Açıköğretim Din ve Toplum Ders Notları / Ders Kitabı

nzeytinevi

Yeni Üye
Katılım
22 Şub 2013
Mesajlar
764
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Açıköğretim Din ve Toplum Ders Notları / Ders Kitabı



DİN VE TOPLUM

ÜNİTE 1: Temeller ve Tanımlar


Temeller ve Tanımlar
• Thomas Hobbes: “İnsan insanın kurdudur.” İnsanların bir toplum halinde yaşadıkları bütün durumlarda ölesiye ve öldüresiye bir rekabet içinde bulundukları vurgulanmıştır.
- Ünlü kitabı: Leviethan: Kaos durumundaki toplumsal hayatta devletin rolünü ifade eden yedi başlı ejderha metaforuna başvururken Batı siyaset biliminin ve felsefesinin klasikleri arasında yer alır.

• İnsan doğası üzerine tartışan Rousseau, Locke ve Montesquieu gibi aydınlanma filozoflarının asıl dertlerinin insanın nasıl olup da toplum halinde yaşamaya başladığını anlamaktı.

• Rousseau: Toplum Sözleşmesi, İnsanlar arasındaki eşitsizliğin kaynağı ve Emile gibi eserler yazmıştır.
- Doğa durumunda özünde iyi olan insanların sosyalleşmeyle birlikte bozulduğunu söylemiştir. Tekrar o “iyi” öze dönebilmek için bir erdem olan cumhuriyetle idare edilmeleri gerekir.

• Locke: Doğa durumundaki insan hakkındaki fikirleri liberalizmin de felsefesi kaynağın oluşturmuştur. Ona göre insan doğası itibarıyla iyidir ve hiçbir vesayet ihtiyaç duymaz.

• Montesquieu: Kuvvetler Ayrılığı düşüncesini ilk defa formüle eden düşünürdür. Kanunların Ruhu Üzerine ve İran Mektupları isimli eserleri vardır.

• Bütün toplumlar bir üretim, tüketim ve paylaşım ilişkileri ortaya koyarlar, bu da “ekonomi” dediğimiz davranış örüntülerini görünür kılar.

• Yine bütün toplumlar gelecek nesillere sahip oldukları anlam kodlarını, kültürünü, tarzlarını aktarmak üzere bazı düzenlemelere, uygulamalara veya davranış örüntülerine yani “eğitim” davranışlarına sahiptir.

• Bütün bu davranış örüntüleri nerede olursa olsun ve hangi zamanda olursa olsun insan toplumsallığının ayrılmaz yanlarını oluşturur. Sosyoloji edebiyatında bu davranış örüntülerine “sosyolojik kurumlar” adı verilir.

• Burada kurum, “davranış örüntülerini” ifade eder.

• İşte din de böylesine bir kurumdur. Ne kadar eski olursa olsun ve nerede olursa olsun insanların öte dünyada, görünen dünyanın ötesiyle ilgilendikleri, nereden gelip nereye gittikleriyle ilgili soruları anlamlandırdıkları ve toplumda kutsal ve din dışı alanları oluşturup tamamladıkları belli bir davranış düzeyi daha vardır. Bu da din kurumudur.

• Karl Marx toplumu alt yapı üst yapı arasındaki bir belirlenim ilişkisi olarak tanımlamıştır.
- Altyapı ekonomi yani maddi üretim ilişkilerinden oluşur ve her zaman kendi ihtiyaçları temelinde belli bir aile, bir siyaset, bir din ve ideoloji bir aile ve bir eğitim düzenini üstyapı yaparak belirler.
- Ekonomik altyapı diğer bütün üstyapı olarak nitelenen kurumları tek taraflı olarak belirler.

• Althusser: Yapısalcı Marksizmin ünlü düşünürüdür. Kurumlar arasındaki belirlenimcilik ilişkisini Marksın altyapı/üstyapı eksenine üçüncü bir boyut getirerek açıklar.
- Ona göre toplum yapısı ekonomi, siyaset ve ideoloji ayakları üzerine oturur.

• Weber ise; Protestan ahlakı ile kapitalist ruh arasındaki çekiciliğe dair görüşleri bir ekonomik olgu olarak kapitalizmin oluşumunda bir dinsel zihniyet olarak Protestanlığın çok önemli bir katkısı olmuştur.

• İdeolojik yapıların ve bilhassa dinin ekonomik davranışı belirlediği örnekler çokça bulunabilir.
- İsrail devlet ve toplumunun tüm şekillenişi dinin anlamlandırdığı bir çerçevede gerçekleşir.
- Amerika’daki Mormonlar dinin toplumu şekillendirdiği tipik toplum biçimlerindendir.
- İslam’ın da toplumu baştan aşağıya yapılandırdığı örnekler çoktur.

• Toplumun başka kurumsal örüntüleri örneğin, siyaset, ekonomi, aile veya eğitim durumu bu toplumların önceliklerini belirleyebilir.
- Böylece dindarlığın içeriği veya etkinliği diğer kurumsal örüntülerin belirleyiciliği altında kalır.
- Din yine var olmaya devam etse de belirleyiciliği azalır. Hiçbir toplum için özü itibarıyla dinin veya diğer sosyolojik kurumların daha belirleyiciliği olduğu yönünde bir saptama yapılamaz.
- Toplumlarda hangi kurumların daha belirleyici olacağı toplumun tarihine, dinanizmine göre değişir.

DİNİN SOSYOLOJİK TANIMI
• Din olgusu bütün toplumlarda rastlanacak kadar yaygın ve eski bir davranış örüntüsüdür.
Ancak dinin her toplumda ortaya çıkış kaynağı farklıdır. Din geniş bir gerçekliğe sahiptir.

• Din kendini tanımladığı kadar dünyayı da inananlar ve inanmayanlar şeklinde tanımlar. Her din kendine göre “doğru din” hakkında kendini işaret eden bir tanıma sahiptir.

• Sosyoloji belirli bir dinin kendini veya genel olarak dibi tanımlayışıyla yetinemez.

• Toplumların ortak bir davranış örüntüsü binbir çeşitliliğe sahip olan din olgusunda ortak olanın ne olduğunu aramaya çalışır.
- Aynı zamanda o davranışı dinsel olarak nitelemeyi gerektirecek olanın ne olduğuna dair genel kuralları belirlemeye çalışır.
- Bu açıdan, dinlerin din tanımı dinin sosyolojik tanımının kendini en temelde ayırt etmesi gereken şeydir.
- Sosyolojik düşünme ile dinsel düşünme temelden birbirinden farklıdır.

• E.B. Tylor: Bilimsel olarak kabul edilebilecek “asgari bir din tanımı” için, “ruhsal varlıklara inanmayı” şart koşuyor.

• Durkheim’ın din olgusu Tylor’un bu tanımına eleştiri ile başlar.
- “Din, kutsal şeylere, yani bir kenara ayrılmış ve yasaklanmış şeylere ilişkin inanç ve uygulamaların birleşik bir sistemi (düzeni) –kilise diye anılan - bir tek ahlaki toplulukta birleştiren inanç ve pratikler (uygulamalar), onlara taraftar olanların tümü” olarak ifade edilir.

Kutsal ve Din Dışı

• Kutsal kavramı Durkheim’ın bütün toplumları incelerken baz aldığı kavramlardan biridir.
- Ona göre bütün toplumlar her şeye “kutsal” ve “din dışı” şeklinde ayıran bir kategorilendirme düzenine sahiptirler.

• Kutsaldan ise sadece Tanrılar veya kutsal ruhlar kast edilmez. Bir taş, bir ağaç, bir odun parçası veya bir ev, bir simge, bir nehir veya herhangi bir cisim kutsal olabilir.

• Sosyoloji bu kutsalların bizatihi kendi etkilerinin var olup olmadığı sorusuyla ilgili değildir.Kendilerine atfedilen inancın doğruluğu veya yanlışlığı ile ilgili asla bir şey söylemeksizin insanların onlara yakıştırdıkları özellikler dolayısıyla kendi davranışlarını belirlemeleri sosyolojik açıdan önemsenecek bir durumdur.

• Din de durkheim’a göre “kutsal şeylere yani bir kenara ayrılmış ve tabulaşmış şeylere ilişkin birleşik bir inançlar ve davranışlar sistemidir.”

• Durkheim’in dinde aradığı bir özellik de bir kilise veya bir inananlar topluluğunun kutsal karşısında temsil edilmesidir.
- Kilise ile cemaat bu açıdan birbirini tamamlayan boyutlar da sayılabilir.

• Kutsallaştırma sadece bilinen geleneksel dinlerde olmuyor, ateist bazı toplumsal hareketlerde de yaratılan şahıs kütleri, mücadele sürecinde atfedilen kutsallık, ölümlerin şehitlikle nitelenmesi gibi durumlar da din sosyolojisi açısından incelenmeyi hak eder.

• Aguste Comte’un da nihayetinde idealize ettiği dünyayı bir tür pozitivizm dini olarak tasarladığını biliyoruz. Bu dünyanın peygamberleri bilim adamları, cenneti insanların hafızları, kilisesi fabrikalardır ama baştan sona bir kutsallık arayışıyla bezenmiş olduğunu görüyoruz.

Cemaat veya Tek Bir Ahlaklı Toplulukta Birleştiren İnançlar Bütünlüğü
• Dinlerin en önemli işlevlerinden birisi mensuplarını ortak bir inanç etrafınd birleştirmeleridir.

• Fenomenoloji ve etnometodolojiye göre bütün toplumlar ancak bu ortak algılar sistemiyle (düzeniyle) var olabiliyorlar.

• Din bu ortak algılar düzenini en iyi düzenleyen mekanizmalardan biridir sadece. Dinin yeterince güçlü olmadığı toplumlarda bile bunun yerini değişik düzeylerde büyük veya küçük çaplı ideolojiler alır.

• Dinin inanç paylaşımının en doğrudan toplumsal sonucu cemaatleşmedir. Cemaat ortak inanç ve algıya dayalı olarak oluşan topluluğu başkalarından ayıracak bir bilinci de geliştirir.

• Dinin inananları gerektiğinde tam bir öbek bilinci içinde inanmayanlara karşı bir birlik ve dayanışma davranışına kolaylık girerler.

• Dini cemaat böylece insanlara bir kimlik verirken başkalarından ayrışmayı da öğretir.

• Dinin sosyolojik tezahürleri açısından en önemli yanı cemaat boyutudur. Çünkü dinin doğrudan etkisi yol açtığı bu öbek bilinci, dayanışma örüntüleri ve bunun üzerinden girilen ittifak veya çatışmalardır.
• Dinin sosyolojik görünürlüğü de yine bu cemaat boyutunda olmaktadır.

DİN SOSYOLOJİSİNİN ORTAYA ÇIKIŞI
• Din sosyolojisinin ortaya çıkışı ve gelişimi genel olarak sosyolojinin ortaya çıkışı ve gelişimiyle aşağı yukarı aynı tarihe sahiptir.

• Orta Çağ Hristiyan kozmolojisinin diğer insanlar ve inançlar hakkındaki görüşlerine karşılık İslam dünyasında çok daha eski bir literatür (edebiyat) vardır.

• Büyük İslam bilgilerinden Şehristani’nin el-Milel ve’n-Nihal isimli eseri ile Endülüslü büyük alim İbn Hazm’ın el-Fasl fi’l-Milel ve Ehvai ve’n Nihal isimli eseri bu alandaki en önemli öncü metinlerdir.
- Bu eserlerde farklı dinler kendi kavramlarıyla tanıtılırken bir tür fenomenolojik veya anlamacı din sosyolojisi çabasının ilk örneklerini de verilmiş, farklı dinlerin inançları kendi kavramlarıyla anlatılmaya çalışılmıştır.
- Milel; milletin(yani dinin) çoğulu olarak vahye dayalı bütün dinleri kapsayan bir kavramdır. Nihal ise kupkuru zan ve vehim anlamına gelen Nıhle’nin çoğulu olarak vahye dayanmayan din, düşünce veya akımları kapsıyor.
- Bu sınıflandırmaların insanların ırk ve kavimlerine göre değil inanç ve eylemlerine referansla yapılmış olması dikkat çekicidir.

• Şehristani, Muhammed b. Abdulkerim: Kitabü’l Milel ve’n Nihal, Tel-his’ül Aksam li- Mezahibi’l Enam, Musaraatü’l Felasife, Tarihü’l Hükema ve el-Mehde’ve’l Mead

• Batı’da ise Hristiyanlığın veya Yahudiliğin başka dinlere olan ilgisi nispeten daha zayıf kalmıştır.

• Yahudilik İsrailoğullarının dışında kalan insanların tamamını gentile olarak neredeyse tek kategoride değerlendirirken inançlarını önemsiz, ilgilenmeye değmez olarak görmüştür. Arapça “ümmi” diye ifade edilen “okuma-yazma bilmez” olarak anlaşılan sözcük aslında “Yahudi Olmayan” anlamına gelir.

• Hristiyanlar için de insanlar yeterince tanımlanmış ve sınırlı bir çeşitliliğe sahipti. Yahudilik ve Hristiyanlık dışında kalanlara paganistler olarak önemsenebilecek bir çeşitlilik arz etmiyordu.

• Bryan S. Turner’ın tespitiyle bu huzursuz teolojinin etkisi altındaki oryantalizm özellikle 17 .y.y dan beri öteki kültürlerle karşılaştıkça bu yüzden derin bir “ötekilik” algısı oluşturmuştu.

• F.Bacon’un ve David Hume’un dinin tabiatına dair yaklaşımları din sosyolojisinin ve antropolojinin modern zamanlardaki ilk nüvelerini oluşturmuştur.

• Özellikle David Hume’un yaklaşımı dinler tarihine dair doğrusal bir ilerleme modeli yerine çok daha açıklayıcı bir döngüsel sarkaç modelini önermiştir.
- Pozitivist yaklaşım dinlerin çok Tanrılı, hurafeci bir anlayıştan tek Tanrılı rasyonel bir noktaya doğru evrildiğini anlatır.
- Hume ise, çok daha önceden hem dinler arasında hem de her dinin kendi içinde çok Tanrıcılıktan(hurafecilikten) tek Tanrıcılığı (kitabiliğe) ve oradan tekrar çok Tanrıcılığa doğru geçişler olduğunu anlatır.
- Hume: Aydınlanmanın nedenselci ve akılcı tezlerine karşı çıkmış, deneyselci bir yaklaşımı benimsemiştir. Dinin Doğası üzerine olan kitabu din sosyolojisi tarihi açısından başlangıç metinlerinden biridir.

• Comte tarihi doğrusal bir ilerleme mantığı üzerine kuruyordu. Üç Hal Yasası olarak bilinen bu kurgusuna göre, Comte, dini “teolojik” dediği birincil hale ait görüyordu.
- Felsefi dediği ikinci halde zayıflayaraj da olsa ayakta kalmış olan dinin, geleceğin “pozitif bilimsel” halinde tamamen yok olacağını ön görüyordu.

• Marks da dini bir üst yapı kurumu olarak ve yine bir sorun olarak inşa ederken bu yaklaşımıyla din sosyolojisinin şekillenmesine önemli katkı yapmış oluyordu.
- Ona göre din diğer üst yapı kurumları gibi egemen sınıflarına çıkarına hizmet eden bir ideoloji olarak görüyordu.

• Durkheim’ın dinin özünü ve kökenini bulak üzere ilkel dinler üzerine yaptığı ve “Dini Hayatın Temel Biçimleri” başlığı altında toplamış çalışmaları ile Weber’in Marks’ın maddeci yaklaşımlarına bir tür reddiye gibi algılanmış olan Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu isimli eseri din sosyolojisi alanını disipline eden temek referansları olmuştur.


DİNİN KÖKENİNE DAİR SOSYOLOJİK TEORİLER
• Comte bugün bir veri, bir gerçek olarak karşımızda duran din olgusunun tamamen insanın kendi bilgisizliğini telafi etmek üzere başvurduğu bir açıklamalar toplamı olarak kendi uydurmasıyla ortaya çıkmış olduğunu söylemiştir.

• Maden Tanrı bu sebebi açıklanamayan olaylar dolayısıyla ortaya çıkmıştır, o halde bütün nedenleri ortaya koyduğumuzda, yani bilim bütün açıklanamayanları açıkladığında, Tanrı fikrine de ihtiyaç duymayacağız demektir. O yüzden geleceğin pozitif dünyası bilimin her şeyi açıklayacağı bir dünya olacağı için dine de Tanrı fikrine de yer kalmayacaktır.

• Halbuki dinin on binlerce yıl önce nasıl ortaya çıkmış olabileceğini bugünden tespit etmek mümkün değil. Kaldı ki Comte’un düşündüğünün aksine insanlar daha fazla bilgilendikçe dinsel açıklamaların yeri ayrı tutuluyor hatta bu açıklamalarla dini düşünce daha da pekişebiliyor.

• Ludwing Feuerbach Tanrının yine insan tarafından uydurulmuş olduğunu, ama biçim olarak Comte’un düşündüğünden farklı olarak ve bir ihtiyaç yaratıldığını düşünmüştür.
- Ona göre yeryüzünde yetenekleri ve güçleri bakımından doğa karşısına oldukça zayıf kalan insan, kendi zaaflarının ve eksiklerinin tamamlanmış olduğu kendi varlığının mükemmel bir suretini Tanrı olarak yaratmış.
- Ona göre bir dönemin düşüncesine yansıyan Tanrı öğrenince aslında sadece o dönemin insanını öğrenmiş oluruz.
- Yine de o, dinin toplumsal işlevini önemsemekte, bu işlevler üzerinde durmaktadır.
- Feuerbach Sol Hegelcilerin ünlü temsilcilerindendir. Hristiyanlığın Özü isimli kitabıyla din hakkındaki görüşleri marksın kendi kuramını geliştirmesinde önemli olmuştur. Marks onun görüşlerinden etkilenirken ondan farkını ortaya koymak için yaptığı eleştirileri sayesinde kendi görüşünü de geliştirmiştir.

• Marksa göre din bir üst yapı kurumu olarak insanlarca yaratılmış olgudur.
- Marksa göre insan dini inşa eder, din insanı değil. İnsan insanın dünyası, devleti, toplumudur. Dinsel ızdırap aynı zamanda gerçek ızdırabın bir ifadesi, gerçek ızdıraba karşı bir protestodur. Din, bastırılmış varlığın müşahadesi, kalpsiz bir dünyanın kalbidir, tıpkı ruhsuz bir dünyanın ruhu olduğu gibi. Din insanın afyonudur.

• Durkheim’in çalışmalarına yön veren varsayımlar şöyle sıralanabilir.
1- Dinin en ilkel toplumlarda da bulunan temel bir şekli vardır ve ilk ortaya çıktığında nasıl ise bu şekil bugünkü ilkel kabilelerde de aynı şekliyle bulunabilir. Avusturalya kabileleri arasında yaşamakta olan din binlerce yıl önce dinin ilk ortaya çıktığında yaşayan dinle aynıdır.

2- Din toplumların gelişmesine paralel olarak basitten karmaşığa, çok Tanrılıktan tek Tanrılığa doğru bir evrim geçirir/geçirmiştir.

3- Nitekim Durkheim dinin basitçe insan tarafından ve toplumsal bir işlevi yerine getirmek üzere uydurulmuş olduğu varsayımına dayanıyor.

