Çağdaş Türk Romanı

asah

GOLD Üye
Katılım
14 Eki 2012
Mesajlar
2,943
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Bölüm:
Türk Dili ve Edebiyatı
Şehir:
Zonguldak
Çağdaş Türk Romanı-


1 Ünite Özeti


TARİH VE TARİHSEL ROMAN KAVRAMI



v Edward Hallett Carr, “tarih nedir?” sorusuna “Tarihçi ile olgular arasında kesintisiz bir karşılıklı etkileşim süreci, bugün ile geçmiş arasında bitmez bir diyalog” dur der ..

v Tarih bilimcisi geçmişin değerli yönlerini ortaya koyar ve insanları geçmişlerini tanımaları yönünde bilgilendirir.

v Tarihsel gerçeklik önce tarihçinin, yani tarihsel olayları kaydeden kişinin değerlendirmesinden geçer. İnsanlar, tarihsel gerçeklikleri, tarihçinin yorumlarına, dünya görüşüne göre izler .Tarihsel olayların yorumu sübjektiftir..

v Collingwood’a göre, her insanın eylemi tarihe konu olmaz. Tarihçiler de böyle düşünmektedir.

v İlk elde erozyona uğrayan tarih, tarihî roman aşamasında kurgu denilen ikinci bir değişime girer.

v Tarihî romancı ile tarihçi arasında yorum ve değerlendirme bakımından benzerlik vardır . Tarihin yorumlanmasına dair çıkan kitaplarda tarihçi ile tarihî roman yazanlar arasında fiksiyon bakımından da benzerlik vardır. Tarihçinin, tarihsel gerçeklikleri yeniden yorumlamasında, kendi dünya görüşü ve hayatı algılama tarzı etkili olur.

v İlhan Tekeli, tarihçinin görevini şöyle açıklar: “Tarih ancak bugünden geçmişe gidilerek bir bütün olarak kavranabilir ve tarihçinin yaklaşımı da bugünden geçmişe giderek tarihi anlamak olmalıdır.”

v Tarihî roman yazarının durumu daha farklıdır. O, tarihçinin sunduğu malzemeyi, duyduklarından ve efsanelerden elde ettiği bilgiyi hayal dünyasında yoğurur, tarihî malzemeyi insana ait duygularla, yaşama tarzıyla şekillendirerek karşımıza çıkarır.

v Tarih, tarihî belgelerin yorumlanması ve yapılan araştırmaların artmasıyla sürekli olarak kendini yeniler..

v Tarihsel gerçeklikle, tarihi olayları hareket noktası alan romanlarda tarihin yeniden yorumlanması söz konusudur. Romanda daha fazla olarak ikisinde de fiksiyon vardır. Tarih, gerçek olmak iddiasındadır. Roman ise, yazarının tarihi kurgulaması ile tarihçinin sunduğu malzemeden hareketle kendi gerçeklerini sezdirmek maksadıyla yazılır.

v Edebiyat da, tarihî roman bağlamında tarihle ilişki içersindedir.

v İlk tarihî roman Waverley’iWalter Scott yazmıştır. Scott, iskoç halkına ait efsane ve halk hikâyelerini toplayarak kendi tarih bilgisiyle yoğurarak roman haline getirmiştir. İlk tarihî roman Waverley ‘de Walter Scott, gerçek bir olayın içersine fictif yapıda bir metin yerleştirmiştir. Romanın konusu, iskoçya tarihindeki 1745 Jakoben Ayaklanması’dır. Bu romanda fictif yapı, tarih ve eğitim iç içedir.

v Tarihî roman yaşandığı kabul edilen olaylarla, yazarın kurgu dünyasının birleşimi sonucunda meydana gelir.

v Tarih şuuru veya tarihsel olan şimdiki zaman ile geçmiş arasındaki bağlantıyı sağlar. Tarihî roman yazarı da, modern edebiyat kuramları içersinde, en az iki zamana yönelik, veya değişik zaman süreçleri içersinde bir ilişki kurgulayarak romanını oluşturur. Bu, tarih veya tarihî roman yazıcılığında temel kural niteliğindedir.

v Romanda yazma zamanı ile vak’a zamanı arasında, anlatımdan veya kullanılan dilden kaynaklanan uzaklık bulunur. Romandaki anlatıcının bazen o zaman dilimiyle bütünleştiği de görülür. Bu, başarılı biranlatım tekniğidir.

v Farklı anlatım tekniklerini deneyenler de vardır. Postmodern anlatım tarzını deneyen Nedim Gürsel’in Boğazkesen/Fatih’in Romanı’nda bugün ve geçmiş iki çizgi halinde birlikte sunulmuştur. Burada anlatıcı durumundaki “ben”, 12 Eylül 1980 sonrasında Boğaziçi’ndeki terkedilmiş bir yalıda oturmakta ve Fatih dönemi ile istanbul’un fethini anlatan bir roman kaleme almaktadır. Binalar ve tarihsel mekânlar “ben”i tarihin içine sürükler.

v Boğazkesen/Fatih’in Romanı’ndaki bu anlatıma karşın ; Kemal Tahir’in DevletAna, Yorgun Savaşçı ; Tarık Buğra’nın Osmancık, Küçük Ağa ; Halide Edip’in AteştenGömlek ; Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Sahnenin Dışındakiler gibi romanlarında, bugünün varlığı, yazarın biyografik bilgisi, eserdeki dil özellikleri ve zamana dayalı anlatım özellikleri dışında hissedilmez.

v Romancının tarihsel bilgiyi yorumlamasında hiçbir sınır yoktur. Konu aldığı zamana ait sıradan bir insanın yaşadığı devri değerlendirmesini sunabileceği gibi, savaşların ve siyasî olayların görüntüsünü de nakledebilir. Hatta tarihsel gerçekliği istediği tarzda değiştirebilir. Buna “counter factual” denilmektedir.

v Tarih, belgelerin ve daha önce yazılmış tarihlerin ışığında, günün getirdiklerinin de hesaba katılarak yorumlanması sonucunda ortaya çıkar. Roman ise, tarihsel gerçekliğin romancının muhayyilesinde yeniden, herhangi bir kurala bağlı kalmaksızın, tarihsel önem göz önünde tutulmaksızın kurgulanması sonucunda oluşur.

v Tarihî romanda her insan tipi romanın kahramanı olabilir. Tarih metinlerinde durum böyle değildir. Romanlarda bilginin sunulma tarzı, kahramanların kendi aralarındaki insanî ilişkiler çevresindedir. Romancılar, tarihsel gerçeklik içerisinde yer almayan kahramanları da yaratırlar.

v Romanlarda dilin kullanımı da tarih metinlerine göre, farklıdır. Kahramanlar bazen konu alındıkları dönemi hatırlatan bir anlatımla, bazen de günümüze has bir anlatım tekniğiyle romanda konuşturulurlar.

v Tarih gerçeği söylemekle görevli bir disiplin roman ise edebi bir tür ve sanat eseridir.



TÜRK EDEBİYATINDA TARİHSEL ROMAN

1920-1960 ARASI



v Tarihsel roman alanında ilk örnekleri Ahmet Mithat verir. Ahmet Mithat’ın Yeniçeriler, Hasan Mellah Yahut Sır içinde Esrar adlı eserleri ile, Musullu Süleyman, Ahmet Metin ve Şirzâd romanları konu ve kahramanları bakımından bu türün ilk örnekleridir..

v Namık Kemal’in Cezmi romanı, tarihi bilinçli olarak işleyen ilk tarihî romanımızdır. Namık Kemal, Cezmi’nin şahsında, 16.yy.’da Osmanlı-İran-Kırım ilişkilerini, bir aşk-kıskançlık olayı çevresinde anlatmaya çalışmıştır.

v Daha sonraki dönemlerde Türk milletinin tarihini özellikle gençlere anlatmak, Türk milletinin değerlerini nakletmek amacıyla Ahmet Hikmet Müftüoğlu ve Ömer Seyfettin konusunu tarihten alan eserler kaleme almışlardır.

v 1920-1960 dönemi Türk romanında tarih konusunu işleyen romanların çoğu popüler nitelikteki halk romanlarıdır.

v Cumhuriyete kadar neşredilen tarihî romanlarda yazarlar, millî uyanışı gerçekleştirmeye ve topluma tarih bilinci aşılamaya çalışmışlar, onların yıkılan manevîyatlarını ve cesaretlerini sağlamlaştırmaya gayret etmişlerdir.

v Cumhuriyet yıllarında , Ulusal tarih bilincinin uyandığı bu dönemde Türkçülüğün kökenlerine, Türk tarihine karşı duyulan ilgi daha da artar. Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu gibi yapılanmalar yeni bir anlayışın kurulup geliştirilmesinde rol alıp elde edilen sonuçlar, şiir, tiyatro, roman gibi edebî türler aracılığıyla verilmeye çalışılır..

v Tarihsel romanlar, genellikle tezli eserlerdir. Bir tez çevresinde gelişirler ve okuyucuya yol gösterirler. Oysa bizdeki tarihsel roman yazarları, biraz da sahip oldukları siyasal görüşlerinin etkisiyle, eserlerini belli bir teze dayandırmak yerine, gerilim ya da kriz niteliği taşıyan olaylara yönelmişlerdir ..

v Popüler tarih romanları, tarih bilgisinin yanı sıra, aşk, serüven ve macera gibi unsurları roman kurgusuna katarak, estetik ve sanat kaygılarını ikinci plâna itmiş olsa bile, okurda tarih bilgisinin sevdirilmesi ve tarih bilincinin oluşturulmasında rol oynar.

v Popüler tarih romanları, islâmiyet öncesi Türk tarihi, Türk-islâm tarihi, Osmanlı tarihi, Türkler ve ilişkide bulunduğu ülkeler (Bizans, Çin, iran vb), padişahlar, harem ve kadın sultanlar, Türk tarihinin önemli zaferleri ve savaşları, Kurtuluş Savaşı, I. Dünya ve Çanakkale Savaşı gibi Türk tarihinin hemen her dönemini konu olarak işlemişlerdir.

v Bu dönemin önemli popüler tarihsel roman yazarları : Abdullah Ziya Kozanoğlu , Nizamettin Nazif , Turhan Tan, Vâlâ Nurettin, Fazlı Necip, iskender Fahrettin, Peyami Safa, Sami Karayel, Hayrettin Ziya, Kemalettin şükrü, Enver Behnan şapolyo, Kadircan Kaşı, Ziya şakir, Reşat Ekrem, Ilgaz-Vahap Nevruzhan, Safiye Erol, Nihal Atsız, Feridun Fazıl Tülbentçi, Zuhuri Danışman, Ratip Tahir, Turhan Tan, Reşat Ekrem Koçu, Murat Sertoğlu, Ragıp şevki Yeşim, Feridun Fazıl Tülbentçi’dir.

v Cumhuriyet devri tarihî roman yazarları, tarihî romanı ve Osmanlı dönemlerini veya diğer bazı dönemleri seçerlerken kişisel tercihlerinin yanında, devirlerindeki bazı yöntem ve uygulamalardan, devrin hâkim tarihî anlayışından etkilenmişlerdir.



1960 SONRASI



v 1960 sonrasında da tarihsel romanın varlığı daha çok popüler tarih romanları çevresinde yürür.

v Bu dönemde tarihsel romanlarıyla en etkili isim Mustafa Necati Sepetçioğlu’dur .

v Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun eserleri : Kilit , Anahtar , Kapı , Konak , Çatı , Üçler-Yediler-Kırklar , Bu Atlı Geçide Gider , Karanlıkta Mum ışığı , Darağacı , Sabır , Ebem Kuşağı , Cevahir ile Sadık Çavuş’un Buğday Kamyonu , Gece Vaktinde Gündönümü-istanbul’un Fethi , Geçitteki Ülke 1980 , Ve Çanakkale/Geldiler , Ve Çanakkale/Gördüler , Ve Çanakkale/Döndüler-1989/TYB 1980 Yılın Romanı Ödülü, Kutsal Mahpus , Sabır Ağacı , Benim Adım Yunus Emre.

v Sepetçioğlu tarihsel romanlarında sadece tarihsel süreci aktarmaz, o sürecin özellikle manevi değerlerinin şekillenme macerasını işler. Bu Atlı Geçide Gider romanında Yıldırım Beyazıt dönemindeki Osmanlı toplumunun başlandığı manevi değerler, Somuncu Baba’nın etrafında şekillenen eğitim ve bilime verilen değer vurgulanır.

v Bu dönemin popüler tarihsel roman türünü sürdüren yazarlar : Bekir Büyükarkın, Oğuz Özdeş, Yavuz Bahadıroğlu, Ahmet Yılmaz Boyunağa, Suzan Sözen, Zuhuri Danışman, Murat Sertoğlu.

v Tarihsel romanın etkin bir tarzda ortaya çıkışı 1980 sonrası dönemdir. 1980 sonrasında yalnız yakın dönem değil, Türk ve Dünya tarihinin en bilinmeyen dönemlerine kadar gidilir.



v 1980 sonrası kuşaktan türe birer ikişer eserle katılan Gürsel Korat , Zaman Yeli ;

v Felsefi derinliği olan romanlarıyla ihsan Oktay Anar (Puslu Kıtalar Atlası, Kitabü’l Hiyel, Efrasiyab’ın Hikâyeleri/ ) ;

v Tarih ve fantezinin karışımı roman yazan Elif şafak (Pinhan), Handan Öztürk (Yalnız Bebekler) ;

v İstanbul’un fethini konu alan tek romanında hem Doğu’yu hem de Batı’yı Marksist bir dikkatle eleştiren Nedim Gürsel (Boğazkesen-Fatih’in Romanı), Haldun Çubukçu (Yıldızsayan) ;

v Konusu XVII. yüzyılda Osmanlı sarayında yaşanan olaylar olan Zülfü Livaneli (Engereğin Gözündeki Kamaşma),

v Mitolojik unsurları ve halk öykülerini folklorik malzeme ile zenginleştirerek roman formu içinde okura sunan Yaşar Kemal (Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana),

v Geleneksel anlatı formlarını romana uyarlayan Nazan Bekiroğlu (Yusuf ile Züleyha, isimle Ateş Arasında), iskender Pala (Babil’de Ölüm istanbul’da Aşk), Sadık Yalsızuçanlar (Gezgin).

v Bunların eserlerinde anlatım tekniği bakımından farklılıklar, tarihe bakış açısında ilgi çekici yorumlar bulunur.



v Osman Gündüz, bu dönemdeki tarihsel romanları, özellikleriyle şöyle sıralar.

v Murat Erman’ın gizemli ve ütopik romanı Beyazateş Adası : Ümit Kıvanç’ın ironik üslupla rejimi eleştirdiği Gaib Romans’ı

v Ahmet Yurdakul’un geleneksel tarihi roman algısıyla yazdığı Kahramanlar Ölmeli ,Yorgun Çamlar ile Erol Toy’un Yitik Ülkü I-II-III ve Toprak Acıkınca romanları.

v Şemsettin Ünlü’nün Osmanlı-Rus savaşının öncesini ve sonrasını anlattığı Yukarı şehir ve devamı niteliğindeki Toprak Kurşun Geçirmez ile II. Meşrutiyet sonrası siyasal ortamı işlediği Yüz Uzun Yıl romanları.

v Sevinç Çokum’un Bizim Diyar , Hilal Görününce ve Ağustos Başağı : Emine efsu’nun Ak Topraklar ve Cumhuriyet Türküsü.. Mehmet Niyazi Özdemir’in Ölüm Daha Güzeldi ve belgesel-romanı Çanakkale Mahşeri’;

v Çanakkale savaşlarına evrensel bir bakışla yaklaşan Serpil Ural’ın şafakta Yanan Mumlar romanı,

v Selma Fındıklı’nın anı-roman türündeki 93 Savaşları sırasında yaşanan göçü ve Erzincan’da başlayıp beş büyük kentte devam eden olayları anlattığı Nereye Yüreğim? , Gözüm Yaşı Tuna Selidir şimdi , Saray Meydanında Son Gece , Gecenin Yalnızlığında romanları.

v Yakın dönem sosyal ve siyasal olaylarını yeniden sorgulayan Durali Yılmaz’ın Aziz Sofi , Fetva Yokuşu , Çilekeş Müslümanlar, Ölmeden Ölenler, Yesevî Irmakları, Çerağ Uyanmak mı ?-Hacı Bektaş Güvercin-Babalar şahin.

v Derman Bayladı’nın III. Selim’in Romanı, Nağmeler Tahtım Olsaydı ; Emre Kongar’ın Hocaefendi’nin Sandukası.

v Ahmet Altan’ın Yalnızlığın Özel Tarihi , Kılıç Yarası Gibi tezli eserleri.

v Gürsel Korat’ın Anadoluyu resmi tarihin dışında bir kavrama çabasının ürünü olan Zaman Yeli ve Güvercine Ağıt romanları. Haldun Çubukçu’nun marksist tarih görüşüne göre yazdığı Yıldızsayan’ı,

v Hıfzı Topuz’un konusunu büyük annesinin yaşam öyküsünden aldığı Meyyale ve belgesel-roman, anı-roman hüviyetindeki Taifte Ölüm , Paris’te Son Osmanlılar , Hatice Sultan romanlarını;

v Ayla Kutlu’nun Çeçen kökenli ailesinin 93 savaşından itibaren izini sürdüğü Emir Bey ve Kızları’nı

v Erendiz Atasü’nün Dağın Öteki Yüzü, Nermin Bezmen’in büyük babasının Rusya’dan istanbul’a uzanan yolculuğunda yaşadığı olayları anlattığı Kurt Seyit ve Shura, Kurt Seyit ve Murka adlı romanlarını

v Şiirin Devrim’in bir çeşit aile biyografisi olan Şakir Paşa Ailesi’ni; Leyla Neyzi’nin 1945 yılı istanbuluna ayna tuttuğu Küçük Hanım’dan Rubu Asırlık Adama romanı;

v Ayşe Kulin’in akrabası ve yakından tanıdığı ünlü kişilerin hayatını anlattığı Adı Aylin ve Süreya romanlarını;

v Vecdi Çıracıoğlu’nun Macar döküm ustası Verbain ile yardımcısının serüvenlerini anlattığı Kara Büyülü Uyku’su.

v Teoman Ergül’ün Altının Lâneti’ni ; Latife Mardin’in Batıda Fırtına’sı,

v Mehmet Fuat Umay’ın Cumhuriyetin ilk yıllarında geçen anı karakterli Bir Devrimci Doktorun Anıları’nı,

v Kemal Anadol’un konusunu 1900’lerin Ege kıyılarında ve Foça’da geçen olaylardan alan Büyük Aydınlık ,

v İpek Arman’ın son dönem saray hayatını saray kökenli bir kadının anı defterinden verdiği Fesleğenin Uğuru’nu ,

v Hakkı Sunata’nın Gelibolu’dan Kafkaslara romanını : Gül İrepoğlu’nun Gölgemi Bıraktım Lale Bahçelerinde.



v Demokrat Parti’nin iktidar sürecini bu çerçevede romanlaştıran, bu dönemdeki siyasal olayları anlatan romanlar da kaleme alınmıştır. Samim Kocagöz (izmir’in içinde), Attilâ ilhan (Bıçağın Ucu, Sırtlan Payı, Yaraya Tuz Basmak), Vedat Türkali (Bir Gün Tek Başına), Tarık Buğra (Döne-meçte), Yılmaz Karakoyunlu (Yorgun Mayıs Kısrakları), Nesrin Turhalı (ihtilalin Süvarisi), Ahmet Kekeç (Derin Roman), Ayşe Kulin (Gece Sesleri), Ali Arslan (Serçe-2) bu tarz romanlardır.

