asah
GOLD Üye
- Katılım
- 14 Eki 2012
- Mesajlar
- 2,943
- Tepkime puanı
- 11
- Puanları
- 0
- Bölüm:
- Türk Dili ve Edebiyatı
- Şehir:
- Zonguldak
Ünite: 1
Tanzimat Dönemi Türk Romanı II (2. Kuşak)
Özellikleri
Sami Paşazade Sezai, Recaizade Mahmut Ekrem ve Mizancı Mehmet Murat bu dönemin romancılarıdır. Üçüncü kuşaktan Nabizade Nazım, Fatma Aliye ve Mehmet Celal bu isimlere sonradan katılır. Romanda ve şiirde bu dönemde, sosyal faydadan uzaklaşılırken sanat kaygısı daha ön planda tutulur. Servet- Fünun döneminin realist ve natüralist eğilimlerinin temeli bu dönemde karşımıza çıkar (roman tiplerinde görülen kalıtsal özellikler, toplumsal çarpıklıklar ve sorunların ele alınmaya başlanması). Olay merkezli eserler yerlerini karakteri merkeze alan metinlere bırakmaya başlar.
Sergüzeşt (1889)
Kölelik/esaret konusunu işleyen ilk eserdir. Kafkas esiri olarak getirildiği konakta iradesi dışında bir hayat yaşayan genç kızın (Dilber) Nil nehrinde son bulan hikâyesiyle kölelik konusunun olumsuzlukları sergilenir.
Sami Paşazade Sezai’nin annesi de Kafkaslardan gelen bir esirdi. Babasının konağındaki kültür ortamı ve annesinin durumu bu romanı yazmasına zemin hazırlamış olmalıdır.
Kafkaslardan kaçırılan Dilber, daha dokuz yaşındayken Hacı Ömer adlı esir tüccarı tarafından satın alınır. Mustafa Efendi’nin karısına 40 liraya satılır. Satıldığı evdeki hizmetçi Taravet, Dilber’e eziyet eder. Küçük kız evden kaçar. Latife kızı bulur ve himaye eder. Mustafa Efendi Dilber’i başka bir esir tüccarına 60 liraya satar. Moda’da konağı bulunan Âsâf Paşa Dilber’i 150 lira karşılığında satın alır. Dilber bu evde büyüyüp serpilir. Âsâf Paşa’nın oğlu Celal Bey, Dilber’i resim çalışmalarında model olarak kullanır. Celal Bey kıza tutulur, evlenmek ister ancak ailesi onay vermez. Celal’in annesi Zehra Hanım, Dilber’i yeniden satar. Celal Bey bu durum karşısında deliye döner, çıldırır.
Romanın son bölümünde Mısır’da bir saraya satılmış olan Dilber’i üzüntü içinde görürüz. Sahibinin isteklerine karşılık vermediği için bir odaya kapatılan Dilber, başka bir kölenin yardımıyla saraydan kaçar. Hayatta yapayalnız kalan Dilber, aşkının acısıyla çaresizlik içinde Nil’in kıyısında yürürken kendini sulara bırakır.
Kronolojik olarak ilerleyen romanda zaman atlamaları vardır. Bu nedenle teknik olarak başarısız bir romandır. Romanda mekân konusuna da dikkat edilmiştir. Dilber’in içinde bulunduğu mekânlar onun kaderini etkileyen faktörler olarak karşımıza çıkar. Romanda olaylar daha çok kapalı mekânlarda geçer: a) Esircilerin evi, b) Mustafa Efendi’nin evi, c) Âsâf Paşa’nın konağı, d) Mısır’daki saray.
Araba Sevdası (1896)
Zeynep Kerman’ın dikkat çektiği gibi; Araba Sevdası romanı edebiyatımızda romantik-realist tartışmalarının yaşandığı bir dönemde yazılmıştır. R. Mahmut Ekrem romantizmin savunucusudur ancak Araba Sevdası’nda Bihruz Bey vasıtasıyla romantik, hayalci tiplerle alay edilmektedir.