• Din fikrinin ilk defa bütün insanlığın aklına nasıl gelmiş olduğunu bugünden bilimsel bir yolla tespit etmenin imkanı yoktur. Çünkü:

1- Bugün bazı ilkel kabilelerde dinin yaşanma biçimi dinin geçmişteki bütün örneklerde böyle yaşanmış, doğmuş olmasını da göstermez.


2- Nasıl bugün ilkel kabilelerle eş zamanlı olarak alabildiğine gelişmiş medeniyetler örneklerini beraber sergiliyorlarsa geçmişte de en ilkel sanılan dinsel biçimlerle eş zamanlı olarak daha medeni veya karmaşık versiyonlar da ortaya koymuştur.

3- Dahası çok ilkel sayılabilecek bazı toplumlarda yine tek tanrılı dinsel inançların varlığı da gösterilebilir.

4- Esasen dinin kökeninin çok Tanrılı olduğu ve dinlerin Tek Tanrılı bir dine doğru geçiş yaptığı düşüncesi basit bir evrimci tarih anlayışını temel almaktan kaynaklanıyor.
- Oysa bu temel varsayımın kendisi sorunludur. Dinin çok Tanrılık ile Tek Tanrılık arasındaki veya rasyonalizm ile irrasyonalizm arasındaki seyri konusunda ampirik örnekler David Hume’un sarkaç modelini daha fazla doğruluyor.
- Ancak ilk dinsel tecrübenin nasıl yaşanmış olabileceğine dair gözlem ve deneye dayalı modern bilimin söyleyebileceği fazla bir şey yoktur.

• Esasen köken sorunu sadece din konusunda değil, aile ve siyasetle ilgili diğer konularda da benzer yanlışlara yol açmaya teşne bir sorundur.

• İlk dönem hakkındaki bilgiler ampirik değil mantıksal olarak temellendirilir.
O mantığın temeli ise;
a) Bütün toplumların aynı süreçlerden geçtiği,
b) Bu sürecin basitten karmaşığa, özel mülkiyetin yokluğundan mülkiyetli topluma ve ailenin de bu mülkiyetin bir parçası olduğu,
c) Bugünün ilkel kabilelerinde ( nasılsa gelişimini tamamlamamış olması dolayısıyla) eski toplumun görülebileceği gibi alt varsayımlara dayanıyor.


DİN SOSYOLOJİSİ VE DİNİ SOSYOLOJİ FARKI
• Din sosyolojisi, dinin bir toplumsal kurum olarak toplumdaki rolünü ve etkisini incelemeye çalışan bir bilim dalıdır.

• Dinin sosyolojik bir kurum olduğu yani dünyanın her yanındaki bütün toplumlarda mutlaka var olduğu üzerinde uzlaşılmış bir tespittir.

• Toplumlarda paylaşılan belli bir kutsallık inancı ve bu kutsallık etrafında paylaşılmış bir uygulamalar alanı varsa sosyoloji için ilgiye veya kayda değer bir din olgusu da var demektir.

• Sosyolojinin görevi paylaşılan bu kutsallıkların toplumda ne ölçüde etkili olduğu, toplumu bir arada tutma veya başka toplumlara dair ne tür algılar ürettiği ve bu algılardan ne tür toplumsal dayanışma veya çatışmaların ortaya çıktığını tespit etmeye çalışmaktır.

• Bunun yanı sıra, din olgusunun diğer sosyolojik kurumlarla olan etkileşimlerini de inceler.

• Teokrasi, laiklik veya din devlet ilişkilerine dair diğer kombinasyonlar da din sosyolojisinin önemli konularındandır.

• Demokratik siyasete katılımda bulunan vatandaşların davranışlarında dini inanç veya cemaatleşmelerinin etkisi de din sosyolojisi açısından her zaman önemsenen konulardan olmuştur.

• Dini sosyoloji, sosyolojiyi dinin veya belli bir dinin perspektifinden (bakış açısından) ele almaktadır.

• Buna göre söz konusu dinin nasıl bir toplum yapısı önerdiği, kurumlar arasındaki ilişkilerin nasıl olması gerektiğine dair tespitlerinden ziyade önerileri temellendirilmeye çalışılır.

• Burada söz konusu dinin içinden, o dinin hakikat iddialarına inanılmış olarak yola çıkılır.


• İbn Haldun’un Mukaddime isimli kitabı aslında İbretler Kitabı olarak tasarladığı tarihin yöntem bilgisini içeren giriştir.

DİNİN SOSYOLOJİK İNCELEMESİ: METODOLOJİ TARTIŞMASI
• Metodoloji her zaman bir şeyin aslına en uygun bilgiyi elde etmenin yolunun ifade eder.

• Sosyolojik metodoloji de din olgusunun toplumdaki etkilerini, insanlar için anlamını gerçeğe en yakın şekilde çözümlemek hedeflenir.

• Derinlemesine mülakat, odak grup (öbek) çalışması, katılımcı gözlem gibi yollar din sosyolojisi çalışmaları için çokça başvurulması gereken yollardır.

• Marksist bakış açısından, örneğin, din nasılsa bir üstyapı kurumu olduğu için onu anlamak için ona bakmak bile gereksizdir. Var olan üretim ve paylaşım ilişkilerine bakarak bu ilişkilerin nasıl bir din kurumu gerektirdiği çıkarsanabilir. Açıktır ki bu da metodoloji sorunudur.

• Aktörlerin (oyuncuların) kendi eylemleri hakkındaki niyetleri veya anlam kodları genellikle ihmal edilir. Oysa bu niyetler ve açıklamalar çok önemlidir ve insanların belli olaylara katılırken hangi niyet ve motivasyonla hareket ettiklerini gösterir.

• Dini incelemenin bir yolu olarak bir din cemaatinin referans aldığı metinleri incelemek sıkça başvurulan bir yoldur. Fakat her zaman sağlıklı sonuç vermez.

BİR SOSYAL FAKTÖR (ETKEN) OLARAK DİN VE DİNİ İNANÇLAR
• Sosyoloji sosyal oyuncuların, yani insanların birbirleriyle etkileşimlerini, bu etkileşimler sonucunda ortaya çıkarttıkları sosyal olay ve olguları ele alır.

• Bir kişinin kendi başına yaptığı ve sadece kendisini ilgilendiren, kendi bireyselliğiyle sınırlı kalan bir davranış genellikle sosyal bir davranış olarak nitelenmez.
- Sosyal sayılabilmesi için başka birinin davranışına yönelmesi ve başka insanlarla bir etkileşim içinde olması gerekli görülür.

• Dua eyleminin bir anlamı olduğu ve bu eylem yoluyla dünyaya bir etkide bulunabileceği ortak anlayışının kendisi dünyaya bir etkide bulunuyordur. Topluca yapılan duanın dünyanın algılamasında ve inşasında özel bir etkisi vardır.

• Sosyolojik anlamda farklı Allah düşüncelerinin insanların hayatları üzerinde farklı etkileri oluyor.

• Farklı dini inançlar farklı eylem tarzlarını ortaya çıkarabiliyor. Bu dini inancın insan üzerindeki etkisini gösteriyor.

• Tanrı veya din sonuçta insanın zihninde veya kalbinde olan bir konu olsa da insan davranışları üzerinde en azından bu yolla da olsa bir aktör (oyuncu) olarak etkide bulunmaktadır.

KLASİK SOSYOLOJİK TEORİLERDE DİN
• Rousseau, Locke ve Hobbes’dan Montesquieu ve Tacqueville’ye ve Vico, Newton, Hume, Spinoza, Leibniz, Kant ve Hegel’e kadar bütün büyük felsefecilerin dine dair bir açıklamaları veya duruşları olmuştur.

• Alexis de Tacqueville: Liberal düşüncenin öncü isimlerindendir. Amerika’da Demokrasi isimli kitabı vardır.
- Dinin Amerikan toplumu içinde bir sivil toplum ve demokrasi kültürünün oluşumuna yaptığı katkılar Amerika’daki 9 aylık doğrudan gözlemlerine dayalı tam bir din sosyolojisi çalışması örneğidir.

• Rousseau’nun Toplumsal Sözleşmesi’nde din ve devletin birlikteliğini ideal toplum için ideal bir durum olarak önerdiği çalışması da güçlü tarihsel verilere dayalı ampirik bir boyuta sahiptir.

• Hume’un dinlerin tarihini bir sarkaç modeliyle açıklayan yaklaşımları da sonuçta bir din üzerinde yaptığı gözlemsel incelemelere dayanıyor.

Aguste Comte
• Bir hurafe olarak dinden evrensel bilim dinine: Sosyolojinin kurucusu kabul edilen Comte aynı zamanda pozitivizmin de kurucusudur.

• Saint simon’dan etkilenerek insanlık tarihini bir evrim süreci içinde değerlendirilmiş ve dinin de bu evrim sürecinde paralel olarak bir değişim geçirdiğini düşünmüştür.

• Comte, insanlık tarihini üç evreye ayırmıştır;
1- Teolojik Evre: Dinsel ve mitolojik düşünce veya bilgi biçiminin hakim olduğu dönem.

2- Metafizik Evre: Felsefi düşüncenin hakim olduğu dönem. Bilimsel evreye nazaran ilkel bir evredir.

3- Bilimsel Evre: Pozitif düşüncenin egemen olacağı dönem.

• Comte dinsel düşünceyi ilkel zamanlardaki insanlık durumuna özgü bir cehalete bağlamış ve bilgi seviyesinin artışı oranında aşılacak bir evre olarak gördüğü halde Comte’un kendisinin bilimsel dönemlere özgü bir din inşa etme yoluna gitmiş olması da ilginçtir. Dinin toplum için işlevsel yönleri olan bir gereklilik olduğunu da kabul etmiş oluyor.

• Comte bu düşünceden hareketle bir insanlık dini tasarladı. Temelimde bilimin olduğu bu dinde kendini de başrahip olarak ilan etti.

Karl Marx: Yanlış Bilinç ve Kalpsiz Bir Dünyanın Kalbi Olarak Din
• Marks’a göre dinin gerçek bir varlığı yok, olsa olsa maddi dünyanın çarpıtılmış bir yansımasıdır ve toplumdaki işlevi de bu temel varsayıma göre değerlendirilmelidir.

• Hegel’in Hukuk Felsefesi’ni Eleştiriye Katkı isimli meşhur eserinde din eleştirisinin Almanya’da tamamlanmış ve geride kalmış olduğunu söylemişse de o bu eleştiriye daha da ileriye götürmüştür.

• Dinin bireysel değil toplumsal bir ürün olduğunu ve bu ürünün de yanlış ve aldatıcı bir dünya oluşturduğunu anlatır.

• Din egemen düzenin sürdürülebilmesi için gerekli ideolojik desteği, bu düzenin yaraladığı ve konumları gereği isyan noktasına gelebilecek insanlara gerekli teselliyi ve huzuru yatıştırıcı bir afyonla yani aldatarak verir.

• Marksa göre dine karşı mücadeleyi doğrudan dine yöneltmek de gereksizdir. Çünkü asıl olan bu haliyle yansıtmasını sağlayan maddi gerçekliği, yani üretim ilişkilerini değiştirmektir.

• Marksın din konusundaki çalışmaları şu kitaplarında ağırlıklı olarak yer almıştır:
- Hegel’in Hukuk Felsefesi’ni Eleştiriye Katkı
- Alman İdeolojisi
- Feuerbach Üzerine Tezler
- Kapital


• Kısacası Marks, dine tem bir üstyapı kurumu olarak hem de ideoloji olarak yaklaşmış, her iki yaklaşımında da dinin bir insan kuruntusu olduğunda ısrar etmiştir.

• Din sosyolojisinin sonradan epeyce gelişmiş çerçevesi açısından birkaç eksiği veya yanlışı zikredebiliriz.
- Dinin işlevi hususunda kendi teorik çerçevesini bir açıklama temeli olarak almış, dinlerin kendi içlerindeki çeşitliliklerine ve ne dediklerine hiç bakmadan bütün dinlerin üstyapı kurumları olarak maddi dünyanın bir yanlış bilinci olduğuna hükmetmiştir.
- Halbuki dindar insanların bu çeşitlilikleri arasında tam da egemen sınıflara direnişi motive eden, o direnişe dair güçlü teorik dayanaklar oluşturan söylemler de olabilir, olmuştur da.
- Marks dini bir ideolojiye indirgerken tarihsel materyalizmi doğrultulmuş bir ideoloji olarak sunmuş, oysa bunun da benzer bir çarpık bilince yol açmasını da görememiştir. Emile Durkheim: Toplumsal Yapıştırıcı Olarak Din

• Din sosyolojisinin gerçek anlamda çerçevesi belirlenmiş bir disiplin olarak ilk defa Durkheim tarafından uygulanmıştır.

• Din olgusunu bütün boyutlarıyla anlamaya çalışmış ve onun toplumdaki rolünü, işlevini ampirik yöntemlere dayanan yaklaşımlarıyla açıklamaya çalışmıştır.

• Durkheim bütün dinlerin kökeninin bir olduğunu ve dünyada var olan bütün dinlerin beli bir tarihsel gelişimin değişik evrelerine göre şekillendiğini düşündü.

•Sanayi toplumu farklı kültürlere ve inançlara sahip birçok insanı bir araya getirmiştir. Daha önce homojen bir çevrede yaşamakta olan ve bundan dolayı beraber yaşadığı insanlarla aynı anlam dünyasını paylaşan modern insan şehirde kendi inancını hiç tanımayan, o inançlara karşı tamamen kayıtsız insanlarla karşılaştıkça kendi inançlarına olan bağlılığında bir güvensizlik hissi oluşmaya başlıyor.

• Durkheim’in anomie (anomi) dediği bu oluşum sanayi sonucu oluşan kentlerin tipik özelliğidir. Bu ortam paylaşılan normların zayıflaması anlamına geliyor.

• Durkheim’in meşhur eseri İntihar, dini inançların bu şekilde zayıflaması ile intihar oranının artışı arasında da anlamlı bir ilişkinin var olduğunu bulgular.

• Protestanların daha fazla yaşadığı ülkelerde de cemaat değerlerini daha fazla önemseyen Katolikliğe nazaran daha fazla intihar vakasının yaşandığını tespit eder.

• Durkheim gerçek bir sorunun çözümüne yönelmiştir.

• Durkheim’in dinle ilgili temel kitabı Dini Hayatın Temel Biçimleri’dir. Temel varsayımı bütün dinlerin özünün aynı olduğu ve hepsinin belli bir evrim sürecinde aynı aşamalardan geçerek geliştikleridir.

• Durkheim dinin “en temek” biçimlerinden, din hakkındaki en temel, basit şeyi kast ettiğini söylüyor ve onu da “kutsal” ve “kutsal olmayan” şeyler arasındaki ayrıma indirger.

• Din her tarafta bulunan sosyal bir kurumdur. Ancak ilkel insanlar arasında dinin en temel formu olarak totemizmi temsil eder.

• Durkheim, insanlar durduk yere bir toteme tapmazlar der. Aksine totem dedikleri şey genellikle kendi toplumsal varlıklarını temsil eden bir simgedir. O simge ise kendilerini sınırlandırır veya kendi kabilelerine karşı olan başka bir simgeyle olan ilişkisine göre konumlandırılır.


• Kısacası, totem toplumun kendisini temsil eder ve toteme tapınmak aslında bizzat toplumun kendisine tapınmak anlamına gelir.

• Her takımı temsil eden simgenin zamanla fanatik taraftarları için fetişleşme sürecine girdiğini görebiliyoruz. Bu totemizmin bir tür örneği sayılabilir mi?

• Durkheim yapısalcı-işlevselci düşüncenin en önemli ismi sayılır. Toplumu bir organizma olarak düşünmüş ve her toplumsal kurum veya birimin bu yapıda bir işlevi yerine getirdiğini düşünür.

• Dinin de işlevi toplumu bir arada tutmak, toplumu kaynaştırmaktır.

• Robert K. Merton örneğin, bir işlevi yerine getiren herhangi bir kurum veya birimin bunu hangi ölçekteki bir toplum için yerine getirdiğini sormuştur.

Max Weber: Anlamlı Sosyal Eylem ve Motivasyon Olarak Din
• Yorumlamacı sosyolojinin ilk ve en önemli ismi olan Weber’in din sosyolojisi ile ilgili çok özel ve güçlü çalışmaları vardır.

• Sosyolojinin başlıca rolünü sosyal eylemin yorumlanması ve anlaşılması olduğunu söyleyen Weber’e göre “sosyal eylem” de anlamlı eylemden ibarettir. İnsan bütün eylemlerini bir anlam atfederek yapan bir varlıktır.

• Weber’e göre pozitivist sosyologlar kişinin kendi eylemi hakkındaki yorumunu dinlemeden kendi heybelerindeki teorilerden yola çıkarak o insanların eylemlerini açıklamaya koyuluyorlar.

• Teoriden yola çıkarak gerçekliği açıklamak özellikle Marksistlerin çok sık yaptıkları bir hata.
“Açıklamacı sosyoloji” ile “anlamacı sosyoloji” arasındaki bir ayrımın netleşmesine yol açarken weber’in birinci önceliğinin eylemin oyuncularını “anlamak” olduğu görülür.

• Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu nda Marksistlere göre basitçe ekonomik şartların bir sonucu veya türevi olmaktan ibaret olan Protestan hareketin, aksine kapitalizmin ortaya çıkmasında etkili olan bir çalışma ve iş ahlakı motivasyonu sağladığını keşfeder.

• Weber kapitalizmin ilk ortaya çıktığı yerlerin Protestanların yoğun olarak yaşadığı yerler olduğundan hareketle varır.

• Weber için anlamacı sosyolojinin adı “verstehende sociology”

• Din sosyolojisi ve Din sosyolojisi üzerine makalelerinin derlendiği kitapları da vardır.

Gerçekliğin Zihinsel İnşası ve Din (Fenomenoloji ve Etnometodoloji)
• Weber sonrası din çalışmalarının giderek onun gölgesi altında yürütüldüğünü söylemek abartılı olmaz.

• Fenomenoloji din çalışmalarında insanların dünyayı zihinlerinde nasıl ve hangi kavramlarla kurduklarını araştırır. Gerçekliğin gerçekte ne olduğu değil, o gerçekliğin insan zihnine nasıl yansıdığı önemlidir.

• Fenomenin Türkçesi görüngü, Osmanlıcası zahiriyedir.

• Felsefe fenomenoloji modern dönemde Edmund Husserl’in çalışmalarıyla somutlaşır.

• Fenomolojik ismin ilk önemli ismi Alfred Schutz’dur, ama onun başladığı yolu sonuna kadar yürüyen geliştirdiği anlamacı sosyoloji yöntemleriyle Max Weber olmuştur.

• Daha sonra Mircea Eliade ile Peter Berger’in çalışmaları dinin fenomonolojik yolla çalışması için en önemli çalışmaları yapmışlardır.


• Din herşeyden önce bir inanç olarak bir güçlü zihinsel performanstır. Bu performans gerçekliğin algılanması, etkilenmesi ve dönüştürülmesinde çok önemlidir.
• Bu yaklaşıma göre gerçekliğin anlamanın yolu bizzat gerçekliğe gitmek değil, gerçekliğin insan zihnine nasıl yansıdığına gitmekten geçer.

