofistleri iki kuşak altında toplayabiliriz. Bu iki kuşakarasında zaman olarak öncelik sonralık ilişkisinden ziyade fikirsel bazdafarklılıklar dikkat çekicidir. Şimdi kısaca bu kuşaklara vearalarındaki farklılıklara değinelim. Birinci kuşak sofistlerinarasında Protagoras, Prodikos, Gorgias ve Hippias gibi düşünürler yeralır. Bu düşünürlerin ortak paydası demokrasi yanlısıolmalarıdır. Görüşleri şu şekilde özetlenebilir: temel amaç insanyararıdır. Kozmosla veya tanrılarla ilgilenmek yerine en değerli varlıkolan insanla ilgilenilmelidir. Sofistlere göre retorik en temel bilimdir.Onlara göre her şey tartışılmalıdır. Hiç kimse bir başkasının fikrinipeşinen kabullenmek zorunda değildir.Hiçbir bilgi kesin değildir,görecelidir. Her şey devamlı bir değişim halindedir. Bu fikri en güzel Protagoras,“Metros antropos panton= insan her şeyin ölçüsüdür” sözü ile ifade eder.Aristokrasi yanlısı Pindaros’un “(n)omos (geleneksel ve ilahi hukuk) herşeyin kralıdır” sözünde ifadesini bulan kolektivist ve baskıcı görüşünekarşılık, Protogaras’ın bu sözü oldukça bireyci ve özgürlükçü birnitelik arz eder (Şenel, 1968: 117-18). İlk kuşak sofistlere göretoplum ilahi bir yapıt değil fakat bir insan yapıtıdır. Her yurttaş toplumuilgilendiren sorunlar hakkında fikir yürütebilir. Bir başkadeyişle, siyaset bilgisi ya da siyasal erdem belli bir azınlığın(aristokratların) ayrıcalığı değildir, fakat herkes bundan pay almıştır;dolayısıyla herkes siyasal yaşama katılabilir ve katılmalıdır. Yunanlılarınkardeş oldukları ve birleşmeleri gerektiği fikrine sahiptirler. Bu görüşünortaya çıkmasında, sofistlerin Atina’da metoikos(yabancı)statüsünde olmaları ve siyasal haklardan yoksun bulunmaları etkili olmuşolabilir. Keza, eğer Helen birliği sağlanırsa yerli-yabancı diye bir ayrımsöz konusu olmayacaktır.

Birinci kuşak sofistlerde “bireysel faydacılık”ınizlerini bulabiliriz: Onlara göre birey ve toplumun amacı ayrı olamaz:poliste mevki ve güç peşinde koşan kişi, “demokratik sistemin” gerekleriniyerine getiriyor, onun gelişimine katkıda bulunuyor demektir. Siyasalalandaki bu anlayış ekonomik alana uygulandığında, bu kez “ekonomikliberalizm”in temel ilkelerinden biri ortaya çıkar. Bu, kişininyetenekleri vebilgisi ölçüsünde kendi çıkarını gerçekleştirirken toplumsalgönencin ve gücün artmasına katkıda bulunduğu ilkesidir.Nitekim Prodikos’a görezenginleşmek için toprağını ekip biçen ya da sürülerine özen gösteren kişiaynı zamanda ülkesine de faydalı olmaktadır (Ağaoğulları, 1989: 57-65). Buçerçevede, birinci kuşak sofistlerin fikirleri özgürlükçü ve demokratikmahiyetteydi. İkinci kuşak sofistler arasında ise Antiphon, Euthydemos,Kallikles, Kritias, Thrasymakhos gibi düşünürler yer alır. Bunlar bilgikonusundaki göreceliği en uç noktaya götürürler. Her şey herkese göredoğrudur. Toplumdaki kişi sayısı kadar farklı doğrular olabilir. Bugörecelilik ahlak kurallarını da kapsamaktadır. Ahlakibakımdan mutlak birdeğerin var olmadığına ilişkin anlayış, din alanına yansıtıldığındatanrıların reddine ulaşılır. Nitekim “Atinalı soylu Kritias’a göretanrılar, yasaların yetersiz kaldığını gören akıllı devlet adamlarınıniktidarlarını sürdürmek, düzeni devam ettirmek için insanların içinesaldıkları bir korkudur” (Ağaoğulları, 1989: 67). Yine ikinci kuşaksofistlerde, değerlerin kişiden kişiye değişiminden hareketle polisininsan yapısı olduğuna inanılmış ve buradan da toplum sözleşmesikuramına ulaşılmıştır. Kritias Sisyphosadlı eserinde tıpkı ThomasHobbes’unLeviathan’da kurguladığı gibi, bir doğa durumu tasviri yapar:Ona göreşiddetin ve vahşetin sürdüğü bu dönemde, insanlar hiçbir yasaya bağımlıdeğillerdi ve yalnızca içgüdülerine göre davranıyorlardı. Sonra, adaletin sağlanabilmesiiçin bir düzene gereksinimi olduklarını anladılar ve yasaları yaparaktoplum durumuna geçtiler (Ağaoğulları, 1989: 68). İkinci kuşak sofistleregöre “doğadan olan kurallar” ile “insanın koymuş olduğu kurallar” arasındauyuşmazlık vardır. Doğal hukuk öğretisi, insanın üstünde doğaya özgüyasaların bulunduğu varsayımı üzerine oturtulmuştur. “Pozitif yasa” (nomos)bir keyfiliğe sahiptir, uyulması gereken yasa “doğal hukuk” (physis)tur(Ağaoğulları, 1989: 70-1).