İlk olarak 1896’dan itibaren Servet-i Fünun’da tefrika edilmeye başlanan eser ressam Halil Paşa tarafından resimlenmiştir. Eser bu yönüyle ilk resimli roman olma özelliği gösterir.
Babasının ölümüyle servet sahibi oluveren Bihruz, Fransızca hocası tutar (Mösyö Pierre, iyi eğitimli biridir. Ne var ki Bihruz’u elinde tutmak için onu istismar eder. Mösyö Pierre bu haliyle tipik Batı insanını temsil etmektedir). Araba alır. Mirasyedi hayatı sürmeye başlar. Züppeleşir. Sohbet arkadaşları berberi ve terzisidir(!). Gösteriş olsun diye kitaplar satın alır. Çamlıca’ya gittiği bir gün gözü bir kadına ilişir. Onu tekrar görebilmek için sık sık aynı yere gider. Platonik aşka tutulur. Berna Moran’a göre romantik aşka tutulmuştur Bihruz. Arkadaşı Keşfî ona kızın öldüğünü söyler/uydurur. Bihruz buna sebep aşktır diye içlenmeye başlar. Serveti tükenmeye başlar. Arabasını satar. Şehzadebaşın’da o kıza (Periveş) rastlar. Kadının hafif biri olduğunu öğrenen Bihruz oradan uzaklaşır.
Olay örgüsü zayıf, yazım tekniği nispeten iyi bir romandır. Dili oldukça ağdalıdır. İç konuşma bilinç akışı teknikleri başarıyla kullanılmıştır.
Turfanda Mı Yoksa Turfa Mı? (1890/91)
Otobiyografik bir romandır. Döneminin bürokrasisini, sosyal, ekonomik ve siyasi sorunlarını eleştiren bir eserdir. Romanın konusu kalkınmanın köylerden başlaması gerektiği fikri üzerine kurulmuştur.
Bir Gerçek Hikâye, Bahtiyarlık (Ahmet Mithat) ve Karabibik (Nabizade Nazım) Türk edebiyatına köye yönelişi temsil eden diğer öncü eserlerdir.
Fransa’da eğitim gördükten sonra ülkesine dönen Mansur Bey hizmet aşkıyla doludur. Geldiği ilk günlerde sosyal ortama uyum sorunları yaşamaya başlar. Amcası Şeyh Salih’in konağına yerleşir. Diğer amcasının kızı Zehra’da konaktadır. İkisi arasında duygusal yakınlık oluşsa da birbirlerine açılamazlar. Salih Efendi’nin eşinin kardeşi Râşit Efendi çeşitli hile ve entrikalarla Salih Efendi’nin malını mülkünü kendi yeğeninin üzerine kaydettirmek amacındadır. Karşısına çıkan bazı kişileri öldürür. Sonunda konağı da yakar. Salih Efendi ölür.
Mansur, Zehra’yla evlenerek Anadolu’ya geçer. Köye yerleşip kalkınma projeleri üzerinde çalışır. Köylülerle iyi ilişkiler kurar. Köyde bir ilkokul bir de ziraat okulu açar. Bir iplik fabrikası açmaya çalışır. Kazancı kendilerine kalacak şekilde köylüleri fabrikaya yerleştirir.
Mansur Bey kalkınma projeleri üzerinde çalışırken devleti sarmış olan yolsuzluklar, usulsüzlükler ve bozuk adalet sistemine tanıklık eder.
93 harbi sebebiyle cepheye çağrılan Mansur Bey’in projesi yarım kalır. Cephede üstleriyle anlaşamayan Mansur Bey Şam’a sürgün edilir. Eşi ve çocuklarına mektuplar gönderir. Yarım kalan projesini onlara emanet ettiğini bildirir. Cepheden dönemez, ölüm haberi gelir.
Turfanda Mı Yoksa Turfa Mı? romanı dönemin siyasi ve toplumsal sorunlarını eleştirel bakışla ele alırken sorunlara çözümler önermesi bakımından önemli bir eserdir. Romanda eski ve yeni diye niteleyebileceğimiz iki ayrı insan tipi göze çarpar. Mansur Bey, adaletten ve çalışmaktan yana yeni insan tipini, Râşit Efendi ise entrikaların, maddi hırsların temsilcisi gibidir.