• Etnometodolojinin de temeli fenomenolojiye dayanır. İnsanların zihinlerine gerçekliğin yansıyan bir görüntüsü vardır ancak bu görüntünün her insan tekinin zihninde aynı olduğunu söylemek mümkün değildir. Herkes kendi zihnine yansıyan gerçeklik ile başkalarının zihnine yansıyan gerçekliğin aynı olduğunu zanneder veya varsayar.

• Harold Garfinkel geliştirdiği bir yöntemle bizim ortak gerçek algımız ne kadar farazi olduğu bazı testlerle gösterilmeye çalışılır.

• Hem Fenomenoloji hem Etnometoloji; hem geleneksel hem modern toplumda din olgusunun nasıl işlediğini anlama konusunda çok önemli bir metodolojik yaklaşım sunuyorlar.

ÜNİTE SONU :)



Sınavlarda Hepinize Başarılar Diliyoruz..
 

AOFDESTEK

ADMİN
Yönetici
Admin
Katılım
9 Şub 2011
Mesajlar
6,041
Tepkime puanı
25
Puanları
48
Bölüm:
İşletme
Şehir:
Bursa
DİN VE TOPLUM

ÜNİTE 2: Din ve Siyaset

DİNLERİN SİYASİ YORUMU

• Dinler genel olarak bir ahlak öğretisi vaazederler. Ancak şartlara bağlı olarak siyasi yorumları ortaya çıkıp gelişmiştir.

• Bu durum yakın coğrafyamızda baskın olan Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam gibi üç din için de geçerlidir.

• Eski Ahit, Yahudilerin Mısır’dan Filistin bölgesine göçüyle birlikte ahlaki prensiplerin yanında, Yahudilere taahhüt edilen topraklarla, bu topraklarda kurulacak olan yönetim biçimleriyle ilgili bir içerik kazanmaya başlamıştır.
• Eski Ahit: Hristiyanlara göre Kitab-ı Mukaddes’in Hz.İsa’dan önce gelen ve içinde Tevrat’ın da yer aldığı 39 bölümden oluşan kısmı.

Hristiyanlıkta Tanrı devleti Anlayışının Gelişimi
• Hristiyanlığın temel kaynağı Yeni Ahit (İncil), dinle devlet işlerinin birbirine karıştırılmaması ilkesine dayalı bir yönetim anlayışı vazetmiştir.
- Yeni Ahit: Hristiyan inancına göre Kitabı Mukaddes’in Hz.İsa’dan sonra gelen ve dört incili'de kapsayan 27 bölümlük kısmı.

• İncil’de Hristiyanların dünyevi otoriteye itaati sıkı bir şekilde tembih edilmiştir. Matta İncilinde geçen bir pasajda Hz.İsa “Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya veriniz.” Der.

• Yönetime ilişkin bir diğer pasaj ise Aziz Pavlus tüm yönetimlerin Tanrı’dan olduğunu ve yönetime mutlak olarak itaat edilmesi gerektiğini belirtir.
- Yönetime karşı direnen Tanrı’ya karşı direnmiş olur. Her kim ki yönetime karşı direnirse o kötülüklerin en büyüğünü işlemiş ve cezaların en büyüğünü hak etmiştir.

• Fakat Batı Roma’nın yıkılmasından sonra Katolik Kilisesi’nin siyasi bir güç haline gelmesiyle birlikte kilise ile devlet ilişkisinin nasıl olacağına ilişkin tartışmalar da boy göstermeye başlamıştır.

• Bu tartışmaların sonucunda Hristiyanlığın siyasi bir yorumu gelişmiş ve Orta Çağ boyunca Hristiyan dünyasında hakim anlayış haline gelmiştir.

• Aziz Augustine, Aziz Ambrose ve Aziz Gregory gibi Kilise Babaları Batı Roma’nın yıkılmasıyla birlikte iki kılıç doktrinini geliştirerek kiliseye itaati, devlete itaatin üzerine çıkarmışlardır.

• Aziz Augustine İncil’de yer alan ve ilk kuşak Hristiyanlar tarafından kabul edilen yönetime mutlak itaat düşüncesini tersine çevirmiştir.

• Augustine, Tanrı Devleti adlı eserinde geliştirdiği kilise otoritesi ile devlet otoritesi ayrılığını ifade eden iki kılıç tezini insandaki ruh beden ayrımına dayandırmıştır.
- Ruh iyiliklerin, bedense kötülüklerin alanıdır. Beden, şeytani otoritenin, ruhsa ilahi otoritenin kaynağıdır.

• Buradan hareketle Augustine, insanın aynı anda iki otoriteye bağlı olduğunu ileri sürmüştür. Bunlardan biri seküler devlet otoritesi, diğeri ise Tanrı devleti otoritesidir.

• Kiliseye itaat etmeyen bir devlet meşru bir devlet olamaz. Bu düşünce, Orta Çağ boyunca kilise devlet ilişkisini düzenleyen ana çerçeve olmuştur.

• Papa, böylece tüm Hristiyanların ortak siyasi otoritesi haline gelmiştir. Yöneticiler piskoposları aracılıyla Papa’ya bağlı hale gelmiş ve Roma Katolik Kilisesine vergi ödemek zorunda kalmıştır.

• Bu durum Protestanlık ve ulus devletin ortaya çıktığı on beş ve on altıncı yüzyıllara kadar devam etmiştir.

• Seküler Devket: Laiklik kavramının İngilizcesi olmakla beraber esas olarak dinden bağımsız dünyevi otoriteyi ifade eden bir kavramdır.

İslam’da Yönetim ve Hilafet Sistemi (Düzeni)
• Medine’deki ayetler inanç ve ahlaka ilave olarak hükümlerle ilgili ilkeler üzerinde durmuştur.Kuran bu dönemde Müslümanlara suç ve cezalar, yönetime ilişkin ilkeler, sosyal ve siyasal ilişkiler konusunda değişik ayetlerle yol göstermiştir.

• Kuran’da belli bir yönetim biçimi gösterilmemiştir. Bunun yerine yönetime ilişkin prensiplere işaret edilmiştir.

• Bu prensipler ana hatlarıyla adalet, istişare, liyakat, hakkaniyet gibi ilkelerdir.

• Bununla birlikte inananların kendilerinden olan yöneticilere itaat etmeleri tavsiye edilmiştir.İncil’de kim olursa olsun tüm yöneticilere itaat önerilirken Kuran’da Müslümanlara kendilerinden olan yöneticilere itaat etmeleri önerilmiştir.

• Hz. Muhammed’in Medine’ye göçünden sonra Müslümanlar burada yaşayan diğer topluluklarla birlikte ortak bir yönetim oluşturma yoluna gitmiş ve ortak bir sözleşme imzalamışlardır.

• Medine Vesikası olarak bilinen bu sözleşme Medine’deki yönetimin anayasası niteliğinde olup anayasacılık tarihinde önemli bir belge niteliğindedir.

• Medine Vesikası:
Müslümanların ilk anayasası olarak kabul edilen Medine Vesikası Hz.Muhammed’in göçünden sonra Medine’yi yönetmek üzere orada yaşayan Yahudi kabilelerle birlikte hazırlanmış bir metindir.

• Hz.Muhammed’in vefatından sonra Müslümanlar arasında Dört Halife dönemi başlamıştır.

• Dört Halife’nin belirlenmesi seçim sürecine bağlanmıştır. İlk Halife Hz.Ebubekir, Peygamber’in bıraktığı boşluğu doldurmak üzere tüm kabilelerin üzerinde anlaştığı bir kişilik olarak seçilmiştir.

• Dört halife Müslümanlar arasında seçkinler (ileri gelenler) tarafından seçilerek başa gelmiştir.

• Dört Halife dönemindeki hilafet sisteminin (düzeninin) dikkat çeken bazı özellikleri şu şekilde özetlenebilir:
1- Halifelerin seçiminde kabileler arasında denge dikkate alınmış,
2- Halifeler kabilelerin ileri gelenleri tarafından seçilmiş,
3- Halifelerin otoritesi inananların bağlı olduğu prensiplerle sınırlandırılmış,
4- Halifelerin seçiminde inananların rızası esas alınmıştır.

• Müslümanlar arasında Dört Halife döneminden sonra fiili olarak saltanat yönetimi baş göstermiştir.

• Halifeler kendilerini Emirül Müminin, yani inananların yöneticisi olarak tanımlarken Emevi İmparatorluğu’nda başlamak üzere sultanlar kendilerini Emirullah veya Zilullah, yani Allah’ın gölgesi veya onun adına yöneten hükümdar şeklinde tanımlamışlardır.

• Bununla birlikte sultanın ölümüyle birlikte yöneticilik önceki sultanın soyundan birine intikal ederek Dört Halife dönemindeki sözleşme, seçim ve rıza gibi değerler bir kenara bırakılmıştır.

• Orta Çağ Avrupa’sındaki devletlerin yönetiminde Hristiyan ruhban sınıfının geliştirdiği normlar (canons) veya yasalar bağlayıcı olmuştur.

• Bu yapı tipik anlamda teokratik bir yönetim biçimiydi. Oysa Müslümanlarda böyle bir durum söz konusu değildir. Müslüman toplumlarda yönetici papa, kardinal veya piskopos gibi ruhani bir lider değildir; o sadece bir yönetici, bir devlet adamıdır.

• İslam tarihinde Emevi ve Abbasilerde gerekse Selçuklu ve Osmanlılarda devlet örfi ve şer’i olmak üzere ikili hukuk sistemine göre yönetilmiştir.

• Şer’i hukuk genel olarak özel yaşam alanıyla sınırlı kalırken devletin işleyişi örfi hukuka dayanmıştır.
- Örfi hukuk, Şer’i ilkeleri göz önünde bulundurmakla birlikte esas olarak beşeri bir hukuk sistemi olup zamanın şartlarına bağlı olarak şekillenmiştir.
- Buradan hareketle İslam tarihinde yönetimin Orta Çağ Avrupasında olduğu gibi teokratik olmaktan çok yarı seküler bir karakter taşıdığı söylenebilir.

ULUS DEVLET DÜŞÜNCESİ VE DİN
• Orta Çağ’da hakim olan Feodalizm de kilisenin devletler üzerindeki hegemonyasını kolaylaştırmış.

• Feodal sistem güç merkezini dağıttığı için orta çağ avrupasında irili ufaklı dört yüz kadar devlet bulunmuştur.

• Feodalizm: orta çağ avrupasında 5.y.y ile 16. Y.y arasında yaşamış olan toplumsal, ekonomik ve siyasi düzen; tarıma dayalı derebeylik düzeni.

• 15. Ve 16. Y.y da filizlenen ulus devlet düşüncesi bu bakımdan her şeyden önce güçlü bir siyasi otorite düşüncesi etrafında gelişmiştir.

• Bu bağlamda ilk düşüncelerin nüvelerini İtalyan düşünür Niccolo Machiavelli’de görmekteyiz.

• Machiavelli, Prens adlı eserinde kiliseye karşı bağımsız ve toplumuna mutlak anlamda hükmeden bir hükümdar düşüncesi geliştirmiştir.

• Machiavelli, İtalyan devletlerini Katolik kilisesi hegemonyasından kurtararak güçlü, kanun ve dini prensiplerin üzerinde yer alan bir prensin şahsında birleşmeleri gerektiğini tavsiye etmiştir.
- Ona göre sonuna giden her tol mubahtır.

• Avrupa’da dinde reform çok ciddi mücadeleleri ve kanlı savaşları beraberinde getirmiştir. Katolik Kilisesi’nin dindeki yeni yorumlara karşı geliştirdiği sert tepki ve hoşgörüsüzlük sonucu yıllarca devam eden ve Protestanların katliamıyla sonuçlanan manzaralar yaşanmıştır.

Protestanlık ve Ulus Devlet
• Roma Katolik Kilisesi’nin geniş mülklere ve servete sahip olması ve lüks içinde yaşaması zamanla kendisine bağlı bazı toplumlarda tepkilere yol açmıştır.

• Başta Almanya olmak üzere İngiltere, Fransa, İsviçre, Norveç ve Danimarka gibi ülkelerde Roma’ya vergi transferi sorgulanır hale gelmiştir.

• Katolik Kilisesine karşı başlatılan tepkide başı çekenler dinde reform düşüncesini başlatan Protestanlar olmuştur.
- Bunların başında 1517 yılında Almanya’da protest bir hareket başlatan Martin Luther gelmektedir.

• Luther’e göre “krallar ve prensler zorunluluktan dolayı birer piskoposturlar.” Bu bakımdan yöneticilere karşı “pasif itaat”’i ısrarla savunur.

• Aziz Pavlus gibi Luther de yöneticilerin kendilerine değil, makamlarına saygı ve itaatı önermiştir.

• Adil olmasa dahi, yönetim gücünü elinde bulundurduğu için yönetici, itaat edilmeyi hak eder.

• Buradan hareketle Luther, yönetime itaatsizliği cinayet, iffetsizlik, onursuzluk ve hırsızlıktan daha şiddetli bir günah olarak kabul etmiştir.

• Luther’e göre inanan biri için başındakine itaatten daha üstün bir değer yoktur.

• Protestanlık hareketinin diğer bir öncü ismi olan Jean Calvin de Luther gibi devlet otoritesini önemsemiş ve itaat edilmesi gerektiğini belirtmiştir.

•Calvin’in deyişiyle devlet, “kurtuluşun harici aracıdır.” Devlet, Calvin’e göre barışı, güvenliği, adalet, birlik ve beraberliği sağlamakla ve insanları bir arada tutmakla kurtuluş için bir zemin oluşturmaktadır.

• Bu yönüyle seküler devlet, kurtuluşa hizmet etmektedir. Luther gibi o da yöneticilere karşı pasif itaati önermektedir.

• Calvine göre yönetici gücünü halktan almaz, doğrudan doğruya Tanrı’dan alır. Calvin’in getirdiği en önemli yenilik, devletle kiliseyi birbirinden ayırarak seküler bir düzenin gelişmesine hizmet etmiş olmasıdır.

• Protestanlığın Avrupa’ya en önemli katkısı ulus devletin gelişmesini kolaylaştırması olmuştur.

• İngiliz Kralı VIII Henry Protestanların desteğini yanına alarak Katolik Kilisesi’ne karşı mücadele etmiş ve bu mücadelenin sonucunda 1558 yılında Katolik Kilisesi’nden bağımsız İngiliz Anglikan kilisesi’nin kuruluşunu sağlamıştır.

• Protestanlık: 16. Y.y da Katolik kilisesine karşı başkaldıran dinde reform hareketidir. Siyasi bir dini anlayış geliştirdiği için protest bir hareket anlamında bu ismi almıştır.

İSLAM DÜNYASINDA DİN VE ULUS DEVLET

• Avrupa’da ulus devlet çağının 16. Y.y İslam dünyasındaki tek güç merkezi Osmanlı Devleti idi.

• Osmanlı Devleti Yavuz Sultan Selimin döneminde Mısır’ın fethinden sonra hilafeti Memluklardan alarak Osmanlıya taşımış ve kendisini Müslümanların tek halifesi olarak ilan etmiştir.

• Osmanlı’da hilafet tarihi boyunca, dini olmaktan çok siyasi bir kurum olarak kalmıştır.Osmanlı’da sultan bir din adamı, bir ruhban, dinen masum bir otorite değil; beşeri ve siyasi kişiliğe sahip bir devlet adamıdır.

• Osmanlı, millet sistemine dayalı, din temelinde örgütlenmiş çok milletli bir yapıya sahipti.

• Katolikler, Ortodoks, Protestanlar, Yahudiler ve Müslümanlar Osmanlı’nın ana dini topluluklarını oluşturmaktadır.

• Osmanlı, dini ve milli kimlikleri yok ederek değil; aksine bunları yaşatarak, bunlara yaşama zemini hazırlayarak bunları barış içinde tutan bir model geliştirmiştir.

• Millet sistemi: Osmanlı toplumsal yapısını oluşturan Millet Sistemi dinler eve dinlere bağlı mezheplere göre oluşmuştu. Her millet kendi inancını, hukukunu ve dilini yaşamakta serbestti. Bu model Osmanlı’da boy gösteren milliyetçilik akımlarının etkisi altında 19. Y.y da işlemez hale gelmiştir.

• Hristiyan milletlerin Osmanlı’dan kopmasına paralel olarak Osmanlı’da İslam birliği düşüncesi de ağırlık kazanmaya başlamıştır.

• Başta Araplar olmak üzere Müslüman unsurları bünyesinde tutmak için 2. Abdülhamid Hilafet sıfatını yaygın biçimde kullanarak Osmanlı etrafında bir İslam birliği sağlamaya çalışmıştır.

• Bu düşüncelerin temelleri, 1908’den itibaren Osmanlı yönetimini eline geçiren ittihak ve terraki ile başlamıştır.

• İttihak ve Terraki’nin Osmanlıya taşıdığı milliyetçilik fikri zamanla Arnavut, Makedon ve Arap gibi Müslüman unsurların da osmanlı’dan kopmasına yol açmıştır.

• Kurtuluş Savaşının kazanılmasından sonra TC ulusal bir devlet olarak inşa edilmiş, bu devlete uygun bir millet geliştirmek için de milliyetçilik düşüncesi benimsenmiştir.

• Cumhuriyet’in kurulmasının ardından TC’nin bir ulus devlet formuna dönüştürmesi için hilafet düzenini 1924 yılında lağvedilmiştir.

DÜNYADA DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ: FARKLI MODELLER
• Amerika, Fransa ve bazı Avrupa ülkelerinde gelişmiş olan ayrılık ilkesine dayalı laik model.

• Laik model her ülkede farklı bir uygulama biçimine sahip olmasına rağmen genel olarak dinle devletin birbirinden ayrılışını öngören bir düzendir.

• Bir diğer model yaygın olarak Avrupa’da görülmekte olan dinle devletin birlikteliğe dayanan karma modeldir.

• Karma modelde düzen laik olmasına rağmen devletin resmi bir dini vardır ve devlet yöneticileri aynı zamanda dini kurumun da başıdır.

• Üçüncü bir model ise devletle din iç içe geçmiş ve dini kurallar devletin işleyişinde önemli bir yer tutmuştur. Bunun da genel olarak iki biçimi vardır.
- Biri İran ve Vatikan gibi ülkelerde görülen teokratik model;
diğeri ise Suudi Arabistan, Yemen, Pakistan, İsrail vb. ülkelerde görülen yarı teokratik modeldir.

• Teokratik veya yarı teokratik modeller gene olarak İslam dünyasında daha fazla yaygındır.

Ayrılık İlkesine Dayalı Laik Modeller
• Kilise ile devlet arasında ayrılık modelinin tipik örneği Amerika’da görülmektedir.
- Amerika’da devletin dinler arasında tümüyle tarafsız olduğunu ifade eden “pasif(edilgen)” bir laiklik anlayışı gelişmiştir.
- Temeli Amerikan anayasasına dayanmaktadır. Anayasaya göre devlet ile din arasında bir ayrılık duvarı bulunmaktadır.
- Ayrılık duvarına göre devlet kiliselere hiçbir şekilde müdahil olmaz, onlara karışmaz. Öte yandan kiliseler de devlete herhangi bir müdahalede bulunmaz.
- “Tanrı inancı” ile “özgürlük” düşüncesinin sentezini öngören bir modele dayanmıştır.
Yani, Amerika’da modernleşme din, din de modernleşmeyi dışlamaz.

