Tanzimat dönemi türk edebiyatı ıı

asah

GOLD Üye
Katılım
14 Eki 2012
Mesajlar
2,943
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Bölüm:
Türk Dili ve Edebiyatı
Şehir:
Zonguldak
Ünite: 1
Tanzimat Dönemi Türk Romanı II (2. Kuşak)

Özellikleri
Sami Paşazade Sezai, Recaizade Mahmut Ekrem ve Mizancı Mehmet Murat bu dönemin romancılarıdır. Üçüncü kuşaktan Nabizade Nazım, Fatma Aliye ve Mehmet Celal bu isimlere sonradan katılır. Romanda ve şiirde bu dönemde, sosyal faydadan uzaklaşılırken sanat kaygısı daha ön planda tutulur. Servet- Fünun döneminin realist ve natüralist eğilimlerinin temeli bu dönemde karşımıza çıkar (roman tiplerinde görülen kalıtsal özellikler, toplumsal çarpıklıklar ve sorunların ele alınmaya başlanması). Olay merkezli eserler yerlerini karakteri merkeze alan metinlere bırakmaya başlar.

Sergüzeşt (1889)
Kölelik/esaret konusunu işleyen ilk eserdir. Kafkas esiri olarak getirildiği konakta iradesi dışında bir hayat yaşayan genç kızın (Dilber) Nil nehrinde son bulan hikâyesiyle kölelik konusunun olumsuzlukları sergilenir.
Sami Paşazade Sezai’nin annesi de Kafkaslardan gelen bir esirdi. Babasının konağındaki kültür ortamı ve annesinin durumu bu romanı yazmasına zemin hazırlamış olmalıdır.
Kafkaslardan kaçırılan Dilber, daha dokuz yaşındayken Hacı Ömer adlı esir tüccarı tarafından satın alınır. Mustafa Efendi’nin karısına 40 liraya satılır. Satıldığı evdeki hizmetçi Taravet, Dilber’e eziyet eder. Küçük kız evden kaçar. Latife kızı bulur ve himaye eder. Mustafa Efendi Dilber’i başka bir esir tüccarına 60 liraya satar. Moda’da konağı bulunan Âsâf Paşa Dilber’i 150 lira karşılığında satın alır. Dilber bu evde büyüyüp serpilir. Âsâf Paşa’nın oğlu Celal Bey, Dilber’i resim çalışmalarında model olarak kullanır. Celal Bey kıza tutulur, evlenmek ister ancak ailesi onay vermez. Celal’in annesi Zehra Hanım, Dilber’i yeniden satar. Celal Bey bu durum karşısında deliye döner, çıldırır.
Romanın son bölümünde Mısır’da bir saraya satılmış olan Dilber’i üzüntü içinde görürüz. Sahibinin isteklerine karşılık vermediği için bir odaya kapatılan Dilber, başka bir kölenin yardımıyla saraydan kaçar. Hayatta yapayalnız kalan Dilber, aşkının acısıyla çaresizlik içinde Nil’in kıyısında yürürken kendini sulara bırakır.
Kronolojik olarak ilerleyen romanda zaman atlamaları vardır. Bu nedenle teknik olarak başarısız bir romandır. Romanda mekân konusuna da dikkat edilmiştir. Dilber’in içinde bulunduğu mekânlar onun kaderini etkileyen faktörler olarak karşımıza çıkar. Romanda olaylar daha çok kapalı mekânlarda geçer: a) Esircilerin evi, b) Mustafa Efendi’nin evi, c) Âsâf Paşa’nın konağı, d) Mısır’daki saray.

Araba Sevdası (1896)
Zeynep Kerman’ın dikkat çektiği gibi; Araba Sevdası romanı edebiyatımızda romantik-realist tartışmalarının yaşandığı bir dönemde yazılmıştır. R. Mahmut Ekrem romantizmin savunucusudur ancak Araba Sevdası’nda Bihruz Bey vasıtasıyla romantik, hayalci tiplerle alay edilmektedir.
İlk olarak 1896’dan itibaren Servet-i Fünun’da tefrika edilmeye başlanan eser ressam Halil Paşa tarafından resimlenmiştir. Eser bu yönüyle ilk resimli roman olma özelliği gösterir.
Babasının ölümüyle servet sahibi oluveren Bihruz, Fransızca hocası tutar (Mösyö Pierre, iyi eğitimli biridir. Ne var ki Bihruz’u elinde tutmak için onu istismar eder. Mösyö Pierre bu haliyle tipik Batı insanını temsil etmektedir). Araba alır. Mirasyedi hayatı sürmeye başlar. Züppeleşir. Sohbet arkadaşları berberi ve terzisidir(!). Gösteriş olsun diye kitaplar satın alır. Çamlıca’ya gittiği bir gün gözü bir kadına ilişir. Onu tekrar görebilmek için sık sık aynı yere gider. Platonik aşka tutulur. Berna Moran’a göre romantik aşka tutulmuştur Bihruz. Arkadaşı Keşfî ona kızın öldüğünü söyler/uydurur. Bihruz buna sebep aşktır diye içlenmeye başlar. Serveti tükenmeye başlar. Arabasını satar. Şehzadebaşın’da o kıza (Periveş) rastlar. Kadının hafif biri olduğunu öğrenen Bihruz oradan uzaklaşır.
Olay örgüsü zayıf, yazım tekniği nispeten iyi bir romandır. Dili oldukça ağdalıdır. İç konuşma bilinç akışı teknikleri başarıyla kullanılmıştır.

Turfanda Mı Yoksa Turfa Mı? (1890/91)
Otobiyografik bir romandır. Döneminin bürokrasisini, sosyal, ekonomik ve siyasi sorunlarını eleştiren bir eserdir. Romanın konusu kalkınmanın köylerden başlaması gerektiği fikri üzerine kurulmuştur.
Bir Gerçek Hikâye, Bahtiyarlık (Ahmet Mithat) ve Karabibik (Nabizade Nazım) Türk edebiyatına köye yönelişi temsil eden diğer öncü eserlerdir.
Fransa’da eğitim gördükten sonra ülkesine dönen Mansur Bey hizmet aşkıyla doludur. Geldiği ilk günlerde sosyal ortama uyum sorunları yaşamaya başlar. Amcası Şeyh Salih’in konağına yerleşir. Diğer amcasının kızı Zehra’da konaktadır. İkisi arasında duygusal yakınlık oluşsa da birbirlerine açılamazlar. Salih Efendi’nin eşinin kardeşi Râşit Efendi çeşitli hile ve entrikalarla Salih Efendi’nin malını mülkünü kendi yeğeninin üzerine kaydettirmek amacındadır. Karşısına çıkan bazı kişileri öldürür. Sonunda konağı da yakar. Salih Efendi ölür.
Mansur, Zehra’yla evlenerek Anadolu’ya geçer. Köye yerleşip kalkınma projeleri üzerinde çalışır. Köylülerle iyi ilişkiler kurar. Köyde bir ilkokul bir de ziraat okulu açar. Bir iplik fabrikası açmaya çalışır. Kazancı kendilerine kalacak şekilde köylüleri fabrikaya yerleştirir.
Mansur Bey kalkınma projeleri üzerinde çalışırken devleti sarmış olan yolsuzluklar, usulsüzlükler ve bozuk adalet sistemine tanıklık eder.
93 harbi sebebiyle cepheye çağrılan Mansur Bey’in projesi yarım kalır. Cephede üstleriyle anlaşamayan Mansur Bey Şam’a sürgün edilir. Eşi ve çocuklarına mektuplar gönderir. Yarım kalan projesini onlara emanet ettiğini bildirir. Cepheden dönemez, ölüm haberi gelir.
Turfanda Mı Yoksa Turfa Mı? romanı dönemin siyasi ve toplumsal sorunlarını eleştirel bakışla ele alırken sorunlara çözümler önermesi bakımından önemli bir eserdir. Romanda eski ve yeni diye niteleyebileceğimiz iki ayrı insan tipi göze çarpar. Mansur Bey, adaletten ve çalışmaktan yana yeni insan tipini, Râşit Efendi ise entrikaların, maddi hırsların temsilcisi gibidir.

Üçüncü Kuşak: Ara Nesil ve Roman Sanatı
Türk edebiyatının modernleşme sürecinin üçüncü kuşağı (ara nesil) döneminin önde gelen isimleri; Nabizade Nazım, Mehmet Celal, Selanikli Fazlı Necip, Fatma Aliye ve Mustafa Reşit’tir. Bu isimler arasında Nabizade Nazım’ın Zehra’sı (1895’te Servet-i Fünun’da tefrika edilmiştir) oldukça önemli bir eserdir. Kenan Akyüz’e göre ilk psikolojik roman denemesi olarak kabul edilebilir. Himmet Uç’a göre, Zola’nın Nana’sına benzeyen eser natüralist, fenni bir romandır. İsmail Çetişli’ye göre kıskançlık teması üzerine kurulu bir eserdir.

Zehra
Suphi, Şevket’in yanında çalışmaktadır. Şevket’in kızı Zehra’ya âşık olur ve evlenirler. Cicim aylarından sonra Zehra’nın kıskançlık krizleri baş göstermeye başlar. Suphi, Sırrıcemal adlı gündelikçiye tutulur. Şevket ölür, işler Suphi’ye kalır. Başka bir evde Sırrıcemal’le yaşamaya başlar. Suphi bir süre sonra Ürani adlı kadına âşık olur. Ürani, Zehra’nın tuttuğu biridir. Ürani, Suphi’nin parasını yer. İşler bozulmaya başlar ve roman hazin şekilde sonlanır.
Romanda İstanbul’un eğlence mekânları, tuluat tiyatroları ayrıntılarıyla tasvir edilir. Zehra’nın kıskançlıklarını ırsiyete bağlayan yazar bu anlamda ilk psikolojik romana imza atmış sayılabilir. Olaylar arası hızlı geçişler romandaki teknik kusurların başında gelir. Ahmet Mithat ve Namık Kemal etkisinde yazılmış bazı bölümler yine kusurlar arasında kabul edilebilir. İradesiz biri olarak tasvir edilen Suphi karakteri oldukça başarılı anlatılmaktadır.

Gençlik aşkı Anna’ya duyduğu aşkla beslenen sanatının ürünleri Venüs (1886) ve Küçük Gelin (1893) adlı otobiyografik eserlerin yazarı Mehmet Celal çok sayıda romana imza atmıştır. Cemile (1886), Margrit (1891), Elvâh-ı Sevda (1892), Bir Kadının Hayatı (1894), Zehra (1894), Dâmenâlûde (1895), Müzeyyen (1898), Leman, İsyan ve Kuşdilin, yazarın diğer romanlarıdır. M. Fatih Andı’ya göre o, romanlarıyla edebiyatımızı köye açmıştır. Popüler tarzda romantik ve santimantal eserler veren yazar, devrinde ilgi gördüyse de ileri kuşakların ilgisinden uzak kalmıştır.

Fazlı Necip değişik alanlarda çok sayıda eser neşretmiştir. Garip Aileler, Bir Gençliğin Güzarı (1895), Dilaver, Yine Orada (1899), Sevda-yı Mefun (1899-1900), Şık (1900-1901), Pervin (1901), Dört Mevsim (1901-1902), Cani mi Masum mu? (1901), Dehşetler İçinde I, II, III (1910), Küçük Hanım (1910), Menfa (1910), Ah Anne!.. (1925), Saraydan Mecnunlar (1925), Külhani Edipler (1930) ve Muhacir (1930) yazarın eserleridir.
Edebiyata Victor Hugo’dan yaptığı çevirililerle başladı. Asır gazetesinde gazeteciliğe başladıktan sonra yazı dilini sadeleştirmeye başlar. Konuları milli ve yerlidir. Milli edebiyatın habercisi niteliğindeki sade Türkçeyle yazılmış şiirler çalıştığı gazetede çıkmıştır. Eserlerindeki müspet kahramanlar iyi eğitimlidirler. Menfi tiplemeler ise hasis ve eğitimsizdirler. Müspet tiplemeler karşılaştıkları güçlüklerden akılları sayesinde çözüm yolunu bulup huzura ulaşırlar. Eserlerinde doğu-batı çatışması, alaturka-alafranga çatışması, tarihi ve cinai konuları işlemiştir.