İkinci kuşak sofistlerde “toplum sözleşmesikuramları”nın yanı sıra “kuvvet kuramları”nı da görmekteyiz. Buteoriyi savunanlara göre de devleti insanlar kurmuşlardır. Ancakdevleti bütün insanlar değil güçlü insanlar kurmuşlardır. Bunlar kendiyararlarına olan kanunlar çıkarıp, zayıflara kabul ettirmişlerdir. Buyüzden devlette herkesin aynı haklardan yararlanması söz konusu olamaz(Şenel, 1968: 114). Khalkedeon’lu Thrasymakhos’a göre siyasal iktidarı elegeçirmede ve sürdürmede geçerli tek ilke “güç”tür. Thrasymakhos’a göre“adalet”, güçlünün işine gelendir. Güçlüler, işine geldiği gibi kanunlaryapar ve yönetilenleri mutlak bir şekilde bu kurallara uymaya zorlar.Böyle yapmakta haklıdırlar da. Bunun kanıtı, çoğu zaman kötülerin ayaktakalması, dürüstlerin ise yıkımla karşılaşmasıdır.

Öyleyse yöneticilerin Sokrates’e göre iki tür bilgi vardır. Bunlardan birincisiduyu organlarıyla elde edilen ve gerçek olmayan sanılar (doksa), ikincisiise salt aklın ürünü olan gerçekbilgi (episteme)’dir. Sokrates’e göre saltaklın ürünü olan bu gerçek bilgi erdemle de özdeştir. Bu anlamda erdem,iyi ile kötüyü birbirinden ayırt etmenin, neyin doğru neyin yanlışolduğunun bilgisidir. Sokrates’e göre erdem bilgiyle özdeş olduğu için de,öğretilebilir bir şey olmaktadır. Kimi yazarlara göre Sokrates herkesin,bilgiyle özdeş olan erdemi öğrenebileceğini düşünürken, kimilerine göre debazı insanların erdemi öğrenmeye diğer insanlara göre daha yatkın olduğunudüşünmektedir. Bu iki farklı görüşün önemi, özellikle yönetim konusu gözönüne alındığında ortaya çıkmaktadır. Nitekim Sokrates’e göre yönetimerdemli, diğer deyişle bilgili kişilerin elinde olmalıdır. Bu durumdaSokrates, eğer bilginin herkes tarafından öğrenilebileceği görüşündeyse,onun demokratik değerlere sahip olduğu; yok eğer bilgiyi bazı kişilerindiğerlerinden daha iyi öğrenebileceğini savunuyorsa aristokratik değerleresahip olduğu düşünülecektir. Öte yandan Şenel’e göre, Sokratesherkesin erdeme ulaşmada eşit yatkınlıkta olduğunu düşünse bile sonuçtaulaşılan nokta aristokratik nitelikli olacaktır. Çünkü hayatlarının büyükbir bölümünü bilgiyi öğrenmeye adayanlar, geçinmek için çalışmaya ihtiyaçduymayacak kadar varlıklı olanlar yani aristokratlardır. Bu sınıfa enfazla yaklaşabilecek olanlar belki orta sınıfa mensup kişiler olabilir.Ancak her durumda yönetim erdemli bir azınlığın elinde olacaktır (Şenel,1968: 152-55). Sokrates’e göre tüm insanları, toplumları, polisleri,kısaca tüm evreni yöneten bir salt akıl vardır. Diğer canlılar arasındayalnız insanoğlu bu salt