TÜRK ROMANINDA TÜRK TARİHİNİN ÇEŞİTLİ EVRELERİ

v Osmanlı-iran savaşlarını konu edinen Cezmi’den sonra Türk edebiyatında tarih romanları iki çerçevede kaleme alınmıştır. Birincide romancı elde ettiği bilgi ve belge birikimiyle uzak geçmişi yeniden kurgular, görmediği tarihsel olayları romana has kurgu içerisinde dikkatlere sunar. İkincide ise romancının yaşadığı dönemi, çağını anlatır.

v Uzak dönemleri anlatan tarihsel romanlarda en çok Osmanlı dönemi işlenmiştir . Osmanlı imparatorluğunun kuruluşunu anlatan Kemal Tahir’in Devlet Ana, Tarık Buğra’nın Osmancık, Yavuz Bahadıroğlu’nun Merhaba Söğüt romanları, farklı çerçevelerde Türk tarihinin bilinmeyen bir dönemini aydınlatırlar.

v Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun romanları Türk tarihini, başlangıcından 1915 Çanakkale savaşlarına kadar getirir.

v 1930’lardan sonra Türk okuyucusuyla bütünleşen popüler tarih romanları da Türk tarihinin bilinmeyen dönemlerini ve kahramanlarını anlatırlar. Bekir Büyükarkın, Abdullah Ziya Kozanoğlu, Feridun Fazıl Tülbentçi, Turhan Tan gibi romancıların eserleri bu niteliktedir.

v Romandan ziyade tarih yazmak amacıyla hareket eden Feridun Fazıl Tülbentçi’nin romanlarında, tarih kitapları gibi, dipnotlarıyla aktarılmış bilgi notları vardır.

v 1980 sonrası postmodern tarih romanlarında yeni tarihselcilik kuramı çevresinde Türk tarihinin evreleri anlatılır .



SAFİYE EROL – CİĞERDELEN

v Ciğerdelen (1946), Safiye Erol’un en meşhur romanıdır.

v Romanda şimdiki zaman ile geçmişte meydana gelen bir aşk etrafında, Türk romanının geleneksel teması Doğu-Batı çatışması işlenir. Simdiki zaman, mimar Turhan Tuna’nın ağzından anlatılır. Geçmiş zaman ise , romanın kadın kahramanı Cangüzel’in yazdığı hikayelerle 17.yüzyıla, Estergon Kalesi cengine kadar gider.

v Cangüzel’in yazdığı Sarı Sipahiler, Yedi Peçeli ve Ciğerdelen adlı üç hikâyede tarihsel bir olay anlatılır.

v Bu iki zamanı bir olayda karşı karşıya getirerek Safiye Erol’un tarih bilincini derinleştirmeye çalıştığı düşünülür .

v Ciğerdelen, 16. ve 17. yüzyıllarda Türklerin Rumeli’deki en son kalesinin adıdır.

v Ciğerdelen romanını tarihsel değerlendiren Sema Uğurcan; isimle roman konusunu arasındaki bağı irdeledikten sonra Cangüzel’in anlattığı hikâyelerle ilişkilendirir: Hikâyeler Osmanlı’nın toprak olarak en geniş olduğu , o genişliği muhafaza etmek için kendini zorladığı dönemi anlatır.

v Kale kaybedildikten yaklaşık 250 sene sonra kader, Cangüzel ile Turhan’ı birleştirir. Onlar için ‘ciğerdelen’; dün ile bugünü birleştirmek, millî kültürün kendilerine kattığı değerli mayayı keşfetmek, o mayayla sınırları daralmış vatana hizmet etmektir.



KEMAL TAHİR – DEVLET ANA

v Kemal Tahir romancı olarak Türk tarihinin geçirdiği sosyal değişimleri işler. Osmanlı Devletinin kuruluş sürecini Devlet Ana romanında, Ankara Savaşı dönemini de yarım kalan Topal Kasırga’da işler.

v Kemal Tahir, Türk tarihi ve toplum düzenine ilişkin düşüncelerini Devlet Ana’da sistemli bir şekilde aktarır.

v 1967 yılında yayınlanan roman, Anadolu toprağının Bitinya (Söğüt) ucundaki Türkmenlerin, uç beyliğinden, topraklarını genişletmek suretiyle Osmanlı devletini temelini atmaları ve yaşadıkları olayları anlatır.

v Konu, Ertuğrul Gazi’nin at bakıcısı Demircan ve sevgilisi Liya’nın düşmanlarınca öldürülmesi ve kardeşleri Kerim Can ile Mavro’nun intikam almak için giriştikleri mücadele çevresinde gelişir.

v Romanda tarihi olaylar 1290-1299 yılları arasında Ertuğrul Gazi’nin başında bulunduğu beyliğin, hastalığı nedeniyle, oğlu Osman Bey’e geçmesi ve böylece bir aşiretin devlet oluşu anlatılır.

v Kemal Tahir, romanda anlatmak istediği siyasal ve toplumsal mesajları tarihten tanınan şahsiyetlere söyletmiştir.

v Romanda iç içe geçmiş dramlar Hristiyan Batılı” düşmanlardan intikam alınması, Osmanlılar’ın kendilerini düşmanlara karşı savunması, kazandıkları zafer sayesinde topraklarını genişletmeleri sonucuna bağlanır , yazar romanda Osman Bey’i ve beyliği “işgalci değil kurtarıcı, dünya üzerinde adaleti sağlayıcı, kötülüğü dünyadan sonsuza kadar kaldırmak için mücadele eden bir mitolojik kahraman olarak gösterir .

v Son bölümde, Germiyanoğlu Dündar Alp ile Osman Bey arasındaki kavga vardır.

v Roman, Osman Bey’in sınırlarını batıya doğru genişleterek devlet kurma düşüncesinin gerçekleşmesi ile biter.

v Batıcılık düşüncesine her zaman karşı olan Kemal Tahir, Türk toplumunun gerçeklerine eğilen bir yazardır. Devlet Ana’da yazarın tarih açısından üzerinde durduğu Batının, tüm kurumlarıyla bize benzemediği vurgulanmıştır.

v Kemal Tahir, Devlet Ana’da Türk milletinin -Osmanlı’dan gelen- devlet kurucu ve yaşatıcı dehâsının günümüzde de var olduğunu, Türk kimliğine yönelmek için Osmanlının ilk dönemlerine bakmanın zorunluluğuna dikkat çeker. Hristiyan Batı’da soylular, köylüler (köleler) vardır. Soylular, köleler üzerinde her türlü hakka sahiptir. Osmanlı’da ise sosyal sınıflar yoktur , herkes devlete bağlıdır. Kemal Tahir özellikle tarihsel perspektifte bu vurguyu yapar.

v Kemal Tahir, romanını, öncelikle cinayet vak’ası üzerine kurar. Diğer yandan Türklerin devlet kurmadaki yeteneklerini sergiler.

v Devlet Ana’da, Türk ruhunu, Osmanlı Devleti’nin kuruluş şartlarına bağlı kalarak aramış ve anlatmıştır. Ona göre, feodalite Batı’ya özgüdür ve merkezî devlet, sınıfsız toplum olgularını yaşayan Doğu’da hiçbir zaman gelişme ortamı bulamamıştır. Devlet Ana, tam manasıyla, Batı’nın bireyciliğine karşı Türk kimliğini ortaya koyan bir roman özelliğiyle karşımıza çıkar.

v Kemal Tahir, Devlet Ana romanında, özellikle Osmanlı toplumunun üretim tarzına da dikkat çeker. Osmanlı toplumun köylüler Allah’a ait, padişahın yeryüzünde koruduğu toprağı eker, biçer, devlete bir miktar vergi verir. Bu bireyin üretimdeki hürriyetidir.

v Kemal Tahir, Devlet Ana romanında Osmanlı Devleti’nin kuruluş sürecini anlatmaktadır.



YAKIN TARiHiN TÜRK ROMANINA YANSIMASI



v Tarihsel romanlarımızda ittihat ve Terakki, Mütareke ve Milli Mücadele dönemleri çokça işlenmiştir.

v 1908-1923 yıllarını konu alan romancılardan ilk grup ; ittihat ve Terakki, I. Dünya Savaşı ve Milli Mücadele yıllarını yaşayan yazarlar, kendi dönemlerinin tanıklığını yapmışlardır.

v Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin, Nahit Sırrı Örik, Mithat Cemal Kuntay; yaşadıklarını, yıllar sonra, bir kurgu ile sundular.

v Mithat Cemal Kuntay ve Reşat Nuri Güntekin de yaşadıkları dönemi çok farklı boyutlarıyla sorgulamışlardır.

v Mithat Cemal Üç istanbul’da II. Abdülhamit dönemini, ittihat ve Terakkili yılları, Mütareke istanbul’unu; yozlaşmış insan tipleri ile yansıtmaya çalışır.

v Reşat Nuri, tezli romanı Yeşil Gece’de, Milli Mücadele yıllarını, önceleri din adamı, sonra öğretmen olan Ali Şahin’i merkeze alarak anlatır.

v Nahit Sırrı Örik, çocukluk yıllarının dünyasını, II: Abdülhamit’in son dönemini eleştirel bir tarzda anlatır.

v Sahnenin Dışındakiler romanında Ahmet Hamdi Tanpınar, Mütareke dönemi istanbul’unu, 17-18 yaşın gençliğiyle idrak ettiği tarzda yansıtmaktadır.

v İkinci grup ,Milli Mücadele yıllarında çocuk olan yazarlarımızdır ; Kemal Tahir, Tarık Buğra ve Samim Kocagöz.

v KEMAL TAHİR => ittihat ve Terakki’nin işbaşına geldiği dönemde doğmuş, Milli Mücadele yıllarına çocuk gözüyle tanıklık etmiştir. Bir Mülkiyet Kalesi kitabı yazarın aile hayatını konu almaktadır. II. Abdülhamit’in marangozu olan babasının yaşadıklarını kurguya dönüştüren yazar, ittihat ve Terakki’den Milli Mücadele’nin sonuna kadar olan bir dönemi, Mahir Efendi’yi merkeze alarak yansıtmaktadır. Esir Şehrin insanları’nda, yurt dışında eğitim görmüş Paşa çocuğu Kâmil Bey’in Mütareke istanbul’unda yaşadıkları vardır. Kemal Tahir’in aydın gözüyle yorumladığı Mütareke dönemi istanbul’u, Yorgun Savaşçı’da eski bir asker açısından verilir.

v Küçük Ağa yazarı Tarık Buğra da, olayların yaşandığı dönemde çocuktur. Babasından ve aile çevresinden duyduklarından hareketle oluşturduğu romanında, Akşehir’e simge değeri yükleyerek Milli Mücadele cephelerine bakar.

v Belgesel tadındaki roman Kalpaklılar-Doludizgin yazarı Samim Kocagöz bu yılların çocuklarındandır. Söke çevresinde gelişen olayları romanın kurgusuna alır, Milli Mücadele yıllarını Nutuk rehberliğinde romanlaştırır.

v Üçüncüsünde ise belgeler ışığında Milli Mücadele yıllarını kurgulayan yazarlarımız vardır. Bu gruptaki yazarlar, yazılanları ve belgeleri hareket noktası alarak geçmişi yorumlamışlardır.

v Attilâ ilhan, Aynanın içindekiler serisinde yakın dönem tarihimizi bütün boyutlarıyla yansıtmaya çalışmıştır.

v Türk romancıları ittihat ve Terakki-Milli Mücadele sürecini, çeşitli kurgulamalar ile ele almışlardır.

v Bu dönem için kaleme alınmış romanlarda tarih anlatımlarını ideolojik nedenlerle açıklayanlar da vardır.

v Çağının tanığı olan Türk romancıları, topluma ibret dersi vermek, yani eğitmek amacına yönelik yazmışlardır.

v Milli Mücadele dönemini doğrudan ya da dolaylı olarak işleyen birinci kuşak romancılarının ilk özelliği, olayları yaşandığı yılların sıcaklığında değil, sonuçlarına göre değerlendirmiş olmalarıdır .

v 1960’lı yıllara kadar yazılanların hemen hepsi birbirine benzer. 1960’tan sonra yazılanlar hem roman tekniği hem de bakış açısı bakımından farklıdır.

v Bazı romancılar Milli Mücadele dönemine alternatif tarih oluşturma anlayışıyla yaklaşırlar. “Bir tarafa “biz”i Doğu’yu, karşı cepheye ise Batı’yı ve Batılı değerleri koyarlar.

v Anadolu direnişinde birinci kuşağın dışladığı halkı ve halk önderlerini ön plana çıkaran, ittihatçıları ve padişahı savunan, Kurtuluş Savaşı’nın ‘din ve padişah için’ yapıldığı temel düşüncesini işleyen tezli romanlarıyla yeni tartışmalara zemin hazırlarlar.

v Anadolu direniş hareketinin zaferle sonuçlanmasına, sadece aydın üst kadroların değil, imparatorluk deneyimi olan ariflerin ve halkın gönlünde yaşayan halk önderlerinin de payı olduğu temel düşüncesiyle yaklaşırlar . Tarık Buğra (Küçük Ağa, Küçük Ağa Ankara’da, Firavun imanı, Yol Ayrımı); Münevver Ayaşlı (Pertev Beyin Üç Kızı, Pertev Bey’in iki Kızı, Pertev Bey’in Torunları), Bahaeddin Özkişi (Köse Kadı, Uçtaki Adam, Sokakta), Durali Yılmaz (Siyah Perdeli Evler, Savaş Günlüğü, Ankara’da Ölüm), Yavuz Bahadıroğlu (Sel).

v Milli Mücadele dönemini sadece ulusçu bir dikkatle ele alan romanlar da fazladır. Bunlar ;

v Azmiye Hami Güven (Hemşire Nimet), General Hamdi Günay (Deli Orman), Recai Sanay (ingiliz Kemal Lavrense Karşı, ingiliz Kemal Yakın şark Cumhuriyetçileri Arasında, Yunan Zindanlarında, istiklâl Harbinde), Oğuz Özdeş (Dağ Başını Duman Almış), Fikret Arıt (Hep Bu Topraklar için, Muhtar), iskender Ohri (Aşktan da Üstün), Barbaros Baykara (Kanayan Toprak, Nefret Köprüsü), Ümit Kaftancıoğlu (Yelatan, Tüfekliler), Tahir Kutsi Makal (Meydan Dayağı), Fikret Arıt (Güzel Yuana, Bu Hayatı Yaşamak Lâzım, Hep Bu Topraklar için, Küçük Fedailer, Muhtar, iffet/ Maziden Gelen Sesler), Osman K(orkut) Akol (Kurtuluş Savaşı’nda Bir Çocuk), Yusuf Ziya Bahadınlı (Gemileri Yakmak, Yusuf Ateş (Kırım,Kıyım, Kıtlık), Bekir Eliçin (Onlar Savaşırken), ibrahim Atmaca (Çekirgeler), ibrahim Ethem Aladağ (işgalciler/Şahin Bey).



v Milli Mücadele dönemini ve Mütareke dönemi istanbul’unu anı-roman şeklinde yansıtan eserler : Hasan izzettin Dinamo (Kutsal isyan I.II.III. -Millî Kurtuluş Savaşı’nın Gerçek Hikâyesi , Ateş Yılları/, Savaş ve Açlar, Kutsal Barış/ I-VII, Öksüz Musa-, Musa’nın Mapushanesi, Koyun Baba, Musa’nın Gecekondusu, Açlık, Türk Kelebeği, Adalet Sıtması, Anadolu’da Bir Yunan Askeri), Bekir Büyükarkın (Bozkırda Sabah), Ahmet Hamdi Tanpınar (Sahnenin Dışındakiler), Haydar Berköz (ikinci Ergenekon), Ayşe Kulin (Veda-Esir Şehirde Bir Konak).

v Milli Mücadele döneminin problemlerini tarihsel süreç içerisinde değerlendiren romanlar da kaleme alınmıştır. Nazım Hikmet Ran (Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim), Hasan izzettin Dinamo, ilhan Selçuk (Yüzbaşı Selahattin’in Romanı), Orhan Hançerlioğlu (Ekilmemiş Topraklar), Talip Apaydın (Toz Duman içinde, Vatan Dediler, Köylüler), Kemal Bilbaşar (Bedoş-2.bs.) Samim Kocagöz (Kalpaklılar, Doludizgin , izmirin içinde), Erol Toy (Toprak Acıkınca), ilhan Tarus (Var Olma, Hükûmet Meydanı, Vatan Tutkusu), Melih Cevdet Anday (Aylaklar, Gizli Emir, isa’nın Güncesi).

v Milli Mücadeleyi anlatan romanlarda çatışma iki noktada belirir. Bunlardan birincisi işgal güçleri ile yurtsever insanlarımızın mücadelesi şeklindedir. işgal güçleri Anadolu’yu ve istanbul’u paylaşma amacıyla işgal eden Fransız, ingiliz, italyan ve Yunan kuvvetleridir. Bunlar emperyalist güç olarak da tanımlanmaktadır.

v İkinci çatışma milli değerlerinden kopan aydınlarla Anadolu’ya yönelip kurtuluş mücadelesine karar verenler arasındadır.

v Bu dönemleri anlatan romanlar , Abdülhamit Düşerken, Küçük Ağa ve Dersaadet’te Sabah Ezanları’dır.

v ittihat ve Terakki, Mütareke dönemi ve Kurtuluş Savaşı, toplumumuzun var olma sürecidir. Bu bakımdan Cumhuriyet dönemi romancılarının büyük bir bölümü bu dönemi romanlarında sorgulamıştır.



NAHİT SIRRI ÖRİK-ABDÜLHAMİT DÜŞERKEN



v II. Abdülhamit döneminin son yılları ile ittihat ve Terakki’nin ilk yıllarını konu edinen Abdülhamit Düşerken romanında Nahit Sırrı Örik, çocukluk yıllarında tanığı olduğu tarih kapsamında değerlendirilebilecek olayları kurgulamaktadır. Nahit Sırrı tarihi anlatmaktan çok, kendi çağına tanıklık eder.

v Nahit Sırrı’nın kurgusunu bir tarihçinin görüşü olarak ele almanın yanlış olacağını söyleyen Sevim Kantarcıoğlu, yazarın 1908 -1909 arasındaki bir dönemi incelediğini ve özellikle ahlaki çöküntüyü vurguladığını; Abdülhamit’i, ittihat ve Terakki’yi yorumladığını belirtir. Abdülhamit Düşerken’i “saf bir tarihi roman” olarak tanımlar.

v II. Abdülhamit dönemini öncesi ve sonrasıyla sorgulayan roman; dönemin paşalarından birinin kızı ve ittihat Terakki’nin hırsına yenik düşmüş bir subayının ilişkileri çevresinde kurgulanmaktadır.

v Romanda kurgulanmış şahısların dışında II. Abdülhamit, Arap izzet Paşa, Servet-i Fünun dönemi romancılarından Hüseyin Cahit, ittihat ve Terakki’nin önderlerinden Talât Paşa, Mahmut Şevket Paşa gibi yakın dönem tarihimizin önemli isimleri, II. Abdülhamit döneminin önemli paşaları da yer almaktadır.

v Romanda, isimlerinden, kurgu ile ilgisi olmaksızın bahsedilen dönemin önemli şahsiyetleri de bulunmaktadır.

v Nahit Sırrı Örik, 10 Temmuz 1908’den 31 Mart 1909’a kadar olan yakın tarihimizin çok önemli bir sürecini çeşitli sorgulamalar süzgecinden geçirerek dikkatlere sunar.

v Abdülhamit Düşerken isimli roman, Osmanlı imparatorluğunun çöküşünü hazırlayan sosyal, politik ve kurumsal nedenleri bir aşk kurgusu çevresinde irdelemektedir.

v Yazar, bu döneme ait düşüncelerini ve dönemin tarihsel olaylarını ortaya koyarken, roman kişilerinin hareketlerinin arkasındaki psikolojik ve sosyolojik nedenleri, çıkar kaygılarını, endişelerini de dikkatlere sunar; kişilerin davranışlarını yönlendirirken değerleri duyma noktasındaki çelişkilerini sergiler. Bir bakıma, söylemek istediklerini, kişilerin bu iç tahlillerinin arkasından aksettirir.

v Fethi Naci, romanda, Nahit Sırrı’nın bir dönemi yansıtırken Abdülhamit ve Hareket Ordusunun gelişini haklı göstermeye çalıştığını belirtmektedir.

v Romanda kişisel duygular, ilişkiler, insanların yapıp-etmelerini yönlendiren değerler tarihsel olayların daha önündedir. Bir bakıma tarihteki önemli olayların arkasında insani davranışların, duyguların, önlenemez hırsların payı dikkatlere sunulur. Osmanlının çöküşündeki çürümüşlüğün insana sirayet etmiş bütünlüğünün ne kadar vahim olduğu sezdirilir.