Üçüncü Kuşak: Ara Nesil ve Roman Sanatı
Türk edebiyatının modernleşme sürecinin üçüncü kuşağı (ara nesil) döneminin önde gelen isimleri; Nabizade Nazım, Mehmet Celal, Selanikli Fazlı Necip, Fatma Aliye ve Mustafa Reşit’tir. Bu isimler arasında Nabizade Nazım’ın Zehra’sı (1895’te Servet-i Fünun’da tefrika edilmiştir) oldukça önemli bir eserdir. Kenan Akyüz’e göre ilk psikolojik roman denemesi olarak kabul edilebilir. Himmet Uç’a göre, Zola’nın Nana’sına benzeyen eser natüralist, fenni bir romandır. İsmail Çetişli’ye göre kıskançlık teması üzerine kurulu bir eserdir.
Zehra
Suphi, Şevket’in yanında çalışmaktadır. Şevket’in kızı Zehra’ya âşık olur ve evlenirler. Cicim aylarından sonra Zehra’nın kıskançlık krizleri baş göstermeye başlar. Suphi, Sırrıcemal adlı gündelikçiye tutulur. Şevket ölür, işler Suphi’ye kalır. Başka bir evde Sırrıcemal’le yaşamaya başlar. Suphi bir süre sonra Ürani adlı kadına âşık olur. Ürani, Zehra’nın tuttuğu biridir. Ürani, Suphi’nin parasını yer. İşler bozulmaya başlar ve roman hazin şekilde sonlanır.
Romanda İstanbul’un eğlence mekânları, tuluat tiyatroları ayrıntılarıyla tasvir edilir. Zehra’nın kıskançlıklarını ırsiyete bağlayan yazar bu anlamda ilk psikolojik romana imza atmış sayılabilir. Olaylar arası hızlı geçişler romandaki teknik kusurların başında gelir. Ahmet Mithat ve Namık Kemal etkisinde yazılmış bazı bölümler yine kusurlar arasında kabul edilebilir. İradesiz biri olarak tasvir edilen Suphi karakteri oldukça başarılı anlatılmaktadır.
Gençlik aşkı Anna’ya duyduğu aşkla beslenen sanatının ürünleri Venüs (1886) ve Küçük Gelin (1893) adlı otobiyografik eserlerin yazarı Mehmet Celal çok sayıda romana imza atmıştır. Cemile (1886), Margrit (1891), Elvâh-ı Sevda (1892), Bir Kadının Hayatı (1894), Zehra (1894), Dâmenâlûde (1895), Müzeyyen (1898), Leman, İsyan ve Kuşdilin, yazarın diğer romanlarıdır. M. Fatih Andı’ya göre o, romanlarıyla edebiyatımızı köye açmıştır. Popüler tarzda romantik ve santimantal eserler veren yazar, devrinde ilgi gördüyse de ileri kuşakların ilgisinden uzak kalmıştır.
Fazlı Necip değişik alanlarda çok sayıda eser neşretmiştir. Garip Aileler, Bir Gençliğin Güzarı (1895), Dilaver, Yine Orada (1899), Sevda-yı Mefun (1899-1900), Şık (1900-1901), Pervin (1901), Dört Mevsim (1901-1902), Cani mi Masum mu? (1901), Dehşetler İçinde I, II, III (1910), Küçük Hanım (1910), Menfa (1910), Ah Anne!.. (1925), Saraydan Mecnunlar (1925), Külhani Edipler (1930) ve Muhacir (1930) yazarın eserleridir.
Edebiyata Victor Hugo’dan yaptığı çevirililerle başladı. Asır gazetesinde gazeteciliğe başladıktan sonra yazı dilini sadeleştirmeye başlar. Konuları milli ve yerlidir. Milli edebiyatın habercisi niteliğindeki sade Türkçeyle yazılmış şiirler çalıştığı gazetede çıkmıştır. Eserlerindeki müspet kahramanlar iyi eğitimlidirler. Menfi tiplemeler ise hasis ve eğitimsizdirler. Müspet tiplemeler karşılaştıkları güçlüklerden akılları sayesinde çözüm yolunu bulup huzura ulaşırlar. Eserlerinde doğu-batı çatışması, alaturka-alafranga çatışması, tarihi ve cinai konuları işlemiştir.