Edebiyatımızın ilk kadın romancılarından olan Cevdet Paşa’nın kızı Fatma Âliye, 1892 yılında George Ohnet’in Volonte adlı eserini Merâm adıyla Türkçeleştirmiştir. Hayal ve Hakikat (1892), Muhâdârat (1892), Refet (1899), Ûdî (1899), Levâyih-i Hayat (1899) ve Enîn (1912) kendi imzasıyla yayımlanmış romanlarıdır.
Çok iyi eğitim almış olan Fatma Âliye, Terâcim-i Ahvâl-i Felâsife (1901) ve Tedkik-i Ersâm (1901) adlarıyla iki de felsefi eser neşretmiştir.
Kıskançlık temalı Muhâdârat adlı eseri aşk ve evlilik entrikaları üzerine kuruludur. Baskı ile yapılan evliliğin yol açacağı mutsuzluklar ve kadının ilk aşkından sonra yeniden sevebileceği fikri ile yazılmış bir eserdir. Romanın sonunda Ahmet Mithat Efendi’nin eserlerinde gördüğümüz ders çıkarma düşüncesi vardır.
Enîn adlı eserinde Muhâdârat’a benzer konuları işler.
Refet adlı romanında öğretmen olma hayali peşindeki yetim bir kızın haksızlıklara karşı mücadelesini konu edinir.
Fransızcaya da çevrilen Ûdî, bir kadının namusuyla çalışarak hayatını kazanabileceği fikri üzerine kuruludur.
Levâyih-i Hayat, evlilik konusunu ele alır. Roman, 5 kadının evlilikleriyle ilgili olarak birbirlerine yazdıkları 10 mektuptan mürekkeptir.

Çok sayıda eser vermiş olan Ahmet Rasim, edebi değerinin zayıf olduğu gerekçesiyle müfredatımızın ilgisinden yoksun kalmaktadır. Yazarın eserleri:
İlk Sevgi (1890), Bir Sefilenin Evrak-ı Metrûkesi (1891), Endişe-i Hayat (1891),
Güzel Eleni (1891), Leyâl-i Istırap (1891), Mehâlik-i Hayat (1891), Meşakk-ı Hayat (1891), Meyl-i Dil (1891), Tecârib-i Hayat (1891), Afife (1892), Mekteb Arkadaşım (1894), Numûne-i Hayâl (1894), Tecrübesiz Aşk (1894), Biçare Genç (1894), Gam-ı Hicran (1894), Sevda-i Sermed (1895), Asker Oğlu (1897), Nâkâm (1897), Ülfet (1899, daha sonra Hamamcı Ülfet adıyla, 1922), Belki Ben Aldanıyorum (1909, İki Güzel Günahkâr’da Bedia adıyla, 1922), İki Güzel Günahkâr(1922), İki Günahsız Sevda (1923).

Hikâye ve romanları kurguları bakımından birbirlerinden pek ayrılamayan Mustafa Reşit, eserlerindeki ahlakçı ve öğretici tutumu nedeniyle Ahmet Mithat’a yakındır (Ersin Özarslan).
Flora adlı eserinde (1885), deniz kıyısında sandalda yaralı halde bulduğu kıza âşık olan şairin karşısına çıkan engeller konu edilir.
Lorans (1892), karşılıklı aşk ve engelleri üzerine kuruludur. Lorans’la Pertev’in aşkına engel, Lorans’ın babasıdır.
Defter-i Âmâlim (1892), âşık olduğu kızın hastalanıp ölmesi karşısında aşığın yaşadığı çaresizliği konu eder.
Son Salon ve Aşk (1899), salonların ahlak çöküntüsüne sebep olduğunu iddia eder. Mustafa Reşit’in eserleri edebi anlamda oldukça zayıftırlar ancak teknik bakımdan bazı yenilikler taşımaktadırlar; mektup türünü edebi kurgu unsuru olarak kullanan ilk isimlerden biri olması buna örnektir.
 

asah

GOLD Üye
Katılım
14 Eki 2012
Mesajlar
2,943
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Bölüm:
Türk Dili ve Edebiyatı
Şehir:
Zonguldak
Ünite 2

Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatında Öykü

Öyküleme
Anlatma geleneği içerik ve yapı bakımından masal, efsane, destan, hikâye, roman vs. gibi türlere bürünmüş ve ihtiyaç olarak varlığını her daim hissettirmiştir.
Anlatımdaki/anlatıma konu olan öyküdeki olay ve durum kişi, yer ve zaman üçlüsünü ön plana çıkarır.
Anlatının öznesi, nesnesi ile bunlar arasındaki ilişkiyi sağlayan eylemin yönü, eylemin niteliği ve amacı, öykünün izleksel/tematik kurgusunu sağlar.
Yazarın/anlatıcının savunduğu değerler tematik güçler, bunun karşısında yer alan güçler de karşı güçler olarak tanımlanır.
Anlatıda dramatik aksiyonu sağlayan temel unsur, tematik güç ile karşı gücün karşılaşması/çatışması sonucu ortaya çıkar. Anlatıda bu karşılaşma kişiler, kavramlar ve simgeler düzlemi olmak üzere üç farklı düzlemde/boyutta takip edilebilir.
Olay merkezli anlatılarda kişiler düzlemi öne çıkarken, karakter ve düşünce sentezleyici anlatılarda ise kavramlar ve simgeler öne çıkar (Dede Korkut öyküleri olay merkezli anlatılardır, Orhan Pamuk’un Kara Kitap adlı romanı karakter ve düşünce sentezleyici anlatıdır; olaylara karakterin iç dünyasındaki değişme ve gelişmeler yön verir).

Türklerde Öykü Geleneği
Anlatı geleneğimizin ilk örnekleri daha çok şifa dağıtıcılığı ve din adamlığı yapan kamlar/baksılar ve ozanlar tarafından icra edilirdi. Daha sonraları ayıtıcı/ayıtmat, kıssahan, meddah, âşık/ozan denen köy köy dolaşan anlatıcılar ortaya çıktı. 19. yüzyıldan itibaren Batı edebiyatının etkisine giren geleneğimiz biçim ve içerik bakımından değişim geçirmeye başladı. Anlatı geleneğimiz özellikle son 50 yılda (1950 sonrası) yabancı kaynaklardan uzaklaşmaya başlayıp kendi özgün doğasını kurmaya başlamıştır.
Erken dönem anlatılarımızın en meşhuru Dede Korkut hikâyeleridir. Anlatım tekniği bakımından vak’a icat etme, özgün tipler/karakterler üretme ve olaylar arasındaki nedensellik bağının güçlü olması itibarıyla başarılı anlatı yapısına sahiptirler. Osmanlı dönemi edebiyatımızda Fars edebiyatının çeşitli metinlerinin etkisinde kalarak ağırlıkla mesnevi tarzında anlatılar üreten edebiyatımız parıltılı eserler ortaya koymuştur. Sürekli aynı konuların işlenmesi teknik beceriyi arttırırken içerik çeşitliliğinin kısır kalması edebiyata ilgiyi sınırlamıştır.
Biçim bakımından farklı olmasına karşın roman ve hikâye için Tanzimat döneminde hikâye tabiri kullanılmıştır (Namık Kemal ve Halit Ziya’da durum böyledir). Ahmet Mithat, Emin Nihat, Mehmet Celal ve Mustafa Reşit gibi öykü türünde eser veren isimlerin artmasından sonra hikâye ve roman türleri için farklı adlar kullanılır oldu.

Geleneksel Öykücülükten Modern Öyküye
Modern dönemin belirgin içerik özellikleri değişen yaşam biçimi, değer yargıları ve eski-yeni çatışmasıdır. Muhayyelât-ı Aziz Efendi, Müsâmeretnâme, Kıssadan Hisse gibi anlatılar dönemin noktalarıdır.

Giritli Aziz Efendi’nin eseri olan Muhayyelât-ı Aziz Efendi, klasik biçim altında ortaya çıkan değişimin ilk örneklerini bize verir. Eserde üç hayal ve bunların her birinin başında birer öykü yer alır. 1797’de yazılan eser (bu tarih tahminidir) ilk defa 1852’de basıldı.
Klasik öykü özellikleri göze çarpar. Kullanılan dil kimi yerde ağdalı olsa da eserin genelinde sadedir. Mekân tasvirlerinin bazıları coğrafi gerçeklikle örtüşmektedir. Karakterleri sosyal durumlarına göre konuşturması ve 18. yüzyıl İstanbul’una dair motifler işlemesi eserin önemini arttıran unsurlardır.

Tanzimat döneminde farklı alfabelerde yazılmış bazı eserlerde geleneksel çizginin dışına çıkma çabaları dikkat çeker: Vartan Paşa’nın yazdığı 1851’de Ermeni harfleriyle basılan Akabi Hikâyesi, Hasan Tevfik Efendi’nin 1868’de yazdığı Hayâlât-ı Dil, Evangelinos adlı Rum gazetecinin 1872’de yayımladığı Temaşa-i Dünya ve Cefakâr ü Cefakeş.
Batı’dan yapılan çevirilerden sonra Ahmet Mithat Efendi öykü yazmaya başlar. 1870 tarihli Kıssadan Hisse adlı kitabında Aisopos ve Fenelon’dan aldığı fıkralar dikkat çeker. 1870-1895 yılları arasında 25 kitap içinde 30 parçalık Letaif-i Rivâyât’ı yayımlanır.
Emin Nihat Bey’in yedi uzun öyküden oluşan Müsâmeretnâme’si 1872’de yayımlanmaya başlar. Eser, eski ve yeninin bir arada görülebileceği parçalar içermesi bakımından tipiktir. Tanzimat’tan bu yana edebiyatımızın en çok işlenen teması eski yeni çatışmasının güzel iki örneği bu eserde yer alır (Binbaşı Rıfat Beyin Sergüzeşti ve Bir Osmanlı Kapudanının Bir İngiliz Kızı ile Vukubulan Sergüzeşti).
Dönemin yazarı bilinmeyen bir diğer önemli eseri Âşıkla Maşuk Dürbünü ve Her Milletin Güzeli adını taşır. Eser, uzun-kısa çok sayıda öyküden oluşur.
İlk dönem eserlerde üslup kaygısı taşımadan yazılmış olan bu öyküler meddah geleneğimizden etkilenmişlerdir.

Geçiş Dönemi Öyküleri

Letaif-i Rivâyât
Letaif-i Rivâyât serisinde Ahmet Mithat, Batı edebiyatında gördüğü anlatım tekniklerini, izlek ve konuları eserine dâhil etmeye çalışır. Geleneksel biçimlerimizden âşık tarzı ve meddah tarzından da vazgeçmeyen yazar halka ulaşmak için bütün bu imkânları kullanmak yoluna gider. Halka ulaşma gayesi nedeniyle sanatsal kaygılardan uzak kalmayı başarmıştır.
Letaif-i Rivâyât, 25 cilt ve toplam 30 eserden müteşekkildir. Eserlerden bazıları 30-40 sayfalık öyküler bazıları 200 sayfayı bulan kısa romanlardır. Bu eserlerin arasında tiyatro oyunları da vardır. Sayıları 11 olan uyarlama ve çeviri eserler Batı edebiyatından ne ölçüde etkilendiğimizi gösteren verilerden biridir.
Letâif-i Rivâyât serisindeki öykülerini Suizan, Esâret, Gençlik, Teehhül, Gönül, Mihnetkeşân, Bir Gerçek Hikâye, Bahtiyarlık, Bir Fitnekâr, Nasip, Bekârlık Sultanlık mı Dedin?, Bir Tövbekâr, Çifte İntikam, Esaret, Obur, Para, Kısmetinde Olanın Kaşığında Çıkar, Diplomalı Kız, Emanetçi Sıtkı, Cankurtaranlar, Ana Kız, Bir Acibe-i Saydiye, İki Hud’ekâr olarak belirlemiş olalım.
Orhan Okay bu eserle ilgili olarak, konu birliğinin olmamasına dikkat çeker. Erken dönemde yazılan metinlerde dili ağdalıyken ileri dönemde daha sadedir.
Konuları: evlilik ve aşk başta olmak üzere, kadın, kadının eğitimi, esaret, adi suçlar, sonradan görmelik, eğlence, namus şeklinde sıralanabilir. Eserlerinde ana konunun yanında kısa hikâyeler şeklinde farklı olaylara da yer verir.
Bir Gerçek Hikâye, Bekârlık Sultanlık mı Dedin?, Bir Tövbekâr, Teehhül ve Gençlik adlı eserleri evlilik temalıdır. Mihnetkeşân’da eğlence düşkünü bir insanın yaşam tarzını değiştirerek evlenmesini işler. Henüz On Yedi Yaşında ve Yeryüzünde Bir Melek romanlarında genelev kadınlarının evlilik yoluyla düştükleri bataklıktan kurtulabileceklerini anlatır. Bir Fitnekâr’da evlilik entrikası etrafında kurulan dolandırıcılığın yol açtığı felaketler işlenir. Sanat değeri düşük kabul edilen Nasip adlı öyküsünde kaderci dünya görüşü hâkim temadır. Konusu yabancı bir eserden alınmış olan İki Huda’kâr’da şehir hayatının yapmacıklığı ele alınır. Emanetçi Kız, ahlaki güzelliğin ön planda tutulduğu bir aşk hikâyesidir. Diplomalı Kız, eğitimin önemine işaret eder. Fransızcaya da çevrilmiş olan Suizan’da kötü niyete bağlı yanlış anlama konu edilir. Kısmetinde Olanın Kaşığında Çıkar ve Çifte İntikam adlı eserlerin konuları Fransa’da geçer. Bu iki eserdeki kişiler de yabancıdır.
Ahmet Mithat, Letaif-i Rivâyât dışında Durûb-i Emsâl-i Osmaniye Hikemiyâtının Ahkâmını Tasvir başlıklı eserinde Şinasi’nin atasözleri kitabının A maddesinde yer alan 18 atasözünü öyküleştirir.