TARIK BUĞRA-KÜÇÜK AĞA



v Tarık Buğra’nın ikinci romanı Küçük Ağa, 1963 yılında istanbul’da yayımlanır. Tarık Buğra, Küçük Ağa’yı çocukluğundan itibaren babasından, babasının arkadaşlarından dinlediklerinden ve yazılı belgelerden hareketle kaleme almıştır.

v Küçük Ağa, Millî Mücadele yıllarının Kuvayı milliyenin oluşumundan Çerkez Ethem birliklerinin bozguna uğratılması arasındaki dönemin kurgusu niteliğindedir.

v Yazarın Millî Mücadele yıllarını konu alan romanı, halk hareket noktası alınarak kurgulanmıştır. istanbullu Hoca, Çolak Salih, Reis Bey, Doktor Haydar, Ali Emmi gibi halktan insanlar romanın kahramanlarıdır.

v Fatih Andı ve Beşir Ayvazoğlu, bu çok yönlü roman kişilerinin yer alışını kazanılan zaferin, daha önce kaleme alınmış romanlardaki tezlerden ayrı olarak, bütün millete ait olduğu görüşünden kaynaklandığını belirtirler.

v Küçük Ağa romanında kurguda yer alan şahısların tümü, Millî Mücadele yıllarının birer unsurunu simgelerler.

v Sevim Kantarcıoğlu, romanı destan olarak değerlendirir.

v Trajik veya traji-komik omurga, Çolak Salih ve Küçük Ağa’nın yaşadıklarıdır.

v Taner Timur, Küçük Ağa’nın Milli Mücadele yıllarına Türk-islam sentezi perspektifinden yaklaştığını, bu nedenle de 12 Eylül sonrasında çok okunduğunu belirtir.

v Küçük Ağa romanında iki şahsın diğerlerinden fonksiyon ve simgelediği unsurlar bakımından öne çıktığını görürüz: Küçük Ağa (önceleri istanbullu Hoca) ve Çolak Salih. Tarık Buğra, Çolak Salih’in asker olması dolayısıyla, dönemin siyasal ve sosyal olaylarını, kurgu içerisinde anlatmakta zorlanmaz.

v Çolak Salih, geçmişin ihtişamını aramaktadır. Çanakkale’de kolunu kaybetmiş, herkesin kendisine acıma duygularıyla yaklaştığı, hatta uzaklaştığı bir adam hâline gelmiştir. Görev anlayışı en üst seviyede gelişmiş olan Çolak Salih, halk adamıdır. Memleketine ve vatanına geleneksel bağlılığı temsil etmektedir. Millî Mücadele öncesinde çok iyi bir askerdir. Silah talimlerinde hâlâ iyidir. Aynı zamanda güvenilir bir kuryedir. Aile hayatı söz konusu değildir.

v istanbullu Hoca, Anadolu insanının Millî Mücadeleye bakışını en iyi ortaya çıkarabilecek bir mekândadır: Cami. Cami, Osmanlı imparatorluğunda Millî duyarlılığın, halifeye bağlılığın en çok konuşulduğu, tartışıldığı, duyarlılığının yaşandığı mekân durumundadır.

v Roman içerisinde tedricen tanıdığımız istanbullu Hoca, başlangıçta cemaati etkileyen konuşmaları ve Osmanlıya bağlılığı ile karşımıza çıkar.Daha sonra eşi ve aile duyarlılığı çevresinde tanıtılan istanbullu Hoca, romanın ilerleyen kısımlarında Millî Mücadeleye ve bağımsızlığa olan inancı ile ortaya çıkar. Ancak zafer sonrasına dair kuşkuları da vardır.

v istanbullu Hoca’nın romanda din adamı olması bir tesadüf değildir. Roman, istanbullu Hoca’nın (Mehmet Reşit), Küçük Ağa oluş macerası üzerine kurulmuş gibidir. Tarık Buğra’nın bir din adamını temel kahraman olarak belirlemesinde ve romanını ondaki değişim üzerine kurmasının bir nedeni vatanın kurtulmasında dinin fonksiyonunu tanımlamaktır.

v Tarık Buğra Küçük Ağa romanı için kaleme aldığı bu önsözde, din unsurunun Millî Mücadeledeki rolünü tanımlarken, Küçük Ağa’nın yaşadığı maceranın da çağdaşlarının en az yarısının ortak kaderi olduğunu söyler.



ATTİLÂ İLHAN-DERSAADET’TE SABAH EZANLARI



v Attilâ ilhan’ın Aynanın içindekiler serisinin dördüncü kitabı olarak yayımlanan Dersaadet’te Sabah Ezanları’nın basım yılı 1981’dir. (Daha öncekiler Bıçağın Ucu, Sırtlan Payı ve Yaraya Tuz Basmak yayınlandı , daha sonra da O Karanlıkta Biz) Attilâ ilhan bu romanlarında yakın dönem Türk tarihini kurgu ile yorumlamaktadır.

v Attilâ ilhan, Dersaadet’te Sabah Ezanları romanını aynı tarzda kaleme almış, yakın dönem Türk tarihinin belirli bir sürecini yansıtmaya çalışmıştır. Roman, 1909’dan izmir’in Yunanlılar tarafından işgalinden hemen sonrasına, Millî Mücadele’nin Anadolu’da güç kazandığı döneme kadar (1920) olan bir süreyi işler.

v Dersaadet’te Sabah Ezanları , Millî Mücadele yıllarına, istanbul’u merkeze alarak bakmaktadır.

v Attilâ ilhan, romana izmir’in işgal edilmesiyle başlar. Ancak kurguyu çevresinde oluşturacağı Abdi Bey, Neveser, Münif Sabri ve diğerlerinin bugünlere nasıl geldiğini açıklayabilmek için 1909 Mayıs’ına kadar gider.

v Roman, ittihat ve Terakki mensubu Abdi Bey ve ailesi çevresinde Osmanlı imparatorluğu’nun son yıllarına bakar. Bir bakıma çözülüşün ve çöküşün temel nedenlerini, iç ve dış etkilerini irdeler.

v İzmir’in işgalinden sonra Anadolu’da başlayan canlanmayı, istanbul’dan Anadolu’ya yapılan katkıyı Münif Sabri ve benzeri roman kişileri çevresinde anlatır.

v Attilâ ilhan, toplumumuzun on yıllık bir sürecine yalnızca tarihî açıdan bakmaz. Bu süreci; sosyal hayatı, siyasal panoramayı, iktisadi durumu ve eğlence diyebileceğimiz cinsellikleri roman kişilerinin dünyasına yerleştirerek kurgusunu gerçekleştirir.Yani yakın tarihimizi ilgilendiren olaylar dizisini çok geniş açılardan irdeler.

v Attilâ ilhan, Dersaadet’te Sabah Ezanları’nda Neveser’in babası “Alaman Ziya” çevresinde Osmanlı-Alman ilişkilerini anlatır.

v Mustafa Reşit Paşa’nın Tanzimat döneminde “Devlet-i Aliyye’nin” kaderini ingilizlerin eline bıraktığını diyaloglar aracılığıyla belirten Attilâ ilhan, II. Abdülhamit döneminde de Almanlarla ittifak yaparak Rusya ve ingiltere’ye karşı güç kazandığı zannında olduğunu, bu nedenle de her şeyin Almanlara bırakıldığını dile getirmektedir. Almanlarla iktisadi ve teknolojik yardımlaşmanın boyutları “Alaman Ziya” aracılığıyla, onun yorumuyladır.

v Attilâ ilhan’ın Dersaadet’te Sabah Ezanları’nın kurgusunda düşüncelerini aktarmada yararlandığı kişilerden biri de Ahmet Ziya’dır. Ahmet Ziya’dan romanda, işgal İstanbul’unda işçi hareketlerinin anlatılmasında yararlanılır. Bir bakıma da sosyalizmin temsilcisi durumundadır.

v Ahmet Ziya, Aynanın içindekiler serisinde Dersaadet’te Sabah Ezanları’ndan sonra da varlığını sürdürür. Yazar, Millî Mücadele döneminde, sosyalistlerin tam bağımsızlıktan yana olduklarını da Ahmet Ziya ile vurgular.

v Dersaadet’te Sabah Ezanları romanında olaylar genel olarak istanbul’da geçer. Selanik, Paris, biraz da izmir romanın kurgusu içerisinde olaylara sahne olur.

v Romanda sosyal hayat ve ekonomi dönemin siyasal hayatıyla iç içedir. istanbul’da işçi problemlerinin çıkması, insanların yoksulluk nedeniyle fırınlara saldırması, Halıcızade Abdi Bey’in ticari faaliyetleri, yine Halıcızadelerin Leon Mizrahi ile ilişkileri ve Barzilay-Mizrahiler; hem bir dönemin çeşitli etnik ve dini grupların yönlendirdiği Osmanlı’nın iktisadi hayatını hem de bir dönemin ekonomik ve sosyolojik panoramasını verir.

v Dönemin siyasal olayları önceleri ittihat ve Terakki ve Abdi Bey çevresinde, daha sonra Millî Mücadele ekseninde Münif Sabri, Neveser, Ahmet Ziya’nın yaşadıklarına dayanılarak verilir. Türklerin dışında, romanda yer alan ve bir dönemdeki icraatlarıyla çöküşü hazırlayan Almanlar, Yahudiler ve Rumlar dönemin sosyolojik olgusunu verir. Eğlence hayatı, Bacaksız Abdi Bey’in Paris’te, istanbul’da Mizrahilerin evinde Roza ve Raşel ile yaşadıklarından hareketle dikkatlere sunulur..
 

asah

GOLD Üye
Katılım
14 Eki 2012
Mesajlar
2,943
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Bölüm:
Türk Dili ve Edebiyatı
Şehir:
Zonguldak
2.ÜNİTE



TOPLUMCU GERÇEKÇİ ROMANIN SİYASAL SOSYAL ARKA PLANI



v Türkiye’de toplumcu gerçekçi edebiyatın siyasal ve düşünsel arka planının Cumhuriyet öncesinden başladığı kabul edilsede, bu kabul, siyasal ve edebi metinlerle fazlaca desteklenebilecek, bir kabul değildir.

v Ahmet Oktay’ın dediği gibi Türkiye solunun geçmişinde kuramsal taban görme eğilimi romantik bir tavırdır .

v Edebiyatın sosyal işlevini öne çıkaran Tanzimat yazarlarından Sami Paşazade, Fransa’da ayak üstü tanıştığı Lenin’den çok önemsiz bir şekilde söz eder. Tanzimat aydını devleti ıslah etmek için meşrutiyete doğru giden yolu ararken Marksçı bir siyasal tasarımın Avrupa’da olgunlaştığının farkına bile varmaz.

v Türkiye’deki sosyalist fikirlerin kaynaklarına bakılırken Beşir Fuat’a da atıf yapılır. Onun biyolojik materyalizmi ve din karşıtlığı, bu atıfların yapılmasına vesile olmuştur. Gerçekte Beşir Fuat’ın yazılarında Marks’a hiç atıf bulunmadığı gibi Avrupa ve Rusya’daki etkisine dair de bilgi yoktur.

v Tevfik Fikret’in devlet karşıtlığı, hürriyet ve yoksulluk şiirleri, Türkiye sosyalist edebiyatının öncülü gibi yorumlansa da aslında Fikret, pozitivist ve hümanist etkilerle yerleşik kültür ve siyasete tepki gösterir.

v Osmanlı toplum yapısının din, tevekkül, devlet ve tebaa gibi ana belirleyicileri, sömüren ve sömürülen şeklindeki sınıflaşmanın doğurucusu olan sanayileşmeye ve kapitalistleşmeye imkân vermemiştir.

v Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan süreçte, başta toplumcu gerçekçi edebiyatın ana metni olan Das Kapital dahil olmak üzere sosyalizm etrafında da bir çeviri etkinliği olmamıştır.

v Osmanlı Türkiyesinde sosyalist düşünce ikinci Meşrutiyet döneminde görülür. Türkiye’de sosyalist düşüncenin ilk yazarı, 1910’da çıkardığı iştirak adlı gazeteden dolayı iştirakçi Hilmi olarak bilinen Hüseyin Hilmi’dir.

v İştirakçi Hilmi’nin 1919’da kurduğu Türkiye Sosyalist Fırkası ve yayınladığı idrak gazetesi ile debbağhane, tersane ve tramvay grevlerinde önemli rolü olduğu belirtilir.

v Hüseyin Hilmi’nin İştirak dergisinde özellikle 1912 yılındaki sayılarda sosyalizm ve onun çevresindeki kavramları tartışılıyor olması, onun Osmanlı Türkiyesindeki ilk sosyalist yazar olarak anılmasını geçerli kılar.

v İştirak Çevresi içinde Hüseyin Hilmi’den sonraki ikinci kişi Dr. Refik Nevzat’tır. Refik Nevzat, eski bir Jön Türk’tür; Paris’te bulunduğu sıralarda Fransız sosyalistlerinden etkilenerek solcu olmuş, Hüseyin Hilmi çevresi ile irtibata geçmiş ve Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın Paris şubesini kurmuştur.

v Cumhuriyet döneminde, hukuk, eğitim, milli ekonomi gibi alanlardaki modernleşmeler, birçok yönüyle, Tanzimat ve Islahat hareketlerinin, hız ve yaygınlık kazanmış şekli olarak görülebilirler.

v İttihat ve Terakki’nin 1913’lerden sonra milliyetçi ideolojiyi sistemleştirmesi ve bir yönetim tabanı olarak işlemesi düşünülürse, Cumhuriyetin, bu sürecin siyasal inkılâbı olduğu kabul edilebilir.

v Yeni devletin ve kültürün inşasında düşünsel temel Türk milliyetçiliğidir. Laik ve pozitivist karakterli bu milliyetçilik, yeni sosyolojinin tekliflerini taşımak durumunda olduğu gibi, yönetim ve kurumsal alandan itilen dinin bıraktığı boşlukları da doldurmak durumundadır.

v Tek Parti döneminin edebiyat fikir hayatını belirleyen halkçılık düşüncesidir. Halkçılık düşüncesini Mustafa Kemal, Gökalp’ten almıştır ve onun için halkçılık merkezinde halkı sınıfsızlaştırmak vardır.

v İnönü döneminde ise halkı “aydınlatmak, istenilen doğrultuda dönüştürmek” merkezinde kalmıştır. Sosyalist ve hümanist eğilimlerle birleşmiştir bir ölçüde. Etkinliğini Halkevleri ve köy enstitüleri ile genişletmiştir.

v Sosyalist, işçi sınıfı diyemediği için, köylü ve halk kavramlarına sarılmıştır.

v Türk edebiyatında genel olarak Marksizm merkezinden yayılan ideolojik yapıyı kuran Nazım Hikmet’tir. O, Türkiye’de sınıfların çatışmasına dayanan bir gelenek olmadığı halde, ilk olarak emek, yoksulluk, sömürülme gibi temaları işlemeye başlar. Nazım Hikmet’in getirdiği bu içerik sadece Cumhuriyet dönemindeki şiiri değil bütün edebiyatı etkiler.

v Sadece ilhami Bekir Tez, Hasan izzettin Dinamo, Rıfaz Ilgaz, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Ahmet Arif gibi şairler değil, Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Kemal Tahir gibi romancılar da Nazım’ın açtığı yolda devam ederler.

v 1960’larda modernist ve bireyci edebiyata (temeli marksizim olsa da) karşı çıkarak Sosyalist gelişmeye paralel etkinlikte bir edebiyat ortamı kurmaya çalışan ikinci kuşak toplumcu edebiyat da köy romanı da Nazım’ın kurduğu edebiyat atmosferinden nefes alır.

v Nazım Hikmet’in 1929 yılında Resimli Ay dergisinin 4. sayısından itibaren başlattığı “putları yıkıyoruz” kavgası , Türkiye’de edebiyat çevresinde başlayan ideolojik kavganın da merkezini oluşturur.

v Nazım’ın eleştirdiği şairlerden birinin, yenileşen Türk şiirinin ilk mimarı (Abdülhak Hamit), diğerinin, milliyetçiliğin ilk şairi (Mehmet Emin Yurdakul) olmasından dolayı büyük bir gürültü kopar. Örneğin, Hamdullah Suphi, ikdam gazetesinde Nazım Hikmet ve arkadaşlarını “bolşevik kapısının müseccel köleleri” olarak nitelendirir.

v Nazım Hikmet’in enternasyonal eşitlikçi, modern ve materyalist duruşuna, “Kerem ile Aslı” ve “Şeyh Bedreddin Destanı” ile kurduğu sosyalist gelenek algısı, Türkiye’deki yerli sosyalizmin kaynağı olur. Cahit Tanyol, Kemal Tahir ve Attila ilhan’ın düşüncelerinin merkezi sayılabilecek “Anadolu sosyalizmi” bu kaynaktan hareket etmiştir.

v Türkiye’de hapishane ve edebiyat ilişkisinin sosyal bir olgu olarak tarihe yerleşmesinde de Nazım Hikmet bir dönüm noktasıdır. Komünizm prapagandası yapmak veya Türkiye Cumhuriyetini veya ordusunu tahkir etmek suçundan dolayı Nazım Hikmet bir çok defa yargılandığı ve tutuklandığı gibi, bir çok şair yazar da Nazım’ın kitaplrını okumak ve onun yaptığını yapmak gibi sebeplerden dolayı yargılanmış ve mahkûm olmuştur. Siyasal ve edebi tarihe “Donanma Davası” olarak geçen yargılamalar ve mahkumiyetler önemlidir.

v 1938’de Nazım Hikmet, Kemal Tahir, Nuri Tahir, Hamdi Alev Şamilof, Emine Alev, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Fatma Nudiye Yalçın, Kerim Korcan, Mehmet Ali Kantan, Seyfi tekbilek, Hüseyin Avni Durugün gibi şair, romancı, gazeteci yargılanmış ve hapse atılmışlardır.

v Kemal Tahir ve Orhan Kemal gibi toplumcu gerçekçi romanın ustaları sayılan bu iki ismin hayatında Nazım Hikmet’le kurdukları ilişki ve bir eğitim mekanı haline getirdikleri hapishane oldukça önemlidir.

v Türk romanında toplumcu gerçekçiliğin ilk yansımaları, işçi hayatlarının anlatılmasıyla 1930’larda başlar.

v Bazı yazarlar, eserlerinde ikinci planda da olsa sınıf çatışmalarına yer verir. Maden işçilerinin hayatını anlatan Reşat Enis, Afrodit Buhurdanında Bir Kadın’da maden işçileriyle sanayi işçilerini, “sömürülenler” olarak gösterir.

v Sabahattin Ali, Sadri Ertem gibi yazarların eserlerinde de belirli bir toplumcu gerçekçilik vardır.

v Ama bu üç yazarda da “sosyalist öz”, tek tek yazarların kişisel özelliklerini, oturmuş veya seyyal birikimlerini yansıtır. Henüz işçi sınıfı, bütünüyle toplumcu gerçekçi yöntemlerle ele alınmaz. Ancak halka dönüş, toplumsal etkinlik sürecine giren yeni bir insanı haber verir. Meselâ Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’u. Bu yeni, yarı feodal bir yapının veya yoksulluktan bıkmış bir toplumun insanı, oluşmakta olan yeni bilinçteki insanı yansıtır .

v İşçi oluşumunda ilk halka, Avrupa piyasalarının artan taleplerine uygun olarak bahçe ve sanayi ürünlerinin (yani uzmanlaşmış tarımın) gelişmesi sonucu tarım kesiminde ilk kez kapitalist üretim ilişkilerinin belirmeye başlamasıdır. Bu anlamdaki bir kapitalizmin, etki alanına giren ilk yöre Çukurova olmuştur .

v Orhan Kemal, Çukurova’daki bu yeni gelişen, “kara düzen”in getirdiği iktisadi atılımlar içinde yenilen, acı çeken, birbiriyle boğuşan, sınıf değiştirme hırsıyla birbirinin sırtına basan bu insanları yansıtır.

v Türk romanında işçiyi, bütün çevresiyle en geniş mânâda eserlerine alan romancı Orhan Kemal’dir.

v Türk romanında toplumcu gerçekçiliğin ilk yansımaları, işçi hayatlarının anlatılmasıyla 1930’larda başlar.

v Cumhuriyet sonrasında “yerli sosyalist düşünce” ve “yerli sosyalist edebiyat” bağlamındaki tartışmaların içinde adı en çok geçen Kemal Tahir’dir. Kemalizmden Marksizm’e geçişiyle, yerli bir Sosyalizme evrilişiyle, Osmanlı gerçeğini kabul edişiyle, Osmanlı tarzı bir iktisadi anlayışı önermesiyle hep tartışmaların odağında yer alır. Anadolu toplumunun yapısı, tarihsel gerçeği ve anlamı üzerine söyledikleri onu evrensel sosyalizmden ayırır.

v Asya Tarzı Üretim Tarzının özelliklerini ve niteliklerini Osmanlı ve Anadolu hayatında gören Kemal Tahir, her toplumun kendi iktisadi şartlarına göre biçimleneceğini ve esasen bugünkü sosyal bozukluğun toplumun kendi iktisadi ve siyasi yapısını kuramamasından kaynaklandığını düşünür.

v Sadri Ertem, Reşat Enis, Sabahattin Ali’lerle başlayan sosyalist gerçekçi roman, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt’larla devam eder.