- Amerikan düzeninin belli başlı üç değeri vardır ve Amerikan laikliği de büyük ölçüde bu değerler üzerine bina edilmiştir. Bu değerler özgürlük, eşitlik ve çeşitliliktir.
- Eşitlik ilkesi gereğince bir inanca karşı sergilenen muamelenin diğer inançlara karşı da sergilenmesi gerekir.
- Amerikan kurucu babaları Amerika’yı çoğulcu bir temel üzerine inşa ettirler ve çoğulculuğun gelişmesine uygun bir sosyal ve siyasal ortam hazırladılar.
- Kurucu Babalar: 1760’larda İngiltere’ye karşı başlattıkları bağımsızlık savaşı sonucunda bugünkü Amerika’yı kuran G. Washington, J.Adams ve T. Jefforson gibi sekiz on kişiden oluşan lider kadrosu.

• Amerika ile zıt laiklik anlayışına sahip olan ülke Fransa’dır. Papalık Fransa’da radikal bir laiklik anlayışı gelişmiştir.
- Papalık Fransa’yı “kilisenin büyük kızı”, Fransızları da “Tanrı’nın gölgesinde bir millet” olarak ilan etmiştir.
- Fransız devrimine giden sürece kadar yüz binlerce protestan Fransa’da katliama uğramıştır.
- Fransız devrimini yapan cumhuriyetçiler hem kralı hem de Katolik kilisesini ortak düşman kabul etmiştir.

- 1790’dan itibaren yapılan değişik yasal düzenlemelerle;
a- Kilisenin elindeki mülkler kamulaştırılarak elinden alınmış,
b- Manastır yeminine son verilmiş,
c- Ruhban sınıfıyla ilgili yeni bir düzenleme yapılmış,
d- Binlerce papaz öldürülmüş veya yurt dışına çıkartılmıştır.
e- Doğum, ölüm, evlilik gibi hususların kontrolü ve kayıtları kiliseden alınıp belediyelere verilmiş; evlilik sivil bir tören eşliğinde resmi nikahla gerçekleştirilmiş ve boşanma hakkı sağlanmıştır.
f- Devrim’den sonra kabul edilen İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi, egemenliği Tanrı’dan ve onun temsilcisi olan Kilise’den alıp halka verilmiştir.

- Fransa’da din ile devlet arasındaki 1801 yılında başlayarak 100 yıl boyunca Fransa ile Roma Katolik Kilisesi arasında imzalanan Konkordata göre işlemiştir.

- Konkordata göre;
a- Katolizm Fransız halkının çoğunluğunun dini olacak.
b- Ancak bunun karşılığında kilise devletin kontrolü ve vesayetini kabul edecek,
c- Papazlar devletin birer memuru haline gelecek, maaşları devlet tarafından ödenecek,
d- Katolik piskoposların atanması devlet tarafından yapılacak,
e- Papazlar Fransız devletine sadakat göstereceklerine dair yemin edecek,
f- Kilisenin herhangi bir siyasi iddiası olmayacak, sadece dini işlerle uğraşacaktır.

- Bu konkordat Ayrılık Yasasının devreye girdiği 1905 yılına kadar yürürlükte kalmıştır. 1905 yılında çıkarılan Ayrılık Yasası ile dinle devlet birbirinden ayrılmıştır.

• Avrupa’da Almanya, Avusturya, Belçika, Hollanda, ispanya, İtaya, isveç ve Polonya gibi başka ülkeler de dinle devlet arasındaki ilişkiyi ayrılık modeline göre düzenlemiştir.

• Ancak bu ülkelerde ayrılık ilkesinin yanında iş birliği anlayışı da benimsenmiştir; Dolayısıyla bu ülkelerde Fransadakinin aksine ılımlı bir laiklik anlayışı gelişmiştir.

• Bu ülkelerin çoğunda devlet kendisini laik olarak tanımlamadığı gibi herhangi bir inancı da resmi olarak tanımaz.

• Bu ülkelerde genel olarak benimsenen ilkeler tarafsızlık, hoşgörü, eşitlik ve din özgürlüğü ilkeleridir.

• Okullarda herhangi bir inanca bağlı olmadığını beyan etmedikçe din dersleri zorunlu olarak okutulur. Devlet din eğitimini cemaatle birlikte düzenler.

Karma Modeller

• İngiltere’de yazılı bir anayasa bulunmamasına rağmen resmi bir din vardır ve dinin tanıdığı kilise resmi ve hukuki bir statüye sahiptir.
- İngiliz Anglikan Kilisesi’nin başı kral veya kraliçedir.
- Kral ve kraliçenin başı olduğu için Protestan olmak zorundadır. Tüm piskoposları üst düzey kilise görevlilerini kendisi atar.
- Kral ve kraliçe tahta çıktığı zaman tacını başpiskopos giydirir. Kilise bununla birlikte yaşamın bir parçasını oluşturur.
- Meclise bir yasa teklifi verebilir. Meclisin kabul etmesi durumunda verdiği teklifler yasa olarak kabul edilir.
- İngiltere’de devlet belli alanlarda dini hizmetleri destekler. Dini okulların yanı sıra, orduda, hapishanelerde ve sağlık kurumlarında çalışan din adamları devlet tarafından finanse edilirler.
- İngiltere eğitim sisteminde dini eğitim vermek üzere zorunlu din dersleri konmuştur.
Gerek devlet okullarında gerekse cemaat okullarında istemeyen velinin çocuğu toplu ibadetten muaf tutulur.
- Anglikan Kilisesi: Protestanlık içinde gelişen Anglikanism inancına ait bir kilise olup İngiltere’nin resmi kilisesi sıfatına sahiptir.

• Yunanistan ne tam laik ne de tam olarak teokratik bir ülkedir. Yunanistan’ın da İngiltere gibi resmi bir kilisesi vardır.
- O da Doğu Ortodoks Kilises’dir. Hz.İsa tarafından kurulduğuna inanılan bu kilise Yunanistan’ın yanı sıra Rusya, Bulgaristan, Romanya, Sırbistan vb. gibi Doğu Avrupa ülkelerinde gelişmiş en yaygın kilisedir.
- Bizans’ın 395 yılında Batı Roma’dan ayrılmasıyla birlikte burada Hristiyanlık resmi din olarak kabul edilmiş ve devletin altında Hristiyanlığa resmi bir sıfat verilmiştir.
- Kralın bu tarihten sonraki sıfatı Sezaropapa olmuştur. Yani kral hem bir hükümdar hem de aynı zamanda papa gibi dinin başı sayılmıştır.
- Yunanistan’da Kilise kanunlarına aykırı bir yasa doğal olarak Anayasaya aykırı kabul edilir.Yeni Anayasaya göre cumhurbaşkanı ve meclis üyeleri dini koruyacaklarına dair ant içerler.
- Kilisenin mahkemelerinin ceza yetkisi de bulunmaktadır.

Bir Karma Model Olarak Türkiye’de Laik Sistem (Düzen)
• Türkiye’de bazı yönleriyle İngiltere ve Yunanistan modellerine benzeyen ama bazı yönleriyle de farklı bir karma model söz konusudur.

• Kama model Osmanlı’daki din devlet ilişkisine dayanaktadır. Osmanlı’da din şeyhülislamlık kurumu üzerinden devletin altında örgütlenmiştir.

• Cumhuriyet Dönemi’nde Şehülislamlık yerine Diyanet İşleri Bakanlığı kurularak din işleri devlete bağımlı hale getirilmiştir.

• Laiklik Türk toplumunu modernleştiren bir araç olarak görülmüştür.

• Türkiye’de laiklik adına atılan en önemli adım Şer’iye ve Evkaf Vekaleti ile Hilafetin 1924 yılında kaldırılması olmuştur. Diğer adımlar ise şöyledir:

- 1924 Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kabul edilmesi, Diyanet Reisliği, İlahiyat Fakültesi ve İmam Hatip Okullarının kurulması,
- 1925 Şapka Kanunu ve Miladi Takvimin kabul edilmesi ve Tekke ile Zaviyelerin kurulması.
- 1926 İsviçre Medeni Kanunu ve Borçlar Kanunu ve İtalya Ceza Kanunu’nun kabul edilmesi,
- 1928 Latin Alfabesinin kabul edilmesi ve Anayasa’dan “İslam dini” ibaresinin kaldırılarak yeminin laikleşmesi(Vallahi yerine namusum üzerine söz veririm gibi),
- 1929 Alman Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu ve İsviçre İcra İflas Kanunu’nun kabulü,
- 1930 İmam Hatip okullarının kapatılması,
- 1932 ezanın ve kametin Türkçeleştirilmesi,
- 1934 Hacı, hafız, ağa, şeyh, molla gibi lakap ve unvanlarla birlikte bazı kisvelerin yasaklanması,
- 1935 hafta tatilinin Cuma’dan Pazar’a çevrilmesi,
- 1937 Laikliğin Anayasa maddesi haline getirilmesi,
- 1949 İlahiyat Fakültesi’nin kurulması ve okulları program dışı din dersi konması,
- 1950 din derslerinin programa alınması,
- 1951 imam hatip okullarının yeniden açılması,
- 1956 ortaokullara din dersi konması,
- 1982 orta öğretime mecburi din dersi konması.

• Türkiye’de düzen anayasada laik olarak tanımlanmasına rağmen devlet Diyanet işleri Başkanlığı aracılığıyla dini kontrolü altına almış ve dini hizmetleri üstlenmiştir. Başbakanlığa bağlıdır. 1924 yılında kurulmuştur.

• Bununla birlikte ilk ve orta öğretim okullarında zorunlu din dersleri devlet tarafından verilmektedir.

• Kısaca, Türkiye kendine özgü karma bir laiklik modeli hayata geçirmiştir.

• Türkiye Fransa’dan sonra anayasasında kendisini laik olarak tanımlayan ikinci ülke olmasına rağmen din ve devlet arasına bir ayrılık duvarı konmamıştır.

Teokratik ve Yarı Teokratik Modeller
• Vatikan 1929 yılında gerçekleştirilen Lateran paktı ile birlikte bağımsız bir kent devleti haline gelmiştir.
- Vatikan BM’e bağlı bir devlet olmamakla birlikte bağımsız bir devlet hüviyetindedir.
- Vatikan, teokratik ilkelere dayalı mutlak monarşik bir yapıya sahiptir. Devletin başı Papa’dır. Tüm Katolikler adına egemenlik Papa’ya aittir. Papa, Kardinaller tarafından seçilerek görev başına gelir.
- Papa, Vatikan devletinin yasama, yürütme ve yargı gücünün tümüne birlikte sahiptir. Papa, yasama faaliyetlerini Papalık Komisyonu olarak 5 yıllığına atadığı kardinaller aracılığıyla yürütmektedir.
- Vatikan’ın dışişleri Papalığın Devlet Sekreterliği ve bu sekreterlik bünyesinde görevlendirilen diplomatlar aracılığıyla yürütülmektedir.
- Vatikan kentinde yaşayan 3000 civarındaki kişiden sadece 930 tanesi vatandaşlık sıfatına sahiptir.
- Vatikan vatandaşlığı doğum yoluyla değil, Papalığın takdiriyle elde edilen bir statüdür.
- Vatikan vatandaşlığı sıfatına sahip olanların üçte ikisinden fazlası ruhban sınıfına mensuptur.

• İran’da tarih boyunca devlet ile din farklı otoriterler tarafından yönetilmiştir. Devlet mutlak monarşik yapıya sahip olan şahlık tarafından yönetilirken din Hüseyniye Medresesi yapısı içinde ruhani otoriteye sahip ulema tarafından yönetilmiştir.

- İran’da devlet Şia anlayışına ve değerlerine riayet ederek yönettiği için zaman zaman yaşanan krizlerin dışında siyasi otorite ile dini otorite arasında 20. Y.y’la kadar ciddi bir sorun yaşanmamıştır.
- Dinsel otoritenin başını çeken İmam Humeyni 1961 yılında önce birkaç yıl süren hapis cezasıyla cezalandırılmış; daha sonra 1965 yılında yurt dışına sürgüne gönderilmiştir.
- 11 Şubat 1979’da İran’da İslam Devrimi meydana geldi ve İmam Humeyni’nin ruhani liderliği altında İran İslam Cumhuriyeti kurulmuş oldu.
- İran İslam Cumhuriyeti’nin yönetim yapısı İran’daki Devrim Anayasası’na dayanmaktadır. Anayasaya göre düzenin en tepe noktasında İran’ın dini lideri bulunmaktadır. Cumhurbaşkanı 2.adamdır.
- İran’da dinsel otoritenin altında seçimler yoluyla gelen yöneticiler yer alırlar. Bunların başında da Devlet Başkanı gelir; 4 yıllığına seçilir. En fazla 2 kez seçilme hakkına sahiptir(üst üste).
- Meclis her tür yasanın yapımından sorumludur ama islami prensiplere aykırı bir yasa yapamaz. İran’da çifte yargı düzeni bulunmaktadır.

• Şeriat hukukunun uygulandığı Suudi Arabistan, Yemen, Malezya ve Pakistan gibi ülkelerde yöneticilerin ruhani bir kimliği yoktur. Bu bakımdan bu tür ülkeler yarı teokratik ülkeler olarak nitelendirilebilir.

- Suudi Arabistan da İran gibi Şeriat kurallarıyla yönetilmektedir. Ancak yönetimin başı mutlak otoriteye sahip olan kraldır. Yönetimle ilgili tüm kararları verme yetkisi krala aittir.
- Suudi Arabistan’da herhangi bir siyasi parti veya seçim yoktur. Tüm yetkiler kralda toplanmıştır. Suudi Arabistan kralları saltanat yoluyla Suudi ailesinden seçilirler.
- Kral, devleti büyük ölçüde kendi ailesinden kişilerle birlikte yönetir. Siyasi otorite Suudi Arabistan’da dini otoritenin üzerinde olup nihai gücü oluşturmaktadır.

• İsrail teokratik yapısının başlangıç noktası israil’de ulusal kimliğin inşasında görülür. İsrail’de hakim olan yapısının Yahudilik politik bir kimlik olmanın yanında esas olarak dini bir kimliktir.
- İsrail’de devletin dayandığı temel Yahudi inancı Ortodoks Yahudilik’tir. İsrail’de yazılı bir anayasa yoktur.
- Bütün kararlar İsrail Meclisi olan Knesset tarafından alınır. Fakat Knesset hiçbir şekilde Yahudi Ortodoks inancına aykırı bir karar alamaz.
- Ortodoks Yahudilik: Musa’nın Beş Kitabı’nı oluşturan Yahudi Şeriatına sıkı sıkıya bağlı olan en yaygın Yahudi mezhebidir.
- Yahudi inancı yiyecekler konusunda sıkı prensiplere sahip olduğu için İsrail’de devlet bu konuda katı politikalar geliştirmiştir. Özellikle helal et Koşer konusundaki düzenlemelere sıkı sıkıya riayet eder ve ithal edilen yiyecekleri bu bakımdan sıkı bir denetimden geçirilir.
- İsrail’de tatiller tamamen Yahudilik inancına göre düzenlenir. Devlet Cumartesi günleri acil sağlık hizmetleri dışında, ulaşım dahil olmak üzere kamu hizmeti vermez.

KÜRESEL DÜNYADA DİNİN SİYASAL BOYUTLARI
• Fundamentalizm, kaynaklara dönme anlamında 20. Y.y başında Amerika’daki protestanlar için kullanılan bir kavramdı. Fakat bu kavram zamanla değişik inançları da ilgilendirmeye başladı. Bazıları şiddeti savunurken bazıları savunmazlar.

• 1920’lerden sonra İslam dünyasında sömürgeciliğe karşı başlatılan mücadele sürecinde islami kaynaklara dönüş önemli bir siyasi proje haline geldi.

• Protestanlar arasında gelişen Evanjelik hareket, Yahudilik içinde gelişen Siyonizm, Hindular ve Sihler arasında gelişen radikal dini hareketler bu türden oluşumlardır.

• Radikal dini öbekler dinin bir ibadet ve ahlak biçimi olmasıyla yetinmezler; aynı zamanda dinin siyasi yorumunu geliştirerek onu bir siyasal rejime dönüştürmek isterler.

• Amerika’da faaliyet gösteren Evanjelik öbekler son yıllarda siyasete karşı aşırı ilgi göstererek Amerikan siyasetini kendi inançları doğrultusunda şekillendirmeye çalışmaktadırlar. Bugün Amerikan kamusal alanı siyasete karşı ilgi duyan radikal dini öbeklerin etkisi altındadır.

• Evanjelik hareket içinde gelişmiş olan Yeniden Doğuşçular kıyametin tüm işaretlerinin doğduğuna inanmakta, bunun için de Tanrıyı kıyamete zorlamaya çalışmaktadırlar.

• Onlara göre Yahudilerin yeniden İsrail’de toplanması, Filistin topraklarında bir İsrail devletini kurması, burada Süleyman tapınağını inşa etmesi, Müslümanlarla Armageddon savaşına girmesi ve Müslümanları yenmesinin sonucunda Hz.İsa yeryüzüne inecek ve Tanrısal bir krallık kuracaktır.

• Yahudiler arasından çıkan Siyonist öbekler Nil nehrinden Fırat nehrine kadar uzanan toprakları Yahudiler için vaat edilmiş topraklar olduğunu ileri sürmekte ve bu geniş coğrafyaya hükmeden bir devlet kurmak için mücadele etmektedirler.

• Yeniden Doğuşçular: Kıyamete doğru yaşanan ızdırapları çekmemek için Tanrı’nın kendilerini kendi katına çıkaracağına ve İsa’nın yeryüzünde krallığını kurduktan sonra tekrar yer yüzüne ineceklerine inanan bir takım. Merkezi Amerika’dır.

• Siyonizm: Tevrat’ta Yahudiler için vadedilen topraklarda başkenti Kudüs olan bir Yahudi devletini kurmayı amaçlayan uluslar arası siyasi bir hareket.

Din Temelli Şiddet ve Terörizm Sorunu
• Radikal dini öbeklerin genel bazı ortak özelliklere sahip oldukları görülmektedir.
- Birincisi tümü mutlak ve tek bir hakikate inanırlar.
- İkincisi, tüm radikaller kendi hakikatlerine karşı çalışan, yarışan ve mücadele eden bir gücün bulunduğuna inanırlar.
- Son olarak hepsi inançlarını değişik araçları kullanarak yaygınlaştırmaya çalışırlar.

• Radikal anlayışlar iktidarda oldukları zaman devletin gücünü kullanarak kültür ve eğitim yoluyla ideolojilerini tüm topluma dayatmaya çalışırlar.

• Ancak muhalif ve zayıf konumda oldukları zaman şiddete ve teröre başvurmaktan çekinmezler.

• Bugün Amerika’da, Hindistan’da, İsrail’de görülen radikal dini öbeklerin çoğu devletleriyle bir şekilde bütünleştikleri için görünür şiddet üretmeden ideolojilerini yaymaktadırlar.

• Oysa İslam dünyasında radikal öbekler genel olarak muhalif ve zayıf konumda bulundukları için inançlarını şiddet ve terör yoluyla yayma yoluna gitmektedirler. Bunun tipik örneklerinden birini El Kaide terör örgütü oluşturmaktadır. 1988 yılında Sovyet(afganistanın) işgaline karşı kurulmuş ve sonradan Amerikayla savaşmaya başlamıştır.