Sami Paşazade Sezai
Kısa anlatılarımızı batılı biçime yakınlaştırması bakımından önemli bir isimdir Sami Paşazade Sezai. Öyküyü bağımsız bir tür olarak kabul eden ilk kişidir. Öykünün mesajının, amacının ahlaki olması zorunluluğuna ilk karşı çıkan da Sami Paşazade Sezai’dir. O bir anlamda öykücülükte ‘edeb’li olma zorunluluğunu ortadan kaldırmıştır.
Öykülerinde toplumun çeşitli kesimlerinden kişilerin serüvenlerini anlatır. Öykü karakterlerinin duygularını da yazar. Bu yolla karakterlerini gerçeğe yakınlaştırır. Dili süslü, üslubu Ahmet Mithat ile Namık Kemal arasında bir çizgidedir. Öyküleri; Küçük Şeyler (1891) ile anı ve makalelerinin de yer aldığı Rumuzu’l Edeb (1900) adlı kitaplardadır. Küçük Şeyler’de yer alan öyküler biçim ve yapı bakımından Fransız tarzına benzerler. Burada yer alan öykülerin Servet-i Fünun dönemi edebiyatçılar üzerinde de ciddi tesirleri olduğu muhakkaktır (Bkz. Halit ziya). Öykülerinde romantizm, realizm ve natüralizmin tesirleri görülebilir.
Pandomima adlı öyküsünde Paskal’ın iç dünyasının başarıyla yansıtır. O döneme kadar edebiyatımızda görülmemiş biçimde sıradan insanı detaylı şekilde tasvir etmesi bakımından bu öykü önemlidir. Kediler adlı öyküsünde de sıradan insanı ele alır. Bu öyküsünde de nesnelerin ve mekânın anlatı kişisi üzerindeki etkileri başarılı biçimde anlatılmıştır.

Nabizade Nâzım
Realist-natüralist bir yazardır. 8 uzun öykü yazmıştır (Yadigârlarım, Bir Hatıra, Karabibik, Sevda, Hasba, Seyyie-i Tesâmüh, Zavallı Kız, Hâlâ Güzel, Bir Fakir Aile, Enginde). Toplum katmanları ve insanları natüralizmin daha doğru biçimde yansıtacağı inancındadır. Olay örgüsü genellikle tesadüfler üzerine kuruludur. Olayların seyri tutarlıdır. Mekân ve kişi tasvirlerinde çok başarılıdır (Karabibik).
Ağdalı bir dille yazılmış olan Seyyie-i Tesâmüh’te basın hayatını eleştirir. Karabibik’te köy hayatını işler.
Karabibik’te Antalya’nın Kaş ilçesinde Beymelik köyündeki hayatı dekor olarak kullanır. Yerel hayatı yerel dille anlatır. Tasvir ve tahlillerin başarısıyla birlikte öykünün gerçeklik değeri artar. Eserde bir de Rum köyü (Temre) tasvir edilir. Beymelik’teki olumsuz faktörlerin birçoğu Temre’de olumlu olarak resmedilir. Hikâyenin konusu oldukça basittir: karısı ölen Karabibik’in iki hayali vardır (bir çift öküz almak ve kızı Huri’yi evlendirmek). Temre köyündeki tefeci Yani’den borç alarak öküzleri temin eder. Tarla yüzünden kavgalı olduğu Yosturoğlu’nun yeğeni Hüseyin, Huri’yi ister ve evlenirler. Karabibik hayallerini bir şekilde gerçekleştirmiştir. Sol yanındaki ağrı nedeniyle Temre köyündeki doktor Linardi’nin evine gidip gelmeye başlar. Bu gidişlerinden birinde Linardi’nin karısına sarkıntılık yapar. Hikâye bu şekilde biter.

Diğer Öykücüler
Recaizade Mahmut Ekrem bu dönemin öykücülerindendir. Üç uzun öykü yazmıştır (Sâime, Muhsin Bey yahut Şairliğin Hazin Bir Tecellisi ve Şemsâ). Sâime’de çocuk sevgisi ve çocuğun yetiştirilmesini ele alır. Muhsin Bey…’de romantik aşkı konu edinir. Şemsâ’da Anadolu’dan gelen ve bir ailenin yanına evlatlık olarak kalan kızın hayatını işler. Üç öykü de romantizmin etkisi altında yazılmıştır. Edebi değerleri zayıftır.

Aynı dönemde Mehmet Celâl’de öyküler yazmıştır. Öykü türünde Hâlâ Seviyor yahut İftirâk (1891), Vicdan Azapları (1891), Oyun (1892), Mev’id-i Mülâkât (1893), Ak Saçlar (1895), Solgun Yâdigârlar (1899), İskambil (1899), Sefîd-ser (1899), Piyano (1900), İsmete Taarruz (1900) ve Zindan Kapısında (1906) adıyla kitapları çıkmıştır. Daha çok aşk ve aile hayatını konu edinmiştir.
Mustafa Reşit, popülist ve basit öyküler yazmıştır. Aşk ve evlilik temalı öykülerinde romantizmin ve santimantalizmin etkileri dikkat çeker. Bir Çiçek Demeti (1885), Tezkir-i Mazi (1885), Cüzdanımdan Birkaç Yaprak (öykü ve mensureler, 1886), Tesâvir-i Hayat (1894) gibi öykü kitapları bulunmaktadır.

İlk kadın öykücülerimizden Fatma Makbule Leman bu dönemde eser vermiştir. Gazete ve dergilerde yayınlanan öykü ve şiirlerinin bazılarını Ma’kes-i Hayal (1898) adlı kitapta toplamıştır. Kadın temalı eserlerinde kız çocuğunun eğitimi, aşk ve evlilik hayatını işler.
 

asah

GOLD Üye
Katılım
14 Eki 2012
Mesajlar
2,943
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Bölüm:
Türk Dili ve Edebiyatı
Şehir:
Zonguldak
Ünite 3

Tanzimat Dönemi Edebiyatımızda Tiyatro

Tanzimat’ın ilanından sonraki birinci yılda İstanbul’da dört tiyatro açıldı. Tiyatro oyunu için ilk yazılı metnimiz 1859 yılında Şinasi tarafından yazılan Şair Evlenmesi’dir. Şinasi’yi Ali Haydar, Ebuzziya Tevfik ve Direktör Âli Bey takip ederler. Orta oyunu ve meddah gibi geleneksel oyunlarımız tiyatro ile karşılaşınca tuluat oyunları ortaya çıktı. Müfredatta Şair Evlenmesi ilk tiyatro eseri olarak yazılmışsa da Şinasi’den önce Doğu Dilleri Okulu’nun çok sayıda tiyatro eserini Türkçeye çevirdiğini belirtmek gerekir (Nasreddin Hoca’nın Mansıbı, Vakayi-i Acîbe ve Havadis-i Garibe-i Kefşger Ahmed, Hikâyet-i İbdâ-i Yeniçeriyân Be Bereket-i Pîr-i Bektaşiyân Şeyh Hacı Bektaş Velî-i Müslüman, Godefroi de Bouillon). Bunların dışında Ermeni harfli oyunlar ve tarihçi Hayrullah Efendi’nin Hikâye-i İbrahim Paşa be-İbrahim-i Gülşenî adlı eserleri Şair Evlenmesi’nden önce yazılmışlardır. Şinasi’yle aynı dönemde Mirza Feth Ali Ahunzade, Azeri Türkçesiyle hiciv yönü ağır basan altı komedi yazmıştır (Temsilat).

Şair Evlenmesi
Tek perdelik bir komedi olan eser, 1860’da Tercüman-ı Ahval’de tefrika edildi. Yerli unsurların yoğun olarak kullanıldığı oyun Batı tarzı tiyatro sanatını halka ulaştırmak amacıyla gelenekten azami ölçüde beslenmiştir. Eserde halktan tiplemeler ve günlük konuşma dili dikkat çeker. Tanpınar’ın nitelemesiyle Şinasi bu eseriyle edebiyatçılarımıza sokağın anahtarını vermiştir.

Paris’te elçilik kâtipliği de yapmış olan Ali Haydar, Türk edebiyatının ilk trajedi yazarı olarak tanınır. Sergüzeşt-i Perviz (1866), İkinci Ersas (1866) adlarıyla iki manzum trajedi ile Yunan mitlerinden ilhamla yazılmış olan Rüya Oyunu (1875) başlığını taşıyan bir de manzum komedisi vardır. Gonca-i Çin adlı dramı ve Hekimlerin Hazakatı veya Tiyatro İçinde Tiyatro adlı komedisi yayımlanmamıştır.

Direktör Ali Bey mizah edebiyatının öncülerindendir (Eserleri: Misafiri İstiskal (1870), Kokona Yatıyor (1870), Geveze Berber (1873). Letafet (1897) adlı eseri operettir. Ayyar Hamza (1871) ise uyarlamadır). Tiyatronun gelişmeye başladığı bu dönemde Namık Kemal ve Abdülhak Hamit trajediye, Âli Bey ve Ahmet Vefik Paşa ise komediye yönelmişlerdir.

Konusunu Kırım Savaşından alan Vatan yahut Silistre (1873) kısa cümleleri, romantik-epik kurgusu ve içerdiği vatan temasıyla dönemin en dikkat çekici eseridir. Râz-ı Dil adıyla yazılmış olan ve sansür kurulunda ismi Gülnihal olarak değiştirilen eser Namık Kemal’in ikinci tiyatro eseridir. Âkif Bey adlı oyununda bir bahriye zabitinin vatanseverliği ve eşine sadakatsizliğini işler.
Zavallı Çocuk’ta genç bir kızın sevdiği erkek yerine annesinin isteği üzerine zengin biriyle evlenmesi sonrasında yaşanan felaketler anlatılır. Edebiyatımıza aşk yüzünden verem olup ölen sevgili motifini getiren bu eser çığır açıcı niteliktedir.
Haremağalarının entrikalarını işleyen Kara Bela, yazarın sağlığında basılamamıştır.
Konusunu Moğol istilasına karşı girişilen mücadeleden alan Celaleddin Harzemşah, Namık Kemal’in üzerinde en çok çalıştığı eseridir. Yazar, Celaleddin’in şahsında İslam birliği fikrini kuvvetli bir şekilde ifade eder. Bu eser romantik tiyatromuzun ilk zirvesidir.

Amacı Türk insanına okuma zevki ve kültürü aşılamak olan Ahmet Mithat Efendi de yedi tiyatro eseri yazmıştır: Eyvah, Açıkbaş, Ahz-ı Sâr yahut Avrupa’nın Eski Medeniyeti, Hükm-i Dil, Çengi yahut Dâniş Çelebi, Fürs-i Kadimde Bir Facia yahut Siyavuş ve saray tarafından takip edilmesine yol açan Çerkes Özdenler’dir.
Eyvah adlı oyununda çok eşli bir adamın sonunda her iki eşini de kaybetmesini anlatır.
Gönül adlı hikâyesinin oyunlaştırılmış şekli olan Hükm-i Dil’de genç ve asil bir kızın bahçıvana olan aşkı etrafında asalet kavramı konu edilir.
Çengi yahut Dâniş Çelebi’de cin ve perilerle aklını bozmuş genç adamın hikâyesiyle toplumdaki muskacılar irdelenir.
Çerkes Özdenler’de sonu kanlı biten bir aşk hikâyesi etrafında Çerkezlerin adetlerini anlatır.
Acı Baş, tek perdelik bir komedidir.
Fürs-i Kadimde Bir Facia yahut Siyavuş, konusunu Şehname’den alan tarihi bir oyundur.
İnci Enginün, Ahmet Mithat’ın oyunlarının fikir ve görüşleri için:
a) Evlilik meselesi
b) Batıl inançlar
c) Modaya uyma
d) Dil meselesi
e) Ahlaki değerler (dürüstlük)
f) Asalet kavramı, şeklinde maddeler belirler.
Görüldüğü gibi toplumu eğitmek, terbiye etmek gibi bir görev üstlenmiştir.

Avrupa’da eğitim görmüş olan Ahmet Vefik Paşa, Bursa’da valiyken şehre tiyatro binası yaptırmıştır. Uyarlamalar yapmış, tiyatro için oyuncu yetiştirmiş, Türkçesi muhteşem eserler vermiştir. 1869-1871 yılları arasında Moliere’den 5 oyun uyarlamıştır. Bu oyunlar sahnelenirken yeni oyunlar uyarlamaya, çevirmeye devam etmiştir. Moliere’den uyarladığı 16 oyunu bir ciltte toplamıştır.