Edebiyatımızın ilk kadın romancılarından olan Cevdet Paşa’nın kızı Fatma Âliye, 1892 yılında George Ohnet’in Volonte adlı eserini Merâm adıyla Türkçeleştirmiştir. Hayal ve Hakikat (1892), Muhâdârat (1892), Refet (1899), Ûdî (1899), Levâyih-i Hayat (1899) ve Enîn (1912) kendi imzasıyla yayımlanmış romanlarıdır.
Çok iyi eğitim almış olan Fatma Âliye, Terâcim-i Ahvâl-i Felâsife (1901) ve Tedkik-i Ersâm (1901) adlarıyla iki de felsefi eser neşretmiştir.
Kıskançlık temalı Muhâdârat adlı eseri aşk ve evlilik entrikaları üzerine kuruludur. Baskı ile yapılan evliliğin yol açacağı mutsuzluklar ve kadının ilk aşkından sonra yeniden sevebileceği fikri ile yazılmış bir eserdir. Romanın sonunda Ahmet Mithat Efendi’nin eserlerinde gördüğümüz ders çıkarma düşüncesi vardır.
Enîn adlı eserinde Muhâdârat’a benzer konuları işler.
Refet adlı romanında öğretmen olma hayali peşindeki yetim bir kızın haksızlıklara karşı mücadelesini konu edinir.
Fransızcaya da çevrilen Ûdî, bir kadının namusuyla çalışarak hayatını kazanabileceği fikri üzerine kuruludur.
Levâyih-i Hayat, evlilik konusunu ele alır. Roman, 5 kadının evlilikleriyle ilgili olarak birbirlerine yazdıkları 10 mektuptan mürekkeptir.
Çok sayıda eser vermiş olan Ahmet Rasim, edebi değerinin zayıf olduğu gerekçesiyle müfredatımızın ilgisinden yoksun kalmaktadır. Yazarın eserleri:
İlk Sevgi (1890), Bir Sefilenin Evrak-ı Metrûkesi (1891), Endişe-i Hayat (1891),
Güzel Eleni (1891), Leyâl-i Istırap (1891), Mehâlik-i Hayat (1891), Meşakk-ı Hayat (1891), Meyl-i Dil (1891), Tecârib-i Hayat (1891), Afife (1892), Mekteb Arkadaşım (1894), Numûne-i Hayâl (1894), Tecrübesiz Aşk (1894), Biçare Genç (1894), Gam-ı Hicran (1894), Sevda-i Sermed (1895), Asker Oğlu (1897), Nâkâm (1897), Ülfet (1899, daha sonra Hamamcı Ülfet adıyla, 1922), Belki Ben Aldanıyorum (1909, İki Güzel Günahkâr’da Bedia adıyla, 1922), İki Güzel Günahkâr(1922), İki Günahsız Sevda (1923).
Hikâye ve romanları kurguları bakımından birbirlerinden pek ayrılamayan Mustafa Reşit, eserlerindeki ahlakçı ve öğretici tutumu nedeniyle Ahmet Mithat’a yakındır (Ersin Özarslan).
Flora adlı eserinde (1885), deniz kıyısında sandalda yaralı halde bulduğu kıza âşık olan şairin karşısına çıkan engeller konu edilir.
Lorans (1892), karşılıklı aşk ve engelleri üzerine kuruludur. Lorans’la Pertev’in aşkına engel, Lorans’ın babasıdır.
Defter-i Âmâlim (1892), âşık olduğu kızın hastalanıp ölmesi karşısında aşığın yaşadığı çaresizliği konu eder.
Son Salon ve Aşk (1899), salonların ahlak çöküntüsüne sebep olduğunu iddia eder. Mustafa Reşit’in eserleri edebi anlamda oldukça zayıftırlar ancak teknik bakımdan bazı yenilikler taşımaktadırlar; mektup türünü edebi kurgu unsuru olarak kullanan ilk isimlerden biri olması buna örnektir.