TOPLUMCU GERÇEKÇi KÖY ROMANI



v İlk Köy Romanından Toplumcu Gerçekçi Köy Romanına Köyden söz eden romanların tarihi Ahmet Mithat’ın Bahtiyarlık’ına, Nâbizâde Nâzım’ın Karabibik’ine, Ömer Ali Bey’in Türkmen Kızı’na kadar götürülebilir.

v Cumhuriyet dönemindeki Anadolu’ya yöneliş hareketlerinin, halkçılık ilkesinden geçerek Köy Enstitülerini doğurduğu, onun da köy edebiyatını beslediği söylenebilir. “Köy romanı” adının da bu romanlara verilen isim olduğu genel bir kabuldür.

v Ramazan Kaplan, Türk Romanında Köy adlı çalışmasında köyü ve köylüyü anlatan romanları tarihsel bir sırayla ele alıp değerlendirir. 1876-1923; 1923- 1950; 1950-1960; 1960-1980 şeklinde kronolojik tasnifte konuyla ilgili 90’a yakın kitap üzerinde çalışan Kaplan da, köy romanının köy enstitülü yazarlarla özdeşleştiğine dikkat çeker.

v Köy Enstitüleri bir kalkınma sevdasının çocuğudur. Kırsalı, kendi şartları içinde geliştirmenin yollarını arayan bu yapı, tarım ve zanaatkârlık alanında önemli elemanlar yetiştirir.

v Kitap okumaya alıştırılan bu insanların hemen hepsi, aynı zamanda hiç olmazsa birkaç şiir de yazmışlardır. Enstitülerden yetişen romancıların tamamı ya doğrudan veya hümanizm ve halkçılık üzerinde sosyalisttirler; köye ve köylüye bakışlarını sosyal gerçekçilik (sosyal realizm- toplumcu gerçekçilik- sosyalist realizm) belirler. Ama bu bakış açısıyla roman yazanlardan Köy Enstitüsü mezunu olmayanlar da vardır.

v En çok konuşulan romanlardan bir kısmı ; Mahmut Makal, Bizim Köy (aslında köyle ilgili notlardan oluşan bir kitap); Orhan Hançerlioğlu, Ekilmemiş Topraklar ; Kemal Tahir, Sağır Dere ; Yaşar Kemal, ince Memed ; Yaşar Kemal, Teneke ; Talip Apaydın, Sarı Traktör ; Fakir Baykurt, Yılanların Öcü ; Fakir Baykurt, Irazca’nın Dirliği ; Kemal Bilbaşar, Cemo ; Hasan Kıyafet, Gominis imam ; Kemal Tahir, Büyük Mal ; Abbas Sayar, Yılkı Atı ; Dursun Akçam, Kanlı Derenin Kurtları.

v Yaşadıkları gerçekleri anlattıklarını söyleyen romancıların, köylünün problemlerini gördükleri açıktır. Örneğin köyde yoksullar, zenginlerden daha çoktur. Köylüler, pozitivist ahlâktan çok geleneksel ahlâka bağlıdır. Köylerde imamlar, şeyhler, ağalar da vardır. Köylü hem topraksızdır hem de toprağını verimli kullanacak araçlardan yoksundur. Bütün bunlar, köylünün gerçeklikleri olarak işlenmiştir ve doğrudur.

v Bu çatışmaların tarafları birçok romanda aynıdır: köyde mutlaka sömürülen büyük bir kitle, sömüren birkaç kişi vardır. Sömürülenin yanında bir öğretmen, kaymakam, hâkim vs bir aydın bulunur. Sömürenler, ağadır, belediye başkanıdır ve yanında her zaman şeyh veya imam vardır. Bazen aydının vereceği savaşı, ezilenlerin içinden bir kahraman verir.

v Bu ortaklıkları bir şema sayarsak, bu şemadan, Türkiye’nin sosyalist gelişmesinin köyden olacağı düşüncesi çıkmaktadır. Köydeki yapıyı feodal bir yapı olarak algılayan bu yaklaşım, köylünün ahlâkını da feodal bir ahlak olarak değerlendirir. Buna göre din, gelenekler, üretim ilişkileri, “ağalar” üzerinden feodal yapıyı beslemektedir.

v Fakat bütün romanlarda bu şablonun olduğunu söylemek doğru değildir. Örneğin Talip Apaydın’ın Sarı Traktör’ünde, köyün delikanlısı, daha fazla verim elde etmek ve bu arada işaret edilen bir kişi olmak için traktör almak ister. Teknolojinin tarıma girmesi yoluyla olacak kalkınma, eserin ana düşüncesini oluşturur.

v 1960’lardan sonra köye bakışta bir değişme yaşanır.

v Aynı ideolojik arka plandan gelen Kemal Tahir, köylülüğün durağan ve değişmeyen bir yapı olmadığını, onu, farklı açılardan ele almak gerektiğini ileri sürer.

v Romanların şehir köy ilişkisini canlı tutması, köyü tarihsel bir süreç içinde ele alması bu, Anadolu Türk ruhunu bulma düşüncesine bağlıdır.

v Benzer ve farklı tutumları yansıtmak için Mahmut Makal’ın Bizim Köy, Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü, (ikisi de Köy Enstitüsü mezunudur), Yaşar Kemal’in Teneke ve Kemal Tahir’in Büyük Mal adlı romanları incelenebilir.



KÖY ROMANLARI ÜZERİNE



MAHMUT MAKAL: BİZİM KÖY

v Köy hayatına dair tutulan notlardan oluşan bu kitabın roman olmadığı söylense de, köy romanının öncüsü sayılmış ve defalarca basılmıştır.

v Notlara, mülakatlara ve raporlara dayanan bu kitapta Makal, “beş temel unsur üzerinde durmuştur: birincisi ekonomik sıkıntılar; ikincisi, ilkel malzeme kullanma; üçüncüsü, toprak meselesi; dördüncüsü, yeni teknolojilere yabancılık; beşincisi ise sosyal yardımlaşma ve kooperatifleşmedir.

v Bizim Köy’den sonra yazılan köy romanlarının tematik alanı da aşağı yukarı Bizim Köy’deki gibidir.

v Cumhuriyet’ten sonraki köy romanını bütün temalarıyla değerlendiren bir çalışmada romanlar taranmış ve şu problemler tespit edilmiştir. Ekonomik güçlükler (işsizlik,topraksızlık,susuzluk,tefecilik); sosyal hayatın geriliği (aydın köylü ayrılığı,sağlık,eğitimsizlik, cahillik,hurafeler); sosyal çatışmalar (arazi kavgaları, siyasi çekişmeler, köylü ve devlet, ağalık) yasa ve ahlak (öç alma, eşkıyalık, tecavüz) etkili unsurlar (din, hurafe, gelenek).

v Bizim Köy’ün öğretmeninin, köylünün din anlayışı ve din önderi hakkındaki tutumu da, kendisinden sonra gelenlerde devam eder. Romanda istihza ile anlatılan şeyh ve halk ilişkisi, Vurun Kahpeye’den, Yeşil Gece’den Yaban’dan devralınan bir tutumla, Bizim Köy’den sonraki romanlarda da devam eder.

v Bizim Köy’ün öğretmeni, yine diğer romanlarda öğretmen, savcı, hakim, doktor, kaymakam olarak halkı aydınlatmak için çalışır; bu yolda iftira dahil her şeyi göze alır. Bu arada romanlarda geçen mekânların bir kısmının köy olmadığını, ilçe olduğunu belirtmek gerekir.

v Şehirden ötesini köy görmek, aydınlar için normaldir belki ama bir köylü için köy ve ilçe çok farklıdır. Köy romanı denilen birçok roman üzerinde yapılan çalışmalarda bunun üzerinde durulmaz. Bunun birinci sebebi, arka plandaki Anadolu’yu aydınlatmak düşüncesidir. Bu yüzden köy, kasaba, ilçe fark etmemektedir. İkinci sebebi ilçe denilen yerlerin bile, değişen hayat karşısında, ekonomik ve sosyal olarak köyden farksız oluşlarıdır.



YAŞAR KEMAL: TENEKE

v Teneke romanı 1955’te yayımlanır. Teneke, köy romanlarının bir kısmı için belirlenen şablona uyan bir romandır. Ana problem, yerleşim yerine yakın yerlerde çeltik ekmek isteyen ağalarla, buna karşı çıkan kişiler arasında yaşanır.

v Okçuoğlu ve diğer ağalar, çeltik ekmek için kaymakamlıktan ruhsat almak zorundadırlar. Fakat kaymakamlığa vekalet eden Resul Efendi ekim yapılmak istenen yerlerin yerleşim alanlarına yakın olması ; oluşacak bataklıklar sıtma salgınını başlatması sebebiyle ruhsatı vermez. Bu arada yeni atanan kaymakam Fikret Irmaklı gelir.Kaymakamı inandırarak ruhsatnameyi alırlar. Ruhsat verilmemesi gereken yere ruhsat verdiğinden dolayı kaymakam hakkında dedikodular başlar.Kaymakam gerçeği öğrendiği için, çeltik ruhsatlarını vermez. Ağalar Siyasetçi Ahmet’e bir telgraf yazdırarak Ankara’ya gönderirler.Kars Kağızman’a tayini çıkar.



v Eleştirmenler, köy romancılığı içinde Yaşar Kemal’e ayrı bir önem verir. Romanlarındaki zengin ve masalsı Türkçe, gelenek ve görenekler, halk kahramanlığı ve diğer folklorik öğelerin yeni bir dille aktarılması bu “önemin” bağlı olduğu özelliklerdir. Uluslararası ününü, dönemin sosyalist edebiyat yayılmasına, yazarın politik manevralarına bağlayanlarda vardır.



v Teneke de kaymakam ve ağalar, ilçede yaşasa da, işlenen, Sazlıdere köylüsünün problemidir. Ekonomik temelli olan çatışmanın genel olarak iki tarafı vardır: Birinci tarafta ağalar ve onlardan beslenen köylüler, memurlar ve siyasetçiler vardır. ikinci tarafta, emeklerini ve mallarını ağalara terk etmek istemeyen köylüler ve onların haklı olduğunu düşünen kaymakam vardır. Fakat iki taraftaki sosyal figürler, çatışmanın devam etmesi için aynı direnci veya sebepleri göstermezler.

v Yaşar Kemal, yapıyı böyle ortaya koyarken tarihsel maddecilik felsefesine ve sosyalist ekonomik ilkelerine bağlıdır. Ama gücünü köylünün haklılığından ve kanunlardan alan kaymakamı, teorik bir idealist halinde ortaya koymaz. Hatta direncin doğallığını artırmak için, direnen köylüleri de öne çıkarır.

v Çatışmanın ortaya konuluş biçimi okuru, haklarına sahip çıkan köylünün ve kendi çıkarı için halkını feodalite çarkına ezdirmek istemeyen kaymakamın yanına çeker. Sınıfsal bilincin köydeki düzenin değişmesiyle ilerleyeceğini düşünen sosyal gerçekçi yazarın hedefi de budur.



FAKİR BAYKURT: YILANLARIN ÖCÜ

v Köy Enstitüsü mezunu Fakir Baykurt da, köy romancıları içinde en çok okunan, en bilinen yazarların başında gelir. Bunun, romancı özelliklerinden gelen sebepleri olduğu gibi, siyasal hayatına, romanlarının sinemaya aktarılmasına bağlı sebepleri de vardır.

v Fakir Baykurt, Türk köyünün acısının , çilesinin gerçek gözlemlerle anlatılabileceğini söylemiş. Daha sonra sadece gözlemci gerçekliğin yeterli olmayacağını düşünerek , edebiyat, insanlarımızı hayata karşı, devrimci tavır ve davranışlı yapmada önemli bilinçlendirme aracıdır ; demiştir.

v Bu “devrimci bilinçlendirme” için niçin köy seçilir? Fakir Baykurt, önemli olanın köy, şehir olmadığını, herkesin iyi bildiği yerdeki bozuk düzeni anlatması gerektiğini söylese de bu pek de doyurucu bir cevap değildir. Belki şu düşünülebilir: Bu yazarlar sözünü ettikleri “bilinçlenmeyi” Köy Enstitüleri’nde öğrendiler; mezun olduktan sonra da çalıştıkları yerler köylerdi; doğal olarak, bilincin aktarılacağı yerler köylerdi.

v Alemdar Yalçın, bu sebeplerin yanına, köy romanının geliştiği yıllardaki uluslar arası etkileri de koymakta ve bilinçlenmenin (devrimin) köyden geçerek geleceği inancının, bu etkilere bağlı olduğunu işaret etmektedir .

v Bu romanlar köylüyü nasıl bilinçlendirecek? Her halde köylünün kitap okuduğunu hele de roman okuduğunu söylemek mümkün değildir. Beklenebilecek en inanılır etkilenme, köye gelen aydından köylünün etkilenmesi olacaktır. Öyleyse bu romanlar, köylüye değil, köylünün nasıl bilinçleneceğini okuyacak olanlara yazılmıştır.

v Fakir Baykurt’un, 1958’de Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilen Yılanların Öcü adlı romanı 1959’da yayımlanır.Yazar daha sonra bu romanının problemini Irazcanın Dirliği ve Kara Ahmet Destanı ile devam ettirir.

v Roman yayımlandığı yıllarda olumlu eleştirilerin yanı sıra olumsuz eleştiriler de alır. Olumlu eleştiriler, romanın köy gerçekliklerini anlatmasıyla; olumsuz eleştiriler, köylüye bakışıyla ve eserin müstehcenliği ile ilgilidir. Fakir Baykurt’un romanlarındaki cinsellik anlatımı, daha sonraları da eleştiri konusu edilmiş; Tırpan adlı romanı bu boyutuyla tartışılmıştır.

v Yılanların Öcü’nde çatışma unsurlarını oluşturan yapı, Yaşar Kemal’in Teneke’sindeki yapıyla aynıdır.

v Yılanların Öcü’nün hikayesi, Burdur’un seksen evlik Karataş köyünde geçer . Muhtar ve çevresindekiler, her şeyi kendi çıkarları doğrultusunda düzenlerler; bu düzene karşı duranları ezerler. Buna karşılık, yoksulluğun, kimsesizliğin çarklarından geçmiş, oğluna hem ana hem baba olmuş Irazca Ana ve oğlu Bayram, zulme ve zillete karşı dururlar. Muhtar’ın yanında, çıkarlarını muhtarın, yani gücün ve paranın yanında bulanlar ve köyün imamı vardır. Bayramların yanında ise gücünü kanundan ve devletten alan kaymakam vardır.

v Kişilerin kendi yöresel ağızlarıyla konuşmaları, köydeki kavgaların sebeplerinin gösterilmesi, köylünün inanç ve korkularının vakaya katılması gibi özellikler, romanın gerçeklik dünyası olarak değerlendirilir.

v Niçin Bayram’a sahip çıkacak bir köylü yoktur? Köylerimizdeki sosyal yapı tamamen güçlü olana hizmet eden bir yapı mıdır? Veya köylerde muhtar, ağa, imam, niçin hep ezen taraftır? Bu soruların sosyolojik temellere dayanan cevapları, Yılanların Öcü veya benzeri romanlarda yoktur.



KEMAL TAHİR: KÖYÜN KANBURU

v Kemal Tahir, köyü ve köylüyü, sosyal ve siyasal yapının tümüyle ilişkilendirir ve böylece Anadolu insanının ortak ve bütünlüklü yapısını ortaya çıkarmak ister.

v Alemdar Yalçın, Kemal Tahir’in, Osmanlı toprak sisteminin, batıdaki derebeylik sistemine benzemediğini, köy romanlarını yazdığı sırada keşfettiğini söyler.

v Romancının vardığı sonuç, kültür geleneğinin, ekonomik geleneğin, her millette kendine göre bir değişim yolu izlediğidir.

v Kemal Tahir’in Köyün Kamburu adlı romanı da Yılanların Öcü gibi 1959’da yayımlanır. Bu roman da Fakir Baykurt’un romanı gibi üçlü serinin bir parçasıdır. Daha 1960’lara gelmeden, köy gerçekliğine farklı yaklaşımların oluşmaya başladığı görülür.

v Köyün Kamburu’nda romanın hikayesi, Parpar Ahmet’in oğlu Çalık Kerim’in etrafında geçer. Çalık Kerim, sakat ve çirkindir ama parlak bir zekaya sahiptir. Çiftlik sahibi Ömer Efendi, Kerim’i yanına kuyrukçu olarak alır. Çiftliğe gelen dindar kılıklı Abuzer Efendi, aslında ahlâksız bir adamdır .Sürülerini ve içine farklı maddeler karıştırdığı gıdaları, Osmanlı ordusuna satarak, orduyu soymaktadır. ikinci Meşrutiyet’ten sonra da düzeni bozulmaz; çünkü ittihat ve Terakki ile de sağlam ilişkiler kurmuştur. Köyün imamı Kerim’i, Çorum’a medrese tahsili için gönderir. Çalık Kerim tahsili bitirir ve köye döner. Bir süre sonra imamı, hatta bütün köylüyü yanına çeker. Abuzer’den gördüğü dalavereleri çevirerek , karaborsacılık yaparak zengin olur.

v Köyün Kamburu’nda köy romanı şablonu kırılır; ağalar ve köylüler şeklindeki çatışma, yerini daha karmaşık çatışmalara bırakır. Ekonomik yapıdan eşkıyalığa, cinsel saplantılardan, siyasete kadar, toplumun yaşama biçimini oluşturan her tabana uzanır. Sosyal ve siyasal gelişmelerin etkisinde gelişen köylü tutumunda genetik ve natüralist etkiler aranması, köy romanı için yeni bir bakıştır.

v Köydeki ahlaksız, zorba, düzenbaz yapıyı, çöken imparatorluğun oluşturduğu kaos ve güvensizlik ortamıyla ilişkilendirmek, Çalık Kerim’in, karaborsaya girmesinde, köyü, düzenbazlığıyla yanına almasında, eşkıya ile baş edecek kadar, hile ve desise ustası olmasında, hem çirkinliğinden ve hem de çiftlikte aynı karakterdeki Abuzer Efendi’yi izlemiş olmasından gelen etkiler vardır.

v Yazar, böylesi bir tutumla, birbirini etkileyen bütün olgular arasında bir Anadolu kimliği bulma peşindedir. Anadolu’daki bu olumsuz yapı, tarihin derinliklerinden gelmemiş, çöken bir devletin her türlü otoritesinin kaybından beslenmiştir.

v Kemal Tahir’in köylüyü, cinsel sapkınlıklar, hileler ve çeşitli ahlâksızlıklar içinde göstermesi, bir çok haklı eleştiri almıştır. Fakat Kemal Tahir, Anadolu idealizminden de, romantik Marksist tutumdan da ötede bütüncül bir bakış getirdiği iddiasındadır. Ona göre, iyiyi kötüyü kesin çizgilerle ayırmak; köylüyü övmek veya köydeki varsayılan feodal yapının karşısına, emeğine sahip çıkan bir cesur adam çıkarmak veya bilinçli bir sosyalisti köye göndermek, Anadolu gerçeğini bulmada uygun yollar değildir.