akıldan pay almıştır. Evrensel aklın koyduğukurallar, göreceli olmayan, koşullara ve kişilere göre değişmeyen,gerçeğin ve adaletin soyut kurallarıdır. İnsanoğlu sahip olduğuakıl sayesinde gerçeğin ve adaletin bu genel kurallarını keşfedip onlaragöre davranabilir (Willoughby, 1969: 84-5). BöyleceSokrates, sofistlerden farklı olarak hümanizmasına eski doğafelsefecilerinin akılcı geleneğini de sokmuş oluyordu. Ona göreahlaki terimler tanımlanabilirse, onları özel durumlarda bilimsel olarakuygulayabilmek mümkün hale gelir. Böyle bir bilimin de ideal bir toplumyaratma ve devam ettirme arayışında kullanabileceği ortadadır (Sabine,1969: 29).


Eski Yunan Siyaset Felsefesi:platon I


Platon’u öncelikle Sokrates’in polise ilişkin düşüncelerini benimseyen vebunları kendi görüşleri doğrultusunda yorumlayarak siyasal elitizmi doruknoktasına ulaştıran en büyük Yunan düşünürü olarak nitelemek mümkündür.Aynı zamanda o, siyaset üzerine sistematik olarak eğilen ilk antik düşünürolma vasfını taşımaktadır (Rowe, 2001: 17). Zaten Aristoteles ile birliktekendisini önceki Yunan felsefesinden ayıran en önemli nitelik desistematik bir yapıya sahip olmaları olup belli ölçülerde kendi içinekapalı bilim sistemlerininyaratıcıları olmuşlardır (Gökberk, 1980: 57).Burada onun sahip olduğu önemi vurgularken kendinden önceki farklıdüşünürlerin hep belli problem gruplarını, dolayısıyla da gerçeğin bellialanlarını inceledikleri anımsanmalıdır. Platon ise bilim sorunlarınıntamamınıele alırken, o ana değin ayrı bulunanları bir araya getirerekbunları bir temel üzerinde etkili bir biçimde birbirine bağlamıştır. Buyüzdendir ki bilgilerin kapsayıcı bir felsefe öğretisiiçinde sistemleştirilmesi denemesi de Platon ile başlar (Gökberk, 1980:57). Sonuçta onun tarafından kurulan idealist, eşitsizlikçi, aristokratikfelsefe, kendinden sonra zamanımıza değin düşünce tarihinde sayısızdüşünürü etkilemiş ve etkisinisürdürmüştür (Şenel, 1996: 140). İ.Ö. 427yılında Atina’da doğan Platon’un yaşamı PeleponnesSavaşları’nın şiddetine,sınıf çatışmalarına, parti mücadelelerine, Otuzlar Tiranlığı’nın terörüneve demokrasinin hoşgörüsüzlüğüne tanıklık etmiş; Yunan polislerininçözülüşünü bizatihi gözlemlemekle geçmiştir (Ağaoğulları, 2002: 191).Özellikle de bir yandan Otuzlar Tiranlığı’nın uygulamaları, öte yandan“demokratik” hükümetin hocası Sokrates’i idama mahkûm edişi, kendisininAtina siyasetinden ve suiistimallerinden bıkmasına neden olmuştur. Buradan hareketle Platon’untemel amacınınsiyasetin yeniden inşası olduğundan söz edilebilir.