Tanzimat Dönemi Türk Romanı II (2. Kuşak)
Özellikleri
Sami Paşazade Sezai, Recaizade Mahmut Ekrem ve Mizancı Mehmet Murat bu dönemin romancılarıdır. Üçüncü kuşaktan Nabizade Nazım, Fatma Aliye ve Mehmet Celal bu isimlere sonradan katılır. Romanda ve şiirde bu dönemde, sosyal faydadan uzaklaşılırken sanat kaygısı daha ön planda tutulur. Servet- Fünun döneminin realist ve natüralist eğilimlerinin temeli bu dönemde karşımıza çıkar (roman tiplerinde görülen kalıtsal özellikler, toplumsal çarpıklıklar ve sorunların ele alınmaya başlanması). Olay merkezli eserler yerlerini karakteri merkeze alan metinlere bırakmaya başlar.
Sergüzeşt (1889)
Kölelik/esaret konusunu işleyen ilk eserdir. Kafkas esiri olarak getirildiği konakta iradesi dışında bir hayat yaşayan genç kızın (Dilber) Nil nehrinde son bulan hikâyesiyle kölelik konusunun olumsuzlukları sergilenir.
Sami Paşazade Sezai’nin annesi de Kafkaslardan gelen bir esirdi. Babasının konağındaki kültür ortamı ve annesinin durumu bu romanı yazmasına zemin hazırlamış olmalıdır.
Kafkaslardan kaçırılan Dilber, daha dokuz yaşındayken Hacı Ömer adlı esir tüccarı tarafından satın alınır. Mustafa Efendi’nin karısına 40 liraya satılır. Satıldığı evdeki hizmetçi Taravet, Dilber’e eziyet eder. Küçük kız evden kaçar. Latife kızı bulur ve himaye eder. Mustafa Efendi Dilber’i başka bir esir tüccarına 60 liraya satar. Moda’da konağı bulunan Âsâf Paşa Dilber’i 150 lira karşılığında satın alır. Dilber bu evde büyüyüp serpilir. Âsâf Paşa’nın oğlu Celal Bey, Dilber’i resim çalışmalarında model olarak kullanır. Celal Bey kıza tutulur, evlenmek ister ancak ailesi onay vermez. Celal’in annesi Zehra Hanım, Dilber’i yeniden satar. Celal Bey bu durum karşısında deliye döner, çıldırır.
Romanın son bölümünde Mısır’da bir saraya satılmış olan Dilber’i üzüntü içinde görürüz. Sahibinin isteklerine karşılık vermediği için bir odaya kapatılan Dilber, başka bir kölenin yardımıyla saraydan kaçar. Hayatta yapayalnız kalan Dilber, aşkının acısıyla çaresizlik içinde Nil’in kıyısında yürürken kendini sulara bırakır.
Kronolojik olarak ilerleyen romanda zaman atlamaları vardır. Bu nedenle teknik olarak başarısız bir romandır. Romanda mekân konusuna da dikkat edilmiştir. Dilber’in içinde bulunduğu mekânlar onun kaderini etkileyen faktörler olarak karşımıza çıkar. Romanda olaylar daha çok kapalı mekânlarda geçer: a) Esircilerin evi, b) Mustafa Efendi’nin evi, c) Âsâf Paşa’nın konağı, d) Mısır’daki saray.
Araba Sevdası (1896)
Zeynep Kerman’ın dikkat çektiği gibi; Araba Sevdası romanı edebiyatımızda romantik-realist tartışmalarının yaşandığı bir dönemde yazılmıştır. R. Mahmut Ekrem romantizmin savunucusudur ancak Araba Sevdası’nda Bihruz Bey vasıtasıyla romantik, hayalci tiplerle alay edilmektedir.
İlk olarak 1896’dan itibaren Servet-i Fünun’da tefrika edilmeye başlanan eser ressam Halil Paşa tarafından resimlenmiştir. Eser bu yönüyle ilk resimli roman olma özelliği gösterir.