TOPLUMCU GERÇEKÇİ İŞÇİ ROMANI

İŞÇİ ROMANININ DOĞUŞU



v Osmanlı toplum yapısı, sınıflı bir yapı değildir. Marksist iktisat teorilerinde izlenen diyalektiğe göre de Osmanlı toplum yapısında sınıfların olması mümkün değildir. Sanayileşme olmadan, kapitalist üretim ilişkileri şekillenmeden işçi sınıfının oluşamayacağı genel bir kabuldür.

v Islahat hareketlerinden sonra bazı işçi cemiyetleri kurulmuştur: Bilinen ve belgelenmiş ilk işçi örgütü Ameleperver Cemiyeti’dir. ilk işçi hareketi de 1872 yılında patlak vermiştir.

v 1895 yılında Osmanlı Amele Cemiyeti kurulmuştur. Gizli ve yıkıcı çalışmalar yaptıkları gerekçesiyle 1896’da kapatılmasından sonraki ilk önemli işçi hareketi, Reji idaresi’ne karşı tütün işçilerinin 1906 grevidir.

v Osmanlı’nın son yıllarında oluşan bütün bu işçi hareketlerinin temelinde “işçi hakları” olduğu görülmektedir.

v Bu “hak arama” istekleri, Marksist anlamda bir sınıfsallaşmayı içermez. Avrupa’daki sanayileşme süreci içinde gelişen sınıf hareketlerinin, Türkiye’ye “ücretlerin iyileştirilmesi yolundaki istekler” biçimindeki yansımalarıdır.

v Cumhuriyeti izleyen yıllarda, işçi hareketlerinin sosyalistler tarafından yönlendirildiği görülür. 1936’da çıkarılan

v 1933 yılında Türk Ceza Kanunu’nun 201. maddesine getirilen bir değişiklikle işçileri işi bırakmaya zorlayanlara ağır cezalar konmuş ve 1938’de de sınıflara dayanan kuruluşlar, dolayısıyla sendikalar yasaklanmıştır.

v Sadri Ertem, Sabahattin Ali, Reşat Enis gibi romancıların romanlarında işçi sorunları görülsede, Türk romanında, gelişen sanayileşmeyi, ağalık ve patronluk arası tutumu olan fabrika sahiplerini ve bu fabrikalarda, köylülükten şehir işçiliğine doğru kaymaya çalışan işçileri, geniş anlamıyla anlatan Orhan Kemal’dir.

v Orhan Kemal’in bütün hikâye ve romanlarında işçiler vardır. Yazarın gerçek hayatında işçiler-yoksullar dışında sürekli bir çevresi pek yoktur. Amelelikten, hamallığa oradan kâtipliğe her işte çalışan Orhan Kemal’in Adana’dayken oturup eğleştiği kahveler işçilerin kahveleridir. Kahvelerde işçi ustası dostlarından alıp okuduğu kitaplar içinde, Rusya’daki yoksulları ve işçileri anlatan Maksim Gorki’nin kitaplarının önemli bir yeri vardır.

v Orhan Kemal’in kendi hayatına ve kendi çevresine benzeyen roman dünyasına girmesi böyle başlamış olur. Ama asıl “bilinçlenme” Bursa Cezaevi’nde Nazım Hikmet’le tanışmasıyla başlar.

v Bu süreç, yazarı, bilinçli olarak toplumsal gerçekliği anlamaya, ona tanık olup yansıtmaya götürür. Artık o, sosyal yapı içerisinde hep yoksulları, ekmek kavgasını, düzenbazlığı, yozlaşmayı, cinselliği görür ve anlatır. Çünkü, sosyal sınıflar arasındaki zıtlığın anlaşılması “kökü mutlaka sınıf gerçeğine dayanan, insana dayanan yeni yollar aranıp bulunduğu oranda” gerçekleşecektir.



İŞÇİ ROMANLARI ÜZERİNE



ORHAN KEMAL: BEREKETLİ TOPRAKLAR ÜZERİNDE



v Orhan Kemal’in 1954’de yayımlanan Bereketli Topraklar Üzerinde adlı romanında birinci derecedeki kişilerin üçü de işçidir. İşahsızın Yusuf, Pehlivan Ali ve Köse Hasan, her yıl Çukurova’ya ekmek parası için akın eden binlerce Anadolu insanından üçüdür. Fakat bu üç arkadaş, fabrika görmemiş köylü ırgatlardır.

v Yusuf, Ali ve Hasan’ın ekmek mücadelesinde ortak bilinç görülmez. Onlar, kendi sınıflarının farkında olmadıkları gibi, kendi aralarında birlik olmayıda bilmezler. Özellikle Yusuf çıkarcı ve dost bilmez bir karakterdir.

v Üç arkadaştan sadece Yusuf’un başarılı olması ilginçtir. insanı ezen toplumsal bir zıtlık içinde en tepkisiz kişiyi başarılı göstermek yazarın bilinçli bir tercihi midir? Yusuf’un bireysel mücadelesinde duvarcı ustalığına kadar varması yazarı etkilemiştir. Yusuf gibi birinin ekmek kavgasından salimen çıkmasında şu mesaj da verilmiştir: Böyle bir ekonomik ve sosyal düzenden ancak iki yüzlü, çıkarcı ve işbirlikçi insanlar başarılı olabilirler.

v ibrahim Tatarlı ve Rıza Mollof, Bereketli Topraklar Üzerinde’yi Marksist açıdan incelerken Ali’nin “her haksızlığa karşı yumruk sıkan biri” olduğunu söylerler. Ama vaka boyunca Ali’nin haksızlıklarla mücadele ettiği görülmez.

v Fabrikada, inşaatta, çiftlikte, patozda işçilik yaptığı hâlde, işçilikle ilgili bir problemle çıkmaz karşımıza. Genel manada Marksist estetik içinde görülen Orhan Kemal için bu bir çelişkidir. Çünkü eğer işçilerin (insanların) hayatında, “yabancılaşma” oluyorsa, Marksist iktisat teorisine göre bu, üretenin üretimden ayrılmasıyla başlar. işçinin sefil durumunu açıklamak için Marx “yabancılaşmış” çalışma teorisini ileri sürer.

v Kapitalist düzende çalışma, klasiklerin düşündüğü gibi nötr (yansız) değil, “yabancılaşmış”tır. Ürün, üreticiden ayrılmıştır, ona ait değildir. Öyleyse yabancılaşma sadece filozofik değil, ekonomik planda da söz konusudur.

v Zeynel, romandaki bireysel yapıyı az da olsa zorlayan kişidir. içinden taş çıkan pilavı döküp, ağaya, ırgatbaşına sövüp sayması, haksızlığa karşı bir isyandır. Küfürlerine “günah” diyen ihtiyara “günde yirmi saat çalış, sonra da dişinden ol (...) ekmeğin hasını, yemeğin etlisini yerler” şeklindeki cevabı “biz-onlar” ikiliğini ortaya koyar. Çalışıp üreten “biz”dir, yiyip tüketen “onlar”dır. Edebiyatın söylemi ile ideolojinin söyleminin farklı olduğunu ve yazarın buna dikkat gösterdiğini düşünebiliriz.

v Asım Bezirci, “Zeynel’in kavgası bireysel”dir der. Ama bize göre, romanda sınıfsal tepkinin en net hâli Zeynel’in davranışlarından yansır.

v Orhan Kemal, romanlarındaki tecrübeli ve vasıflı işçileri bilgili, onurlu gösterir. Patoz ustaları da böyledirler.

v Bereketli Topraklar Üzerinde’de kadın işçiler de vardır. Bunları şu şekilde sıralarız: Fabrikada çalışanlar, tarlada çalışanlar; işçi erkeklerin yanlarında varlığını sürdüren ancak işçi olup olmadıkları belli olmayanlar.

v Aksiyonda yer alsın almasın, romanda geçen bütün kadınlar, gayri meşru ilişki içine girerler. Neden böyle? Tahir Alangu’nun bu konuda vardığı hüküm, analize muhtaçtır: “Orhan Kemal’in hikâyelerinde ise güçlü, çalışkan, evine, erkeğine bağlı, ailenin temelidirler. Erkeklerini felaket günlerinde yalnız bırakmaz, ekmeklerini kazanmakta ona yardımcı olurlar. Bunların en güzel örneği Cemile’deki kadın tipidir.

v Halbuki bu romanda olduğu gibi birçok romanda geçen kadınlar, Tahir Alangu’nun belirlediği özellikleri taşımazlar. Örnek gösterilen Cemile, Orhan Kemal’in otobiyografik karakterli bir romanıdır. Cemile’nin Nuriye Öğütçü Hanım olduğu bilinmektedir ve söz konusu özelliklere sahip olduğu da doğrudur.



ORHAN KEMAL: GURBET KUŞLARI



v Orhan Kemal’in Gurbet Kuşları romanı 1962’de yayımlanır. Bu romandaki İşahsızın Memet, Bereketli Topraklar Üzerinde’deki şehirliyle iki yüzlü bir uyum sağlayarak başarılı olan, duvarcı ustası olarak köyüne dönen İşahsızın Yusuf’un oğludur.

v Bir kuşluk vakti işahsızın Memet, vagon vagon, kamyon kamyon istanbul’a akan köylülerden biri olarak, Kurtalan’dan yükünü alıp gelen bir trenle Haydarpaşa’ya düşer.

v Memet’le karısı Ayşe, sınıf atlama tutkuları içinde insanî özlerini yabancılaştıran bir uzlaşma sürecine girmezler. Bu sırada Menderes iktidarı yeni bir politik organizasyona gitmekte, Vatan Cephesi adıyla mahallelere kadar varan bir dernekleşmeye gitmektedir. Mehmet ve karısı Ayşe bu derneğe girmek istemezler.

v Memet ve karısı, bu iki yüzlü, çıkar ilişkilerine dayalı ahlâksız ilişkiler ağı içinde kendilerine yer olmadığını anlarlar. Bu düzenle uyuşmak yerine Ayşe’nin Hatça Ablam dediği işçi karı kocanın Zeytinburnu’ndaki gecekondularına yerleşirler. Gecekondu, Hatça ve kocasının hayatı çevresinde mutlu, onurlu ve güvenli bir mekân olarak ortaya çıkar.

v İnsanlar yarı aç yarı susuz, çamur içinde ördükleri gecekonduların yıkılmaması için yeşil elbiseli görevlilere para vermektedirler. Memet ile Ayşe de verirler ve bu verdiklerinin “rüşvet” olduğunu gecekonduda “komünist” diye bilinen öğretmenden öğrenirler.

v Dönemin sosyo-politik yapısını yansıtan, gecekondulaşma sürecini gösteren, köylülükten ve işbirlikçilikten işçi olmaya uzanan çizgisiyle Gurbet Kuşları, çok farklı bir yere oturur.

v Gurbet Kuşları’ndaki işahsızın Memet’i olumlu bir tip oluşunu bilerek tasarladığını söyleyen Orhan Kemal, aslında romandaki olumlu kişinin yazarın kendisi olduğu, yani dünya görüşü olduğu görüşündedir. Böyle olunca işahsızın Memet, yazarın dünya görüşünün, gelecek anlayışının bir temsilcisidir.



TOPLUMCU GERÇEKÇi AYDIN ROMANI



v Toplumcu Gerçekçilik ve Birey Olarak Aydın Sosyal aydınlatma isteklerinin baskın olduğu roman tarihimiz düşünüldüğünde, romanlardaki aydınların erken “bunalmaya” başladığı söylenebilir. Halit Ziya’nın Mai ve Siyah’ındaki Ahmet Cemil’i, romanda bunalan ilk kentli aydın sayabilirsek, roman tarihimizde daha çeyrek bir yüzyıl geçmeden görülen bunaltının erken olduğunu söyleyebiliriz. Ahmet Cemil’e, Yakup Kadri’nin Sodom ve Gomore’sindeki Necdet’i, Yaban’daki Ahmet Celal’i ekleyebiliriz.

v Cumhuriyetin ilk yıllarından sonra bunalan aydın yine görünür: Peyami Safa’nın Yalnızız’ındaki Samim, Tanpınar’ın Huzur’undaki ihsan, huzuru ararken hep huzursuzdurlar.

v Fakat Tanzimat’tan 1960’lara kadarki romanlarımızın tamamı düşünüldüğünde, bizim roman aydınlarımızın, erken bunalmanın aksine, varlıklarını toplumun yararına harcamak isteyen idealistler olduğu görülür.

v Ahmet Mithat’ın Felatun Bey ve Rakım Efendi’sindeki Rakım Efendi; Bahtiyarlık’ındaki Şinasi; Mehmet Murat’ın Turfanda mı Turfa mı’sındaki Mansur; Reşat Nuri’nin Yeşil Gece’sindeki Ali Şahin; Halide Edip’in Yeni Turan’ındaki Kaya ve Oğuz; Peyami Safa’nın Fatih Harbiye’sindeki Şinasi ve Ferit; köy romanlarındaki öğretmenler, kaymakamlar gibi aydınlar, hayatlarını, toplumlarını aydınlatmaya harcarlar.

v Başlangıçtan 1960’lara kadar, yazarlarından ayrı düşünülemeyen roman aydınları, toplumunu, kültür, siyasal düşünce ve hatta ekonomik olarak kalkındırmak sevdasındadırlar. Tanzimat romanının aydınları, bazen yenileşen hayatın zararlarından, Batılılaşma taklitlerinden milletini korumak isterler; bazen batı ile doğu arasında yeni bir senteze ulaşarak örnek olurlar.

v Cumhuriyet romanının bazı aydınları, genel olarak Cumhuriyetin hedef ve ilkeleri çerçevesinde, eski düşünceyle, hurafelerle, savaşırlar. Bu aydınların bir kısmı, milletinde milli bir şuur uyandırmak isterler.

v Köy romanının aydınları, halkı, kendilerini ezen ve sömüren kişilere ve düzene karşı bilinçlendirirler.İster iktidar destekli olsun, ister iktidara muhalif olsun, söyleyeceklerinin toplum için önemli olduğunu düşünen her yazar, romanı, aydın ile halk arasındaki zihni ilişkiyi sağlayan bir tür olarak görmektedir.

v 1960’lardan sonraki bazı romanlarda bunalan aydın, artık Tanzimat ve Cumhuriyet romanlarındaki aydın gibi, kesin inançları olan, iddiası ve önerisi olan aydın değildir. Bu romanlardaki aydının bunaltısı, yeni bir kimliği arayan, kökleriyle bağlar kurmak isteyen Peyami Safa’nın ve Tanpınar’ın aydınlarının bunaltısından da farklıdır.

v Bu aydınların bir kısmı, neyi niçin yaşadığını bilmeyen ve yaşadıklarını anlamlandıramayan, bir anlamın peşinde de olmayan; bir kısmı, uğruna savaştıkları ideolojik değerlerle birlikte yenilgiye, ihanete, baskıya uğrayan; maddileşen ve sıradanlaşan ilişkilerle başa çıkamayan; bir kısmı felsefeyle hayat arasında kalan, inançlarındaki merkez kuvveti kaybeden aydınlardır.

v Birbirinden farklı görünseler bile, bu aydınları “modern insanın bunalımı” noktasında birleştirmek mümkündür.

v Bu bunaltıların zihinsel ve kuramsal arka planında, özellikle Nietszche, Camus ve Sartre’ı bulmak mümkündür.

v ikinci Dünya Savaşını, sosyalist ve kapitalist dünya arasındaki soğuk savaşı, Türkiye özelinde darbelerle gelen baskı ve hapishaneleri de bunaltıyı besleyen bir siyasal arka plan olarak görmek gerekir.

v 1960’lardan 2000’e kadar kentli aydın bunalımlarını yansıtan romanlar ; Yusuf Atılgan, Aylak Adam; Oğuz Atay, Tutunamayanlar; Erdal Öz, Yaralısın; Adalet Ağaoğlu, Ölmeye Yatmak, Mehmet Eroğlu, Issızlığın Ortasında; Selim ileri, Bir Akşam Alacası; Sevgi Soysal, Yenişehir’de Bir Öğle Vakti; Vedat Türkali, Bir Gün tek Başına.



YUSUF ATILGAN: AYLAK ADAM

v Yusuf Atılgan’ın ilk romanı Aylak Adam 1959’da yayımlanır.

v Her ne kadar, yetişkin bir aydın olmasa da, otuzuna merdiven dayamış, kentli ve paralı olan Aylak Adam’ın C’si, bunalma biçimiyle, kendisinden sonra bunalan roman kişilerinin öncüsü sayılır.

v Çalışmayan, hazırdakini yiyen bir aylaktır C. Caddelerden, meyhanelerden, sinemalardan oluşan bir döngü içinde, iç dünyasını dinler; en çok çocukluğunda takılı kalır. Sanki tanıştığı kadınlarda bir anne bulamadığı için uzaklaşmaktadır. Ve belki de kadın ve anne, bilinçaltında aynîleştiği için, cinsel dürtülerinin doğallığı da bozulmuştur. Yazlığa taşınan C., orada eski sevgilisi Ayşe ile karşılaşır , ilişkileri yeniden canlanır.

v Fethi Naci, C’nin, “bütün değerlerini yitirmiş, dayanacak bir şey arayan, henüz yolunu bulamamış aydın gençliğin tipik bir örneği” olduğunu söyler.

v Aylak Adam C’nin, bunalan, yerini yönünü bulamayan bir kişi olduğu, roman üzerinde görüş bildirenlerin ortak oldukları bir konu. Atılgan’ın bunalımın toplumsal nedenlerini göstermediği ve bu nedenler üzerinde durmadığı da belirtilir bu eleştirilerde. Bunun sebebi, roman üzerine söylenen hemen hemen bütün sözlerin ve yapılan eleştirilerin, sosyal gerçekçi bir bakış açısına bağlı olmasıdır.

v C’nin, bunaltı ve çıkmazın kaynağı olarak burjuva düzeni gösterilmeli, yazar, bunalan kişisinin, bu düzenin çelişki ve tutarsızlıklarından sıyrılabileceğini işaret etmelidir. Oysa Aylak Adam’da bunalan insanın niçin böyle olduğuna dair, yaslanabileceğimiz tek kaynak, bireyseldir. C’nin davranışlarını belirleyen libido ve bilinç altıdır. Böyle olunca da romana sosyal gerçekçi bir açıdan değil, psikanalitik bir açıdan yaklaşmak gerekir. Sert ve soğuk baba, yumuşak ve sıcak anne/teyze figürleri, C’nin huzursuzluğunun, güvensizliğinin kaynaklarıdırlar. Bu huzursuzluktan çıkış yolu olarak görülen değer ise “sevgi”dir. Fakat bu gerçek sevgi asla bulunmaz; çünkü C’nin annesi ölmüştür.