Platon,sofistlerin göreceliğini siyasi gerilemenin bir parçası olarak görüp bugörüşleri çürütmeye çalışmıştır. Sağlıklı bir siyasal sistemin inşaedilebilmesi için gerekli ilkeleri ortaya koyma çabasına girerek bu doğrultudaki idealdevletini açıklamıştır (Skirbekk ve Gilje, 2001: 70). Söz konusu arayışpolisi kurtaracak, çatışmanın olmayacağı ve bozulmaya karşı dirençli birdüzen arzusuyla paralel olup Platon, insanın genel sorunları dışında kenditoplumuna özgü sorunları bir çözüme kavuşturmaya uğraşmıştır (Ağaoğulları,2001: 182).İdeal devletini hayata geçirebilme gayretiyle başta Syracusetiranları I. ve II. Dionysius ile işbirliğine girişmişse de her seferindebaşarısızlığa uğramıştır. Uygulamadaki başarısızlığına karşın İ.Ö.388civarında kurmuş olduğu Akademia ise siyasal düşüncesinin yaygınlaşmasınahizmet etmiştir. Platon’un Akademi’si sadece felsefe değil aynı zamandageometri, coğrafya, zooloji ve botanik dersleri de vermekte olup siyasaleğitim için de bir merkez niteliğindedir. 900 yıldan fazla bir süreyleayakta kalan bu okulun Avrupa’nın ilk üniversitesi olaraknitelendirilmesi yanlış olmayacaktır. İ.Ö.360’ta II. Syracuse deneyimindede hüsranla karşılaşıp Atina’ya döndükten sonra, önceki görüşleriningözdengeçirilmesi, yeni yapıtlarınınortaya koyulması ve akademideki dersleriyle vakitgeçirmiş, İ.Ö.347 yılında ölmüştür.Platon’un düşüncesinin odak noktasınınsiyaset felsefesi olduğu, genel felsefesinin de siyasal görüşlerinidesteklemek için geliştirdiği bir sistem niteliği taşıdığı söylenebilir(Şenel, 1996: 143). Bu açıdan öncelikle kendisinin bilgi veahlak felsefeleri ele alınacak, sonrasında ise siyaset felsefesi üzerindedurulacaktır.

Platon’un bilgi kuramı, bilginin ve kesinliğin varolduğunu veaslında bir şeylerin bilgisine sahip olmanın buna “kesinlik”le sahip olmakanlamına geldiğini kabul eder (Popkin ve Stroll, 2002: 43).Platon’un bilgikuramında bilginin doğasına ilişkin bu cesur iddiakonuyla ilgili şüphecigörüşlerle tezatlık arz eder. Ancak Platon’un bilgi kuramı ile şüphecilikarasındaki radikal anlaşmazlıklara rağmen, aralarında önemli ortak birnoktanın varlığı da belirtilmelidir. Bu nokta, duyular aracılığıyla algılananlarailişkindir. Kuşkucular gibi Platon da duyularınkesinliği sağlayamayacağına inanır. Platon’un Heraklitos’un akışdoktrinini (doctrine of flux) kabulü, duyusal algıların sonuçlarına dairtereddüdünün de arka planını oluşturmaktadır. Aristoteles’inMetafizik’te (1941) işaret ettiğiüzere Platon, Cratylusvesilesiyle Heraklitos’un akış teorisine aşinadır. Bu teorinin temelilkesi “her şeyin akış halinde” olduğudur; duyusal algıların konusu dasürekli değişen nesnelerdir. Bu nedenle de bilginin uygun konusudeğildirler (987a-987b). Efesli Heraklitos’a (M.Ö. 540? -470) göresüreklilik duyuların bir yanılsamasıdır; tek gerçek değişimdir. Bu anlayışonun “aynı suda iki kez yıkanamazsın” (Reinhold, 1964:1) sözündeözetlenmektedir. Popkin ve Stroll’un belirttiği üzere (2002: 50)Heraklitos “dünyanın tüm özellikleri var olur ve yok olurlar. Değişmeyentek şey her şeyin sürekli değişimi ile tanımlanan kozmik dengedir”fikrindedir.