Sömürgecilik Karşıtı Dini Direnişler
• Dinin siyasi boyut kazanma şekillerinden biri de din temelinde sömürgeciliğe karşı direnmekte görülmektedir. Milliyetçi bir ideoloji tarafından ya da din temelli bir düşünce tarafından sürüklenmiştir.

• Libya ve Sudan’da gelişen Senusilik Fransızlara ve İtalyanlara karşı ciddi bir direniş göstermiştir.

• İngilizlerin Mısır’ı işgaline karşı yine din temelli bir hareket olarak Müslüman Kardeşler (İhvani Müslimin) hareketi doğmuştur.
- 1928 yılında İngilizlere karşı Hasan El Benna tarafından başlatılan İhvani Hareketi zamanla Kuzey Afrika’da ve Orta Doğu coğrafyasında din temelli önemli bir muhalif hareket haline gelmiştir.
- 1950 sonrasında Mısır’da, Suriye’de ve diğer Arap ülkelerindeki otoriter rejimlere karşı islami bir yönetimi savunur hale gelmiştir.

• Sömürgeciliğe karşı ortaya çıkan bir diğer hareket ise İsrail işgaline karşı Filistin’de doğmuştur.
- Filistin Direnişi başlangıçta seküler karakter taşıyan Filistin Kurtuluş Örgütü tarafından sürdürülürken 1987’de sahneye çıkan HAMAS bu direnişe ortak olmuş ve Gazze bölgesini kontrol eder hale gelmiştir.
- Hamas’a bağlı El Kasım Tugayları İsrail’e karşı silahlı bir mücadele sürdürmektedir.

• Senusi Hareketi: Muhammed Bin Ali Es-Senus tarafından kurulmuş olan bir yenilik hareketidir. Ancak bu hareket 1900’lerin ilk çeyreğinde Müslüman toprakların işgaline karşı direniş örgütleyen bir harekete dönüşmüştür.

• İslami devlet anlayışı 1950’de Mısır’da rejimi tehdit eder hale gelince Müslüman Kardeşler hareketinin önemli isimlerinden bazıları idam edilmiştir.

• Bunlardan biri İslami kaynakları yorumlarıyla tüm islam dünyasında ün salmış olan Seyyit kutup idi.

• Cezayir’de İslami Selamet Cephesi’nin Aralık 1991’de yapılan ilk genel seçimlerin birinci turunu kazanmasının ardından MGK yönetime el koymuş, bu da yüz binin üzerinde insanın ölümüyle sonuçlanan bir iç savaşa yol açmıştır.

• Müslüman kardeşler ve benzeri çizgide olup İslami devlet anlayışını savunan hareketler 2000’li yıllarda önemli bir değişim ve dönüşüm geçirerek demokratik bir yönetim taleo eder hale geldiler,

•2011 yılında değişik Arap toplumlarında başlayan Arap Baharı sürecinde bu tür hareketler demokrasi talebinin önemli oyuncularından birini oluşturdular.

• İslam dünyası İran’ın aksine İslam ile laikliği demokratik bir düzen içinde bir arada tutan Türkiye modelini daha çok benimsemiştir.

• 2011 yılında başlayan Arap Baharı sürecinde meydanlara dökülen kitleler genel olarak Türkiye modeline benzer bir rejim istediklerini beyan etmişlerdir.


ÜNİTE SONU :)

Sınavlarda Hepinize Başarılar Diliyoruz..
 

AOFDESTEK

ADMİN
Yönetici
Admin
Katılım
9 Şub 2011
Mesajlar
6,041
Tepkime puanı
25
Puanları
48
Bölüm:
İşletme
Şehir:
Bursa
DİN VE TOPLUM

ÜNİTE 3:

Feodalizminden Kapitalizme Dinin Ekonomik İşlevi

FEODALİZM VE DİN

• Tarihsel olarak “feodalizm”in önemi, onun Batı’daki teşekkülü dışında farklı toplumlara veya dönemlere uygulanıp uygulanmayacağı ile alakalıdır.

• Yani, “feodalizm” kavramının tikel ve yerel bir uygulama alanına mı sahip bulunduğu, yoksa evrensel ve bütün toplumlara şamil bir geçerliliği mi olduğu sorusu, hala çözülememiştir.

• Feodalizm Batı ve dünyanın geri kalanı diye yapılan ayrımın tarihsel olarak tebarüz ettiği ilk alandır.

FEODALİZMİN DOĞUŞU
• Feodalizmin nasıl doğduğuna dair çözümlemeler, kapitalizmin nasıl geliştiğine dair çözümlemeler kadar üzerinde çalışılmış ve kavramsallaştırılabilmiş bir huşu değildir.

• Feodalizm için, kapitalizmde olduğu gibi, nirengi noktası sayılabilecek hususlar bulabilmek ve bunları kavramsallaştırabilmek kolay görünmemektedir.

• Feodal toplumdaki toplumsal katmanlar hangi kriterler göz önüne alınarak belirlenecektir? Bu dönemi tamamıyla bugünün sekülerleşmiş bilimsel mantığı ile mi kavramak anlamlıdır, yoksa dinin o dönemdeki şekillenme tarzlarına da bakmak mı gerekmektedir?

• Bu ve benzeri sorular, feodal dönemi tebarüz ettirecek özellikleri bulma konusunda bize fazla yardımcı olamazlar.
- Bunun bir nedeni, aradaki uzun tarihsel mesafe ise
- İkinci bir nedeni ise o dönemin artık modern dönemde hakim olmaya başlayan kavramlar ve anlayışlarla anlaşılmaya çalışması ancak bu çalışmaları besleyebilecek tarihsel ve kavramsal araçların o dönemden elde edilmesinin güç olması.

• Bu açıdan, feodalizmin ortaya çıkışını ve şekillenmesini, daha kabaca doğuşu için ortaya atılan beşinci/dokuzuncu y.y. da sona erdiği söylenen 15-16 y.y a kadar uzanan bir tarih dilimindeki değişim ve dönüşümlerini, ancak kısmı veriler çerçevesinde çözümleyebiliyoruz.

• Toplum bilimleri açısından feodal döneme ilişkin önemli bir sorun da, feodalizm için toplumun etrafında döndüğü varsayılan “içsel yasalar”, en azından “normlar” veya “kaideler” bulunup bulunamayacağı ile ilgilidir.

• Feodalizmin doğuşuna yol açan nedenler arasında iki husus, önemli rol oynar.
- Birincisi Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasıdır.
- İkincisi bu yıkılışı da gerekçe gösterilen, literatüre (edebiyata) “kavimler göçü” diye de geçen Doğu’daki çeşitli barbar Cermen kabilelerin Batı’ya göç etmesinin ve Batı’yı istila etmesinin yarattığı karmaşadır.

• Toplumsal Yasalar: Sosyal bilimcilerin toplumları bir bütün olarak kavramak ve tarih boyunca değişim ve dönüşümlerini anlamak için topluma uyguladıkları yasalar.
- Sosyal bilimlerin ortaya çıkışıyla tabiat (doğa) yasaları gibi toplumda da yasalar bulunup bulunamayacağı sorusundan hareketle ortaya çıkan toplumsal yasalar ile bir toplumun hakiki tarihi, her zaman örtüşmeyebilir.
- Buna rağmen sosyal bilimciler, bir toplumu anlamanın en iyi yolunun onda kavramsal da olsa yasalar bulmak olduğunu düşünür.

• Roma imparatorluğu’nun en azından Batı kanadının yıkılışı 5. Y.y sonlarında kendini hissettirir.

• İkiye bölünen Roma İmparatorluğu’nun Doğu’daki hayatını devam ettirirken Batı’dakinin yıkılmasından sonra Roma hakimiyetinde kalan kesimlerde yaşanan ademimerkeziyetçilik (merkezi idarenin zayıf ya da yok olması),
- Roma ordusunun dağılması, çeşitli yerleşim yerleri arasında kurulan yolların tahrip olması ve herhangi bir korumadan mahrum olarak metruk hale gelmesi,
- Merkezi idarenin yokluğunda vergilendirmenin ve paranın kontrolünün olmayışı gibi bir takım nedenlerin, bu toprakların kendi içine kapalı bir örgütlenme içine girmelerini zorunlu hale getirdiğinden söz edilir.

• Dolayısıyla “feodalizm”, bu dağınıklık ortamında Kuzey Avrupa’nın kendisini korumaya dönük bir girişimi olarak değerlendirir.

• Aynı dönemde bazı yerel barbar kralların etki alanlarının daha geniş coğrafyalara yaydığı ve belirli bir merkezileşme eğilimi geliştirdikleri dönemde dahi feodalleşme eğilimlerinin sürdüğü gözlenmektedir.

• Dolayısıyla feodalizmin doğuşunu ve feodalleşme eğilimlerinin sürmesini açıklayacak başka nedenlere ihtiyaç vardır.

• Bu noktada Roma devleti dönemlerinde tarımsal alanlarda hakim olan büyük arazilerin işlenmesine dayalı latifundium düzeninin de çökmesinden ve evrilmesinden bahsetmek gerekli görülmektedir.

• Kendi örgütlenme tarzını yavaş yavaş topluma yaymaya başlayan Kilise de kendi latifundium’larına sahip olan imtiyazlı zümreler safını katılmaya başladı.

• Kimi zaman krallar, Kilise ve imtiyazlı kimseler arasında çeşitli anlaşmalar da yapılıyor ve arazi üzerindeki tasarruf hakkı, Kilise’ye ya da krallara sadakat yemini etmiş imtiyazlı kimselerin kullanımına verebiliyordu.

• Böylece daha sonra feodal düzenin “manoryalizm” adı verilen bir düzen doğdu.

• Manoryalizmde, arazi üç parçaya ayrılmıştı.
- İlki “demesne” adı verilen, sadece imtiyazlı sınıfa ait olan toprak parçasıydı. Bu topraklar köylüler tarafından işlense de geliri tamamıyla imtiyazlı sınıfa aitti.
- Arazinin ikinci kısmı, köylülerin üründen belirli bir miktar imtiyazlı sınıfa verme ya da imtiyazlı sınıfın belirli bir hizmetini yerine getirme karşılığında köylülerin kendi geçimleri için işlettikleri topraklardı.
- Son kısmı ise serbest arazi parçalarıydı. Bu araziler için de imtiyazlı sınıfın belirli hakları vardı, ama köylüler bu arazileri serbestçe kullanabiliyordu.

• Latifundium: Roma döneminde, daha çok Akdeniz civarında görülüyordu ve köle emeğine dayalı çok büyük arazi parçalarıydı.
- Buralarda daha çok zeytin, üzüm, tahıl ve benzeri ürünler yetiştirip işleniyordu. Bu arazileri daha çok Roma yönetici kesimi işletiyordu. Rekabet gücü olmayan köylülerden satın alınan topraklarla latifundium diğer tarımsal alanlara doğru genişleyebiliyordu.
- Arazilerin bu şekilde örgütlenmesiyle vergi toplama işi de belirli bir güvence altında alınmış oluyordu.

Feodal Toplumun Özellikleri Nedir?
• Genel olarak kabul gören bir görüşe göre, “feodal” kelimesi, öncelikle, hukuki risalelerde eski dönemin yönetim tarzını ifade etmek üzere ilk kez Fransızcada kullanılmıştır.

• 19.y.y’la kadar “feodal” kelimesinin kullanılması, Roma hukukuyla, daha çok da bu hukukun Roma devletinin yıkıldıktan sonra geçirdiği dönüşümlerle alakalı tartışmalarla sınırlıdır.

• Dolayısıyla, 19.y.y’la kadar kelime daha çok bir sıfat olarak “feodal” biçiminde kullanılmaktadır.

• Kelimenin bir kavram haline gelmesi ve konunun “bilimsel” bir incelemeye konu olmaya başlaması, 19. Y.y. ortalarına rastamaktadır.

• Feodalizm kavramı bir tarih yazımı sorunu olarak ortaya çıkmıştır.

• Feodalizm’i tek bir tanım altında ifade etmek hayli zordur. Bu noktada, kabaca ç ayrı unsurun rol oynadığını ve feodalizmin bu unsurlara yüklenen ağırlığa göre tanımlanabileceğini söylemek mümkün görünmektedir.

- İlki, toprağa dayalı bir örgütlenmenin hiyerarşisini belirleyen kurallar, haklar ve yükümlülüklerle alakalıdır. Bu tanımıyla 19.y.y’la kadar “feodal” kelimesinin ifade ettiği alanla sınırlı bir kullanımdır.

- İkinci unsur, i
darenin ademimerkezileşmesinin neticesinde ortaya çıkan hukuksal ve yönetime dayalı niteliklerden ziyade bu ilişkiler ağından geçerli olan toplumsal ve ekonomik niteliklere ağırlık verilmesidir. Ademimerkezileşmiş bir ortamda belirli imtiyazlara sahip toprak ağaları, derebeyler veya soylular gibi imtiyazlı zümreler ile onlara tabi olan köylüler arasında ilişkilerin ekonomik doğası daha ağırlıklı bir rol oynar.

- Üçüncü unsur,
Orta Çağlarda ortaya çıktığı ifade edilen bu adem-i merkeziyetçiliği kendi içinde bütünleşmiş bir yapı olarak inşa eden anlayıştır. Soylular ya da derebeyleri ile ona tabi köylüler arasındaki ilişki değildir söz konusu olan; neredeyse kendi içinde bağımsız bir
yapı içinde, küçük çaplı bir idari düzen ve bu düzenin oluşturduğu hiyerarşik bir siyasal örgütlenme vardır.

• Feodalizmi tanımlayan bu üçüncü unsurda, kendisini bir şekilde asiller ve şövalyeler zümreleriyle bütünleştirmeyi becerebilmiş kilise hiyerarşisinin de hayli katkısı vardır.

• Feodalizmin anlaşılması konusunda, özellikle Marc Bloch’un çabaları yadsınamaz. Bloch, tamamıyla bütüncül bir feodal toplumsal yapı ortaya çıkardığı Feodal Toplum adlı eserinde, orta Çağlarda hakim olan bir unsurun bir çok unsuru birden işin içine katarak, hayli geniş bir “feodalizm” tanımı yapar.

Teba haline getirilmiş köylü kesimi;
söz konusu bile olmayan ücret yerine hizmete dayalı mülkün ( yani fief' in ) yaygın kullanımı;
uzmanlaşmış savaşçılar sınıfının hakimiyeti;
insanı insana bağlayan ve savaşçı sınıf içinde, vassallık adı verilen ayrı bir biçimi öngören itaat ve koruma bağları;
otoritenin - kaçınılmaz olarak düzensizliğe yol açan- parçalanması;
ve bütün bunların ortasında, başka birliktelik biçimlerinin, ikinci feodal dönem sırasında yeni bir güç kazanan aile ile devletin ayakta kalması; İşte bunlar Avrupa feodalizminin temel özellikleri olarak görünüyor.

• Bloch: Annales Tarih Okulu’un kurucularından olan tarihçi. Özellikle tarih yazımına katkıları hayli etkili olmuştur.

• Feodal toplumu, kamusal olarak tebarüz etmeyen, bir şekilde imtiyaz altına alınan topraklarda kendi iktidarını kendisi istediği gibi belirleyen imtiyazlı bir zümre ile bu zümrenin hizmet karşılığı koruması altına aldığı köylü kesimler arasında ortaya çıkan bir “koruyankorunan” ilişkisi olarak tanımlamak mümkündür.

• Koruyan-korunan’a dayalı bağımlılık ilişkisinin, her yerde aynı tarzda teşekkül etmesi ve birçok farklılık sergilemesi, onun dikkat çekilmesi gereken başka bir unsurdur.

Feodalizmin Özgüllüğü
• Tam olarak feodalleşip feodalleşmediği konusunda bir fikir birliği bulunmayan ancak feodalizm için ana yurt olarak kabul edilen Batı Avrupa’da yaşanan gelişmelere paralel olarak dünyanın başka yerlerinde de feodal yapıların ya da en azından ilişkilerin yaşanıp yaşanmadığı sorusu, özellikle sosyal bilimcilerin uzun yıllardır önemli bir uğraşısı olmuştur.

• Aslında benzemese de en azından tarihsel olarak Batı Avrupa’daki ilişkilere benzer analitik olarak çözümlenebilir feodal ilişki arayışlarının arkasındaki en büyük neden, Batı Avrupa’ya özgüllüğünü veren unsurları yerel ve tarihsel olarak sınırlı ilişkiler olmaktan çıkarmak ve evrenselleştirmektir.

• Bu noktada özellikle modernleşme kuramlarının ve daha çok da Marksist tarih yazımının büyük bir rol oynadığını söyenebilir.

• Dolayısıyla feodal toplumsal yapıların teşekkülü ve daha sonra da kapitalist bir tarza dönüşümü, sadece Batı Avrupa’da yaşanan gelişmenin saiklerini anlamaya hizmet etmez,örneğin Orta Doğu toplumlarının Oryantalist bakış açılarıyla algılanmasına da zemin olmuştur.

• Örneğin, Japon Orta Çağı’ndan samuraylara dayalı bir feodalizm tasarlanmasında da görülür.
- Osmanlı devleti dönemi için tımar düzeni ve devletin son dönemlerinde ayanların merkezi otoriteden bağımsızlaşma arayışları da aynı mantıkla okunur ve Osmanlı Devleti’nde feodalleşmemenin nedenleri bulunmaya çalışılır.

Feodal Yapılarda Din ve Kilise’nin Rolü
• Batı tarihinde Orta Çağ tabir edilen bir dönemde ortaya çıkan feodal ilişkilerin ve feodal toplumsal yapının Avrupa’da Hristiyanlığın yayılmasıyla ve daha sonra da kurumsallaşmasıyla doğrudan bir ilişkisi vardır.

• Feodal dönemde Hristiyanlığın Batı’ya yeni yeni ulaşmakta olduğunu ve dolayısıyla en azından toplumsal yapılara tam olarak nüfuz etmediğini belirtmek gerekir.

• Dahası, özellikle Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra merkezi bir idareden yoksun ancak bir taraftan barbar istilaları ile sarsılan, diğer taraftan ise kendisinden daha gelişkin ve kentli bir Doğu İmparatorluğu ile sınırlanan; yanı sıra İslam’ın ortaya çıkışı ve Akdeniz Havzası’nda yayılmasıyla önemli ticaret bağlantılarından yoksun kalan Avrupa’nın feodal bir döneme girmesinde bu unsurların etkisi göz ardı edilemez.

• Roma imparatorluğu pagandı. Roma soyluları ile barbar kavimlerin paganlığı arasında önemli farklar da vardır. Roma kendi içinde daha incelikli bir pagan anlayışı getirmişken kuzeyden gelerek Roma’yı istila eden barbarlar, daha kültürsüz ve kabilevi bağlara dayalı bir paganlık yaşamaktaydı.

• Pagan: Latince “kırsal” anlamına gelen bir kelimeden türeyen pagan, yerel halkların tek tanrılı olmayan bir kültlere dayalı inançlarına verilen genel ad.
- Putperestliğe benzer. Ancak paganlıkta inanılan ilahlar soyut olabilir. Gerçek anlamında İbrahimi gelenekten gelmeyen ve yerel karakter taşıyan inançlar varsa da Batı Hristiyanlaşırken zamanla Hristiyan olmayan anlamı da kazanmaya başlamış ve örneğin İslamiyet de “pagan” olarak anılır olmuştur.