OĞUZ ATAY: TUTUNAMAYANLAR

v Oğuz Atay, Tutunamayanlar’ı 1972’de yayımlar. Yayımlandığı yıllarda çok tartışılan, eleştirilere konu olan bir roman olmasa da, yayımlandıktan on yıl kadar sonra, çok sayıda eleştirmenin dikkatini çeker.

v Postmodern romanın ilkleri bağlamında birçok eleştirinin konusu olur. Romanın iç içe geçen kurguları (alışılmamış ve aslında roman kurgusunun içinde olan önsözler, kurgu içinde bir kurgu olan yayımcının mektubu), kişilerinin, olaylar içindeki davranışları ve ilişkilerinden çok, zihinsel devinimleriyle var olmaları ve aydının kendi içindeki hesaplaşması (Turgut Özben’in eleştirel ve ironik tutumu), eleştirilerin en belirgin konularıdır.

v Tutunamayanlar’ın konusunu, “Selim adlı arkadaşının intiharını araştıran mühendis Turgut Özben’in hayatı” olarak not etmek mümkünse de, romanın yapısı, olaylardaki düzensizlik ve karışıklık, sembolik anlatımlar, böyle bir belirlemeyi çok yüzeysel kılar.

v Romanın dış kurgusu diyebileceğimiz Sonun Başlangıcı bölümü, bir gazetecinin verdiği bilgileri nakleder. Turgut Özben, yaşadıklarından çıkardığı notları gazeteciye göndermiş ve yayımlanmasını istemiştir. Bu olaydan iki yıl sonra gazeteci bu notları bazı isimleri değiştirerek yayına hazırlamıştır. Yayımlayıcının Açıklaması bölümünde ise, notlarda geçen yer ve şahıs isimlerinin gerçekle ilgisi olmadığı belirtilir.

v Kitabın sonundaki Turgut Özben’in Mektubu’nda ise, Turgut, romanın asıl hikâyesinin nasıl oluştuğunu, Selim’in intiharını araştırmaya başlamasını ve arkadaşının günlüğünden oluşan kurguyu anlatır. Bu bölümdeki asıl maksat, okuru, Turgut, Selim ve Süleyman’ın yaşadıklarına hazırlamak, ayrıntılara dikkat etmesini sağlamaktır.

v Romanın iç kurgusu : Turgut Özben, arkadaşı Selim Işık’ın intihar ettiğini öğrenir ve bu intiharın sebeplerini araştırmaya koyulur. Selim’in arkadaşlarıyla görüşür. Selim’in arkadaşı Metin’in bir kızla ilişkisi vardır. Selim, kızla Metin’in uyuşmadıklarını söylemiştir ama sonradan kendisi aynı kızla arkadaş olmuştur.

v Esat, Selim’i liseden beri tanımaktadır. Ona göre Selim’in ilginç bir karakteri vardır; kıvrak bir zekası, oyuncu yeteneği olan Selim, Oscar Wilde, Maksim Gorki gibi yazarlar okumaktadır.

v Selim’in arkadaşlarından biri de Süleyman Kargı’dır. Süleyman , Selim’in her şeyden kuşkulandığını, geleceğe güven duymadığını söyler. ilişkilerini doğal bir sonuca ulaştıramayan Selim’in inancı da yoktur; kendisini bağlayacak bütün değerlerden kaçmaktadır. Hiçbir çevrede tutunamayan Selim, Gülseli’ye gönderdiği mektuptan sonra intihar etmiştir.

v Bütün bu araştırmalar sürecinde Turgut Özben de değişmeler olur. Alışılmış bağlar altında hayatını sürdürdüğünü düşünen Turgut, giderek Selim’le özdeşleşir ve fark eder ki kendisi de bir “tutunamayan”dır. Kendini bağlayan toplumsal değerlerden kopmaya başlar. Romanın sonunda ortadan kaybolur.

v Yazar Oğuz Atay, Selim Işık, Turgut Özben ve Süleyman Kargı’nın iç içe giren öyküsünde neyi göstermeye çalışmaktadır? şehirli aydının köksüz ve retorik hayatını mı? Bütünüyle modern şehir hayatının isteklerinin, bağımlılıklarının, davranışlarının, kısaca düşünme ve yaşama biçiminin boşluğunu mu? ideolojilerin getirip bıraktığı karanlık eşikleri mi? Ya da bütün bunlar içerisinde yaşayan bir aydının eninde sonunda düşeceği bunalım ve kaçışı mı? Tutunamayanlar’da bunların hepsi gösterilmeye çalışılmıştır.

v Romanı kaplayan kara mizah, bunalımın ağırlığından kaynaklanmaktadır. Selim Işık’ın hazırladığı sosyalist yönetmelik, ne Lenin’in uygulamalarından ne de kendi yaşadığı pratiklerden çıkar: Dinsel ve arkaik metinlere benzer. Bu yönüyle ideolojik tasarımlar köksüz ve retoriktir. Yazar, Selim’e bunu hazırlatarak, aydın retoriğini eleştirir ve onunla ince ince alay eder.

v Alemdar Yalçın, Tutunamayanlar’da asıl verilmek istenenin, Turgut Özben şahsında bir tutunamayan olmadığını söyler. Ona göre romanda tam tersine, kendisiyle barışık, eksikliklerini, açmazlarını çok iyi anlamış gerçek bir aydının içtenlikle yaptığı öz eleştiri; toplumsal, kültürel ve sosyal çelişkilerin ortaya konuluşu vardır.

v Fakat çelişkilerini, açmazlarını görmüş ve toplumsal ve kültürel çelişkileri fark etmiş Turgut Özben ve Selim Işık’ın yine de “tutunduklarını” ve bunalımdan çıktıklarını gösteren bir işaret yoktur.

v Selim’in bir kurban olduğunu düşünsekde, ortada kaybolan bir Turgut vardır. Turgut Özben’in Olric adlı kurgusal kişiyle (ikinci ben’i ) konuşması; yaşadığı dünyadan uzaklaştığını düşündükçe Olric’e yaklaşması; Turgut’un bir dönüşüm geçirdiğini gösterir. Olric’le yaptığı simgesel yolculuk, kendi içine doğru yaptığı yolculuktur.

v Sanki Olric’le bir şeyi fark etmiştir ve bunu içinde yaşadığı burjuva toplumuyla paylaşması imkansızdır. Bu yanıyla düşünüldüğünde intihar eden Selim, burjuva çıkmazında intihar eden Turgut’un nihilizmi; hayatını sonsuz bir yolculuğa çeviren Turgut, Turgut’un metafiziğidir. Bu da “toplumsal belirlemeler dışında soyut bir insan kavramını öne sürmek” biçiminde düşünülebilir.



SELİM İLERİ: BİR AKŞAM ALACASI

v Selim ileri’nin Bir Akşam Alacası 1981’de yayımlanır. Sanatçı -aydın ilişkileri çerçevesinde gelişen romandır. Kendini kabul ettirmiş, ünlenmiş ama bütün bunlarla tatmin olmamış; hayatından ve sanatından kopmuş bir ressam ile sanatında arayışlar için de olan bir romancının toplumsal ilişkileri, iç yaşantıları ile anlatılır.

v Romancı Emre Taran’ın sıkıntılarının kaynağı, kurmaya çalıştığı roman anlayışına ve roman diline ulaşamamasıdır. Ülkedeki siyasal çatışma ortamı, eleştirmenlerin yargısız infazları ve yazdıklarını küçümseyişleri , Emre üzerinde baskı oluşturmakta, onun yaratıcı kimliğini olumsuz etkilemektedir. Soylu bir aileden gelen, yalnız yaşayan Emre, edebiyat çevrelerinde tartışılan, önemsenen yerlerde ol(a)mayan, siyasal gerginliğin bir tarafında yer al(a)mayan bir aydındır.

v Bir bakıma yaşama biçimiyle birlikte olduğu insanlardan, algı ve anlayış olarak ayrılmaktadır. Fakat içinde yaşaya geldiği ilişkileri değiştirmesi de mümkün görünmemektedir. Bunaltısının sebebi budur.

v Emre Taran’ın edebiyat, siyaset ve toplumsal hayat içinde durduğu yerle Selim ileri’nin durduğu yer birbirine benzer.

v Emre Taran solcudur solcu olmasına ama, naif, kibar ve hüzünlü anılarından kurtulamadığı için, ideolojilerin şiddetini ilkel kan davaları gibi görmekten kendini alamaz.

v Selim ileri, bir romancının iç dünyasını görünür kılarak, birçok romanında olduğu gibi bireyin problem dünyasına eğilir. Bu yalnız kişilerin mutsuzluğu, doğal olarak toplumsal göstergeler taşırlar; ama bu romanlarda asıl problem, hiçbir zaman kendi bireyselliğinden kurtulan sosyal aydın problemi değildir.

v Ahmet Oktay, bir taraftan, ileri’nin ekonomik ve sınıfsal düzeyi ciddiye almadığını söyler; diğer taraftan onun, popüler romancı kimliğine bürünerek eni-konu siyasal romanlar yazdığını ileri sürer.



TOPLUMCU GERÇEKÇİ ROMAN VE DARBELER

v Bu gün, hazırlanışı, uygulanışı ve sonuçları ile tartışılmış bulunan 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin, halen bilinmeyenleri vardır. Öncelikle bu darbenin, birçok bileşenleri olan bir “tepki” olduğu düşünülmektedir.

v Bu ortak tavrın unsurları :

v 1. Amerikan kapitalizminin güçlenmeye başlamasından duyulan rahatsızlık

v 2. inönü dönemi bürokrasinin hiyerarşik üstünlüğünü kaybetmesi

v 3. Muhafazakâr ve dini argümanlarının siyasetin içinde çoğalması

v 4. Her alandaki çağdaşlaşmanın geriye gittiği düşüncesi

v 5. Özgürlüklerin kısıtlandığı, öğrencilerin siyasal olarak kışkırtıldığı haberleri.

v Darbenin, idareyi ele aldıktan sonra uyguladıklarına ve 61 Anayasasına bakılınca, bu unsurların darbe bileşenini oluşturduğu görülür.

v Türkiye demokrasinin tanıştığı asıl hazin durum ise idamlardır. Artık neredeyse hiç kimsenin doğruluğu konusunda görüş bildirmediği bu idamlar, siyasete bağlı sosyal hayatın şekillenmesinde çok önemli etkilere sahiptir. idamları, sosyal vicdanında affetmeyen geniş kitleler, sonraki yıllarda Menderes dönemini anlatan her türlü edebiyat ve düşünce eserlerine yoğun ilgi gösterdiler.

v 1960 sonrası romanın temel temaları, ikinci demokrasi çalışmaları, Menderes dönemi ve ihtilalin getirdikleri, götürdükleridir



SEVGİ SOYSAL: ŞAFAK

v Sevgi Soysal’ın Şafak adlı romanı 1975’te yayımlanır. Roman, Adana’da bir gecekondu mahallesindeki bir eve gece yapılan baskınla başlar ve sabahın erken saatlerinde sona erer. Bu kısa zaman dilimi içinde tek olay, devrimci bir gurup arkadaşın göz altına alınıp, sorgulanması ve serbest bırakılmasıdır. Romanın zamanı geriye dönüşlerle genişleyerek, ideolojik arka planı içine alır.

v Emniyet Müdürü Zekai, Emekli Albay ve sanayici Muzaffer, Polis Abdullah, ilerici devrimci insanları ve bu bilinci yok etmekte birleşmiş kapitalizmin ve faşizmin; Oya ve Mustafa devrimci gençlerin; Zekeriya, ispiyoncu işbirlikçilerin; Avukat Hüseyin, kişisel çıkarlarının güdümünde savundukları ideolojilerden vazgeçebilen oportünistlerin; Ali, dürüst, namuslu ve doğal işçi sınıfının göstergeleridirler.

v Sevgi Soysal, biri iç biri dış iki tür çatışmayı ana tema olarak seçmiş. Dış çatışma, devrimcilerle, egemen güçler arasındaki çatışmadır. iç çatışma ise, romanın ana kişileri Oya ile Mustafa’nın, küçük burjuva kimlikleriyle devrimci kimlikleri arasında yaşadıkları bunalımdan kaynaklanır.

v Romandaki dış çatışma, devrimci hayatın ve edebiyatın doğal yansımasıdır. Oysa iç çatışmayı, sorgulamayı harekete geçiren 12 Mart tutuklamaları ve işkencelerdir.

v Romanda üzerinde özellikle durulduğu anlaşılan bir şey de, içkence ve cinsellik ilişkisidir. Egemen güçler, özellikle kadın devrimcilere işkence ederken onların cinselliğine de saldırmaktadırlar. Çünkü bu güçlerin ahlâkı, temelde cinselliği bir acı çektirme ve intikam alma olarak algılamaktadır.



ERDAL ÖZ: YARALISIN

v Erdal Öz’ün Yaralısın adlı romanı 1974’te yayımlanır. Bu roman da Şafak gibi, bir gözaltıyla başlar.

v Romanda zaman ve tarih açık olarak belli olmasa da, işkence, sorgulama, egemen güçler karşısında yalnız kalan, kendisiyle çatışmaya düşen, bütün değerlerini sorgulayan devrimci genç portresi, 12 Mart romanının belirgin özelliklerinden biridir.

v Fakat yazarın tarihsel durumu belirsizleştirmesinde amaç, sadece hâlâ etkileri bütün kuşatıcılığıyla devam eden egemen güçlerden sakınmak değil; baskı ve sömürü düzenleri karşısında alınan tavrı anlatmaktır.

v Yaralısın’ın 12 Mart döneminin kazandırdığı bir roman olduğunu söyleyen Erdal Öz, bu romanda kendisinin de içinde olduğu bir savaşın izlenimlerini değil, genel olarak toplumun yakalandığı bu hastalık döneminde faşizm mikrobuna karşı çıkmayı anlattığını söyler.

v Roman üzerine yapılan değerlendirmelerde, Erdal Öz’ün, gencin politik geçmişini ve diğer tarihsel bilgilerini vermemesi olumsuz bulunmakta ve romanın sadece bir işkence belgeseli olabileceği belirtilmektedir.

v Bütün bunlar romanın politik dokusunu ortaya koyar. Romanda asıl ortaya konmak istenen, insanlık dışı sayılabilecek bir mekanizmanın karşısında yalnız kalan, ezilen, taşıdığı düşüncelerden kuşkuya düşen bir devrimcinin yenilgisidir. Yenilmiştir çünkü “faşizan” güçler karşısında halkı yanında görememiştir. Mekanizma onu “Nurileştirmiştir”. (Nuriler, egemen güçlerin, kendi düzenlerinin ayakta durması için kurban ettikleri, çeşitli suçlarla toplum dışına ittikleri, insanlıktan çıkardıkları adi suçlulardır.)



MEHMET EROĞLU: ISSIZLIĞIN ORTASINDA

v 12 Mart sonrasında yazılıp yayımlanan, “içeri alınan ve işkence gören devrimci” görüntüsünden farklı bir çatışmayı ortaya koyan bir roman Mehmet Eroğlu’nun Issızlığın Ortasında’sıdır.

v 1979 yılında yayımlanan roman, 12 Mart döneminde sorgulama ve işkenceden geçmiş; o tarihten sonra da yaşayıp tanık olduklarıyla da kendi içinde çatışmalar yaşamış, bu çatışmalardan sağlıklı bir dönüşüme ulaşamamış Ayhan’ın hikâyesidir.

v Romanın vakası 1975 yılındaki iki aylık bir zaman dilimidir. Fakat geriye dönüşler, serbest çağrışımlar, etkili zaman süresini, çocukluğa kadar genişletir. Ayhan, bütün gençliğini uğruna savaştığı devrim için harcamıştır.

v Erdal Öz’ün zamanı ve kişileri soyutlaştırmasının tersine Eroğlu, tarihsel zamanı, kişileri ve olayları açıkça vermektedir. Hatta “Eroğlu’nun geçmişi ile romanın baş kişisi Ayhan arasında bağlantılar olduğu gözlemlenir.

v Yazarın, 1971 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nden makine mühendisi olarak mezun olması, 12 Martta tutuklanması, hapis yatması ile Ayhan’ın aynı yıllarda makine mühendisi olarak mezun olması ve tutuklanması arasında benzerlik bulunmaktadır.

v Kendi içinde devrimci teorileri ve pratikleri olan; birbirlerini keskinleştiren sosyal gruplar, cunta tarafından dağıtıldıktan sonra, kimi gençler içerde kalmış; kimileri ölmüş; kimileri saklanmış; kimileri düzenin belirlediği yaşama biçimine uyum sağlamış; kimileri de kendi dünyasına kapanmıştır.
 

asah

GOLD Üye
Katılım
14 Eki 2012
Mesajlar
2,943
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Bölüm:
Türk Dili ve Edebiyatı
Şehir:
Zonguldak
3. ÜNİTE



1950 SONRASI TÜRK ROMANINA GENEL BİR BAKIŞ



v Türk romanının kırılma noktalarından biri de 1950’li yıllardır. Bu zamana kadar önce taklit ve öykünme, sonra bir arayış ve kimlik oluşturma dönemi yaşanmıştır. Özellikle kimlik oluşturma dönemi biraz da Cumhuriyet ideolojisinin bir uygulama alanı olarak 1950’li yıllara kadar varlığını sürdürür.

v Cumhuriyetle birlikte Cumhuriyet idaresinin okullarında yetişen gençler, çok partili düzene geçmenin hazırlıkları içinde bulunan ülkede gittikçe artan ülke sorunlarını irdeleyen, ortaya koyan, çözüm arayan bir yol tutarlar.

v Kimileri doktrinci reçetelerle benzer konuları tekrarlamanın kolaylığında romancılıklarını sürdürürken, kimileri konularını daha çok batılılaşma çerçevesi içinde Doğu-Batı çatışması ile sınırlı tutarlar.

v Cumhuriyetin ilk devresinde görülen roman için gerekli derinlikten yoksun piyasa romancılığı, bu dönemde de varlığını sürdürür. Yaşamın gerçeklerinden ve toplumdan uzakta, yaşananı değil düşsel olanı anlatan ya da tek sorunları aşk, sevda ve bu yolda entrika kurmaktan ibaret olan kişilerin yaşam serüvenlerini ele alan popülist romancılar, eserlerinin sayısı azalmakla birlikte yine benzer konuları işlemekte, yine entrikaya dayalı romantik aşklardan söz eden romancılıklarını sürdürmektedirler.

v 1950’li yılların romanında “aydın bakışının egemen” olduğu “aydınlanma” ve “aydınlatma” ön plandayken, 60’lı yıllardan sonraki romanlarda aydınlatmanın yanında insanı tanıma ve iç dünyasına nüfuz etme ön plana geçer.

v Romancı; artık topluma tepeden bakan ve onu yönlendiren, kendisini ilahi güçlerle donanmış doğaüstü bir varlık görmez; insana yaklaşır, onu tanımaya, güvenini kazanmaya ve onunla arkadaş, dost olmaya çalışır.

v 1960 sonrası romancıları arasında farklı sanat şubelerine mensup, arayış içinde olanlar da var. Bunlardan kimileri romanlarını bir felsefi sisteme dayandırmanın endişelerini taşırken, kimileri de tam özümseyemedikleri, dolayısıyla tek yanlılıktan kurtulamadıkları sanat anlayışlarıyla kendilerine bir yer edinmeye çalışırlar.

v Konu bulmakta güçlük çeken Türk romancısı, köy konulu romanlarla kendine bir çıkış yolu bulur. Artık Anadolu/taşra/kasaba/köy, tüm sorunlarıyla, sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel yaşam tarzıyla, feodal düzeniyle yoğun olarak romana girer ve 70’li yıllara kadar romanların birincil kaynağı olur.