Babasının ölümüyle servet sahibi oluveren Bihruz, Fransızca hocası tutar (Mösyö Pierre, iyi eğitimli biridir. Ne var ki Bihruz’u elinde tutmak için onu istismar eder. Mösyö Pierre bu haliyle tipik Batı insanını temsil etmektedir). Araba alır. Mirasyedi hayatı sürmeye başlar. Züppeleşir. Sohbet arkadaşları berberi ve terzisidir(!). Gösteriş olsun diye kitaplar satın alır. Çamlıca’ya gittiği bir gün gözü bir kadına ilişir. Onu tekrar görebilmek için sık sık aynı yere gider. Platonik aşka tutulur. Berna Moran’a göre romantik aşka tutulmuştur Bihruz. Arkadaşı Keşfî ona kızın öldüğünü söyler/uydurur. Bihruz buna sebep aşktır diye içlenmeye başlar. Serveti tükenmeye başlar. Arabasını satar. Şehzadebaşın’da o kıza (Periveş) rastlar. Kadının hafif biri olduğunu öğrenen Bihruz oradan uzaklaşır.
Olay örgüsü zayıf, yazım tekniği nispeten iyi bir romandır. Dili oldukça ağdalıdır. İç konuşma bilinç akışı teknikleri başarıyla kullanılmıştır.
Turfanda Mı Yoksa Turfa Mı? (1890/91)
Otobiyografik bir romandır. Döneminin bürokrasisini, sosyal, ekonomik ve siyasi sorunlarını eleştiren bir eserdir. Romanın konusu kalkınmanın köylerden başlaması gerektiği fikri üzerine kurulmuştur.
Bir Gerçek Hikâye, Bahtiyarlık (Ahmet Mithat) ve Karabibik (Nabizade Nazım) Türk edebiyatına köye yönelişi temsil eden diğer öncü eserlerdir.
Fransa’da eğitim gördükten sonra ülkesine dönen Mansur Bey hizmet aşkıyla doludur. Geldiği ilk günlerde sosyal ortama uyum sorunları yaşamaya başlar. Amcası Şeyh Salih’in konağına yerleşir. Diğer amcasının kızı Zehra’da konaktadır. İkisi arasında duygusal yakınlık oluşsa da birbirlerine açılamazlar. Salih Efendi’nin eşinin kardeşi Râşit Efendi çeşitli hile ve entrikalarla Salih Efendi’nin malını mülkünü kendi yeğeninin üzerine kaydettirmek amacındadır. Karşısına çıkan bazı kişileri öldürür. Sonunda konağı da yakar. Salih Efendi ölür.
Mansur, Zehra’yla evlenerek Anadolu’ya geçer. Köye yerleşip kalkınma projeleri üzerinde çalışır. Köylülerle iyi ilişkiler kurar. Köyde bir ilkokul bir de ziraat okulu açar. Bir iplik fabrikası açmaya çalışır. Kazancı kendilerine kalacak şekilde köylüleri fabrikaya yerleştirir.
Mansur Bey kalkınma projeleri üzerinde çalışırken devleti sarmış olan yolsuzluklar, usulsüzlükler ve bozuk adalet sistemine tanıklık eder.
93 harbi sebebiyle cepheye çağrılan Mansur Bey’in projesi yarım kalır. Cephede üstleriyle anlaşamayan Mansur Bey Şam’a sürgün edilir. Eşi ve çocuklarına mektuplar gönderir. Yarım kalan projesini onlara emanet ettiğini bildirir. Cepheden dönemez, ölüm haberi gelir.
Turfanda Mı Yoksa Turfa Mı? romanı dönemin siyasi ve toplumsal sorunlarını eleştirel bakışla ele alırken sorunlara çözümler önermesi bakımından önemli bir eserdir. Romanda eski ve yeni diye niteleyebileceğimiz iki ayrı insan tipi göze çarpar. Mansur Bey, adaletten ve çalışmaktan yana yeni insan tipini, Râşit Efendi ise entrikaların, maddi hırsların temsilcisi gibidir.