Şemseddin Sami’nin ilk oyunu Suhrab yahut Ferzendküş adlı trajediden sonra hepsi yayınlanmış ve oynanmış Besa yahut Ahde Vefa (1875), Seydî Yahya (1875), Gave (1876) adlı üç eser daha neşretmiştir.
Besa yahut Ahde Vefa, yemin üzerine kurulmuş altı perdelik bir trajedidir. Arnavut gelenekleri verilen sözün tutulma zorunluluğu gibi motifler içerir.
Seydi Yahya, Endülüs tarihine dönük bir oyundur.
Konusunu Şehname’den alan Gave, baskıcı rejime karşı ayaklanan halkı anlatır.

Ebuzziya Tevfik: İlk eseri Ecel-i Kaza (1872), Türk halkı karşısında oynanan ilk telif eser olma özelliğine sahiptir (Âlim Gür). Konusu Erzurum’da geçen trajedide kan davası konulu aşk ve evlilik anlatılır. E. Tevfik’in diğer oyunu Habibe yahut Semahat-ı Aşk’tır.

Yenileşmenin İkinci Kuşağında Tiyatro
Recaizade Mahmut Ekrem dört tiyatro eseri yazdı.
Afife Anjelik (1870) adlı eserde kocası savaşa giden yeni evli kontese göz koyan saray bakıcısının iftiralarıyla kontun kontesi boşaması ve idama mahkûm etmesi anlatılır. Kontes kaçıp dağlara sığınır. Savaştan dönen kont, gerçeği öğrenmiştir. Ava çıktığı bir gün tesadüfen kontesi ve çocuğunu bulur.
Edebiyatımıza tabiat konusunu sokan başlıca eserlerden olan Atala yahut Amerika Vahşileri (1873), Chateaubriand’ın aynı adlı romanının uyarlamasıdır. Egzotik bir kurgusu vardır.
Çok Bilen Çok Yanılır (1874) konusu Maraş’ta geçen bir komedi, Vuslat yahut Süreksiz Sevinç (1874) ise dramdır.

Abdülhak Hamit
25 kadar oyun yazmıştır. Oyunları sahne tekniğine uygun değildir. Bazı oyunları manzum (Tezer, Eşber, İlhan, Turhan, Sardanapal, Abdullahü’s-Sagir, Nesteren, Liberte), bir kısmı düzyazı (Macera-yı Aşk, İçli Kız, Sabr ü Sebat, Duhter-i Hindu, Tarık, İbn-i Musa, Finten, Yadigâr-ı Harp), bir kısmını da manzum-düzyazı biçiminde yazmıştır (İbn-i Musa, Zeynep, Tarık, Finten, Yadigâr-ı Harb). Tayfalar Geçidi, Arziler, Ruhlar ve Yabancı Dostlar ise diyaloglardan oluşmaktadır.
Oyunlarının bir kısmının konusunu tarihi olaylardan seçmiştir. Yerli olaylara yer verdiği eserleri de vardır. Duhter-i Hindu adlı oyununun sonundaki bir bölümde tiyatro sanatı hakkındaki düşüncelerine yer vermiştir. Bu yazılarda insanın her gün yaşadığı olayların tiyatroya konu edilmesine karşı olduğunu dile getirir (bu tür oyunları ahlak risalesi olarak niteler). Tiyatro eserleri bilmediğimiz, başka hayatları anlatmalıdır. Eserlerinde tarihi mekânlar ve uzak coğrafyaları sıkça görme nedenimiz daha çok budur.
Muallim Naci, Heder adında bir oyun yazabilmiştir. Bürokrasi içinde heder olup giden bir genci betimler.
Sami Paşazade Sezai’nin bu dönemde Şir adlı bir oyunu bulunmaktadır. Üç perdelik bir dramdır.
Mizancı Mehmet Murat biri kendi eseri (Tencere Yuvarlandı Kapağını Buldu ) diğeri (Akıldan Bela) çeviri olmak üzere iki eser neşretmiştir. Akıldan Bela, Puşkin’in dört perdelik bir oyunundan çeviridir. Rusçadan dilimize çevrilen ilk eserlerden biridir.

Üçüncü Kuşak: Ara Nesil Döneminde Tiyatro
Dönemin tiyatro oyunu yazarları:
Abdülhalim Memduh Bedriye (1888, Yoksul Münir’in zengin Bedriye’ye olan imkânsız aşkını konu eder), Nâlân (1886), Ümitsiz Mülâkat yahut İstifade-i İbret; İbnürreflat Ali Ferruh (1865-1903), Huflenk (1887, namus temalı aşk hikâyesidir); Mustafa Nuri, Büyücü Karı yahut Teehhül-i Cebrî (1885) ve Mizancı Mehmet Murat, Tencere Yuvarlandı Kapağını Buldu (1908), Nabizade Nâzım, Hoşnişîn veya Cihanda Safa Bu mudur? adlı piyesleri kaleme alır. II. Meşrutiyet yıllarında Nigâr Hanım da Girîve (çok eşliliğin acı sonuçlarını anlatır) adlı bir oyun yazar.
Bu dönemde ağırlıkla aşk ve evlilik konulu eserler neşredilmiştir.
 

asah

GOLD Üye
Katılım
14 Eki 2012
Mesajlar
2,943
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Bölüm:
Türk Dili ve Edebiyatı
Şehir:
Zonguldak
4.unıte