Birçok sayıdaki
erdemin bilgisini ve diğer her şeyianımsayabileceği düşüncesindedir.Yaşamı boyunca ruhherşeyi öğrenir.

Sokrates’in şu sözleri, Platon’un dinsel görüşlerin nederece etkisi altında olduğunu gösterir: Ruh ölümsüz olduğu, birçokkereler doğduğu ve burada ve Hades’te ne varsa gördüğü için öğreneceğihiçbir şey yoktur. Dolayısıyla önceden zaten edindiği erdemi ve diğerşeyleri yeniden toplaması olanağında şaşılacak bir şey yoktur. Eğer bir kişicesursa ve arayıştan vazgeçmezse, onu insanların öğrenme dedikleri herşeyi keşfetmeden alıkoyacak hiçbir şey yoktur. Ve onun için araştırma veöğrenme yalnız bir anımsamadır (Menon 81c4-81d6).Tüm bir öğrenmeninaslında biranımsama olduğunu ispatlama doğrultusunda Platon, Menon’da Sokrates’egeometri konusunda hiçbir bilgisi olmayan cahil bir köleyi sorgulatır.Sokrates’in burada yaptığı, köleye bir geometri probleminiçözmesi doğrultusunda sorduğu sorular aracılığıyla rehberlik etmektir.Problem, alanı bilinen bir karenin kenarının uzunluğunun ne olduğu ileilgilidir. Dahası Sokrates tarafından seçilen problemin açık bir aritmetikçözümü de bulunmamakta, dolayısıyla da köle yanlış cevaplar vererek kafakarışıklığı yaşamaktadır. Gulley’in (1961: 11) belirttiği gibi yine problem,kölenin her noktada yanıldığının farkına varmasını sağlayacak akıllıcadiyagramları gerektirmektedir. Bu nedenle çözüm doğrultusundaköleye rehberlik eden yöntem, diyagramların kullanımıyla yönlendiricisoruların bileşimidir. Sokrates’in yaptığı da köleye bir şey öğretmekdeğil çözüm doğrultusunda kılavuzluktur. Sokrates de bu durumu, “Görmüyormusun Menon, ona nasıl da hiçbir şey öğretmiyor ama aksine her şeyisoruyorum?” sözleri ile dile getirir (Menon82e3-4).Gulley’in (1961: 12) vurguladığıbiçimiyle bir kölenin geometri konusunda önceden hiçbir bilgisi olmaksızınbuna dair belli geometrik ilkeleri fark edebilmesi, insan biçimindesomutlaşmasının öncesinde doğruya ruh tarafından sahip olunduğu anlamınagelmektedir. Dahası bu, aksi halde bu yaşamda gerçekleşmesi olanaksız olduğundan,gerçeğin bu yaşamda da ruhta olduğu anlamına gelmektedir.

Sonuç olarakPlaton, geometri için geçerli olanın bilginin diğer tüm branşlar için de geçerli olduğunusavunmaktadır (Meno85e1-2)Formlar hakkında doğru bilgilere sahip olmak içingerekli olan, formların öğretildiği değil, onlara ulaşmak için gerekliolan yönteme dair bir eğitimdir. Formlar, ruhlarımızda yer almakta vekeşfedilmeyi beklemektedir. Onların keşfi ise zahmetli bir süreçtir.Duyularımızla edindiklerimiz bizi uzak bir geçmişte –doğumumuzdanönce-öğrendiklerimiz hakkında uyarabilirler ancak nesnelerin doğasının duyuorganlarınca ancak kusurlu biçimde bilinebilecek olması, sonucun anımsansada mükemmel olmayacağını gösterir. Asıl ihtiyaç duyulan Formların gerçekdoğasına erişebilmek için ruhun işbirliğidir. Bu noktada ise karşımızaPlaton’un ruhun yukarı doğru yolculuğu biçimindeki ünlü doktriniçıkar.Platon Devlet’de, bu yolculuğu ayrıntılı biçimde sunar. Ruhun yukarıdoğru bu yolculuğu esas olarak ruhun entelektüel dünyaya doğruyolculuğudur.