Üçüncü Kuşak: Ara Nesil ve Roman Sanatı
Türk edebiyatının modernleşme sürecinin üçüncü kuşağı (ara nesil) döneminin önde gelen isimleri; Nabizade Nazım, Mehmet Celal, Selanikli Fazlı Necip, Fatma Aliye ve Mustafa Reşit’tir. Bu isimler arasında Nabizade Nazım’ın Zehra’sı (1895’te Servet-i Fünun’da tefrika edilmiştir) oldukça önemli bir eserdir. Kenan Akyüz’e göre ilk psikolojik roman denemesi olarak kabul edilebilir. Himmet Uç’a göre, Zola’nın Nana’sına benzeyen eser natüralist, fenni bir romandır. İsmail Çetişli’ye göre kıskançlık teması üzerine kurulu bir eserdir.
Zehra
Suphi, Şevket’in yanında çalışmaktadır. Şevket’in kızı Zehra’ya âşık olur ve evlenirler. Cicim aylarından sonra Zehra’nın kıskançlık krizleri baş göstermeye başlar. Suphi, Sırrıcemal adlı gündelikçiye tutulur. Şevket ölür, işler Suphi’ye kalır. Başka bir evde Sırrıcemal’le yaşamaya başlar. Suphi bir süre sonra Ürani adlı kadına âşık olur. Ürani, Zehra’nın tuttuğu biridir. Ürani, Suphi’nin parasını yer. İşler bozulmaya başlar ve roman hazin şekilde sonlanır.
Romanda İstanbul’un eğlence mekânları, tuluat tiyatroları ayrıntılarıyla tasvir edilir. Zehra’nın kıskançlıklarını ırsiyete bağlayan yazar bu anlamda ilk psikolojik romana imza atmış sayılabilir. Olaylar arası hızlı geçişler romandaki teknik kusurların başında gelir. Ahmet Mithat ve Namık Kemal etkisinde yazılmış bazı bölümler yine kusurlar arasında kabul edilebilir. İradesiz biri olarak tasvir edilen Suphi karakteri oldukça başarılı anlatılmaktadır.
Gençlik aşkı Anna’ya duyduğu aşkla beslenen sanatının ürünleri Venüs (1886) ve Küçük Gelin (1893) adlı otobiyografik eserlerin yazarı Mehmet Celal çok sayıda romana imza atmıştır. Cemile (1886), Margrit (1891), Elvâh-ı Sevda (1892), Bir Kadının Hayatı (1894), Zehra (1894), Dâmenâlûde (1895), Müzeyyen (1898), Leman, İsyan ve Kuşdilin, yazarın diğer romanlarıdır. M. Fatih Andı’ya göre o, romanlarıyla edebiyatımızı köye açmıştır. Popüler tarzda romantik ve santimantal eserler veren yazar, devrinde ilgi gördüyse de ileri kuşakların ilgisinden uzak kalmıştır.
Fazlı Necip değişik alanlarda çok sayıda eser neşretmiştir. Garip Aileler, Bir Gençliğin Güzarı (1895), Dilaver, Yine Orada (1899), Sevda-yı Mefun (1899-1900), Şık (1900-1901), Pervin (1901), Dört Mevsim (1901-1902), Cani mi Masum mu? (1901), Dehşetler İçinde I, II, III (1910), Küçük Hanım (1910), Menfa (1910), Ah Anne!.. (1925), Saraydan Mecnunlar (1925), Külhani Edipler (1930) ve Muhacir (1930) yazarın eserleridir.
Edebiyata Victor Hugo’dan yaptığı çevirililerle başladı. Asır gazetesinde gazeteciliğe başladıktan sonra yazı dilini sadeleştirmeye başlar. Konuları milli ve yerlidir. Milli edebiyatın habercisi niteliğindeki sade Türkçeyle yazılmış şiirler çalıştığı gazetede çıkmıştır. Eserlerindeki müspet kahramanlar iyi eğitimlidirler. Menfi tiplemeler ise hasis ve eğitimsizdirler. Müspet tiplemeler karşılaştıkları güçlüklerden akılları sayesinde çözüm yolunu bulup huzura ulaşırlar. Eserlerinde doğu-batı çatışması, alaturka-alafranga çatışması, tarihi ve cinai konuları işlemiştir.