METİN ÇÖZÜMLEMELERİ
ŞİİR ÇÖZÜMLEMESİ
1. Mersiye
Giriş
Akif Paşa'nın, Adem Kasidesinden sonra dikkat çeken öteki şiiri Mersiye 'sidir. Şair, sade ve samimi bir dille ve hece vezniyle torununun ölümü üzerine yazdığı bu koşma tarzındaki Mersiye 'de ölüm olgusunu ve düşüncesini klasik anlayıştan farklı bir şekilde ele alır. Şair, bu mersiye ile klasik anlayışın ölüm sonrasını pek sorgulamayan tavrının dışına çıkarak, torununun küçük yaşta ölümünün ruhunda yarattığı derin ıstırabın etkisiyle ölümü ve ölüm sonrasını sorgulamaya girişir. Yer yer mezarlık âleminin içine eğilerek realist bir bakışla orada gördüklerini şiirin dünyasına taşır
İçerik, Dil ve Üslup
XIX. yüzyılın klasik sanatkârlarından biri olarak karşımıza çıkan Akif Paşa'nın Mersiye ile, daha önce ifade ettiğimiz gibi, bağlı olduğu gelenekten ayrıldığını, onun dışına düştüğünü görürüz. Mersiye ile Akif Paşa hem klasik mersiyenin formundan ve iç plânından ayrılır, hem de ölüm hadisesi onun İçin büyük bir ıstırap kaynağına dönüşür. Bu nedenle şairin ölüm ve ölüm sonrasını konu alan Mersiyesinin yeni olduğu fikri üzerinde A. H. Tanpınar ısrarla durur. Ona göre bu şiir, "Küçük şeklinde ve nispeten durulmuş dilinde insanın ta kendisini arayan yeni şiirdir
Burada öncelikle tekniğe ait unsurlardaki değişme ile içerikte meydana gelen değişmenin birlikte yürüdüğü şiirin metni üzerinde durmak gerekecektir:
MERSİYE
Tıfl-ı nazeninim unutmam seni Aylar günler değil geçse de yıllar Telh-
kâm eyledi fırâkın beni Çıkar mı hâtırdan o tatlı diller
Kıyılamaz iken öpmeğe tenin fiimdi ne hâldedir nâzik bedenin Andıkça
gülşende gonca-dehenin Yansın âhım ile kül olsun güller
Tagayyürler gelip cism-i semine Döküldü mü siyah ebrû cebîne Sırma
saçlar yayıldı mı zemine Dağıldı mı kokladığım sünbüller
Feleğin kînesi yerin buldu mu Gül yanağın reng-i rûyun soldu mu
Acaba çürüdü toprak oldu mu Öpüp ohşadığım o pamuk eller
(Akif Paşa Divançesi, s. 164)
A. H. Tanpınar'ın "Değişen teknik ile sanki insanın kendisi meydana çıkmıştır." derken, bu halk şiirinin formunu arayan Mersiye'nin muhtevasında meydana gelen yeniliği önemli bir tarafıyla şairin teknikte yaptığı değişikliğe bağlaması yerindedir. Mersiyesi, İsmail Parlatır ve Abdullah Uçman tarafından Akif Paşa'nın halk şiiri tarzında yazılmış tek eseri olarak gösterilse de onun şiir sanatı içinde bu alanda heceyi kullanması bakımından yalnız kalmaz. Divançe'sinde bir de 6+5=11 duraklı hece vezniyle yazılmış koşma formunda "şarki'sı yer alır. Bu da Akif Paşa'nın halk şiiri kaynağına gidiş arzusunun olduğunu gösterir. Fuat Köprülü, mahallîleşme cereyanı çerçevesinde klasik şairlerde heceyle yazılmış şiirlere daha önce rastlanmaya başlandığına dikkat çeker Nitekim Nedim'in ve Şeyh Gâlip'in saz şiirinde kaynağını bulan hece denemeleri bunlar arasındadır. Tanpınar, "Hece vezninin Tanzimat'tan sonra birden bire kazandığı rağbette bu koşmanın, en yakın devirde gelenekten kopmuş örnek sıfatıyla mühim bir hissesi vardır." der. Şairin hece veznine ve az çok halk diline gitmek istemesi yalnızca mahallîleşme cereyanı ile izah edilemez. Kanaatimizce şair, aynı zamanda ölüm karşısında şahsi dramını, kaybedilen torun karşısında duyulan acıları klasik edebiyatın teşrifatçı üslubunun ve klişeleşmiş ifade kalıplarının dışında dile getirme ihtiyacı duymuş olmalıdır. Nitekim daha ilk dörtlükte, söyleyiş, her türlü teşrifattan, tecrit plânından uzak, acı çeken insanın samimi duygularını ve dramını verir.
Bu şiir aynı zamanda devri içerisinde yeni ve farklı bir söyleyişi getirir. Akif Paşa, Mersiye ile yalnızca gelenekten ayrılmakla kalmaz, gelenekle birlikte kendi şirinin de şekil ve muhtevasından uzaklaşır. Divançesinde yer alan kızının ölümü üzerine tarih düşürdüğü mersiye ile yapılacak küçük bir karşılaştırma bunu açıkça gösterir: Kızı için yazdığı bu mersiyede kuru bir İfadenin İçinden geleneğe bağlı konuşan şair, torunu için yazdığı Mersiyede şiiri zihnî plândan çıkarır; onu bir duygunun malı, bir duygunun kendisi yapar. Ölüme uzaktan bakan üstteki tarih manzumesinde şair, bir ölüm haberini verir gibidir. Oysa torunu için yazdığı şiirde ölüm, insanı içten saran onun hayat karşısındaki dramatik duruşunu kuran temel gerçekliği olur.
A. H. Tanpınar'ın edebiyat tarihçisi dikkatiyle yenilik olarak baktığı ve üzerinde ısrarla durduğu bu, ölüm hadisesine realist dikkatle yaklaşma" ve "ölümle değişme" fikrinin Anadolu Türkçesinin erken dönem şairleri arasında yer alan Yunus Emre'nin şiirlerinde de geçtiğini görürüz.
Akif Paşa'nın Mersiyesi, Yunus Emre'nin şiirindeki "ölüm hadisesine realist dikkatle yaklaşma" ve "ölümle değişme' fikri İle dikkate değer benzerlikler sergilemektedir. İki şiir arasındaki paralellikler "ölüm hadisesine realist dikkatle yaklaşma" ve "ölümle değişme' fikri etrafında metinlerarasılık kurabileceğimiz yapıdadır. Her şeyden önce iki şiir de maddi varlığın, yani insan bedeninin ölümünün İfadesinde birleşir.
A. H. Tanpınar'ın edebiyat tarihçisi dikkatiyle yenilik olarak baktığı ve üzerinde ısrarla durduğu bu "ölüm hadisesine realist dikkatle yaklaşma" ve "ölümle değişme" fikrinin Anadolu Türkçesinin erken dönem şairleri arasında yer alan Yunus Emre'nin şiirlerinde de geçtiği görülür.
Şiirde yer alan "cism-i semîn" terkibinde görüldüğü üzere mezarın İçindeki çocuğun vücudunu "yasemin cisim", "yasemin çiçeğinden yapılmış vücut, yasemin çiçeği gibi vücut' şeklinde bir metaforla verir ve yasemin çiçeğinin solmasıyla cesedin ölümden sonra değişmesi arasında İlgi kurar. Buna benzer şekilde Yunus Emre de "Şol ufacık. nâ-resteler gül gibice solmış yatur" derken mezarın İçindeki çocuk (nâ-reste) vücudunun ölümden sonraki değişimini gül benzetmesiyle dikkatlere sunmuştur. Akif Paşa'nın benzetmesiyle metinlerarasılık kurulabilecek tarzda Yunus Emre'nin bu dizesinde de gülün solması gibi mezardaki küçük çocuğun vücudunun rengi solmakta ve yapısı değişmektedir. Görüldüğü üzere her iki şair de " ölümle değişme?' fikrini ele alışta aynı hayalde ve benzetmede birleşir. Esasen bu fikri, gelenek içerisinde Yunus Emre'nin de beslendiği kay¬nak olan Ahmed-i Yesevî'ye kadar çıkarabiliriz..
Akif Paşa, sorgulayan bakışını mezardaki torununun üzerinde gezdirirken küçük çocuğun vücuduna ait bazı unsurları sayar: Döküldü mü siyâh ebrû cebîne Sırma saçlar yayıldı mı zemine Dağıldı mı kokladığım sünbüller
Bu dizelerde çocuğun kaş ve saç rengi gibi fizikî özellikleri, realist dikkati öne alan bir bakışla sergilenir. "Sünbül' gibi klişe bir ifade bile şiirdeki bu gerçekçi bakışı bozmaz. Yunus Emre ise insan vücudu üzerindeki dikkatini Akif Paşa'nın Mersiyesine göre daha geniş bir çerçeveye oturtur: "Gitmiş gözünin karası hiç işi yokdur turası/Kefen bizinün paresi sünüge sarılmış yatur" dizelerinde, "göz", "gözünin karasi' söyleyişinde gözün rengi, kemik anlamına gelen "sünüg" hep bu ölen kişinin uzuvlarındaki değişmeyi sergilemeye yönelik ifadelerdir.
Yunus Emre'den sonra onun takipçisi Âşık Yunus'ta da mezarlık âleminin buna benzer şekilde dile getirilişi ile karşılaşırız: Erken dönem Anadolu Türk edebiyatında ölüm hadisesini kendi realitesinde görmede ve edebî eserin dünyasına taşımada Yunus Emre yalnız kalmaz. Şeyyad Hamza ve Âşık Yunus gibi şairlerin şiirlerinde de ölüm fikrinin realist tasviriyle karşılaşırız.
Akif Paşa'nın, şiiri bitiren, "Acaba çürüdü toprak oldu mu / Öpüp ohşadığım o pamuk eller" dizelerine karşılık Yunus Emre'de, "Yunus 'âkil isen bunda mülke sû- ret bezemegil/ Mülke sûret bezeyenler kara toprak olmış yatur" söyleyişini buluruz. Yaşadıkları çağın farklı olmasına rağmen aynı kültür dairesinde yer alan her iki şairde de ölümle birlikte "toprak olmak' kavrayışı dile getirilir. Maddî ölümün, insan bedeninin canlılığını kaybedişinin ifade alanına taşınmasındaki dikkat ortaktır. Gerek Akif Paşa, gerek Yunus Emre ve gerekse Âşık Yunus bu şiirlerinde ölüm olayının ifadesini insan bedeniyle sınırlar.
Akif Paşa'nın Mersiyesinin Türk edebiyatı geleneği içerisinde bir başka kolla, halk şiirinin ağıt geleneği ile de metinlerarası ilişkisini kurmak mümkündür.
A.H. Tanpınar’a göre, Türk romantizminin başlangıcını Akif Paşa' nın Mersiye adlı eserinde aramak gerekir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi Akif Paşa, Mersiye ile Yenileşme Dönemi sanatkârlarını etkiler. Tanpınar bu konuda şunu söyler: "Tanzimat'tan sonraki şiirde o kadar mühim bir yer tutan ferdî ölüm karşısındaki vaziyet ve mersiye şiiri de ona bağlanabilir
Bütün bu metinlerarası .ilişkiler çerçevesindeki değerlendirmeler, ölümü kendi gerçekliğinde görme ve "ölümle değişme" fikrinin Akif Paşa'dan önce başta Yunus Emre olmak üzere çeşitli şairler tarafından işlendiğini gösterir. Bazı edebiyat tarihçisi ve araştırmacılarca Akif Paşa'nın yaptığı bir yenilik olarak gösterilen "ölümle Değişim temi, ancak dönemi içinde değerlendirildiğinde bir anlam taşır.
TİYATRO ÇÖZÜMLEMESİ
Şair Evlenmesi
Türk edebiyatının yenileşmesi ve modern yapı kazanmasında yol açıcı sanatkâr olan ibrahim Şinasi'nin Şair Evlenmesi adlı tiyatro oyunu küçük, fakat gördüğü işlev bakımından önemli bir eserdir. Tiyatroda oynanması İçin 1859 yılında iki perde olarak yazılan, daha sonra bir perdesi çıkarılarak 1860'ta Tercüman-i Ahvalde tefrika edilen Şair Evlenmesi, aynı yıl kitap olarak da yayımlanmıştır. Türk edebiyatında modern tiyatro alanında ortaya konan ilk oyun olarak değerlendirilir. Halk tiyatrosuyla Fransız komedisinin ustaca birleştirilmesiyle oluşturulan Şair Evlenmesi, gelenekten yararlanması, halk ananelerini sahneye taşıması, sade dili ve basit yapısıyla yol açıcı bir oyun olma özelliğine sahiptir. Türk edebiyatını bir program çerçevesinde yenilemek isteyen yazar, Batı tarzı tiyatro örneği vermek arzusuyla Şair Evlenmesini yazmış görünmektedir. Konu
Şair Evlenmesi, görmeden evlenme"yi konu alır.
Oyunun konusu, iş bilir, aklı başında bir dost tarafından ufak bir rüşvetle düzeltilen, görücü usulüyle yapılan hileli bir evlendirme üzerine kurulur. Şair Müştak Bey'le Kumru Hanım birbirlerini sevmektedirler. Müştak Bey, vak'a başladığı zaman, onunla evlendiğini sanmaktadır. Ancak kızın ailesi, yenge kadının, sağdıç hanımın ve imamın yardımıyla ona kızın, huysuz ve çirkin ablasını nikahlamıştır.
Müştak Bey, güvey girdiğinde sevdiği kızın yerine, çirkinliğinden ve münasebetsizliğinden şikâyet ettiği, maksadına ermiş âşık tavrı takınarak arkadaşı Hikmet Efendi'ye vermeye kalkıştığı Sâkine Hanım'ı karşısında görünce buna razı olmaz. Bunun üzerine işi tertip eden sağdıç hanım, imamla mahalle kahvesinde bulunan halka haber gönderir. Onlar gelince emrivaki yaparak işi oldubittiye getirmek için şirretlik çıkarırlar. Bereket versin, Hikmet Efendi henüz evden ayrılmamış, selamlıktadır. O sırada, "İstemeyiz" diye sahneye giren mahallenin süprüntücü başı Atak Köse ile bir iki cevaplaşmadan sonra Hikmet Efendi, mahallenin imamı Ebüllaklâ- ka'ya gizlice verdiği rüşvetle bu meseleyi halleder. İmam, kızlardan yaşça değil boyca büyük olanı kastettiğini söyleyerek işi düzeltir. Böylece Müştak Bey'le Kumru Hanım birbirine kavuşur. Olay Örgüsü (Entrik Yapı)
şair Evlenmesi, küçük bir komedidir. Yazar komiği sağlayabilmek için Karagöz ve orta oyununda olduğu gibi yanlış anlamalara yer verir; karakterleri ağız özellikleriyle konuşturur, kimi zaman argoya başvurur. Müştak Bey'in "Vay fırâsetli adam vay" sözünü kültür düzeyi ve anlayışı düşük olan bekçi Batak Ese "Feres atlu adam sensin. Ulan hayvan. Bana kotu ilâf söyleyip durma şimdi sana fanfin dimeyi gos- teririn." şeklinde karşılar. Kimi kez de durum komedisine başvurur. Nitekim Atak Köse'nin sonradan girdiği sahnede mahalleliye uyarak "istemeyiz" demesi durum komedisidir:
Kişiler Dünyası
Konusu bakımdan orta oyunu geleneğindeki fasılları andıran bu oyunda, kişiler de gelenekten gelirler. Bu hususta İnci Enginün şu tespitlerde bulunur:
"Oyun tıpkı Karagöz ve Orta Oyununda olduğu gibi bir mahallede geçer ve mahalle halkı oyunda yer alır. Karagöz'de Karagözcü'nün taklit maharetine göre sayıları artan kişilerin* burada çok sınırlı tutulduğu görülür. İşte Şinasi'nin ayıklamadaki mahareti bu noktadan itibaren başlar. Oyunun kişileri ile Karagöz'deki kişileri karşılaştırırsak şöyle bir tablo ile karşılaşırız:
Müştak Bey: Karagöz. Oyundaki komediyi yaratan kişidir. Olay onun başından geçer. Karagöz gibi o da bir kadir bilmez, egoisttir. Öfkelenince ileri geri laflar etse de hiçbir zaman dayağa, kaba kuvvete başvurmaz. Şinasi ona batılı bazı unsurlar eklemiştir, şairdir, batı kültürüne aşinadır. Bir bakıma Karagöz'deki Çelebi'yi de andırır. Hikmet Efendi: Hacivat. Oyunda herkesi tanıyan ve işleri yoluna koyan odur. Müştak Beyin zıttı bir tiptir.
Kumru Hanım ve Sakine Hanım: Her ikisi de sahnede konuşmazlar, sadece görünürler. Sakine Hanım kambur oluşuyla Denyo'yu da hatırlatır.
Zibâ Dudu: Karagöz'deki zenci kadınlara mukabildir. Habbe Kadın: Taklitle verilir.
Ebullaklakatü'l-enfî: Mahallenin imamı. Lisanıyla 'ayn'ları çatlatarak ve 'kaf’ları patlatarak' konuşur. Bu telaffuz onu Karagöz'deki Arap taklidine benzetir. Yazar bununla medrese telaffuzunu da tenkit etmiş olur.
Batak Ese ve Atak Köse: Anadolu'daki iki yerin şive özelliklerini taşıyan kişilerdir. .
Bu tabloda, Karagöz'de görünen diğer kişiler yoktur. Şinasi'nin şahısların seçiminde titizlik gösterdiği ve ayıkladığı anlaşılır. Bu oyunda, mahallenin havasını vermek için bu kadar kişi yetmektedir. Yazarın gayesi Karagöz'de olduğu gibi taklit değil, taklitleri kullanarak bir ana fikri vermektir.
Oyunda kişiler sürekli taklit yapmazlar. Onların şive özellikleri ve şahsî özellikleri bir iki cümlede verilir."
Konusu bakımdan orta oyunu geleneğindeki fasılları andıran Şair Evlenmesi oyununu kişileri de gelenekten gelir.
Eserde, konuşma şekli de dikkat çeker. Bunu sadece kelime seçimi olarak değerlendirmemek gerekir. Piyesin kahramanları, yaşayan dille, sokağın, halkın diliyle konuşurlar. Yazar, sokağın dilini kelimeden daha üstün, daha canlı anlatış seviyesinde edebî eserin bünyesine sokar. "Şinasi'yi okurken insanda, şahıslarını 'sengel! sen gel!' diye hayatın ortasından sahneye çekip almış hissi uyanır. Sağdıç kadın, imam efendi bu konuşma sayesinde hayatın bütün bir renkli tarafını, en doğru tonlarını beraberlerinde getirerek sahneye girerler." Şair Evlenmesini bir tarafıyla, konuşma üslubuyla 19. asrın başında Enderunlu Vâsıfın bolca atasözü ve deyim kullandığı "Olma sokak süpürgesi kadın kadıncık ol" türünden dizelerinin bulunduğu ana-kız diyaloguna bağlayan Tanpınar'ın tespiti ile Şinasi, bu eserle "sokağın anahtarını hediye etmiş, tek ufuk olarak canlı hayatı göstermiştir." Halkın konuşma üslubunu eserinin dünyasına taşıyan Durûb-ı Emsâl-i Osmanî yazan, halkın söz dağarcığının önemli bir tarafını kuran atasözleri ve deyimlerden de faydalanmayı ihmal etmemiş; piyes kişilerine atasözlerinden ve deyimlerden bol bol kullandırmıştır.
Şinasi, bu ilk Türkçe tiyatroyla müziği de kullanmayı ihmal etmemiştir. Geleneksel tiyatroda da müzik vardır; ancak şinasi eserine notayı da eklemiştir.
Sonuç
Bütün bu söylediklerimizden sonra eser üzerinde dikkatlerimizi şu şekilde toplayabiliriz:
Cevdet Kudret, yerinde bir görüşle Şair Evlenmesi üzerinde Moliere'in Zorla Evlenmesinin etkisine parmak basıyor. Gündüz Akıncı ise yine o yazarın Zoraki Tabip'indeki "cebine kese koyma" yoluyla rüşvet konusunu ekliyor.
Şair Evlenmesindeki Zîba Dudu (kılavuz kadın) Moliere'in Cimri'sindeki sevgi aracısı kadın Frasine'yi andırır. Her ikisi de bu oyunlarda evlenme dalaveresini götürüyorlar. Şinasi'nin Paris'te Moliere komedilerini gördüğü kaçınılmaz bir gerçektir..
Şair Evlenmesi’ndeki kişilerin adları, onların benliklerine tutulmuş birer ayna gibidir. İsimlerle karakterler arasında yakın benzerlikler vardır.
Şair Evlenmesini, bizim orta oyunumuzla Fransız komedisinin mutlu bir birleşimi olarak değerlendirmek yanlış olmaz. Bu yanıyla özgünlük sağlanmıştır
A. H. Tanpınar'ın İşaret ettiği gibi Şinasi, bu piyesiyle sokağın dilini edebî esere taşımış oldu.
Şair Evlenmesi oyunu Türk edebiyatına realizmi getirmiştir.
ROMAN ÇÖZÜMLEMESİ
Roman çözümlemesi için Namık Kemal'in İntibah adlı romanını ele alacağız.
İntibah
Namık Kemal'in İntibah romanı edebiyatımızda yazılmış ilk edebî roman olarak kabul edilir. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Batı roman tekniğiyle yazılması, realist tasvirlere ve mekânlara yer verilmesi, psikolojik tahlillere gitmesi bakımından edebiyatımızın ilk romanı olarak kabul ettiği İntibah (İntibah - Sergüzeşt-i Ali Bey (sonraki baskılarında "Sergüzeşt-i Ali Bey" kısmı da çıkarılarak sadece "İntibah" adıyla yayımlanmıştır) yahut sansürden önceki adıyla Son Pişmanlık'ın ilk baskısı 1291/1876'da Vakit Matbaa sı'nâz cüzler hâlinde yapılmıştır
Olay Örgüsü
İntibah, numaralandırılmamış ve isim verilmemiş yirmi üç bölüme ayrılmıştır. Bölümlerin her birinin baş tarafına epigraf mahiyetinde beyitler konulmuştur. Romanın başında klasik Türk edebiyatındaki kasidelerin nesib bölümünü hatırlatan ve konuyla pek ilgisinin olmadığı anlaşılan soyut bahar tasvirleri yer alır. Üçüncü bölümde romanın kahramanı Ali Bey'in tanıtılmasıyla karşılaşırız Ahmet Hamdi Tanpınar, intibah'ı Batı roman tekniğiyle yazılması, realist tasvirlere ve mekânlara yer verilmesi, fisikolojik tahlillere gitmesi bakımından edebiyatımızın ilk romanı olarak kabul etmiştir.
Namık Kemal'in intibah ramanı edebiyatımızda yazılmış ilk edebî roman olarak kabul edilir.
Romantik, santimantal bir karakter gösteren roman son, bölümlerinde yoğun olarak melodram havasına bürünür.
Eserin birçok yerinde vak'anın akışı Tanzimat sonrası romanının özelliklerini gösteren müdahalelerle ve okuyucularla girişilen diyaloglara bürünür:
Bu tarz diyaloglar, seyircisi ve dinleyicisi ile sohbet eden meddah geleneğinin devamı olduğu gibi, romanın konusuna birtakım uzaktan tasvirlerle girmek de, bizzat Namık Kemal'in yukarıdaki satırlarında da belirttiği üzere, bir kaside girizgâhını düşündürür. Fakat, bu diyaloglar girizgâhta kalmaz, romanın diğer bölümlerine de sirayet eder.
Anının özelliklerini gösteren müdahalelerle ve okuyucularla girişilen diyaloglara bürünür.
Bu müdahaleler, romanın son cümlesine kadar devam eder. Okuyucunun eserin ana fikri hakkında tereddüde düşebileceğini tahmin ettiğinden olmalıdır ki, Namık Kemal, romanın sonunu, "Meşhurdur ki, 'son pişmanlık faide vermez!" cümlesiyle bitirir.
Mekân
İntibah romanında mekân İstanbul'dur. Olay örgüsü İstanbul'un Üsküdar ve Çamlıca kısmı başta olmak üzere çeşitli semtlerinde geçer. Romanda açık mekânla birlikte kapalı mekânlara da yer verilmiştir. Romanda başta Çamlıca olmak üzere geniş mekân tasvirlerine başvurulur. Tasvirler olay örgüsünün geçtiği yerleri göster¬menin yanında kahramanların psikolojisi ve yaşama alanlarıyla da ilişkilendirilmiştir. Ayrıca tasvirlerden estetik öge olarak da yararlanılır. İntibah romanında kahramanların psikolojik dünyaları ile mekân tasviri ve çevre arasında sınırlı da olsa irtibatın kurulmaya çalışıldığını söyleyebiliriz
Zaman
Roman, Çamlıca tasviriyle birlikte geniş zaman kipinde başlar. Olay örgüsü başladığında anlatıcı Ali Bey hakkında bilgiler verme yolunu seçer. Ölen babasının ve annesinin Ali Bey'le ilişkiler ağı geriye dönüşle anlatılarak Ali Bey'in başına gelecek felaketlerin arka planı ve derecesi ifade edilmek istenir.. Bununla birlikte olay örgüsünün geçtiği zaman dilimini ifade etmek için bahar başlangıcı, kasvetli kış günleri, gece saatleri gibi ifadelere başvurulur. Mekân-insan ilişkisinde kişilerin iç dünyalarını yansıtmaya yönelen anlatıcı, bunu kısmen zaman ögesiyle de yapmayı dener. Fakat, mekân-insan ilişkisinde yakaladığı başarıyı zaman-insan ilişkisinde gösterdiği söylenemez yaptıktan sonra ümidini kaybetmiş, hayat karşısında başarısızlığa uğramışlığıyla ilgili yapı gösterir.
Kişiler Dünyası
Romanın kişiler dünyası geniş kadroya sahip değildir. Ali Bey, annesi, Atıf Bey, Mehpeyker, Dilaşub ve onlarla ilişkisi olan başka kişiler romanda yer alır. Ali Bey'den başlayarak bir halka şeklinde annesi Fatma Hanım, gönlünü kaptırdığı Mehpeyker, Ali Bey'in samimi arkadaşı Atıf Bey, Atıf Bey'in dayısı Mesut Bey, Ali Bey için satın alınan cariye Dilâşub ve Mehpeyker'in dostu Suriyeli Abdullah Efendi ile katil Hırvat romanın dünyasına girerler. Bunların dışında isimsiz, sadece cisimleriyle romanın arka fonunda yer alan bohçacı kadınlar, cariyeler ve uşaklar vardır. Roman, her ne kadar Ali Bey'in sergüzeştini ele alsa da Ali Bey romanın güçlü karakteri değildir. Asıl güçlü karakter Mehpeyker'dir. AH Bey'le Mehpeyker'in karşılaşmasından sonra roman iyi- kötü kutupluluğu üzerine kurulur. Eserdeki şahıslar ya tamamen iyidir ya da tamamen kötüdür. Mehpeyker, güçlü karakter olsa da romanın dünyası içinde iki değişik şekilde görünür
Romanda, zayıf bir yapıda da olsa bir ruh tahlili tecrübesiyle karşılaşırız. Bu bakımdan onu psikolojik tahlil, belki daha doğru bir söyleyişle edebiyatımızda psikolojik tasvir ve tahlilin başlangıcı olarak kabul etmek mümkündür
Namık Kemal'in roman dilinin tasvirlerde ağır, konuşmalarda nispeten sade olduğunu söyleyebiliriz.
Dil ve Üslup
Namık Kemal'in roman dilinin tasvirlerde ağır, konuşmalarda nispeten sade olduğunu söyleyebiliriz.
Yer yer ağdalı ve ağır bir dil kullanan Namık Kemal'in bu tavrının klasik edebiyattan geldiği söylenebilir. Yazar, diğer Tanzimat sonrası yazarları gibi klasik edebiyatın ağır dilinden büsbütün kurtulamaz, ancak okuyucu için yeni bir tür olan romanını anlaşılır kılmak için halkın kullandığı kelimeleri ve sade ifadeler kullanmak zorunda kalır. Çünkü yazarın birinci amacı halkı eğitmek ve halka yol göstermektir.