v Çok partili yaşama geçişte ortaya çıkan tıkanıklıklar, sorunlar ve bu sorunların Anadolu’ya taşraya yansıması, iç göç, partizanlık, parti kodamanlarına sırtlarını dayayıp kasaba halkını köylüyü sömüren eşraf, dönemin düşünce akımlarıyla beslenen ağa-köylü, fabrikatör- işçi, amir-memur arasındaki çatışmalar dönem romanlarının temel konularını oluşturur.

v 70’li yıllar, aydının/romancının politize olduğu, sınıf çatışmasını körükleyen üçüncü sınıf çeviri romanların, ya da kaba ulusçu söylemlerin ilgi gördüğü, kutupluluğun uç sınırlara vardığı bir dönemdir. Yazılan romanların bakış açıları da çoklukla yazarlarının düşünce yapısına ve okurun ilgisine göre biçimlenir.

v 12 Mart ve 12 Eylül askeri muhtıra ve darbeleri ile depolitizasyon dönemi başlar. Bir süre bocalama devresi geçiren ve tutukluluk, işkence, tutukevi anılarına yer veren otobiyografik eserlerle oyalanan Türk romancısı, sanat eserinde bir şeyi anlatmaktan çok nasıl anlatıldığının önem taşıdığını, romanın yeniden kurma ve yaratma işi olduğunu keşfeder. Yaratma ve anlatma edimi ise sözcüklerin kullanılışından ibarettir.

v Günümüz romancısı artık kendisini Tanrı yerine koyan ve yine kendi ahlâk öğretisi doğrultusunda dünyaya düzen vermeye çalışan klasik ondokuzuncu yüzyıl romancısından farklı olduğunun, ya da insanı ikinci plana iten ve onu eşyanın karşısında önemsiz bir varlık durumuna getiren yeni romancı olmadığının farkına varmıştır.

v Seksenli yıllardan itibaren bireysel bakışın egemen olduğu klasik roman yerini çoğulcu bakışa, çok sesli/çok kültürlü bir bakışı yeğleyen post-modern bakış açısına bırakmıştır.

v Bundan azami ölçüde yararlanmaya çalışan kimi İslamcı yazarların, klasik İslamî metinler ve sanatlarda sanatçıyı geri planda bırakan sanatçının öznelliğini ve bireysel yanını ortadan kaldırarak insanı yüce yaratıcının tecellilerinden oluşmuş evrenin sonsuz derinliğinde dolaştıran bir anlayışla çok sesliliğe, çok kültürlülüğe yer veren yeni roman akımlarına yöneldikleri dikkati çeker.

v 1990’lı yıllar, post-modern romanın zafer yılları olur. Seksenli yıllarda Avrupa’da başlayan mimaride ve müzikte genel üslûbun reddine dayanan bu akım, aklın ve bilimin verilerine dayanan moderniteye, her şeyi bilen hâkim anlatıcıya ve modern devlete duyulan güvensizlikten doğmuştur.

v Türk romancıları tarafından benimsenen ve tutulan bu akım, 2000’li yıllardan itibaren yerini gizemli, düşsel, fantastik ve otobiyografik karakterli; yarı belgesel, bilim-kurgusal ve tarihsel romanlara bıraktı.

v 1950 sonrası Türk romanı ele aldığı konu, teknik ve temel izlekler bakımından kendilerinden öncekilere göre büyük değişikliklere uğramıştır.

v Zevkler ve dünya görüşleri değişmiş; özellikle son yıllarda dilin kullanılışı, dil bilim çalışmaları ile paralel yürütülmüştür. Bu yüzden ülkemizdeki düşünsel ve sosyal gelişmeler doğrultusunda roman da kendisine yeni anlatım yolları, konuları ve izlekleri aramak durumunda kalmıştır.

v 1950 sonrası Türk romanı için, kabul görmüş, yaygın bir adlandırma/kümelendirme henüz gerçekleşmemiştir.

v Bu adlandırmalarda edebiyat tarihçilerinden kimilerinin periyotlarla zamanı, kimilerinin konuları, kimilerinin eserin arka planındaki felsefi sistemi , dünya görüşünü, kimilerinin de anlatım tekniklerini esas aldığı görülür.



v Bunlar arasında felsefi görüşlerine göre sosyal gerçekçi roman, toplumcu roman, toplumcu-gerçekçi roman;

v Bakış açılarına göre psikolojik roman, bireyci roman, ülkücü/milliyetçi roman, islamcı roman, Marksist roman;

v Anlatım tekniklerine göre modern roman, post-modern roman, fantastik roman, polisiye roman, bilim-kurgusal roman;

v Konularına göre tarihsel roman, köy/kasaba romanı, 12 Mart, 12 Eylül romanları;

v Olay örgüsünün birkaç kuşağı içine alan zaman aralığına göre bildungs roman/nehir roman/ırmak roman. gibi kümelendirmeler en yaygınları arasındadır.



1950 ÖNCESİ KUŞAĞINDAN ROMANCILIKLARINI SÜRDÜRENLER



v Romanlarının büyük bir bölümünü Cumhuriyetin birinci ve ikinci devrelerinde yayımladıkları halde 1950 sonrasında da romancılıklarını sürdürenler vardır.



v Birinci gruba giren romancılarından Reşat Nuri Kan Davası , Kavak Yelleri , Son Sığınak gibi aşk romanları ile;

v Hüseyin Rahmi ölümünden sonra yayımlanan ve toplumun hurafe ile şekillenmiş inanç dünyasını değiştirmeyi amaç edinen Kaderin Cilvesi , Deli Filozof , Can Pazarı , insanlar Maymun muydu? , Ölüler Yaşıyor mu? , Namuslu Kokotlar romanları ile;

v Halide Edip, Çaresaz (Cumhuriyet’te tefrika , Hayat Parçaları , Kızıl Hançerler (Hayat’ta tefrika), gibi yazarın ilgi alanlarını göstermekten ve eserlerinin sayısını artırmaktan başka bir özellik taşımayan senteze ulaşmamış sıradan aşk romanları ile romancılıklarına fazla bir şey katmadan sanat yaşamlarını noktalarlar.



v Popüler halk romancılarından Kerime Nadir Azrak (Gelinlik Kız, Suçlu, Karar Gecesi) ; Öğretmen duyarlığıyla konularını işleyen Suat Derviş (Fosforlu Cevriye) ; Millî ve ahlâkî değerleri öne çıkaran Mükerrem Kâmil Su (Aynadaki Kız, Ayrı Dünyalar, Ben ve O, Karakız, Ata’nın Romanı, Sızı, Uzaklaşan Yol) gibi adlar, Cumhuriyet Dönemi’nde çok benzeri görülen ve romantik Yeşilçam filmlerinin senaryo gereksinimlerini karşılayan romanlarıyla edebiyat tarihleri için malzeme olmaktan ileri gidemeyen romancılardandır.

v Bu gruba giren popüler halk romancılardan Peride Celâl Yönsel başlangıçta kolay okunan aşk ve serüven ağırlıklı romanlar yazmasına rağmen, 1960’tan sonra yazdığı Güz Şarkıları , Evli Bir Kadının Günlüğünden, Üç Yirmidört Saat ve özellikle Üç Kadının Romanı’ndan itibaren gözleme ve ruh çözümlemelerine yer vererek kendini yenilemeye çalışır.

v Cumhuriyet ikinci dönem romancılarından Reşat Enis, Refik Halit romancılıklarını 1950 sonrasında da sürdürürler.

v ilk romanlarında istanbul’un yoksul semtlerinde yıkıntı ve harabelerde yaşanan aile dramlarına ve Galata’nın/Beyoğlu’nun ahlâksızlığa sahne olan mekânlarına yer veren Reşat Enis Aygen, sanat yaşamını 1950 sonrası yazdığı sosyal içerikli romanlarıyla noktalar. Onun konularını büyük kentin kenar mahallelerinden alan ama daha çok köy-kasaba ortamından alınmış yoksul insanlara ait çarpıcı sahneler sunduğu Despot, Sarı it , Biz de insanız, Kara Kısmet (kitap olarak yayımlanmamış) adlı eserleri, 1960 sonrasının varsıllık-yoksulluk, ezen-ezilen kutupluluğuna dayalı roman anlayışının genel karakteristiğini yansıtır.

v Sanat yaşamına öykü yazmakla başlayan ve Maupassant tarzı öyküleriyle tanınan Refik Halit Karay , yurt dışında uzun süre sürgün kaldıktan sonra sürgün yıllarının deneyimi ve birikimiyle soluklu eserler yazmaya yönelir. Artık yaşadıklarını, tanık olduklarını ve düşlediklerini bir araya getiren entrika, aşk ve kadın konularının ağırlıkta olduğu romanlarla kolay para kazanmanın yollarını aramaktadır.

v Romancılığının olgun bir devresinde yazdığı Sonuncu Kadeh ve özellikle yazarına kısmî bir ün kazandıran Bugünün Saraylısı, ikinci Dünya Savaşı yıllarında kaçakçılık sayesinde zenginleşen kahramanlarıyla, aynı dönemde istanbul’un kenar mahallelerinde yaşayan insanların yaşamlarını, komşuluk ilişkilerini, aile anlayışlarını ve varsıllık karşısındaki tutumlarını anlatır.



İÇEDÖNÜK BİREYSEL EĞİLİMLER YA DA GEÇMİŞ ÖZLEMİ



v Ürünlerini 1950’den sonra veren yazarlar arasında romanlarının yapısını geçmiş-şimdi kutupluluğu üzerine kuranlar oldukça fazladır.

v Bu romancılardan Abdülhak Şinasi Hisar ve Samiha Ayverdi, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi romancılar, Cumhuriyet öncesine kadar uzanan mutlu çocukluk dönemlerini, yıkılan bir uygarlığa ait kaybolan değerlerin özlemi içinde ve sisli bir camın arkasından okura yansıtırken; Oktay Akbal gibi kimileri gazete yazarlığının sağladığı imkânlarla ve röportaj yöntemlerinden yararlanarak geçmiş-şimdi, fert-toplum değer yargıları çatışmaları içinde toplumsal sorunları öncelikli olarak işlerler.



v ABDÜLHAK ŞİNASİ HİSAR : Konularını çocukluk ve ilk gençlik yıllarında yakın çevresinde tanık olduğu olaylardan ve bu çevredeki insanların yaşam öykülerinden alan Abdülhak Şinasi Hisar , romanlarında Marcel Proust ve Maurice Barres ’ten gelen, biraz da yaşadığı zamanın getirdikleriyle uzlaşamamaktan kaynaklanan geçmişe kaçış düşüncesini işler.

v 1941 yılında yayımlanan ve aynı yıl CHP’nin açmış olduğu yarışmada üçüncülük ödülünü kazanan ilk romanı Fahim Bey ve Biz, usta yorumu ve nefis üslûbu yanında, sıradışı kişilere ve bu kişilerin iç çatışmalarına yer vermesi bakımından yayımlandığı yıllarda dikkatleri üzerine çeker.

v Romana konu olan kişi, dümdüz bir hayat süren; bencil, korkak, aşksız, serüvensiz, kültürsüz, hatta ülküsüz memur Fahim Bey’dir.

v Yazar, gerçeğin insanlar tarafından farklı şekillerde algılanacağı, ya da kişiden kişiye göre değişiklik göstereceği tezi üzerine kurduğu bu romanında asli kişi Fahim Bey’in kişiliğinde insanlığın ortak noktalarını yakalamaya çalışır. Sıra dışı özellikler göstermesine rağmen aslında hepimizin içinde, iç çatışmaları, bunalımları ve kalabalık içindeki yalnızlığı ile bir Fahim Bey’in yaşadığını savunur. Roman kişisinin “silik ”, “ahlâksız”, “dürüst”... gibi birbirine zıt nitelemelerle tanıtılması insana özgü değişkenliğin, dolayısıyla yanılgıların olabileceğini vermeye hizmet eder.

v Abdülhak Şinasi’nin ikinci romanı Çamlıcadaki Eniştemiz’de ise yine sıra dışı biraz da tuhaf Hacı Vamık Bey’in kişiliğinde ve geçmiş-şimdi çatışması içinde günümüze aydınlık mesajlar getirir. Çamlıcadaki Eniştemiz romanı, “Eski istanbul’u ve üst kat insanlarını, yaşayışlarını, köşkleri, yalıları, eğlenmeleri; avuntularıyla bireyci, izlenimci yöntemde bir özlem örtüsü arasından göster (mesi)” bakımından aynı zamanda belgesel bir özelliğe de sahiptir.

v Abdülhak Şinasi, yine anılarına dayalı olarak kaleme aldığı Ali Nizami Bey’in Alafrangalığı ve Şeyhliği adlı son romanı da dahil, bütün romanlarında kahramanlarının çoğu tuhaf, içe dönük ve siliktir.

v Hayali ile avundukları mekân, Cumhuriyetten önceki dönemde varlıklı insanların yaşadığı yalı ve konaklar, kahramanlar ise hergün karşılaşılan kişiler değil, pek çok özelliği bünyelerinde toplamış sıradışı kişilerdir.

v Yazar, istanbul’un kibar semtlerinden seçtiği eğlenmekten ve dedikodu yapmaktan başka bir işleri olmayan varlıklı insanların hayatlarını verirken geçmişe ait özlemlerini de dile getirir.

v Romancı, yarattığı kahramanı, hafızasında, başka başka zamanlarda, ayrı ayrı gördüğü adamlardan terkip eder. Roman kahramanı etrafında âdeta bir grup toplamış olur. Romancı bunların hepsinden ayrı ayrı parçaları birleştirerek bir vücut meydana getirir .



v SAMİHA AYVERDİ ; Romanlarının yapısını geçmiş-şimdi çatışması üzerine kuran romancılardan biri de Samiha Ayverdi’dir. Ayverdi de çağdaşı Abdülhak Şinasi gibi, batılılaşma ile birlikte meydana gelen uygarlık değişimini ve bu değişimin toplumda ve özellikle aile içinde sebep olduğu sorunları, çözülmeleri roman kişilerinin iç dünyalarından takip ederek romanlaştırır.

v 1938’de yayımladığı ilk romanı Aşk Bu imiş, konusunu Firavunlar döneminde geçen ve ilâhî aşka ulaşmayı hedefleyen bir menkıbeden; ibrahim Efendi Konağı , kişisel anılara dayalı geçmişe ait konak hayatından alır.

v Bu romanları konu bakımından birbiriyle bağlantılı , birbirini tamamlar nitelikteki Batmayan Gün , Ateş Ağacı , Yaşayan Ölü , insan ve Şeytan, Son Menzil, Yolcu Nereye Gidiyorsun , Mesihpaşa imamı romanları takip eder.

v Romanlarının düşünce temellerini Kenan Rifai ’nin her şeyin ilâhi aşkla açıkladığı görüşleri üzerine oturtan Ayverdi, Cumhuriyet öncesi istanbul’un konaklarında ve geleneği sembolize eden eski semtlerinde sürdürülen yoksul ama sıcak ilişkilere dayalı toplum hayatını şiirsel bir anlatım ve kadınsı bir bakış açısından ele alır. Ortaya çıkan bencillik, çıkar ilişkisi, madde, aşk gibi sorunları ilâhî aşka dayalı Kenan Rifai’nin öğretisiyle çözmeye çalışır.

v Ayverdi’nin romanlarındaki gelişme çizgisi dıştan içe, yani eşya ve olaylardan kişilerin iç dünyasına yönelmek şeklinde meydana gelir. Hareket noktası insandır.Her zaman karşımıza çıkan bu insanın kendine özgü serüveni vardır. Bu serüven içinde öteki insanlarla ilişki kurması kaçınılmazdır.

v Ayverdi’nin kişilerinin bir de misyonu vardır: Kişi yücelecek, nefsin isteklerine karşı koyacak ve insan-ı kâmil mertebesine ulaşacaktır. Bu yüzden romanların ve roman kişilerinin adları çoğu zaman onların ulaştıkları yeri belirler.

v Aşk Budur’da Meryem; Yaşayan Ölü’de Gerçek Çelebi, Ayşe ve Leylâ ile Son Menzil’in kişileri beşeri aşktan ilâhî aşka geçişi ve aşkta ulaşılan seviyeyi; insan ve Şeytan’da Şevket ve Lâle, aşktaki zıt kutupları; Yolcu Nereye Gidiyorsun’da Adlî, bu serüvendeki ruhsal yolculuğu; Ateş Ağacı, yine aşkın bir başka cephesini; Mesihpaşa imamı ise romana adını veren imam’ın aşk ve sevgi konusunda olumsuzdan olumluya doğru değişimini sembolize etmektedirler.

v Yazar, kişilerindeki değişimi maddeden manaya doğru geliştirir. Değişim aşamasında Dost devreye girer; tasavvufî mesajlarıyla onları aydınlatır. Romanlarda tasavvufi mesajlar şeyh, tekke, tarikat, cami, cemaat gibi dinsel ögelerle desteklenir. Ancak bu ögelerin odak noktasını aşk oluşturur. Aşk kişiden kişiye, romandan romana farklılık gösterse de temelde tasavvufî bir kültür ve mesajla ilintilidir. Son aşama ise beşerî olmaktan ziyade mecazi anlamda vuslattır.

v MESİH PAŞA İMAMI ; Ele aldığı konu, dil, üslûp ve sağlam olay örgüsü ile olumlu olumsuz pek çok eleştiriyi üzerine çekmiştir. Romanın genel değerlendirmesi Kırzıoğlu’nun Ayverdi’nin eserleri üzerine yaptığı çalışmaya göre özetle : Yerli yabancı pek çok kişiden olumlu eleştiriler alan Mesihpaşa imamı’nın olay örgüsünü bir imamın dünyası şekillendirir. Balkan Savaşının ve göçmenlerin iskân edilmesinin bir fon olarak kullanıldığı romanda verilen her şey asli kişi imam Halis Efendi’nin dikkatiyle, onun bakış açısından ve ona göre değerlendirilmiştir.

v Sevgiden yoksun Halis Efendi aşkı ve feragati tanırken, ateist olarak tanıtılan oğul Abdullah ile sarhoş Tahir, beşerî aşktan ilâhî aşka sıçramayı başarırlar.

v Mesihpaşa imamı romanı, her türlü sevgiden yoksun ya da sahip olduğu değerlerin farkında olmayan bir insanın, bir din adamının her alanda kendini ne kadar kolay harcayabileceğini; bağlı olduğu değerler manzumesinin çözülüşünü ve sonunda yıkılışını vurgular.

v Her ne kadar bu roman Meşrutiyet Dönemi Osmanlı toplumuna bir gönderme ise de gerçekte yüzyıla yakın bir süredir Türk düşünce hayatını meşgul eden maddeci ve ruhçu görüşlerin mücadelesini, kültür bunalımını, daha önemlisi zihinleri pozitivist fikirlerle beslenen, inanç, gelenek ve milli değerlerden yoksun bir kuşağın kimlik arayışını ferdi plânda, ya da fert-toplum çatışması içinde dikkatlere sunar.

v Bu roman, Batıya herhangi bir analize ve seçmeye gidilmeksizin gözü kapalı kucak açışın fikrî ve içtimaî boyuttaki uzantıları ile sevgiden ve hoşgörüden uzak eğitim anlayışının ve ona bağlı olarak dini, şeklî bir taassuptan ibaret gören bilgilenme ve inanma tarzının olumsuz sonuçları üzerinde düşünülmesini ister .

v OKTAY AKBAL ; Sanat hayatına öykü yazmakla başlayan ve öykücülükle romancılığını birlikte yürüten Oktay Akbal , Garipler Sokağı , Suçumuz insan Olmak , insan Bir Ormandır , Düş Ekmeği , Batık Bir Gemi gibi eserlerinde mutlu çocukluk ve ilk gençlik yıllarının aşklarını, serüvenlerini anı tadında romanlaştırır.