Bununla ilgili olarak Laidlaw & Johnson (1996: 31-32)şunları söyler:platon, bilgi için yapılan araştırmayı, ruhun yanlış bilincinyol açtığı karanlık bir yerden bilginin aydınlığına doğru temkinli birdönüşüm süreci olarak tasvir eder. Ruh kalıcı bir güce ve akla sahiptir kibu, karanlıktan ışığa geçen bir gözün önce geri dönüp sonra ışığa yavaşçauyum sağlamasına benzer. Bu nedenle bilme organı olan akıl, ruh varlık veoluş hakkında düşünmeye hazır hale gelinceye değin ruhun bütününe geridönmelidir. Bu yolculuğun son durağında iyi ideası bulunmaktadır. Ruhvarlığı, varlığın en parlak ve üstününü diğer bir deyişle iyiyi belliaşamalarla öğrenir: Her halde benim düşünceme göre gerçek dünyanınsınırlarında “iyi” ideası vardır. İnsan onu kolay kolay göremez.Görebilmek için de dünyada iyi ve güzel ne varsa, hepsinin ondan geldiğinianlamış olması gerekir. Görülen dünyada ışığı yaratan ve dağıtan odur.Gerçek dünyada da doğruluk ve kavrayış ondan

gelir.
Platon’un anımsamaya dair doktrininin diğer bir anlatısı için bakınız Phaedo(Platon, 1992). İnsan ancakonu gördükten sonra iç ve dış hayatında bilgecedavranabilir (Devlet517).Sonunda“iyi ideası”na ulaşılacak olan bu yolculukiçin atılması gereken adımlar nelerdir? Burada gerekli olan birşeysabırdır. Ayrıca bu yolculuğa çıkacak olan biri öncelikle aritmetikbilgisine sahip olmalıdır. Aritmetik, ona bir dükkan katibinin değil ancakbir filozofun bakış açısıyla yaklaşılırsa iyi ideasına ulaşma çabasınakatkı sağlayabilir(Devlet525-526). Aritmetik görülebilir ve somutnesnelerle değil, rakamlar gibi düşüncenin nesneleri ile ilgilenir. Ancakvarsayımlar temelinde oluşu ile ruha iyi ideası doğrultusunda yolgöstermede başarısız olur. Daha önce de belirtildiği gibi Platon içinvarsayımlar üzerinde ilerleyen bilimler varsayımlarını sorgulamamakta amabunlardan sonuçlar çıkarmaktadır. Bu nedenle gidişleri yukarı değil aşağıdoğru olup mutlak bilgiyi sağlayamazlar. Çizgi analojisinden anımsanacağıüzere, aritmetik zihinsel dünyanın daha aşağı kısımlarında kalmaktadır.

Sokrates’in şu sözlerinden anlaşılacağı gibi “geometri ve benzerlerigibi gerçek varlıkla ilgili bazı algıları olan matematiksel bilimlerinedindiği bilgi bir düşe benzer. Varlığı bütün aydınlığı içinde göremezler,bir takım varsayımlara dayanır ve kanıtlayamadıkları için onlaradokunmazlar” (Devlet533). İkinci ve üçüncü adımlarda, kişi yüzey ve katı geometri(plane and solid geometry) gibi iki branşa ihtiyaç duyar (Devlet528). Eğergenel geometri, ruhu iyi ideasına döndürmeye yardımcı olacaksa, onunpratik kullanıma dönük değil, felsefi kullanıma dair birbakışı olmalıdır. Öğrenilmesi gereken dördüncü bilim astronomidir. Bir kezdaha felsefi tutum, astronomi eğitimi için kılavuz ilke olmalıdır.Astronominin yararlarına dair konuşmalarında Glaucon, bilimlerinsıralaması hakkında Sokrates’e karşı çıkar. O, astronominin iyi ideasıdoğrultusunda ruha rehberlik edecek olduğunu çünkü ruhu yalnız Formları kullanır vesonunda entelektüel dünyanın sonuna –özel olarak da iyi ideasına-ulaşır.