Edebiyatımızın ilk kadın romancılarından olan Cevdet Paşa’nın kızı Fatma Âliye, 1892 yılında George Ohnet’in Volonte adlı eserini Merâm adıyla Türkçeleştirmiştir. Hayal ve Hakikat (1892), Muhâdârat (1892), Refet (1899), Ûdî (1899), Levâyih-i Hayat (1899) ve Enîn (1912) kendi imzasıyla yayımlanmış romanlarıdır.
Çok iyi eğitim almış olan Fatma Âliye, Terâcim-i Ahvâl-i Felâsife (1901) ve Tedkik-i Ersâm (1901) adlarıyla iki de felsefi eser neşretmiştir.
Kıskançlık temalı Muhâdârat adlı eseri aşk ve evlilik entrikaları üzerine kuruludur. Baskı ile yapılan evliliğin yol açacağı mutsuzluklar ve kadının ilk aşkından sonra yeniden sevebileceği fikri ile yazılmış bir eserdir. Romanın sonunda Ahmet Mithat Efendi’nin eserlerinde gördüğümüz ders çıkarma düşüncesi vardır.
Enîn adlı eserinde Muhâdârat’a benzer konuları işler.
Refet adlı romanında öğretmen olma hayali peşindeki yetim bir kızın haksızlıklara karşı mücadelesini konu edinir.
Fransızcaya da çevrilen Ûdî, bir kadının namusuyla çalışarak hayatını kazanabileceği fikri üzerine kuruludur.
Levâyih-i Hayat, evlilik konusunu ele alır. Roman, 5 kadının evlilikleriyle ilgili olarak birbirlerine yazdıkları 10 mektuptan mürekkeptir.
Çok sayıda eser vermiş olan Ahmet Rasim, edebi değerinin zayıf olduğu gerekçesiyle müfredatımızın ilgisinden yoksun kalmaktadır. Yazarın eserleri:
İlk Sevgi (1890), Bir Sefilenin Evrak-ı Metrûkesi (1891), Endişe-i Hayat (1891),
Güzel Eleni (1891), Leyâl-i Istırap (1891), Mehâlik-i Hayat (1891), Meşakk-ı Hayat (1891), Meyl-i Dil (1891), Tecârib-i Hayat (1891), Afife (1892), Mekteb Arkadaşım (1894), Numûne-i Hayâl (1894), Tecrübesiz Aşk (1894), Biçare Genç (1894), Gam-ı Hicran (1894), Sevda-i Sermed (1895), Asker Oğlu (1897), Nâkâm (1897), Ülfet (1899, daha sonra Hamamcı Ülfet adıyla, 1922), Belki Ben Aldanıyorum (1909, İki Güzel Günahkâr’da Bedia adıyla, 1922), İki Güzel Günahkâr(1922), İki Günahsız Sevda (1923).
Hikâye ve romanları kurguları bakımından birbirlerinden pek ayrılamayan Mustafa Reşit, eserlerindeki ahlakçı ve öğretici tutumu nedeniyle Ahmet Mithat’a yakındır (Ersin Özarslan).
Flora adlı eserinde (1885), deniz kıyısında sandalda yaralı halde bulduğu kıza âşık olan şairin karşısına çıkan engeller konu edilir.
Lorans (1892), karşılıklı aşk ve engelleri üzerine kuruludur. Lorans’la Pertev’in aşkına engel, Lorans’ın babasıdır.
Defter-i Âmâlim (1892), âşık olduğu kızın hastalanıp ölmesi karşısında aşığın yaşadığı çaresizliği konu eder.
Son Salon ve Aşk (1899), salonların ahlak çöküntüsüne sebep olduğunu iddia eder. Mustafa Reşit’in eserleri edebi anlamda oldukça zayıftırlar ancak teknik bakımdan bazı yenilikler taşımaktadırlar; mektup türünü edebi kurgu unsuru olarak kullanan ilk isimlerden biri olması buna örnektir.