• Roma imparatorluğu’nun değişik bölgelerinde çeşitli cemaatler oluşturan Hristiyanlık, ilk başlarda Roma yönetimine karşı kayıtsız bir tavır içinde görünüyordu. İmparatorluk da onları farklı bir Yahudi cemaati olarak görüyordu.

• Pavlus, mektuplarından, havarilere naip olan papaz ve piskoposların nasıl bir hiyerarşi oluşturacağına dair bazı veriler sunmuştu.

• Ancak bu kiliseler ve kilise hiyerarşisi, Roma imparatorluğunda illegal kuruluşlar olarak faaliyet gösteriyordu ve kimi yerlerde yönetim tarafından çeşitli eziyetlere maruz kalıyorlardı.

• Kilisenin doğduğu yörelerin dili olan Aramice veya İbraniceyi değil de yayılmasıyla çalıştığı toprakların dilleri olan Latince ve Yunancayı seçmesi, yayılmasını kolaylaştıran etkenlerden biriydi.

• 2.y.y’la kadar 15 milyon olduğu tahmin edilen Doğu Roma imparatorluğu’nun ancak %10’nun Hristiyan olduğu, aynı yüzyılın sonunda bütün Roma İmparatorluğu’nun nüfusunun ancak 15 milyonunun Hristiyanlığı benimsediği varsayılsa da Hristiyan kiliseleri arasında bazı teolojik fikir ayrılıkları da belirmeye başlamıştı.

• Özellikle Pavlusçu kilise akımlarına karşı bir yandan, Airus önderliğinde teslisi kabul etmeyen Ariusçular vardı.

• Diğer yandan da özellikle Kuzey Afrika’da yaygınlık kazanan Donatiler mevcuttu.

• Donatiler de sadece günahsız olanların kiliseye kabul edilmesi gerektiğini, ayini yerine getiren papazların da aynı şekilde günahsız olması gerektiğini ileri süren püriten bir inancı yaymaya çalışıyordu.

• Önce Constantine geçmiş dönemlerin aksine Hristiyanlara baskı yapılmaması için hoşgörü yasasını ilan etti; daha sonra da dördüncü yüzyılda Birinci Theodius Hristiyanlığı Roma İmparatorluğu’nun resmi dini olarak ilan etti. Böylece Hristiyanlığın Batı Avrupa’daki tarihi de
başlamış oldu.

• Bu noktada, feodal dönemle birlikte başladığı varsayılan Avrupa içi bölünmenin, bir şekilde teolojik bölünme temelli izlerinin belirginleşmeye başladığı söylenebilir.

• Başlarda manevi bir kardeşlik örgütlenmesi olarak başlayan Hristiyanlık tarihi Roma’da yavaş yavaş siyasal ve otoriter bir organizasyona dönüşmeye başlamıştı.

• Roma hukuku Hristiyan ilkelerine göre biçimlenmeye başladı. Böylece dini değil, toplumsal, ekonomik, kültürel ve hatta kişisel bir takım hukuki kaide ve kurallar topluma uygulanmaya çalışıldı.

• Pagan bir toplumda bu tür girişimlerin bir karşılığı da vardı. Roma devletinin birçok soylu ve eğitimli temsilcisi şimdi kilise görevlisi olarak hizmet veriyordu.

• Pagan bir ortamda kendisini politik bir monoteizm olarak sunan bir yapı belirmişti.

• Feodal dönemde yerel imtiyazlı öbeklerin bir takım topraklar üzerinde kendi hakimiyetlerini kurumları da Kilise’den de manevi olarak kutsanmışlık gören bu zümrelerin bir anlamda kazandığı serbestlik nedeniyleydi.

• Ancak asıl sorun, her türlü pagan inanca sahip halkın Hristiyanlaştırılmasıydı. Kırsal Kesimlerin Hristiyanlaştırılması

• Orta çağ’ların feodal yapısını belirleyen temel unsurlar, Roma, Cermenlerin barbar istilaları ve Hristiyanlık kültürünün sentezlenmesiydi.

• Feodalleşmenin dışında kalanlar Vikingler ve Keltler gibi birtakım küçük öbekler de Orta Çağların parçasıydı.

• Ne var ki feodal dönemde Batı Avrupa’nın tek dayanağı topraktı ve feodalizm toprak ve üzerindekileri örgütleme çabalarından oluştu. Roma kilisesi eliyle yaygınlaşmaya başlayan Hristiyanlık bu örgütlenmeyi kolaylaştırıyordu.

• Bunun kabaca iki yöntemle yapıldığı söylenebilir.

- Birincisi, feodal yöneticilerle girdikleri ilişkilerde onları bir anlamda kutsamalarıydı. Dolayısıyla feodal imtiyazlı sınıf da bunun karşılığında pagan afetlerinin yerine kilisenin uygun gördüğü uygulamaların yaygınlaşmasını kolaylaştırıyordu.

- İkincisi ve şimdiye kadar üzerinde durmadığımız diğer yöntem ise manastırlardı.

• Her ne kadar manastır, Hristiyanlığa özgü bir yöntem olmasa da feodalleşen bir Avrupa’da manastırların edindikleri sosyal, ekonomik ve dinsel rol, feodal Avrupa’nın daha fazla çözülmeden ayakta kalmasını sağlayan unsurlardan birisiydi.

• 6 y.y. döneminde yaşamış Aziz Benedict’le özleşen Batı Avrupa manastırları, öncelikle disiplin, otorite ve düzen sağlayıcı kurumlar olarak feodal dönemde Batı Avrupa’nın ihtiyaç duyduğu bir kurumsallaşmayı sağladılar.

• Asli amaç kesişen dünyadan elini eteğini çekerek selamet aramaları olsa da manastırlar kapılarını dış dünyaya kapalı tutmadılar. Aksine feodal düzenin bir parçası olarak örgütlendiler.

• Manastırlarda eğitim görenler dönemin prenslerine, aristokratlarına veya krallarına danışmanlık yaparken bu eğitim yoluyla Latinleşmiş bir Hristiyanlığı kırsal kesimlere de ulaştırmaya çalıştılar.

• Ancak manastırlar kendilerini eğitim faaliyetlerine vermiş görünürken birçok yerde çevresindeki toprakları işleyen köylüleri de kendi serfleriymiş gibi kullandı.

• Bir anlamda, manastırlar birer “fief” haline dönüştü.

• Öyle ki Katolikliğe karşı Protestanlığın yayılmasında etkisi olan köylü ayaklanmalarının bir nedeni de köylülerin, manastıra karşı rant ve feodal hizmet yükümlülüklerini yerine getirmeyi reddetmeleriydi.

• Aynı şekilde kırsal bölgelerdeki kiliselerde de benzeri bir eğilim vardıç

MODERNLİK VE DİN
• Fransa’nın krallığı yıkarak vatandaşlık temelli bir düzene geçişini sağlayan Fransız devrimiyle ve Almanya’nın da bu deneyimleri düşünce ve felsefede aşan düşünsel bir devrimle gerçekleştirdiği modern döneme geçiş, aynı zamanda bir sekülerleşme süreciydi de.

• Ama aynı zamanda kapitalist ilişkilerin hakim olduğu modern bir dönemdi de.

Seküler ve Modern
• Modern kelimesinin kazandığı ilk hususi anlam, 5. Y.y’a kadar gider ve Roma devletinin iki ayrı dönemini birbirinden ayırt etmek için kullanılır.
- İlki, pagan olan Romadır.
- İkincisi ise resmen Hristiyanlığı benimsemiş Roma dönemidir. Roma geçmişle arasına set çekmek için o döneme “modernus” adını vermiştir.

• Roma’nın Kudüs ve Atina’yla ilişkisi, bir kendine mal etme ve böylece kendini yenileme ilişkisidir. Bunlar aynı zamanda sentez gerçekleştiriyordu. Bu da modernus’a karakterini veren şeydir.
- Bu yenilik Kilisenin hakimiyetiyle oluşan düzenden oluşur.

• Bu durum 16. Y.y başlarındaki reform hareketine kadar sürdü.

• Martin Luther isimli Alman bir papaz tarafından başlatılan reform hareketi, feodal dönemdeki imtiyazları nedeniyle giderek zenginleşerek, piskoposluğu, yerel kiliseleri ve manastırları Kilisenin yararına kullanan ve hatta dini birtakım uygulamaları, mesela bir kişin günahsız olduğunu ifade eden endüljans sertifikalarını dahi para karşılığı satmaya başlayan Katolik kilisesinin bu tavırlarına karşı çıkış hareketiydi.

• Protestanlık diye ayrı bir mezhebin kurulmasına yol açan reform hareketi, aynı zamanda kilisenin mülksüzleştirilmesi hareketinin de başlangıcını teşkil eder.

• Luther’in en önemli başarıların birisi kilise örgütleme görevlerini Alman prenslerinin profan iktidarına devretmesiydi; İngiltere 8.Henry, kiliselere Anglikan hükümdar adına el koydu.

• Kilisenin mülklerine el konmasının sonuçları:
- Köylü mülksüzleşti,
- Bütün kaynaklar üretim uğruna seferber edilmeye başlandı.
- Bu da kapitalizmin uç vermesi için gerekli altyapıyı sağladı.

• 5.y.y’dan beri yazılmış klasikleşmiş KİLİSE KÜLLİYATI sorgulanmaya başlandı ve bu külliyatın çözülmeden bıraktığı meseleler yeniden, yeni bir gözle değerlendirilmeye çalışıldı.

• Katolikliğin kendisi benzetmeye çalıştığı modelde bir karmaşa yaşanmaya başladı.

• Aynı dönemlerde ağırlık kazanan ve Kilise hakimiyeti dışında yeni bir sanat algısının gelişmesine yol açan Rönesans’ın estetik zevki de Roma Kilise’nin toparlayıcılığında gedikler açmaya ve model olarak daha özgür ve yenilikçi bir tarzda yorumlamaya başladı.

• Böylece bir kez daha “modern” bir dönemin başlangıcından bahsedilmeye başlandı.

• Bu yeni modelde, modern olan artık çağın kendi içinden çıkardığı ölçütlere göre değerlendiriliyordu.
1- İlerleme düşüncesi hakim olmaya; zamandan bağımsız ve mutlak ölçütler benimsemenin artık mümkün olamayacağı öne sürülmeye başlandı.
2- Tarihin de bir amacı olduğu fikri zemin kazandı.
3- Akıl (rasyonalite) yeni bir tanıma kavuştu.

• Kısacası, modern kelimesi bu dönemde, belirli düşüncelere, daha çok da yeni yeni şekillenmekte olan Aydınlanmacı fikirlere taraf olanların, kendilerini tanımlamak için kullandığı bir kelime olarak tebarüz etmekteydi.

Akıl ve Akılcılık
• 18. Y.y Modern Çağın başlangıcını teşkil eden bu dönemde, toplumsal birliğin nasıl ve hangi temeller üzerinde sağlanacağı konusu ön tarafa çıkıyordu.

• Bir yandan feodal dönemde dağınık bir yapı sergileyen toplum yekpareleşmeye başladı ve diğer yandan da siyasal birliğin sağlanması için uzun ve meşakkatli arayışlar gündeme geldi.

• Bu araçları bir arada toplayabilecek ve Avrupa’nın zihniyet dünyasını şekillendirecek çabalarından birisi, kısaca değindiğimiz sekülerleşmenin gerçekleşmesi ise bir diğeri de akıl ile akılcılaşmaya verilen önemdi.

• Akılcılaşma: Toplumun ve bireyin kendisini, kendisini aşan bir takım öğreti, inanç, mit ya da efsanelerden arındırarak tamamen kendisinin sınırları dahilinde tanıması ve tanımlanmasıdır.
- İnsan aklını bilebileceği sınırların dahilinde kalınarak toplumun ve bireyin hareket etmesinin sağlanmasıdır.

• Her ne kadar ideal bir akıl tanımı ile pratikteki (uygulamadaki) neticeleri arasında büyük boşluklar ve uyuşmazlıklar olsa da akıl ile Aydınlanmacı fikirler, modern devletin uygulamalarıyla iç içe geçtiği ve modern devletin yapılanmasında etkili oldu.

• Modern devlet, aklın yasalarıyla uyumlu, düzenli bir toplum; yani, kendi yapılanması için sorun teşkil etmeyecek bir toplum peşindeydi ve bunu da Aydınlanmacı düşünürlerin akla biçtikleri statüden aldığı destekle yaptı.

• Hegel, Fransız Devrimi’ni aklın mutlaklaştırılması olarak selamladı.

• Aydınlanma: 18.y.y Batılı düşünürlerin toplumu düzenlemek ve bilginin gelişimini sağlamak amacıyla oluşturdukları kültürel bir hareket.
- Bilimi ve bilimsel temelli inançları yaymaya çalışan Aydınlanma düşünürleri, batıl inanç, hoşgörüsüzlük ve kilise ile devletin suiistimallerine karşı mücadele ettiklerini ileri sürmüşlerdir.
- Etkileri sadece Batı’da değil, Batı dışındaki toplumlarda da görülmüştür.

• Weber, sadece diğer kültürler yanında başka kültürün ortaya çıkışından bajsetmez; bu kültürün kendisini diğer kültürlerden farklı kıldığından da bahseder.
- Dolayısıyla bu kültür biriciktir.
- Bunun nedenleri üzerinde duran Weber, Batı’ya hususiyetini veren unsurları diğer kültürlerden unsurlarla kıyaslamaya girişir.
- Bunların başında bilim gelir: Weber, geçerli sayıldığı biçimleriyle bilimin yalnızca Batı’da ortaya çıktığını belirtmektedir.
- Weber, hukuk için de aynı şeyi söyler. Yakın Doğu ve Hindistan’da yazılı hukuk ve kapsayıcı hukuk çalışmaları bulunmaktadır fakat bunlar, Batı hukukunun keskin ayrımlarından ve sağlam düşünce tarzlarından yoksundur.
- Ayrıca yasaya dayalı bir hukuk düzeni yalnızca Batı’da ortaya çıkmıştır.

• Batı’da, Batı dışında görülmeyen bir farklılık olarak iş bölümü açısından farklı görevlere sahip uzmanlaşmış kadroların ortaya çıkmış olması, dikkat çekicidir.

• Siyasal, teknik ve ekonomik alanlar gibi farklı hayat alanlarının bu tür bürokratik görevliler örgütü tarafından örgütlenmesi, toplumsal hayatın gündelik işlerinin dahi bu tür görevliler tarafından ve dahası hukuk eğitimi görmüş bir devlet görevliler ordusu ortaya çıkması, yalnızca Batı’ya özgüdür.

• Kapitalizm de tamamıyla Batı kaynaklıdır.

• Weber’e göre Batı’daki ekonomik faaliyeti belirgin kılan husus, kar amacının belirli bir akılcı örgütlenme temelinde gerçekleşmiş olmasıdır.
- Bunun yanı sıra, Batı’da üretimi gerçekleştiren emek de özgürleşmiştir.

• Tüm bu özellikleri Batı’ya kazandıran şey “akılcılaşma” olarak görülür.

• Rasyonelleşme tarzları başka yerlerde de mevcuttur.
- Mesela Çinliler, rasyonelleşmeden, dünyayı akılcı yönden uyum sağlamayı, ona akılcı bir bakışla bakmayı anlatmaktadır.

• Kısacası, Batı akılcılığı diğer kültürlerin akılcılığından ayrıştıran husus, onun toplumsal bir düzlemde tanımlanması ve bu yolla kültür dünyası oluşturmasıdır.
- Weber, bu anlamıyla akılcılaşmayı, akla uygun karar vermeye tabi alanların artması olarak tanımlar. Akılcılaşma akla uygun bir toplumsallaşmadır.

• Aklın tarihiyle birlikte değerlendirildiğinde, bu rasyonelleşme, iki süreci ifade eder. Weber bu süreçlerden
- Birincisi olarak dünyanın büyülerden arındırılmasını zikreder.
- İkinci sonucu ise toplumsallaşmanın ürettiği değerler ile bireyin kendisi için belirlediği değerler arasında bir uyuşmazlığın ortaya çıkmasına yol açmasıdır.

PROTESTAN AHLAKI VE DİNİN EKONOMİK İŞLEVLERİ
• Weber, Batı’da ortaya çıkan bu kültürün niteliklerini belirlemek yanında bunun hangi saiklerle ortaya çıktığını da göstermeye çalışır.

• Weber, Modern kapitalizmin niye dünyanın başka yerlerindeki sermaye hareketlerinden farklı olduğunu göstermeye çalışırken öncelikle kar amaçlı ekonomik faaliyetler ile kapitalist girişim arasında bir ayrım yapar.

• Zenginleşme ve kar elde etme arzusu, dünyanın her yerinde ve her dönemde var olmuştur ona göre. Ancak bunlar, tüccarların patrimonyal bir ilişkiler ağında yaptıkları girişimler olarak kalmıştır.

• Batı’da gelişen kapitalist girişim ise sanayileşmeyle birlikte artık toprağa bağlı olmaktan kurtulan, kendisini idame ettirmek için emek kullanan kesimlerin emeğinin örgütlü ve akılcı bir şekillenmesinden istifade eder.

• Emek, çalışma saatlerinden kendi hayatını idame ettirmek için gerekli olan ihtiyaçlarının giderilmesi kadar, yaptığı işten ne beklediğini bilir.

• Geleneksel hayatın aksine, ekonomi faaliyet insanın bu dünyada yapıp ettiklerini belirmeye başlar. Weber’in “kapitalist ruh” derken kastettiği budur.

• Ancak Weber’in bu noktada en büyük katkısı, bu “ruh”un ortaya çıkışına yol açan gelişmeler dairdir.

Kalvinizmin Beş ilkesi
1-)Dünyayı yaratan ancak işlerinin insanın akıl erdiremeyeceği mutlak bir Tanrı vardır.
2-)Her bireyin kurtuluşu ve helakı Tanrı tarafından belirlenmiştir.Kişinin çabaları bu kaderi değiştirmeye yetmez.
3-)Tanrı dünyayı kendi şanı için yaratmıştır.
4-)İster kurtuluşa ersin ister de helaka uğramış olsun, kişinin dünyadaki ödevi Tanrının şanını yüceltecek işler yapmaktır.
5-)İnsan için kurtuluş ancak Tanrının merhametiyle mümkündür.

• Katolik teoloji, manastır keşişlerin bu dünyanın taleplerini aşmak için çileci bir hayat yaşama gayretlerine örneklenen, bu dünyanın bir çile olduğunu; insanın, bu dünyada işlediği günahların tövbe ve Kilise elçileri tarafından affedilme işlemleriyle öte dünyadaki kurtuluşu temin edebileceği inancına yaslanır.

• Protestan teolojide, daha “prüten” bir ahlak vardır ve bu ahlak anlayışında, denebilirse bu dünyada, kişinin çalışması karşılığı verileceğine yaslanır. Weber buna “ödev” ahlakı adını verir.
• Weber, kapitalist ruhun protestan bireyin içinde bulunduğu bu çileci anlayıştan doğduğunu ileri sürmektedir.

• Böylece Kalvinizmin öngördüğü prüten ahlak, kapitalist girişimin bir dayanağı haline gelir ve ona ahlaki zemini hazırlar.

Prüten Ahlak, İslam ve Diğer Dinler
• Weber, kapitalizme zemin hazırlayan prüten ahlakın İslam da dahil başka dinlerde ve kültürlerde gelişmediğini baştan kabul eder ve bunun nedenlerini arar.