Gerçeğin keşfedilmesine dair tüm bu süreç, en iyi şekilde Mağara Alegorisi’ndeözetlenir. Karanlık bir mağaranın ortamı, çizgi alegorisindeki görünenlerdünyasına tekabül etmektedir. Mağarada bulunanlar el ve ayaklarından zincirlenmiş durumdadır, dolayısıyla da hareket edememekte, kafalarını döndürmeleride engellendiğinden sadece önlerindekini görebilmektedir. Bu kişiler, tüm hayatları boyunca mahkûm olarak kalmışlardır. Mahkûmların arkasında bir ateş yanmakta, ateş ve mahkûmlar arasında bir duvar yükselmekte, duvarın gerisinden de başlarının üzerinde kaplar, heykeller, hayvan figürleri taşıyan kişiler geçmekte, bunların taşıdıklarının gölgesi de mahkûmların önündeki duvara vurmaktadır. Mahkûmların gördükleri duvardaki gölgelerden ibaret olduğu için, onlar bu gölgeleri gerçekler olarak yorumlamaktadır.Platon için tasvir edilen bu durum, görünenler dünyasındaki insanların deneyimini temsil etmektedir.Bizler de duyu organlarıyla elde edilenleri gerçeklik sayarız çünkü sonsuz gerçeğin varlığının farkında değilizdir. Duvardaki gölgeler suda ya da parlak yüzeylerdeki görüntülere uymaktadır. Duvarın arkasından geçmekte olan gerçek insanlar ise çizgi analojisi uyarınca görünenler dünyasındaki görünür objelere tekabül etmektedir. İkinci adımda Sokrates, mahkûmlardan birinin zincirlerinden kurtulması durumunda nelerin olabileceğini tasvir eder. İlk olarak mahkûm, duvarda gördüğü gölgelerin yani önceki deneyiminin şu an gördüklerinden daha gerçek olduğunda ısrarcı olacaktır. Ancak bir kişi ona önceden gördüklerinin birer illüzyon olduğunu açıklayacaktır. Bir yandan mahkûm görüp öğrendikleri karşısında şok yaşamaya devam ederken, diğer yandan bir adım daha atıp mağaranın dışına çıkacaktır. Çizgi analojisi çerçevesinde mahkûmun ulaştığı yeni çevre gerçek dünyaya tekabül eder. Güneşin ışığı nedeniyle ilk önce mahkûmun gözleri kamaşacaktır. Bu nedenle güneşe bakamayacak ama gözleri bu kez nesnelerin sudaki yansıma ve gölgelerini görecektir. Gözlerinin ışığa alışması ile birlikte nesnelerin kendileri artık görülebilir olacaktır.Nihayetinde mahkûm başını güneşe doğru çevirebilecektir. Güneşin sudaki yansımasına değil de gökyüzündeki haline baktığında bunun“mevsimleri ve yılları yapan, görünen dünyayı koruyan ve her şeyin asıl kaynağını oluşturan” şey olduğunu anlar (Devlet516). Bu yeni çevrede nesnelerin sudaki yansıma ve gölgeleri çizgi analojisi uyarınca gerçek dünyanın daha aşağıdaki kesimine; nesnelerin kendisi ve güneş ise gerçek dünyanın üst kesimindeki formlara ve iyi ideasına karşılık gelmektedir. Bu sebeple Platon, kavramaya dair dört aşamanın olduğu fikrindedir: Bilim, anlama, inanma ve gölgelerin algılanması. Bilginin ilk bölümüne bilim diyelim, ikincisine anlama,üçüncüsüne inanma (belief), dördüncüsüne gölgelerin algılanması; ilk iki bölüme birden kavrama, son ikisine de sanma diyelim. Sanmaoluş(becoming)hakkındayken, kavrama varlık(being)hakkındadır (Devlet533-534).




Sınavlarda Hepinize Başarılar Diliyoruz..
 

yenilik

Yeni Üye
Katılım
9 Nis 2013
Mesajlar
1
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Bölüm:
Kamu Yönetimi
Şehir:
Ankara
siyasi düşünceler tarihi özeti lazım
 

Çevrimiçi üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

REKLAMLAR

Forum istatistikleri

Konular
17,414
Mesajlar
134,310
Kullanıcılar
90,716
Son üye
Abdullah Kara
Üst