ÖYKÜ ÇÖZÜMLEMESİ
Karabibik
Nabizade Nâzım tarafından 1891de yayımlanan Karabibik, realist ve natüraiist çizgiler taşıyan bir öyküdür. Yazarı ve bazı edebiyat tarihçileri Karabibik'i roman olarak nitelemişseler de romandan çok uzun öykü özelliğini taşıdığı için Karabibik'i öykü türü içinde değerlendirmemiz doğru olacaktır. Karabibik, Beşir Fuat ile Menemenlizâde Tahir arasındaki romantizm-realizm tartışmalarının (1885-1887) atmosferi içerisinde hakikiyyun (natüralizm) akımına örnek olması için yazılmıştır. Yazar, eserinin ön sözünde "Hakikiyyun mesleğinde roman mütalaa etmemiş iseniz işte size bir tane ben takdim edeyim." demektedir. Bu öykü aynı zamanda köy öykücülüğünün ilk başarılı ürünlerinden biri olarak önemli yere sahiptir. Daha önce yazılmış Ahmet Mithat Efendi'nin öykülerinden gözleme dayanması ve gerçekçiliğiyle ayrılır. Öyküsünün ön sözünde yazar, Anadolu köylüsünü tanımayan okuyucularına onların yaşama tarzını tanıtmak istediğini bildirir.
Öykünün konusu Antalya'nın Kaş ilçesinin Beymelik köyünde geçer. Bütün mal varlığı on iki dönümlük babadan kalma tarladan ibaret olan Karabibik'in ve kızı Huri'nin öyküsü anlatılır.
Görüldüğü gibi Karabibik, kendisini kuşatan dış şartlarla istekleri arasında bir çatışma yaşar. Olay örgüsü de bu çatışma alanında vücut bulur. Önem sırasına göre çatışmalar 1. Ekonomik zeminde gelişen çatışma, 2. Huri'nin evlenmesi fikri etrafında gelişen çatışma, 3. Karabibik'in cinsel istekleri etrafındaki çatışma olmak üzere üç noktada toplanabilir.
Olay örgüsü, hâkim bakış açısı ve anlatıcısının dikkatinden sunulur. Zaman
Öyküde zaman unsuru, tematik güç durumundaki Karabibik'in olay örgüsünün başlangıcında sabahleyin erkenden evden çıkarak tarlaya gitmesi ve güneşin doğuşunun tasviriyle birlikte verilmeye başlanır. Vak'a sabah erken saatlerde başlar. Mevsim olarak kıştan bahara geçiş günleri, şubat başları dikkatlere sunulur. Bunu aşağıdaki cümlelerinde görürüz
Zamanın Karabibik'in sürdürdüğü hayat tarzıyla paralel şekilde işlevsel olarak eserin dünyasında yer aldığını görürüz. Şubat başları her ne kadar kış mevsimini ifade ediyor ise de Akdeniz şeridindeki Antalya için baharın ilk belirtilerinin ortaya çıktığı günler olarak değerlendirilmelidir.
Mekân
Öykü dünyasında zaman gibi mekânın da işlevsel olarak kullanıldığını söyleyebiliriz. Karabibik'in kızı Huri ile yaşadığı evin tanıtımı da öykü kişilerinin ekonomik durumu, sürdürmekte oldukları hayat tarzı ve psikolojileriyle uygunluk gösterir, mekân tasviri ve tanıtımı kahramanlarla mekân arasındaki ilişkiyi yansıtacak şekilde gelişir:
Karabibik'te mekân, kişilerin iç dünyalarını ve yaşama biçimlerini yansıtıcı özellik taşır.
Mekânın bu şekilde realist bir dikkatle gösterilmeye çalışılması eserin bağlı olduğu natüralist ekolle de ilişkilidir. Öykü kişilerinin yaşama koşullarıyla ve iç dünyalarıyla çevre arasında ilgi kurulmak istenmiştir. Mekân, kişilerin iç dünyalarını ve yaşama biçimlerini yansıtıcı özellik taşır.
Kişiler Dünyası
Öykünün kişiler dünyası olay örgüsünün geçtiği köy toplumundan seçilmiş ve başarıyla yansıtılmıştır. Köy dekoru içinde gündelik uğraşı ve didişmeleriyle tanıtılan kişiler, yaşadıkları hayatın birer canlı temsilcisi olarak belirir. Kıyafetleri, fiziki özellikleri, duygu ve düşünce dünyaları başarıyla anlatılır. Kahramanlarının kendi hayatlarını değerlendirişlerinin yanında diğer insanlara bakış açılan ve onları değerlendirişleri de başarılı şekilde yansıtılır. Karabibik'in, kızı Huri'yi, sekiz dönümlük tarlasına göz koyan Yosturoğlu'nu değerlendirişi buna örnek gösterilebilir. İnsan ilişkilerinde temel belirleyici unsur ekonomik koşullar ve cinsel arzulardır.
Öne çıkan karakter durumundaki Karabibik'in öykü başlangıcındaki tasviri âdeta topraktan fışkırıp çıkmış bir canlıyı resmeder. Bu, elbisesi paramparça, toprakla rengi ayırt edilemeyen hasta adam, hayatın bütün zorluklarına karşı yaşama mücadelesi veren ilkel biridir.
Rum asıllı Doktor Linardi, bozuk Türkçesi, serbest ve rahat hayat anlayışıyla öykünün dünyasına girer. Doktor Linardi'nin karısı Eftalya, sarışın, güzel, hafif meşrep bir tip olarak çizilir. Erkeklerle oynamayı, alay etmeyi seven biridir.
Öyküde karşı gücü temsil eden kişilerden biri olan Yosturoğlu, otuz iki dönümlük tarlası olmasına rağmen Karabibik'in sekiz dönümlük arazisine göz dikmiş, köy şartları içerisinde ekonomik gücü elinde tutan kişilerden biridir. Öyküde ayrıca Koca İmam, bakkal Yani, tefeci Anderya gibi kişilerle de karşılaşılır. Öykü kişileri günlük geçim kaygısı içinde didişmeleriyle birlikte dikkatlere sunulmuştur. Öyküde kişiler daha çok lakaplarıyla birlikte anılırlar. Bu da Nabizade Nâzım'ın gerçekçi öykü yazma arzusundan gelmektedir. Kişiler olduğu gibi anlatılmak istenmiştir. Kötülenen veya idealize edilen karakterlerle karşılaşılmaz. Anlatıcı, olayları ve kişileri tarafsız bir bakışla gözlemlerine dayanarak aktarır. Bu da natüralist romanın dayandığı ilkelerden biridir.
Dil ve Üslup
Eserin dili, dönemi için oldukça sade bir söyleyişe ulaştırılmıştır. Kahramanlar mahallî ağızlarıyla konuşturulur. Bilhassa günlük hayatın anlatıldığı kısımlarda dil, canlı ve başarılı bir seviyeye ulaşır. Ancak, hâkim anlatıcının bakışıyla tasvirler ve kişilerin ruh hallerinin dile getirildiği bölümler için aynı şeyi söyleyemeyiz. Bu bö¬lümlerde dil ağırlaşır. Arapça ve Farsça terkiplerle kurulu bir dil ve maharet gösterme endişesi ortaya çıkar. Bu da yazarın yaşadığı dönemde henüz sade dile ve üsluba geçilememiş olmasıyla ilgilidir. Karabibik öyküsünde dilin kullanılışının iki farklı uygulamasıyla karşılaşırız. Bunlardan birincisi standart Türkçe şeklinde, ikincisi ise ağız özelliğidir.
 