• Weber’in İslam’a dair yaklaşımını iki bölümde değerlendirmek mümkün.
- İlki İslam’da prüten bir ahlakın gelişmesine engel olan unsurlarla alakalıdır.
- Weber’e göre, İslam, dünyayı bir çile yeri olarak görmekten ziyade dünyanın nimetlerinden olabildiğince istifade etmeyi meşru gören bir din olarak değerlendirir.
- Klasik oryantalist bakış ürünü olan şehvete düşkünlük ve lüks içinde yaşama isteği, weber’in prüten ahlakın gelişmesine mani olan unsurların başında yer alır.
- İkinci olarak İslam’ın askeri fetihlere dayalı yayılması ve akabinde patrimonyal bir düzende faal oan tüccar sınıfının sermaye birikimini gerçekleştirecek akılcı bir örgütlenmeden yoksun olması, onu bir yandan saltanata dayalı askeri bir bürokrasiyle yönetilmesine yol açmış ve diğer yandan da tüccarların sermaye birikimlerinin, şahsi düzeyde kalmasına yol açmıştır.

• Weber’in İslam konusundaki yaklaşımı, Doğu’da “yokluklar” dizisine yaslanır:

• Doğu toplumları ve özelde de İslam toprakları;
- Sivil toplum yokluğu,
- Sermaye birikiminin yokluğu
- Ticari burjuvazinin gelişmesini sağlayacak kentlerin yokluğu,
- Toplumun hukuki zeminini oluşturacak ve hakları standartlaştıracak akılcı bir hukukun yokluğu,
- Prüten ahlakın yokluğu şeklinde sıralanabilen bir dizi “yokluk” olarak açıklanmaya çalışılır.

• Durkheim’a göre din, kutsal meselelerle ilgili inançlar ve uygulamalara dair müteşekkil bir düzendir.
- Dolayısıyla din ile toplum benzer teşekküller olarak tarif edilir.

• Durkheim’da din, inananların toplumun bir parçası olmasını sağladığından, toplum için sağlıklı bir şeydir.

• Kısacası, Durkheim’ın din ve toplum arasında kurduğu ilişki, daha çok işlevsellikleri açısından yapılan kıyaslamalara dayanır ve denebilirse bir kilisenin kendi cemaatini örgütlemesi gibi toplumun da bireyleri örgütlediği düşüncesinden neşet eder.

• Marks’a göre tolumda hayatiyet bulun kültür, din, hukuk ve benzeri zihniyetler ve teşekküller, toplumda üretim ilişkilerini belirleyen maddi bir altyapının tezahürleri olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla Marks, toplumu, bu üretim ilişkilerinin mahiyetinin belirlediği kanısındadır.

• Batılı modelin belirlediği bir ağırlığı vardır. Doğu ve özelde İslam toplumlaru bu modele göre tasnif edilmeye çalışılır.

• Marksist gelenekte İslam ve Batılı olmayan diğer toplumlara dair kabaca iki yaklaşımın hakim olduğu söylenebilir.
- Birincisi bu toplumların Batı’dan farklı bir üretim tarzı içerdiğidir ki buna ATÜT denir.
- İkincisi doğu toplumları değerlendirilirken Batı’da yaşananların aşırı soyutlamaya tabi tutulduğu ve abartıldığı görüşünü savunarak Doğu toplumlarında da batı’da yaşananlara benzer gelişmelerin yaşandığını varsayar.

• Atüt: Modern öncesi dönemde merkezi idarenin güçlü olduğu Osmanlı devleti ya da Hindistan gibi yerlerde, toprak mülkiyetinin devletin elinde olması neticesinde ortaya çıka üretim tarzıdır. Başka kişiler bu toprakları işletebilirdi ama miras bırakamazlardı. ATÜT tezi bu yüzden Doğu toplumlarında kapitalizmin gerçekleşmediğini öne sürer.

• Sombart, kapitalizm ile Protestanlık arasındaki Weberci açıklamaların aksine, kapitalizmin şövalye ahlakının toplumda yol açtığı yozlaşma ve lüks düşkünlüğü nedenleriyle geliştiğini; bu düşkünlüğü karşılayabilmek için üretimin teşvik edildiğini ileri sürer.

• Sombart, weber’in Protestanlıkta bulduğu ekonomik akılcılığın Yahudilerde zaten baştan beri var olduğunu belirterek Protestanlık ile Yahudilik arasında bir ilişki kurar.

ÜNİTE SONU :)


Sınavlarda Hepinize Başarılar Diliyoruz..
 

AOFDESTEK

ADMİN
Yönetici
Admin
Katılım
9 Şub 2011
Mesajlar
6,041
Tepkime puanı
25
Puanları
48
Bölüm:
İşletme
Şehir:
Bursa
ÜNİTE 4

Dinin Toplum ve Diğer Kurumlarla İlişkisi


GİRİŞ: GENEL OLARAK DİN VE TOPLUMLA İLİŞKİSİ

• DİN, insanın özlük alanına ilişkin bir sorundur. Çünkü insan gerçek varlığının farkına onun kucağında varmış, kendisi ile çevresi hakkında ilk derli toplu açıklamayı onda bulmuştur.

• Felsefe dini sırf bir aşkınlık alanı olarak düşündü. Yani din bütünüyle insanın içkin yetenekleri içinde olup bitiyordu.

• Mesela 18. Y.y’da D.Hume, dini “korku” ile tanımlıyordu. İnsanın değişik varlıklardan korkması onu, bunların üstesinden gelebilecek bir varlık tasarımına götürmüş ve böylece Tanrı inancı doğmuştur.

• Feuerbach’a göre din, insanın kendi sınırlılığını ideal bir varlıkla karşılama eğiliminden doğan bir projeksiyon düzenidir. Tabii aynı yoruma göre din insanın doğa güçlerini kontrol altına alıp korkularını aşabildiği zaman da çözülür.

• Durkheim, bu içkin açıklama düzleminde dini, toplumsal şartların bir ürünü olarak tanımlamıştır.
- Ona göre dinin kaynağı bizzat toplumun kendisidir, bir başka deyişle bireysel korku değil, topluluk heyecanı veya ruhudur. Din, toplumun ürettiği kutsallıktan doğmuştur.

• Marks, dini toplumsal şartlardan biri olan ekonomiye bağladı. Marks “korku ve ümit” lerini de işin içine sokarak ona bir “teselli aracı” olarak gördü.

• Bu yaklaşımların bugün, ne sosyolojide ne de din bilimlerinde bir geçerliliği vardır. Yani dini, ne aklın yoluyla insanın belli duyu ve zaaflarından türetebiliriz ne de toplumsal şartlara indirgeyebiliriz.
- Çünkü insanların korkularını yendiği, toplumsal ve ekonomik şartların önemli değişimler geçirdiği çağımızda güçlenerek devam ediyor. Bu görüşlerin önemli eksiği, dinin özünü kavrayamayaşı ve belli niteliklerinin çerçevesinde dönüp durmasıdır.

• Batı’da Augustinus’den, Comte’a, Marks’tan Durkheim’a kadar, konuyu ele alan düşünürlerin bazıları toplumun dine, bazıları da dinin topluma etkisi savunmuşlardır. Halbuki etki tek yönlü değil, karşılıklıdır.

• Batı’da Latince “Religio” kökünden religion (din), bağlanma, korkma manalarına gelirken Arapçada din, yargı, görev, ödev, borç karşılıklarında kullanılmaktadır ki İslam’ın ana kaynağı Kuran-ı Kerim’de de bu manalarda geçmektedir.

• Her din, müntesiplerince doğru sayılmaktadır.

• Antik çağ yunan filozofu Xenophanes, insanların Tanrıları kendilerine benzettiklerini söylemişti.

• Din, toplumun genel kültürel ortamında kendini soyutlamaz çünkü kültür ihtiyaç gidericidir, bir kültür unsuru olarak din de ihtiyaçlara cevap vermek durumundadır.

• Klan ve kabileler bir araya gelip, site toplumlarını oluştururken Tanrılarını da bir araya toplamışlar ve böylece çok tanrıcılık doğmuştur.

• Weber’e göre de dinlerin başlangıçtaki uygulamaları bile, dayandıkları hakim zümreye göre şekil kazanmıştır.
- Mesela hiyerokrasinin hakim olduğu yerlerde din, bireysel ruhi tatmine; siyasi makam sahiplerinin egemen olduğu yerlerde şekil ve kuralcılığa bürünmüştür.

• F. De Coulanges, B. Kidd, ise toplumların din tarafından oluşturulup geliştirildiğini ileri sürmüşlerdir.
- Bu yaklaşıma göre din, bütün toplumların her türlü kültürel basamağında şekillendirici bir zihniyet etkenidir.
- En eksi yerleşim yerleri olan Delphi, Benares, Mekke, Roma gibi kentler varlıklarını dindenalmışlardır.

• Pek çok kültürel ünite dindarlarca yaşayabilme çabasından doğmuştur. Bu çabanın, mimari, edebiyat, musiki, şiir ve benzeri sanatları geliştirdiğinde kimsenin şüphesi yoktur. Mesela dinitörenlerin belli zamanlarda yapılması takvimi zorunlu kılmış, o da gök cisimlerinin gözlemini teşvik etmiştir.

• Kanaatimizce konunun çözümü iki ilkeyi göz önünde bulundurmaya bağlıdır.
- Birisi dinler arasında ilkece bir ayırım yapmak,
- İkincisi ise toplumun ilk oluşma dönemi ile gelişme aşaması arasında bir fark gözetmek gerektiğidir.

• Dinler farklı ilkelere göre, ilkel-gelişmiş, evrensel-ulusal, gibi farklı şekillerde sınıflandırılmıştır.

• Bu sınıflandırmaların en önemlilerinden birisi dinleri beşeri ve ilahi dinler olarak ayıran sınıflamadır.

• Beşeri dinler toplumların zamanla kendi şartları içinde oluşturdukları dinlerdir.

• İlahi dinler ise toplum üstü vahiy gibi bir kaynağa dayalı dinlerdir.

• Toplumsal şartların ürünü olan dinler, hem ortaya çıkışları hem de gelişmeleri bakımından, mevcut toplumsal ihtiyaç ve şartlara dayanırlar. Bunlar pek çokturlar ve varlıkla bir bütünlük göstermedikleri gibi toplumsal parçalanmaların da hem konusu hem de kaynağı olabilmişlerdir.

• Toplumsal şartların ürünü olmayan (ilahi) dinler ise toplumsal ihtiyaçları gözetse bile kaynak toplum üstü olduğundan toplumu kendine göre yeni baştan şekillendirirler. Mevcut kültür unsurlarını düzenler, kaldırır veya yeni fonksiyonlar kazandırırlar.

DİNİN DİĞER SOSYAL OLGU VE OLUŞUMLARLA İLİŞKİSİ
• Herhangi bir sosyal oluşum din-toplum ilişkisi gibi makro düzeyde ele alınabileceği gibi alt kültürel birimler düzeyinde de ele alınabilir. Mesela dinin ekonomi ile olan etkileşimi gibi.

• Önemli noktalardan birisi, söz konusu ilişkinin karşılıklı olduğudur.

• Bir diğer önemli nokta, yüksek tipli dinlerin diğer kurumlar üzerinde basit tipli dinlerden daha etkili olduğudur.
- Çünkü İslam, Hristiyanlık gibi yüksek tipli dinler doğrudan toplumsal şartların bir ürünü olmadıklarından toplumsal belirleyicilikleri ve tabi kurumlar üzerindeki etkileri daha fazladır.

•Esasen ilkece dinin, sosyo-kültürel, bireysel-grupsal, normatif-kognitif hemen her türlü beşeri alanla bir ilişkisinin olduğundan söz edilebilir.

• Şüphesiz dinlerin, davranış örüntüleriyle daha sıkı bir ilişkisi vardır. Esasen yüksek tipli dinlerin Tanrı-kul, çocuk-ebeveyn, karı-koca, işçi-koca, işçi-işveren ilişkileri üzerinde yoğunlaşması, müntesiplerini söz konusu ilişkiler üzerinden rest etmesi de bunu göstermektedir.

• Sosyolojinin ele aldığı sorun gruplarından birisi, sosyal oyunculardır. Bunlar sosyal kişiler, öbekler/örgütler ve kurumlar/kuruluşlardır.
- Burada sosyal kişi felsefe ve dinin soyut tekil olarak tanımladığı bio/psişik bir varlık olan insandan farklı olarak o toplumun kültürü tarafından inşa edilmiş insandır.

• Diğer bir sosyal oyuncu tipi gruplar(öbekler) ve örgütlerdir.
-Gruplar(öbekler): Bir amaç etrafında oluşmuş fiili insan birlikteliklerdir.
- Örgütler ise küçük büyük öbeklerin amaçlarından birisinin gerçekleştirilmesi için oluşturulmuş, yer, zaman, teknik ve tesisle donatılmış oluşumlardır. Şüphesiz tarih boyunca dinin bu olgu öbekleriyle de yakından bir ilişkisi vardır.

• Sosyolojinin sorunları ele alış eksenlerinden bir diğeri değerler, normlar ve kurumlar ağıdır.
Yani bireysel ve sosyal davranışlarımız belli aşamalardan geçerek gerçekleşmektedir.
- Değerler: Arzu edilen, istenen en temel eğilimleri; Normlar, bunların kurallaştırılmış biçimlerini; kurumlar ise belirlenmiş davranış kalıplarını ifade etmektedir. Bundan sonra artık eyleme kalmış bir iştir.

• Değer, bir yargı, olgu veya davranışı değerlendirmeye, yerini ve önemini belirtmeye yarayan ölçüttür. Salt sosyal ve dini kökenli olabilirler.

Ahlak, değer yüklenmiş eylem demektir. Gerçi ahlak insanın eylemleriyle bağlantılı olarak bunların iyi veya kötü oluşuna ait verilmiş değer yargılarını ve hatta yerine göre normlar ifade eder. Belki diğer alanlardan daha fazlasıyla din, ahlaki değerler üzerinde etkilidir.

• Dinin onaylamadığı davranışlar peşinen meşruiyet dışılığı ifade ettiği için etkinlik kazanmaz ve toplumda yaygınlaşmaz.

• Hak, adalet, sevgi gibi değerler hiyerarşisinin en üst noktalarında yer alan Tek Tanrı inancı, vicdana etki ederek bütün sosyal olguların içselleştirilmesine katkıda bulunur.

• Tek Tanrı inancı, hiçbir ferdin veya topluluğun aleyhine bir değer taşımaz. Eğer taşıyorsa o gerçek bir tek Tanrı inancı değildir veya en azından doğasına uygun olarak algılanmıyor demektir.

• Dinin ilgili bulunduğu olgulardan birisi de normlardır. Sosyolojik olarak normlar, sosyal oyuncuların içinde bulundukları statülerini, üstlendikleri rolleri ve bunların nasıl eyleme dökülebileceğini gösterirler. Sonucun olumlu veya olumsuz oluşuna göre de mükafat ve ceza belirler.

• Dinin normsal alanla ilişkisinin en önemli görünümlerinden birisi şüphesiz hukuktur. Bilindiği üzere hukuk fiziki yaptırımlı (ahlaki) kurallardır. Modern kültürde hukukun dünyevi nitelikli olduğu kabul edilir.

• Fiziki yaptırımlı normlar olan hukukun toplumla kesişen bir arka planı vardır ki bu alanın önemli öğelerinden birisi dindir. Din tüm insani eylemlere bir inanç ve niyet öğesi olarak katılır.

• İnsanın tarihi boyunca dinlere dayanan, İslam hukuku(Fıkıh), Hristiyan hukuku (Credo), Yahudi hukuku (Talmut) gibi sırf dini hukuklar var ola gelmiştir.

KURUMLAR VE DİNİN KURUMLARLA GENEL İLİŞKİSİ
• Günlük dilde genellikle kurumsal bir işlevi yerine getiren “kuruluş”lara kurum denmektedir. Buna göre bir spor kulübü veya muhtaç çocukların barındığı yer kurum olarak adlandırılır.

• Sosyolojik açıdan ise kurum, sosyal kişilerin temel ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla ortaya çıkmış, süreklilik kazanmış, eş
güdümlenmiş, oldukça onaylanmış ve yaygınlık kazanmış sosyal örüntü, rol ve ilişki yapısıdır.

• Kurumların özelliklerinin sıralanması gerekir. Buna göre kurumlar:

*Belli bir amacı gerçekleştirmeye yönelik,
*Söz konusu ihtiyacın gerçekleştiriliş biçimi oldukça süreklilik kazanmış,
*Gerek alt kurumlarıyla gerekse diğerleriyle yapılanmış, örgütlenmiş ve eş güdümlenmiş,
*Diğerleriyle yakından ilişkili olmasına rağmen kendi alanında biricik yani bir '' göreli bağımsızlığa '' sahip,
*Zorunlu olarak kültürün normatif kodlarını ihtiva eden değer yüklü toplumsal oluşumlardır.

• Genelde öbek belli bir amaç çerçevesinde toplanmış, üyelerinin karşılıklı ilişkileri sonucu ortaya çıkmış, çok işlevli somut bir olgudur.

• Örgüt ise bir öbeğin belli bir bölümle ilgili rollerinin yönetmelik, tesis, teknik, vb. gibi maddi bir dayanağa bağlı olarak düzenlenmesidir.

• Örgüt, insan unsuru taşıması, yani somutluğu bakımından öbekle benzerlik gösterir. Ama öbekten farklı olarak örgüt genelde tek işlevlidir ve belli temel maddi dayanağa da sahiptir.

• Kurumun içeriği insanlar değil, davranış biçimleri oluşturur.

• Kurumların farkı daha bir genelleşmiş olmalarıdır.

Kurumun başlıca işlevleri:
- Kurumlar kişilerin sosyal davranışlarını kolaylaştırırlar.
- Kurumlar toplam kültürün istikrarlılığı ve eş güdümü için birer örnek olarak hizmet eder.
- Kurumların bir diğer işlevi de davranışları kontrol etme yönelimleridir.

• Kurumlar işlevsel olarak, toplumun düzenli ve ideal düzeyde beklentilerini içerirler. Sapma noktasındaki kanaatin genelliği de toplumsal baskıyı sağlar.

• Kurumlar temel kurumlar ve yardımcı kurumlar olarak ikiye ayrılmaktadır.
- Temel kurumlar; evrensel, önemli ve zorunlu nitelikteki temel işlevleri taşıyan kurumlardır.
- Sosyologların genel kabulüne göre temel işlevler insan soyunu sürdürme, fiziki varlığını devam ettirme, aşkınla bağ kurma, düzen sağlama, bireyi topluma uyarlamadır.
- Aile, ekonomi, din, siyaset ve eğitim ana kurumlardır. Bunlar dışında kalanların hepsi alt ya da yardımcı kurumlardır; töreler gibi.

• Altı temel ve pek çok alt kurum vardır. Din, temel kurumlardan birisidir ve insanın aşkınla bağlantı kurma işlevini yerine getirir.

• Din de sonuç itibariyle bir sosyal kurumdur. Karşılıklı ilişkide bulunur, her birine destek verir ve destek alır.

GENEL OLARAK AİLE VE DİN
• Aile doğası itibariyle dini olmayan bir kurumdur.