asah

GOLD Üye
Katılım
14 Eki 2012
Mesajlar
2,943
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Bölüm:
Türk Dili ve Edebiyatı
Şehir:
Zonguldak
Ünite 5

Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatında Roman: 1. Kuşak

1605 yılında yayınlanan Don Kişot Batı’daki ilk roman olarak kabul edilir. Sanayi devrimi ve modernleşmeyle birlikte roman türü Batı edebiyatının lokomotifi konumuna gelir. Tanzimat’la birlikte başlayan yeni Türk edebiyatında roman türünün ilk örneklerine de ancak bu modernleşme döneminde rastlarız.
Ahmet Hamdi Tanpınar, bizde roman ve öykü türünün başlamasını çevirilere bağlar. Hakikaten de öyledir; 19. Yüzyılda yapılmaya başlayan çeviri eserlerden hemen sonra öykü, roman ve tiyatro türünde eserler neşredildiği gözlenmektedir.
İlk örnekler; Ahmet Mithat Efendi’nin 1870 yılında yayımlanmaya başlayan Kıssadan Hisse ve Letaif-i Rivayat serilerinde yer alan romanlar, Şemsettin Samî’nin 1872/1873 yıllarında çıkan Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat ve Namık Kemal’in İntibah ve Cezmi adlı romanlarıdır.
Birinci kuşak edebiyatçıların romanları ağırlıkla sosyal konulara eğilir;
Görücü usulüyle evlenme,
Batılılaşmanın yanlış anlaşılması,
Köy hayatı ve köy halkı,
Kölelik,
Tarihi dönemleri konu alan eserler,
Fen bilileri ve tekniğe bağlı gelişmeleri ele alan eserler…

Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat
Batılı anlamda ilk romanımız Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’dır. İlk eser olması bakımından teknik anlamda kusurları vardır.
Romanın esas karakteri Talat, Aksaray’daki evinde annesi Saliha Hanım ve Arap dadı Ayşe Kadın ile birlikte yaşamaktadır. Kocasıyla mektepte tanışarak evlenmiş olan Saliha Hanım, oğlunun da görüp beğeneceği bir kızla evlenmesini arzulamaktadır.
Bir kalemde memur olarak çalışan Talat, tütün satıcısı Hacı Baba’nın üvey kızını (Fitnat)evin cumbasında görür ve âşık olur. Tutucu bir adam olan Hacı Baba, kızını sokağa çıkartmamaktadır. Evinde dikiş dikerek zaman geçiren Fitnat’da Talat’ı görmüş ve beğenmiştir. Fitnat’ı görebilmek için kadın kılığına giren Talat, Fitnat’ın dikiş öğretmeni Şerife Hanım’ın evine gider. Şerife Hanım’ın Fitnat’a okuma yazma öğretme teklifini kabul eden Talat, Râgıbe adıyla Hacı Baba’nın evine gidip gelmeye başlar. Finat’ı gizli kimliğiyle görmeye başlayan Talat halinden memnundur. Fitnat bir gün Râgıbe Hanım’a cumbadayken gördüğü ve beğendiği genç bir adamdan söz eder. Fitnat bu genci Râgıbe Hanım’a benzetmiştir. Râgıbe Hanım’da Fitnat’a bir erkek kardeşi olduğunu söylemiştir.
Romanın bundan sonraki bölümünde Üsküdar’da büyük bir konakta yaşayan Ali Bey olaylara dahil olur. Boşadığı karısını geri çağırmak isteyen Ali Bey, eski eşinin öldüğü haberini alır ve kahrolur. Şerife Hanım, Ali Bey’in konağında bir cariyeye nakış dersleri vermektedir. Ali Bey’e eş arayan Şerife Hanım namzet olarak Fitnat’ı düşünür. Hacı Baba bu teklifi uygun bulur. Fitnat istemese de nikâh kıyılır. Râgibe’ye içini açan Fitnat, Talat’ı sevdiğini söyler. Kıyafetlerini çıkaran Râgıbe’de Talat olarak Fitnat’ın karşısına çıkar. Üvey kızının üzüntüsünü gören Hacı Baba, kızını dinlenmesi için Üsküdar’daki bir yakınının yanına yollar. Bu teklife çok sevinen Fitnat kendini Ali Bey’in konağında bulur. Yaşadığı entrika karşısında büsbütün yıkılan Fitnat’ı olaylardan habersiz olan Ali Bey kendi haline bırakır, ona yaklaşmaz. Fitnat’ın boynundaki muskayı ele geçirip okur; muskada ölen annesinin Fitnat’a vasiyeti yazılıdır. Fitnat’ın annesi Ali Bey’in boşadığı karısıdır. Tabiatıyla Fitnat’ta Ali Bey’in öz kızıdır. Bütün olayları öğrenen Ali Bey, Fitnat’ı Talat ile evlendirmeye karar verir. Ali Bey’in düşüncelerinden habersiz olan Fitnat bu sırada intihar eder (bıçakla bileklerini keser). Fitnat’ın başucunda gam ve kedere gömülen Talat da bu acıya katlanamaz ve ölür. Yaşanan bu olaylardan sonra Ali Bey’de çıldırır.
Görücü usulü evliliklerin doğru olmadığı mesajını yüklenen kurgusuyla bu eser sosyal içerikli bir roman olarak kabul edilmelidir.
Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’ta evlilik dışında kız çocuklarına eğitim verilmemesi, kölelik gibi konuların da eleştirisi yapılmaktadır (Arap asıllı Ayşe Kadın romandaki köledir).
Romandaki tesadüflerin aşırılığı romanı gerçekçilikten uzaklaştırmaktadır.
Roman, otuz altı bölümden oluşmaktadır. Her bölümün başında bölümün içeriğine uygun başlık kullanılmıştır.
Roman, Aksaray’daki evle başlar ve önce Saliha Hanım sonra da Talat’ın hikâyesi anlatılır.
Laleli’deki Hacı Baba’nın dükkânıyla anlatının ikinci bölümü başlar. Burada da Fitnat’ın hikâyesine yer verilmiştir.
Romanın üçüncü ayağı Üsküdar’daki konakta başlar. Önce Ali Bey’in hikâyesi verilir. Şerife Hanım aracılığıyla Konak, olay örgüsüne bağlanır. Fitnat’ın konağa gelişiyle kurgu bağlanmış olur. Fitnat’ın muskasıyla romandaki düğümler çözülür.

Ahmet Mithat Efendi
Yaşadığı yıllarda hâce-i evvel sıfatıyla anılan yazar, halka yönelik öğretici eserlerinde sade dil kullanmaya gayret eder.
Çok sayıda roman yazmış olan Ahmet Mithat Efendi’nin eserlerinde olay örgüsü bir tek kahramanın etrafında kurulmaz, çok sayıda kahramanın serüveni çevresinde örülür. Kahramanlarının yetiştiği çevre ile karakterleri arasında ilgi kurar. Genellikle gerçekçi tiplere yer verir (olağanüstü kahramanlara yer verdiği eserleri de vardır).
Romanlarında iyi karakterleri mutlu, kötü karakterleri ise kötü bir sona sürükler.
Sevip beğendiği romanların benzerlerini yazma hevesiyle çok sayıda eser vermiş olan yazar kendisinden sonra gelen Hüseyin Rahmi Gürpınar’ı da bu bakımdan (popülizm)etkilemiştir.
Değişik sanat anlayışları ve edebiyatçıların etkisinde kalan Ahmet Mithat Efendi, farklı akımların etkisinde farklı türlerde eserler vermiştir:
Hasan Mellah (Monte Cristo’ya alternatif gibidir), Hüseyin Fellah, Dünyaya İkinci Geliş, A. Dumas tarzında yazılmış macera romanlarıdır.
Acaib-i Âlem, Ahmet Metin ve Şiraz, Jules Verne etkisinde yazılmış gezi ve bilimkurgu romanlarıdır.
Çengi, fantastik bir romandır, Ahmet Mithat Efendi’nin, çok beğendiği Don Kişot’un bir benzerini yazmak isteyerek kaleme aldığı eserdir.
Bahtiyarlık, köy romanıdır.
Yeniçeriler, Arnavutlar – Solyotlar, tarihi romandır.
Yeryüzünde Bir Melek, romantik; Henüz On Yedi Yaşında, realist; Müşahedat ve Taaffüf ise natüralist tarzda yazılmış romanlardır.
Bunca romana rağmen tekrara düştüğü pek görülmez. Eserlerinde yeni kurgular ve karakterler üretmekte hiç sıkıntı yaşamaz (bilgi birikiminin yanında hayal gücünün kuvvetli olduğunu da dikkate almak lazım).
Romanlarında kahramanlarının psikolojilerinden, duygu ve düşüncelerinden de söz eder. Romanlarının bazılarında kendisi/yazar kimliğiyle okuyucuya hitap eder (“Ey kâri!”, “Ey kârie!” gibi sözlerle okuyucuya seslenir), diyalog kurmaya çalışır, olaylara ve kahramanlara müdahale eder. Okurlarına yeni bilgiler vermek ve bir bakıma okurlarını eğitmek isteyerek kurguladığı hikâyeye müdahale eden Ahmet Mithat Efendi, bazı eserlerinde de kendi kendine konuşur. Bu müdahaleleri, hikâyesini anlattığı kahramana acımak yahut ona kızmak şeklindedir.
Eserlerinde ders vermeyi amaç edindiği için, eser sonlarında kıssadan hisse bölümleri yer alır.
Eserlerinde meddah tarzı anlatım yolunu seçtiği için laubali söyleyişi dikkat çeker. Üslûp kaygısı gütmemiştir.
Değişik konularda farklı tekniklerde eserler vermiş olması bakımından Ahmet Mithat Efendi’yi edebiyatımız için yol açıcı olarak kabul etmek yanlış olmaz.
Bahtiyarlık ve Bir Gerçek Hikâye adlı eserlerinde köy hayatından söz etmiştir.
Bahtiyarlık
Bahtiyarlık; köy hayatıyla şehir hayatını kıyasladığı bir eserdir. Öyküden ziyade roman tekniğiyle yazılmış bir eserdir. Eserde köy hayatı şehir hayatına üstün tutulmuştur. Dönüşümlü olarak şehir ve köy hayatından sahnelere yer verilirken anlatılan hikâyelerden köy hayatının şehir hayatına üstün geldiği sonucuna ulaşılır.
Mekteb-i Sultani’de yatılı okuyan iki öğrenci Senai ve Şinasi eserin tipleridir.
Senai, varlıklı bir köylü çocuğudur. Şinasi ise İstanbullu bir memur çocuğudur. Senai’nin hayali okulu bitirip şehirde kalmak, Şinasi’nin hayali ise okulu bitirip bir köye yerleşmek ve köy hayatı yaşamaktır.
Okulu bitirdikten sonra Şinasi, Senai’nin köyüne gider ve orada çiftlik kurar. Modern tarıma dayalı yaşam alanı inşa eder. Kısa süre içinde mutlu ve huzurlu olduğu kadar getirisi de yüksek bir standarda ulaşır.
Senai ise okulu bitirir bitirmez kendini Beyoğlu’nun eğlencesine bırakır. Rizette adlı Fransız şarkıcıyla ilişki kurar. Babasının gönderdiği paralarla bu hayata devam eder. Fransa’ya gidip orada hukuk tahsili yapmak hayali kuruyorsa da bu amacına ulaşamaz. Romantizmin etkisinde yazılmış olan eserde tabiatla iç içe, köy hayatı idealleştirilmiştir.
Eserde çiftlik dışında köy hayatına dair detaya inilmez. Yerel konuşmalara da yer verilmez. Bu olumsuzluklara karşın Yamalı Musa Ağa tiplemesi oldukça başarılı bir köy ağası tiplemesidir. Yazar, köy ağası aracılığıyla o dönemde uygulanmakta olan iltizam usulünü de eleştirmiştir.
Felatun Bey ile Rakım Efendi
1875 tarihli bu eserin Ahmet Mithat Efendi’nin eserleri arasında önemli bir yeri vardır. Tanzimat’tan sonra başlayan batılılaşmanın yanlış anlaşılmasını ele alan ilk eserdir. Birbirine zıt tiplemelerle Osmanlı toplumsal hayatı sade ve gerçekçi bir dille anlatılmaktadır.
Kutupluluk üzerine kurulu roman, çift zincirli olay örgüsüne sahiptir.
Felatun Bey, alaturkadan alafrangaya bir anda geçen, öğrenim düzeyi düşük bir babanın çocuğudur. Felatun Bey de babası gibi tahsili zayıf bir kimsedir. Babasının izinde alafranga bir hayat yaşamaktadır. Büyük bir kalemde çalışan Felatun Bey, eğlence ve gezmelerden zaman buldukça kaleme gidebilmektedir. Ancak Çarşamba günleri gidebildiği kalemde arkadaşlarında bütün bir hafta yaptıklarını anlatarak vakit geçirir. Kendini Eflatun’dan daha akıllı zanneden, kibirli ve kendini beğenmiş biridir. Babasının yirmi bin kuruşluk gelirine güvenen Felatun Bey’in kitaplara karşı özel bir merakı vardır; yeni çıkan kitapları aldırtır ve üzerlerine Ahmet Plâtun isminin A. P. harflerini bastırtıp kütüphaneye koyar ama asla okumazdı. Zaten okuyabilecek kadar birikimli biri değildir. Lüks yerlerde eğlenmek ve para harcamaktan mürekkep bir hayata sahiptir. Kız kardeşi Mihriban da Felatun Bey gibi şımarık ve sorumsuz biridir.
Romanın ikinci bölümünde karşımıza çıkan Râkım Efendi, Felatun Bey’den tamamen farklı, onun zıttı bir kişiliktir. Kavas olan babasını henüz bir yaşındayken kaybetmiş olan Râkım Efendi’yi annesi ve Arap dadısı yetiştirmiştir. Delikanlılık çağında annesini kaybeden Râkım Efendi, Hariciye kaleminde kendine bir iş bulur. Bulduğu her işe koşan Râkım Efendi, bir yandan da öğrenimine devam eder. Ermeni bir dostunun kütüphanesinde kitap okur. İlerlettiği Fransızcasıyla yaptığı çevirilerle para kazanmaya başlar. Yabancıların çocuklarına Türkçe ders verir. Felatun Bey’i aksine kendi kültürüyle barışık birisidir.
Râkım Efendi, Felatun Bey’de gördüğümüz olumsuzlukların giderildiği kişidir. Ahmet Mithat Efendi, Râkım Efeni tiplemesiyle, insanın kendi emeğiyle hayatını sürdürmesi, kendi kültürel değerlerine sahip çıkması gerektiğini anlatmaya çalışır.
Müşahedat (1891) adlı romanı yazılış tekniği ve de olay örgüsü bakımından dünya edebiyatı kapsamında ilk olma iddiasındadır. Ahmet Mithat Efendi, bu romanıyla Emile Zola’nın natüralizmine karşı bir natüralist tarz ortaya koymuştur. Avrupa’da örnekleri görülen natüralist romanlarda hakim olan kötümser havaya karşı, iyimser bir tarzda roman yazmak istemiş ve bunu da başarmıştır.
Müşahedat, takip adlı bir bölümle başlar. Anlatıcı, Beykoz’daki evinden İstanbul’daki matbaasına gitmek üzere Şirket-i Hayriye’nin vapuruna biner. Yolculuğun detaylı bir şekilde anlatıldığı bu bölümde anlatıcı kimliğiyle Ahmet Mithat Efendi karşımıza çıkar. Anlatıcı, her gün bindiği vapurda tanınmış bir yazar olarak itibarlı bir kişidir.
Yolculuk sırasında yaşlı bir kadının yanında biri sarışın diğeri esmer iki kadının Fransızca konuştuklarına şahit olur. Konuşulanlara kulak verir; yazmak istediği roman için bu kadınların anlattıkları hikâyeyi kullanmaya karar verir. Vapur yolculuğundan sonra da kadınları takip eder. Beyoğlu’ndaki evlerine kadar sürer bu takip. Tereddüt etse de kapıyı çalar. Kapıyı açan hizmetçi kadına kendini tanıtarak kadınlarla görüşmek istediğini bildirir. Avagni ve Siranuş isimli kadınlardan Siranuş, Ahmet Mithat Efendi’yi yazılarından tanımaktadır ve bu nedenle onunla görüşmeyi kabul eder.
Siranuş yazara, Avagni’nin hikâyesini anlatır. Anlatılanlarda bahsi geçen Refet’i bulur ve onun öyküsünü dinler. Bu şekilde Seyit Numan ve Siranuş’u da dinler. Anlatılanları bir kurgu içerisinde bir araya getiren yazarın yazdıklarını anlatan kişiler okuyup düzeltmeler yaparlar. Böylelikle Müşahedat, hem roman kişilerinin serüvenlerinin anlatıldığı hem de romanın yazılışının anlatıldığı bir romana dönüşmüş olur.
Roman, şimdi ve geçmiş’e ait iki metnin iç içe örülmesiyle vücuda getirilmiş olur.

Namık Kemal
Çok yönlü bir aydın olan Namık Kemal, bazı eserlerinin ön sözünde ve makalelerinde edebiyat ve roman hakkındaki görüşlerini dile getirir. Realist yazarlardan fazlaca etkilenmiş olan Namık Kemal, edebiyata meraklı kişilere Batı edebiyatını referans gösterir.
İntibah ve Cezmi adlarında iki roman yazmıştır. Konusunu sade tuttuğunu söylediğiİntibah’la roman türünde bir örnek ortaya koymak istemiştir. İsmi Son Pişmanlık olan eser sansür tarafından İntibah’a çevrilmiş ve bu adla 1876 yılında yayınlanabilmiştir.
Realist tasvirlere yer verilmesi, psikolojik çözümlemelere gidilmesi bakımından Türk edebiyatının ilk edebi romanı olarak kabul edilen eser, sosyal içerikli romantik ekole bağlı olarak yazılmıştır. Mehmet Kaplan’ın ifadesiyle İntibah, aşk, kıskançlık ve intikam duygularını işleyen psikolojik bir eserdir.
Geniş bahar tasvirleriyle başlayan romanda gerçek hayattan uzakta özenle yetiştirilmiş bir gencin uygun olmayan bir kadına ilk görüşte âşık olması anlatılır. Gencin cariyelerinden birinin bu gence tek taraflı aşkıyla olay örgüsü dramatikleşir. Romanın başkişisi Ali Bey, Mehpeyker’e olan aşkı nedeniyle hayatını mahveder. Sahip olduğu varlıkları bu kadının uğrunda harcar. Annesinin ölümüne neden olur. Kendisine karşı düzenlenen bir suikasttan son anda kurtulur. Cariye Dilaşup, Ali Bey uğruna kendini feda eder. Kurtulan Ali Bey, olayları ancak idrak eder. Ne var ki son pişmanlık fayda getirmemektedir.
Romanın mesajı, hayatı yeterince tanımayan gençlerin karşılaşabilecekleri durumlar ve yapabilecekleri hatalar üzerinedir.
Annesi tarafından babasız büyütülmüş olan Ali Bey, arkadaşlarıyla birlikte gittiği Çamlıca’da Mehpeyker’le karşılaşır. Bu kadın yüzünden evini ve işini ihmal etmeye başlar. Annesi, Dilaşup’u yanına alarak oğlunun Mehpeyker’den uzaklaştırmak ister. Ali Bey’in arkadaşı Âtıf Bey’in amcası Mesut Efendi, Ali Bey’i Mehpeyker hakkında uyarır. Ali Bey, Mehpeyker’den uzaklaşmayı dener. Gururu incinen Mehpeyker Ali Bey’in peşini bırakmaz. Amacına ulaşamayan Mehpeyker, Dilaşup’a iftira atarak satılmasına sebep olur. Dilaşup’u satın alan Mehpeyker, Ali Bey’i öldürmeye karar verir. Suikast planını öğrenen Dilaşup Ali Bey’i uyarır. Ali Bey’in kılığına giren Dilaşup, Mehpeyker’in adamları tarafında Ali Bey zannedilerek öldürülür. Suikasttan kurtulan Ali Bey, kolluk kuvvetlerine haber verir. Mehpeyker’i öldürür. Dilaşup’u ve annesini kaybeden Ali Bey hapse girer. Hapishanede pişmanlıklar içerisinde altı ay kalabilen Ali Bey, burada ölür.
Roman genelinde Namık Kemal’in ahlakçı tavrı ve mekân tasvirlerindeki yetersizliği romanda hemen göze çarpan teknik zaaflardır. Romanın hemen başındaki oldukça uzun bahar tasvirleri, kasidelerde gördüğümüz nesip bölümlerinden alınmış gibi durmaktadır. Edebi dil kullanmak kaygısındaki yazarın bazı bölümlerde fazlaca ağdalı dil kullanması romanın zayıf taraflarıdır.
Tarihi roman olan Cezmi (1880), konusunu II. Selim devrinde başlayıp yaklaşık yüz yıl devam eden Osmanlı İran savaşlarını konu edinir.
Yazarın 1877’de Midilli’ye gittikten sonra kaleme aldığı eserin birinci fasıl’ının ilk alt bölümünde 16. Yüzyıl Asya ve Avrupa’sının genel panoraması verilir. Batı’daki gelişmeler karşısında Osmanlı’nın tutumu anlatılır.
Roman, idealize edilen Cezmi’nin savaşlarda gösterdiği kahramanlıklar ve savaş sırasında tanışıp dost olduğu Adil Giray’ı esaretten kurtarma çabaları üzerine kuruludur.
Cezmi, Osmanlı İran savaşları sırasında Kırım Ordusu kumandanı Adil Giray ve kardeşi Gazi Giray ile tanışıp dost olmuştur. Bir başka muharebede esir edilen Adil Giray, Kazvin Sarayında tutulmaktadır. Romanda Adil Giray’a âşık olan Şahın karısı Şehriyâr ile kız kardeşi Perihan’ın serüvenlerine de yer verilir.
Adil Giray, Perihan’a âşık olmuştur. Perihan Sünnî’dir. Şehriyâr Adil Giray’ın gönlünü fethe çalışırken Adil Giray, İran tahtını Şiilerin elinden almanın hesaplarını yapmaktadır. Tahtı ele geçirmeyi planlayan Adil Giray yardımcı olması için Cezmi’yi saraya getirtir. İran’a yolunu tutan Cezmi türlü tehlikeleri atlatarak Adil Giray’a ulaşır. Hazırlıklara başlarlar ancak Şehriyâr ve Vezir Mirza Süleyman durumdan haberdar olup, Perihan ve Adil Giray’ı öldürmek üzere harekete geçerler. Çıkan çatışmada Şehriyâr, Perihan ve Adil Giray ölürler. Çatışmalardan yaralı olarak kurtulan Cezmi, Adil Giray ve Perihan’ı defnederek İran’dan ayrılır.
Namık Kemal, bu romanında İntibah’a kıyasla daha başarılıdır. Diyalogların ve hareketlerin az oluşu, tasvirlerin öznel ve abartılı oluşu, psikolojik çözümlemelere yeterince yer verilmemesi göze çarpan kusurlardır. Romantizmin etkisiyle romanın acıklı bir sonla kapatılması eserin zayıf yanıdır.
Romantik bir eser olan Cezmi ile Namık Kemal, genç edebiyatçılara konu seçimi için Türk tarihini işaret etmektedir.
Şemsettin Sami ve Ahmet Mithat Efendi halka yakın ve popülist oldukları halde Namık Kemal, edebi kaygıları daha fazla olan bir edebiyatçıdır.
 

Çevrimiçi üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

REKLAMLAR

Son mesajlar

Forum istatistikleri

Konular
17,417
Mesajlar
134,315
Kullanıcılar
90,726
Son üye
LeonUO
Üst