• Aile kurumu genelde iki cins arasındaki ilişkileri, neslin devamını düzenleyip standartlaştıran bir düzendir. Bu söz konusu düzen, “akrabalık” kelimesiyle özetleyebileceğimiz bir ilişkiler ağı olduğu kadar bir öbek dinamiğine de sahiptir.

• Aile bir kurum olarak nüfusu yenileme, milli kültürü taşıma, çocukları sosyalleştirme, ekonomik/biyolojik/psikolojik tatmin gibi işlevleri yerine getirmektedir.

• Ailenin evrensel bir tanımını yapmak oldukça güçtür.

• Genel olarak da “anne-baba ve çocuklardan oluşan insan birliği” şeklinde yapılan yaygın tanımlama bile onun bütünü değil, belli bir aile biçimini anlatmaktadır.

• Aile, biyolojik ilişki sonucu insan türünün devamını ve bununla bağlantılı olarak cinsel hayata meşruiyet sağlayan, toplumsallaşma sürecinin ilk ortaya çıktığı, karşılıklı ilişkilerin belli kurallara bağlandığı, o güne dek toplumda oluşturulmuş maddi ve manevi zenginlikleri kuşaktan kuşağa aktaran, biyolojik, psikolojik, ekonomik, sosyal, hukuksal vb. yönleri bulunan toplumsal bir birimdir.

•Bazı düşünürler, aileyi toplumun tüm özelliklerini ve potansiyel imkanlarını üzerinde taşıyan bir prototip toplum almak istemişlerdir.
- Bu anlayışına göre aile, top yekun toplumun bütün özelliklerini taşımaktadır. Toplum, ailenin genişlemiş şeklidir.

• Bu görüşler sosyolojinin geldiği nokta açısından doğru değildir. Çünkü top yekun toplumun yasaları ailenin yasalarına indirgenemez.

• Aile ile ilgili sorunlardan birisi aile tiplerdir. Sınıflama bakımından aile, büyük ve küçük (veya çekirdek) olarak ikiye ayrılır. Ancak bunlardan biri diğerinin evrimi sonucu ortaya çıkmamış, ikisi de tarihi gelişmenin her basamağında yaşanmıştır.

• Soya göre, evliliğin ana soyu, baba soyu veya eşit ya da iki yandanlık türlerine rastlanır.
- Buna bağlı olarak ailede güç de anaerkil ya da ataerkil olarak karşımıza çıkar.
- Yine tek eşlilik ve çok eşlilik gibi evlilik tiplerine her dönem rastlarız.

• Şüphesiz aile ile ilgili en önemli noktalardan bir diğeri dış evlilik ve iç evlilik konusudur.
- Özellikle dış evlilik (exogamy) ile ilgili olarak ortaya çıkan ve “evrensel” diyebileceğimiz boyutta yaygın olan “ensest yasağı” organik olduğu kadar kültürel gelişmenin şartlarından birisidir.

• Din aileyi, aile dini etkilemiştir.

Dinin Aile ile Olan İlişkisi
• Aile, önemli etkileşimlerine rağmen şüphesiz din tarafından meydana getirilmemiştir. Ancak din ile aile arasında karşılıklı dinamik bir ilişki vardır; din aileyi, aile dini etkilemiş, tarih boyunca birbirlerini kullanagelmiştir.

• Ailenin din üzerindeki etkisi büyüktür.

• Aile her şeyden önce dinin, içinde öğrenilip, ilk uygulamaların gerçekleştiği yerdir.

• Buna karşılık dinin de en önemli nesnesi, değerlerini yerleştirip gerçekleştirdiği alan ailedir. Dindarlığın ilk görünümleri de aile düzenedir.

• Çocuk dini törenlerle sosyalleşir. Mesela İslam’da sünnet olma, Hristiyanlar da vaftiz olma, dini içerikli sosyalleşme örnekleridir.

• Cinsiyet farkına dayalı ritüellerin (ayinlerin) önemli bir kısmının din kökenli olduğu görülür.

• Varlığı en açık şekliyle ailede hissedilen ölüm törenleri dinseldir. Malinovski’ye göre bu törenler o sosyal birliğin parçalanmasını ve bireylerin kaçışını önler.

• Sosyolojik olarak dinler önemli bir sosyalleşme aracıdırlar. İlgi çekicidir ki başta İslam olmak üzere bütün yüksek tipli dinler bireyin gelişmesi için de çaba harcaya gelmişlerdir.

• Dinin aile ile ilişkisinin önemli iletişim kontak (noktalarından) birisi, ikisinin de kontrol ve denetleme kurumu olmalarıdır.

• Kontrol, tüm değişiklikler karşısında sosyal öbeğin yeni denge ve yapılara ulaşabilme sorunudur.

• Bir toplumun, değişimin sonunda hala kendisi olarak kalabilmesi ve kendini koruyabilmesi bu denetlemeye bağlıdır.
• Dinin aile ile olan ilişkisi basit ve yüksek tipli dinlerde farklılık arz etmektedir.

A) Toplumsal şartların ürünü olan dinlerde aile ve din, birbirinden yeterince ayrılmamışlardır.
- Bunun en somut örneği çok tanrılı inançlara sahip site toplumlarıdır. Bu toplumlarda aile kurumu dinden daha güçlüdür, dolayısıyla da ailenin dini belirlemesi daha bir ön plandadır.

B) Yüksek tipli dinlerde ise aile kutsal olmayan bir oluşumdur. Yani burada bir din ve bir de bunun dışında dini yüklemelere sahip olsa bile sosyal bir öbek ve kurum olarak aile vardır.
- İki ayrı özerk alan oluşturmaları nedeniyle de karşılıklı ilişkiler söz konusudur.
- Yüksek tipli din aileyi etki ederek onu yeni baştan şekillendirmiştir.
- Evliliğin iki ayrı cins arasında meydana, keyfi ve geçici olmaması, neslin devamını sağlaması gibi doğal yapısının üzerine değerler yüklemişlerdir.
- Köklü yapısal değişikliklere de uğramıştır. Mesela İslam, kendisinden önceki cahiliye dönemindeki yarım düzine kadar aile modelinden bir tanesini alıp düzenletmiş ve ona moral destekle güçlendirmiştir.

• Din aile ilişkisinde ailenin tipi de önem taşımaktadır. Mesela din ve aile sosyologları geniş ailenin din ile daha uyumlu olduğunu düşünmektedirler. Bu durum geniş ailenin birlik sağlayıcılığıyla açıklanabilir.

GENEL OLARAK EKONOMİ KURUMU VE DİN
• Temel kurumlardan biri olan ekonomi insanın varlığını sürdürülmesi için gerekli yeme içme, giyme ve barınma gibi ihtiyaçlarının karşılanması işlevine denk düşer.

• Ekonomi, eşya, fertler ve topluluklar arasında doğan bir sosyal ilişki alanıdır.

• Ekonomi söz konusu ihtiyaçların üretim, tüketim ve dağıtımını ihtiva ederse de bir diğer önemli anlamı, eldeki imkanların mevcut şartlara göre en ideal kullanımını ifade eder.

• Gerek doğrudan ekonomiyle ilgilenen disiplinler ve gerekse toplumsal yapılarla bağlantısını kurmaya yönelik sosyoloji açısından ekonomik faaliyetler, belli üç ünitede toplanabilir:
Üretim, tüketim ve dağıtım. Yani ekonomik olarak insanlar, üretir, tüketir ve dağıtırlar.

• Sosyolojik açıdan baktığımızda ekonomik gelişmenin, genel toplumsal yapıların gelişimiyle yakından ilgili olduğunu görürüz.

• Onun için de aile, klan, kabile, site ve ulus gibi sosyal gelişme basamakları genelde kendilerine uygun ekonomi tarzları ortaya koymuşlardır.

• Ekonomik işlem de bir değere dayanır. Ekonomik davranış altta belli ahlaki tasarımlara dayanır.

• Özellikle Weber bu noktaya dikkat çekmiş, ekonomik tarz ve modelleri belirleyip yönlendiren en önemli dinamiklerden birisinin, ahlakın ekonomi alanındaki şekli olan “iktisat ahlakı” olduğunu göstermiştir.

• Weber bu tezini, Protestan ahlakıyla kapitalizm arasındaki ilişkide temellendirmeye çalışmış, her haliyle dünyevi bir ekonomik model olan kapitalizmin belirleyicisinin en azından başlangıcında dini bir ahlak olduğunu göstermiştir.

Din ve Ekonomik Kurumları Arasındaki İlişki
• Dinin ekonomi üzerindeki etkisi güdüleyici bir ahlak düzeni üzerinde toplanabilir.

• Gerçekten de ekonominin arz ve talep dengesi gibi en temel yasaları, din kökenli bir etik (ahlaki) düzlemde olup biterler.

• Belirttiği gibi tutum ekonominin temek özelliklerinden biridir.

• Weber’in anahtar sözcüğü “tutum ahlakı” dır.

• Weber’e göre modern kültürün biricik ekonomik modeli olan kapitalizm dinin protestan yorumu olan, Allah için çok çalışma ama israf etmeme ilkeleri arasında toplanan servet ile doğmuştur.

• Kalvinizm dünyaya yönelik zahitlik kavramı, Lutherizmin meslek ahlakı, din ekonomi ilişkisini açıklayan dikkat çekici tezlerdir.

• Genelde Weber, dinin ekonomi üzerindeki etki alanını üretim üzerinden göstermeye çalışır.

• Dinin ekonomi ile ilişkisinin en önemli görünümlerinden birisi dinin ekonomi için bir tutum ahlakı oluşturmasıdır.

• Weber her ne kadar söz konusu tutum ahlakını büyük çapta Protestanlığa has kılmak istese de özellikle bütün yüksek tipli dinlerin müntesiplerine çalışmayı emredip ekonomik verimi hedeflediklerinden şüphe yoktur.

• İslam’da da üretim başta olmak üzere tüm ekonomik faaliyetleri özendiren ayet ve hadisler vardır. “İnsan için ancak çalışmasının karşılığı vardır.” Ayeti, “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya,yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış.” Hadisi bunlardan sadece iki örnektir.

• Dinin ekonomik tüketim kalıpları üzerinde de önemli etkisi vardır. İnsan eline geçen her şeyi yiyip içmemekte, inandığı belli ilkeleri göz önünde bulundurmaktadır. Mesela İslam ve Yahudilikte domuz eti yenmemekte, Hristiyanlarda ise şaraba ekmek batırıp yenilmesi ibadet sayılmaktadır.

• Şüphesiz din, ekonominin dağıtım ve paylaşma alanında da önemli bir etkiye sahiptir.Yüksek tipli dinlerin hemen hepsinde din mensuplarının elindeki mali imkanlardan bir kısmına ihtiyaç verilen sadaka ve infak burada birer örnek olarak hatırlanabilir.

• Dinin ekonomi üzerinde bir etkisi olduğu gibi ekonominin de din üzerinde bir etkisi vardır.

• Dinin geldiği toplumun ekonomik şartları, emredilen ahlak yasalarında kendisi göstermiştir.

• İslam, Mekke döneminde öncelikle bir zengin tüccar aristokrasiyi muhatap aldığı için, inen ayetler, konuları kar zarar gibi ticari kavramlarla işlemiştir.

• B. Malinowski’nin ifadesiyle dünden bugüne insan tarafından bütünüyle kontrol edilmesi mümkün olmayan bu evrende istikrar riski hep vardır ve dolayısıyla rasyonel verimsellik kadar törensellik de önem taşıya gelmiştir.

• Söz konusu iktidarın en önemli özelliği meşruiyetidir. Yani topluluğun onu saygıya değer, itaate layık bulmasıdır.

• Din ve siyaseti ilişkiye getiren belli noktalar vardır. Düzen ve istikrar sağlama, yapılan işe meşruiyet sağlama bu kontak noktalarının en önemlileridir.

• Klasik kuramlarda meşruiyetin kaynağı daha çok dindir ve dolayısıyla aşkın niteliklidir; modern dönemlerde ise seçimler gibi toplumsal içkin mekanizmalar öncelik kazanmıştır ama dinin sağladığı aşkın yollar anlamını yitirmiş değildir.

Din ve Siyaset Kurumları Arasındaki İlişki
• Dinin temel işlevinin “meşruiyet”, siyasetin temel işlevinin ise “güç” olduğu göz önüne getirilse bu iki kurum arasındaki ilişkiyi anlamada zorlanmayız.

• Durkheim’a göre dinin öznesi olan kutsallık bir kamu olgusudur.

• Siyaset bir egemenlik davranışıdır ve bu dünden bugüne farklı kişiler ve kesimler tarafından temsil edile gelmiştir. Hatta bu temsilciler bazen doğrudan ruhbanlar olmuştur.

• Dinin siyasetle ilişkisi sırf egemenlik paylaşımı değildir. Günümüz batısında en laik ülkelerde siyasetçiler kutsal kitaba el basarak göreve başlatılmakta, meclisler ondan metinler okunarak açılmaktadır.

• Eski medeniyetlerde genelde 7 katlı Ziggurtlar din ve siyaseti, hatta bilim ve sanat gibi diğer beşeri olguları aynı anda temsil ediyorlardı.

• Ziggutların bir katı mabet, diğer bir katı devlet idare merkezi idi. En üst kat ise bir gözlemevi olarak bilimsel faaliyetlerin yürütüldüğü yerdi.

• Din devlet ayrımı, yüksek tipli din devlet ilişkisinin en belirgin tiplerinden birisini oluşturmaktadır.

• Din ve siyaset arasında bir çelişki ve çatışmadan söz edilecekse bunun din ve siyaset arasında değil, kurumsal alt yapıları oluşturan devlet, kilise veya dini cemaatler arasında olduğu unutulmamalıdır.

• Bilindiği üzere bu çatışmanın tipik örneği kilise ve devlet arasındaki çatışmadır.

• Müminlik ve ibadet ferde aittir, bu açıdan devlet dinin tebliğcisi ve yaşatıcısı da değildir.

• Din ve devlet arasındaki tarihsel ilişkinin temel espirisi şüphesiz çatışma değil, işbirliğidir.

• Ancak batıda bu ilişki sorunlu olmuştur.

GENEL OLARAK EĞİTİM KURUMU VE DİN
• Eğitim “gayriresmi” olarak evde ve genel kültür olarak çevrede, resmi olarak da toplumun karmaşık eğitimsel düzenlemelerinde gerçekleştirilen düzenli bir sosyalizasyon sürecidir.

• Eğitim kurumu en azından potansiyel olarak, her toplumda vardır çünkü bireyin topluma uyarlanması ve dolayısıyla toplumun sürekliliğinin sağlanması temel bir işlevdir.

• Eğitim, bir olgu olarak daha genel ve kapsayıcı bir biçimde “ebeveyn, hoca ve ustaların, çocukları sosyal hayata hazırlamak için yaptıkları, sosyal içerikli planlı bilinçli faaliyetler” şeklinde tanımlanabilir.

• Bu tanımda eğitimin üç temel özelliğinin altı çizilmiştir:
A- Eğiten ve eğitilen ayrımı: Yani burada bir sosyal hayata hazırlayan yetişkinler, bir de hazırlanan genç nesil vardır ve birinciler ve ikinciler üzerinde bir etkisi söz konusudur.

B- Planlı ve bilinçli olması: Eğitimi, benzer süreçlerden ve özellikle genel anlamdaki sosyalizasyon ve kültürlemeden ayırır.
- Kültürleme: Bireyin, doğumundan ölümüne kadar, toplumun istek ve beklentilerine uyacak şekilde, doğumundan ölümüne kadar, toplumun istek ve beklentilerine uyacak şekilde, planlı plansız, bilinçli ya da olmayarak kendi kültüründen etkilenmesi ve bir değişime uğraması durumudur.

C- Toplumsal oluşu: Tüm kurumlar gibi eğitim de bir toplumsal zemin üzerine oturur, onun eğilim ve beklentilerine göre işler.

• Eğitimin sosyalliğinin en belirgin görüntülerinden birisi onun öğrenilip aktarılabilir ve değişebilir olmasıdır.

Dinin Eğitim Kurumu ile İlişkisi
• Din eğitimi, eğitim dini etkilemiştir. Bu çerçevede bir temel kurum olarak din, diğer kurumların düzen, meşruiyet ve sürekliliğe katkıda bulunduğu gibi eğitim ile de yakından ilgilenmiştir.

• Büyük bir ihtimalle ilk formel eğitim, din kurumları tarafından verilmiştir.
- Çünkü eski Sümer, Eti, Mısır uygarlıklarında tapınakların aynı zamanda birer eğitim kurumu görevi yerine getirdikleri bilinmektedir.

• Eğitim dinin doğasında vardır. Özellikle yüksek tipli dinlerin en önemli olgularından birisi vahiy bir bilgilendirme ve davranış kazandırma sürecidir.

• Burada belki daha önemli olan dinin insana planlı bilinçli davranışlar kazandırmasıdır.

• Dinin önemli konularından birisinin insana ahlaki davranış kazandırma, bunun da sonuç olarak bir eğitme işi olduğu göz önüne getirilse dinin eğitim üzerindeki etkinliği anlaşılmış olur.

• Yani Tanrı’nın insanlardan istediği şeyler kendisini insan ilişkilerinde gösterir ki bu, eğitimin temel konularından biridir.

• Dinin düzenli bir biçimde öğretilmesi eğitime bağlıdır. Bu etki bazen kendini daha ileri boyutlarda da göstermiş, belli eğitim yapılanmaları zaman içinde kendine has bir din anlayışı doğurmuştur.

• Batıda skolastik zihniyet, İslam dünyasında Medrese, bu eğitimsel din anlayışına verebilecek örneklerdir.

• Din, davranışların içselleştirilerek benimsenmesine katkıda bulunarak sosyalizasyon sağlayan bir kurumdur. Çünkü davranış ondan referans aldığı oranda daha bir benimsenmektedir.

• Günümüzde kurumlar arası ilişkilerde önemli sorunlardan birisi yer yer eş güdümün bozulmuş olmasıdır.

• Bu sorunla özellikle din siyaset, din eğitim kurumları arasındaki ilişkilerde karşılaşırız.

• Bu sorunun tipik örneklerinden birisi eğitim ve din arasındaki ilişkidir.

• Eğitimi seküler kılmak adına arada eş güdüm bozulmakta, yapay alanlar ve sınırlar oluşturulmaya çalışılmaktadır.

• Halbuki kurumlar arasındaki fark yapay bir alan belirlemede değil, kendine özgü
yaklaşımdadır.

VİZE ÜNİTE SONU :)

Açıköğretim Ders kitaplarını aşağıdan pdf olarak görüntüleyebilir ve bilgisayarınıza kaydedebilirsiniz. Ders Kitabını Görebilmek İçin bilgisayarınızda Adobe Acrobat Reader veya muadili bir programın yüklü olması gerekmektedir. PDF'i hala göremiyorsanız Güvenli ve Hızlı İnternet için Google Crome internet tarayıcısını bilgisayarınıza kurmanızı tavsiye ederim. ( Programlar Bilgisayarınızda Bulunmuyorsa İsimlerinin Üzerine Tıklayarak Bilgisayarınıza İndirip Kurabilirsiniz. )
Sınavlarda Hepinize Başarılar Diliyoruz..
 

Çevrimiçi üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

REKLAMLAR

Forum istatistikleri

Konular
17,414
Mesajlar
134,310
Kullanıcılar
90,716
Son üye
Abdullah Kara
Üst