v Anı defteri şeklinde yazılmış olan ilk romanı Garipler Sokağı, ikinci Dünya Savaşı yıllarında Fatih’in eski mahallelerinde, bu mahallelerin dar sokaklarında, sur diplerine sığınmış gecekondularda, ahşap eski evlerde yaşayan ve bu sokaklarda bir araya gelen zengin yoksul, genç yaşlı insanların, mahallelerinin onurunu korumaya çalışan gençlerin, küçük mutluluklarla avunan küçük memurların sıcak bir aile ortamı içinde sürdürdükleri hayatlarından canlı sahneler sunar. Akbal, kendi hayatından izler taşıyan romanda kahramanı Salih’in gözlemlerinden yola çıkarak anlatır.

v 1957’de yayımlanan ve kimi eleştirmenlerin “amatörce” bulduğu Suçumuz insan Olmak’ta mahallesinden büyük şehrin kalabalık ve modern semtlerine yönelen Akbal, bu romanında tedirgin ve huzursuz bir aydının kurtuluşu yozlaşmış bir aşkın mutluluğunda aramasını, insan Bir Ormandır ’da ise evlilikte mutluluğu yakalayamamış olan kahramanının aşk ve mutluluk arayışlarını , içine düştüğü boşluk içinde çıkış yolu arayışını ele alır. Romanda sık sık geri dönüşlerle geçmişe gönderme yapılarak toplum, tüm kurumlarıyla sorgulanır.

v Attilâ ilhan’ın, istanbul kenar mahallelerini anlatan Hüseyin Rahmi’nin, Ercüment Ekrem’in romanlarıyla denk tuttuğu, Garipler Sokağı, Ahmet Oktay’ın nitelemesiyle sokak oturanlarının “kaygılarını, gelecek beklentilerini, uğrayacakları maddî-manevî kayıplarını yeterince (veremediğinden)” pek çok eksikliği de bünyesinde taşımakta, bu yüzden kişisel sorunlar, drama dönüşememektedir.

v Romanın bir başka özelliği büyük bir kentin imar görmüş iki büyük caddesi arasında kalmış bu mahalle ve romana adını veren sokak, görünmez bir duvarla çevrelenmiş, sanki dış dünyayla bağlarını kesmiş gibidir.

v Sokağın oturanları da sanki aynı dünya görüşüne sahip, ortak özellikler gösteren sadece bu sokağa özgü insanlardır. Sokak kendi kapalı hayatını sürdürürken beklenmedik bir şey olur, yeni açılacak bir sokak ile bu iki caddeyi bağlamak gerekir. Akbal, işte bu insanların yeni hayata yani dış dünyaya açılmalarına öfkelenir. istimlak ile evlerini kaybedenlerin şaşkınlıklarını, yıkılmakta olan eski mekânlarla birlikte taşıdıkları anıları da silip süpürmesini canlı betimlemelerle ve şiirsel bir anlatımla okuyucunun dikkatine sunar.

v İşte romanı çekici kılan bu değişimin ustalıkla verilmesidir. Öteki kişilerle birlikte aslî kişi Salih’in bir yama gibi romana iliştirilmiş olması ve yine Salih’in kendisini seven kadın karşısındaki edilgen tavırları, romanın zayıf noktalarından birkaçıdır. Sonuç olarak Akbal, Muhtar Körükçü’nün deyişiyle değişimin neden olduğu sokak oturanları üzerindeki ruhsal çöküntüyü vermek yerine “yıkılmağa yüz tutmuş eski bir yalının, harap bir çeşmenin resmini yapan ressam” gibi olayları dıştan izlemeyi benimsemiştir.

v Yer yer biyografisiyle örtüşen son romanı insan Bir Ormandır ’da Akbal, tekdüze bir evliliğin sıkıcılığı içinde yasak aşka yönelen roman kişisinin sorumlulukları ile yasak aşkı arasında gidip gelişini romanlaştırır.

v AHMET HAMDİ TANPINAR ; Yeni ve modern anlatım tekniği, zaman ve terkip bakımından getirdiği teklifleri, bir uygarlığa özgü değerleri vermesi ve şiirsel üslûbu ile Türk romanında çığır açan Ahmet Hamdi Tanpınar , dönemin dikkatleri üzerinde toplayan sanatçılarındandır.

v Uzun yıllar şiirin kapalı ikliminde kaldıktan sonra sanatını düzyazıya açan yazarın deneme ve öykü türünde kaleme aldığı ürünlerini romanları takip eder.

v 1944’te Ülkü dergisinde tefrika edilen ilk romanı Mahur Beste ile Ondokuzuncu yüzyılın ortalarında çözülüşü yaşayan Osmanlının seçkin aile hayatından kesitler sunar.

v Bir şairin estetik dünyasından derin izler taşıyan ve ününü genişleten Huzur romanı ise 1949’da yayımlanır.

v Tanpınar, saf şiirin dar çemberi içinde ifade edemediği, hatta öykü dünyasına aktaramadığı yaşam biçimlerini romanın geniş kadrosu içinde vermeye çalışır. Batıdan aldıklarını zengin Doğu kültürü içerisinde eriterek oluşturduğu şiirsel üslûbu, çocukluk anılarından ve mizacından gelen hayal dünyası, sağlam roman kurgusuyla birleşerek onu yüzyılın önemli romancılarından biri yapar.

v Her biri kişilerinin adlarıyla anılan dört büyük bölümden meydana gelen Huzur, bir bakıma yazarın anılarıyla örtüşen bir romandır. Asli kişi Mümtaz, kimi zaman geçmişin çocukluk anılarına sığınan Ahmet Hamdi, kimi zaman zamanının büyük bir bölümünü Sahaşar’da geçiren Darülfünun profesörü bir hoca, ama daha çok kendisini aşan, içinde gizli kalmış, dışarıya aksetmemiş farklı bir Ahmet Hamdi Tanpınar’dır.

v Bu itibarla o, asli kişi Mümtaz’la Nuran’ın aşkı çevresinde sanat anlayışını, kültür birikimini ve hayat felsefesini işleme fırsatı bulmuştur. Bu özelliğinden dolayı kimilerine göre otobiyografik bir roman, kimilerine göre bir karakter romanı olarak sayılmıştır.

v Aynı konuda romanla ilgili kapsamlı bir çalışma yapan Mehmet Kaplan ise, romanın otobiyografik yanını göz ardı etmemekle birlikte, yazarın karakter romanı ile dramatik romanı birleştirdiğini söylemektedir. Yine Kaplan’a göre, Mümtaz gibi Mümtaz’ın amcasının oğlu olarak romanda yer alan ihsan, Tanpınar’ın yakından tanıdığı Yahya Kemal; Nuran da, yazarın asistanlarından biri olmalıdır. Suat tipini ise, roman kişilerinden ihsan’ın bir konuşmasında gönderme yaptığı Dostoyevski’nin romanlarından aldığı düşünülebilir .

v Romanın asli kişileri olan Mümtaz ile Nuran arasındaki ilişki belli bir zamanda başlar, belirli şartlar altında gelişir. Roman, Nuran’ın kendisine ihanet eden kocasına dönmesi, Nuran’ı seven ve Mümtaz’la sürekli çatışma halinde olan Suat’ın intihar etmesi ve Mümtaz’ın bunalım geçirerek merdiven üzerine yığılmasıyla sona erer.

v Romanda Tanpınar’ın zevklerini, hayata ve dünyaya bakışını temsil eden Mümtaz, çocukluğundan başlayarak belli bir terkibe ulaşıncaya kadarki hayatı, bilgi kaynakları tam olarak anlatılmış tek kahramandır.

v Romanın ikinci kişisi Nuran’daki yasak aşk eğilimi, geçmişte aile bireyleri arasında etki uyandıracak derecede bir aşk serüveni yaşamış olan büyükannesinden gelmektedir. Mümtaz ile ada vapurunda karşılaşmaları, bu irsiyet yoluyla gelen kanın harekete geçmesine, tutuşmasına sebep olur. Kaplan, onun Mümtaz’dan ayrılışında eski kültürden gelen bir kadercilik düşüncesinin etkili olduğunu söyler.

v Kişilerinin adlarıyla anılan dört büyük bölümden meydana gelen Huzur, yazarın anılarıyla örtüşen bir romandır.

v Huzur’da müzik, resim, mimarî gibi plastik sanatların hemen her şubesi; rüya, zaman gibi anlatım tekniğiyle ilgili izleklerin romana hâkim olduğu dikkati çekmektedir.

v Hatta Mümtaz ile Nuran’ın aşklarını yönlendiren de güzellik duygusu olarak adlandırılacak bu ortak değerlerdir. Bu yüzden romandaki kişiler, doğaya, eşyaya ve insanlara güzellik duygusuyla bakarak dış dünyayı estetik açıdan değerlendirirler.

v İzleklerden en önde geleni müziktir. Tanpınar, Mümtaz’ın ve Nuran’ın duygularını müzik aracılığıyla verir. Bu yüzden Huzur’da müzik izleğinin kullanılışı, tüm romanın olay örgüsünü yönlendirecek yoğunluktadır. Romanın bütün kişileri bir ölçüde halk müziğinden Batı müziğine, klasik Türk müziğine kadar çeşitlilik gösterir.

v Klasik Türk müziğine ait makamlar, aslî kişilerin, bünyelerini saran kan damarları gibi çeşitli düşünce ve duygularla birleşerek mükemmel bir kompozisyon oluşturur. Bu yüzden müzik, onların, aşklarını başlatan/etkileyen/ yönlendiren önemli unsur olarak romanda yer almıştır.

v Romanda tartışmalar yine Doğu ve Batı müziğinin karşılaştırılmaları üzerinde cereyan eder. Romanda yer alan öteki kişiler de, bir ölçüde, müzik için aracı, icracı, yardımcı ve dinleyici konumundadırlar.

v Huzur romanında müzik izleğinin kullanılışı ile ilgili bir çalışma yapan Erdoğan Erbay da müziğin yoğun olarak romanda kullanılışını “Mümtaz’ın, Nuran’a olan ilgi ve yakınlığının kaynağı ”aynı zamanda onların ilişkilerini bozan ve ayrılmalarına yol açan bir etken olarak değerlendirir.

v Tanpınar’ın tüm sanatına hâkim olan aklın sınırlarını aşarak geçmiş zamanı yakalama arzusu ve bu arzunun somut şekli olan “rüya”, şiir ve öykülerinde olduğu gibi bu romanda da görülür. Yaşadığı ortamla uzlaşamayan ve sürekli bir yalnızlık duygusu içinde bunalan Mümtaz, rüyaya benzeyen düşsel bir âleme sığınır.

v Okay, Tanpınar’ın roman ve öykülerinde sık sık karşılaştığımız rüya motifinin Fransız romancısı Alain Fournier ’in Le Grand Meaulnes adlı romanından geldiğini söylemesine karşın, Tanpınar ’ın eserleri hakkında değerlendirme yapan tüm araştırmacılar, zamanı bir roman tekniği olarak kullanma düşüncesinin Marsel Proust ’un Geçmiş Zaman Peşinde adlı romanından geldiği konusunda görüş birliği içindedirler.

v Ancak, Tanpınar, bu kırılgan, yeri geldikçe dondurulan zamanın içini rüya motifleriyle doldurarak Fransız romancısının etki alanından çıkmayı başarmıştır.

v Romanda iki farklı zamandan söz etmek mümkündür. Birincisi olay zamanı yani aktüel zamandır ki, yirmi dört saat ile sınırlıdır ve geriye dönüşlerle birkaç yıla yayılır. Roman kişileri anımsadıklarını aktüel zamana taşıyarak, zamanda bir genişleme sağlarlar. Diğeri ise Mümtaz’ın iç dünyasını bilinç akımı, hatırlama, iç konuşma tekniğiyle aksettiren göreceli zamandır. Romanın tekniği ile ilgili olan yavaş tempolu zaman, Tanpınar ’ın öteki romanlarında olduğu gibi özellikle Huzur ’da, “hem eserin muhtevasını, hem de tekniğini idare eden bir üslup mekanizması kazanır .

v Romanın terkibine gelince Moran, simetrinin hâkim olduğunu , batı müziği formuna göre olayların ilerlediğini; Kaplan ise “psikoloji ve felsefi derin sebeplere dayan(an)” kompleks bir kompozisyona sahip olduğunu söyler.

v Romanın olay örgüsünü, Mümtaz çevresinde oluşmuş fikrî yapısı ile ilişki kurarak inceleyen Kaplan’a göre ise Tanpınar, asli kişileri Mümtaz ve Nuran’ı Türk toplumunun eski uygarlığını simgeleyen ve bir “yığın” görünümü veren eski istanbul’da dolaştırmakla “karmakarışık bir medeniyet enkazından” yeni bir “terkip ” oluşturmaya çalışmış; özlediği Türkiye ile ilgili düşüncelerini bu “terkip ” aracılığıyla vermeye çalışmıştır.

v Huzur romanı, yeni olan tekniği, zaman ve terkip bakımından getirdiği teklifleri ve yazıldığı dönemde küçümsenen bir uygarlığı ve bu uygarlığa özgü değerleri vermesi ile hem yazıldığı dönemde hem de sonraki kuşaklara ufuk açan ve üzerinde düşünülmesi gereken bir romandır.

v Tanpınar ’ın 1961’de yayımlanan ve uygarlık değişiminin birey üzerindeki sancılarını ele aldığı Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanı; dengesiz, arayış içindeki kişileri aracılığıyla yaşadığı dönemin eleştirisini yüklenir.

v İronik bir anlatımla iki uygarlık arasında bocalayan Türk toplumunun tablosunun çizildiği roman, asli kişi Hayri irdal’ın anıları biçiminde kaleme alınmıştır. Tanpınar, bu yarı meczup kahramanın kişiliğinde, geçmiş özleminden kurtulamayan, geçmişe saplanmış aydınları eleştirirken, bir yandan da ikinci Meşrutiyet’in ilânından başlayarak siyasetin güdümündeki sanat anlayışını, üniversite çevresinin içe dönük kısır çatışmalarını, devlet parasıyla zengin olan türedi zenginleri eleştirir.

v Tanpınar ’a göre Hayri irdal, daha doğuştan yenilgiyi kabullenmiştir. Çevrenin ona vereceği acıları önceden nefsinde yaşadığı için olacakları gören bir savunma hattına çekilmiştir. O bu savunma hattından dış dünyayı alaycı bir tarzda izlerken, hem batılıların yaşama azabı (angoisse) dedikleri topyekûn bir acıyı derinliğine yaşar; hem dikkatle gözlemlediği bu insanlarla alay eder.

v Kimi eleştirmenlerin “bunalan kuşakların özleyip ulaşamadıkları bir kişi ”, kimilerinin ise “çocuksu saflığı içinde kuvvetli sağduyusu ve temiz yüreğiyle, insanların zaaflarını, kusurlarını önümüze seren bir gözlemci ” olarak niteledikleri Hayri irdal, çağdaş Türkiyenin özlediği “yeni bir insan modeli” değildir ama kendi dünyasında uyumsuz, kavgalı, Batı karşısında aşağılık kompleksi içindeki çağdaşı pek çok yarı aydının da prototipidir.

v Tanpınar ’ın, ölümünden sonra yayımlanan ve Mütareke Dönemi istanbulu’dan çarpıcı sahneler sunduğu Sahnenin Dışındakiler ile plan ve notlarının bir araya getirilmesiyle oluşturulan son romanı Aydaki Kadın da dahil, romanlarındaki kahramanların tamamı “sapır sapır dökülen bir dünyada yaşamanın azabı”nı yaşarlar.

v Bu kişiler, günlük hayatın kendilerine yüklediği sıkıntılara pek aldırmadan, ve başlarına gelenleri tebessümle karşılayarak hayatlarını sürdürürler. Yine bu kişiler, bir türlü uyum sağlayamadıkları ve düzeltilmesi için mücadele etmekten korktukları bu kötülükler dünyasından kurtulmak ve geçmişte bilinmeyen bir zamanda yaşamak için, içinde bulundukları zamanın ötesine kaçmak isterler.

v Tanpınar üzerinde çok durmamızın sebebi, çağdaşı romancıların ithal ideolojilerin içini abartılı olaylar ve çatışmalarla doldurmaya çalıştığı bir dönemde Tanpınar’ın, Batı’da örnekleri görülen Camus, Kafka, Sartre gibi bireyin sorunlarına eğilen, çağının bunaltılı insanının iç dünyasına yönelmiş olmasıdır.

v Sanatçı kişiliğinden gelen ve Batının son dönem roman akımlarını incelediği anlaşılan üslûbu ve tekniğiyle Türk romancılığında bir çığır açmasına rağmen, sanatı ideolojilerine feda eden ve sınıf çatışmasına saplanıp kalmış kimi sosyal gerçekçi romancıları etkileyememenin üzüntüsünü yaşamış; değeri, doğumunun yüzüncü yılı olan bu günlerde ancak anlaşılabilmiştir.



KONULARINI VE KİŞİLERİNİ ANADOLU KENT VE KASABALARINDAN ALAN ROMANCILAR



v Konularını Anadolu kent ve kasabalarından aldıkları halde, kişilerinin bireysel sorunlarını ön plana çıkaranlar da vardır. Toplumsal değişimin bir fon olarak kullanıldığı romanlarda kendilerine bir yer edinmeye çalışan küçük memur, kasaba bürokratı gibi farklı kimliklere mensup kişilerin; ya da ekmeğini bedeniyle çalışarak kazanan işçilerin iç dünyalarına ayna tutulur.

v Cevat Şakir, Tarık Buğra, Mehmet Seyda, Tarık Dursun K... bu kategoride inceleyeceğimiz romancılardır.

v CEVAT ŞÂKİR ; Sanatını Bodrum civarındaki balıkçıların, süngercilerin yaşam serüvenlerini anlatmaya adamış olan Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şâkir Kabaağaçlı) , Uluç Reis , Turgut Reis gibi köklerini aradığı tarihsel romanları dışında yazdığı yapmacıklıktan uzak, gözleme dayanan eserleriyle konu kısırlığı çeken Türk romanına yeni soluklar kazandırmıştır.

v Cevat Şâkir, biraz Osmanlı yanlısıdır ama daha çok Anadolucudur. Onun romanlarında Anadolu, farklı din ve kültürlere bağlı milletleri bir araya getirmiş ve aralarında kan bağına yakın bir kaynaşma olmuştur.

v Önce sürgün olarak , sonra kendi isteğiyle geldiği Bodrum’da sanatını aralarında yaşadığı/tanık olduğu bu Anadolu insanlarının hayatını anlatmaya adar .

v Yayımlandığı yıllarda büyük bir yankı uyandıran bu yoldaki ilk romanı Aganta Burina Burinata’da , Türk okurunu değişik bir dünyanın insanlarıyla karşılaştırır: Geçimini denizden sağlayan Bodrum balıkçıları... Aslî kişi Süleyman Kaptan’ın Ege kıyılarında geçen coşkulu serüveni.

v Renkli ve şiirsel bir üslupla betimlenen bir çevrede hayatta kalabilme mücadelesi veren, kimi zaman karşılaştıkları tehlikeler karşısında yılgın ve ümitsiz, kimi zaman dirençli, birbirleriyle dayanışma içindeki bu insanların ruh durumları verilir.

v Cevat Şâkir’in, denizi ve deniz insanlarını konu alan romanlarında asıl üzerinde durulan denizdir. Öyle ki deniz onun romanlarında zaman zaman kişilerini gölgede bırakacak ölçüde ön plana geçer. Kişilerin tanıtılmasında zorlanan yazar, denizle ilgili betimlemelerde romanın kurgusunu bozacak ölçüde coşar.

v Bitmez tükenmez deniz betimlemeleri romanı âdeta bir mensur şiir havasına sokar. Bu tavrın arka planında, biraz da, bilinçaltında bir takıntı olarak kalmış olan istanbul’dan sürgün edilmesinin sebeplerini yoklayan olumsuz anıların ve ihanetlerle dolu dış dünyanın insanlarına karşı bilinç dışı bir tepki vardır. Balıkçılar dışındaki kişilere, özellikle, balıkçıların alın terlerini sömüren insanlara karşı dozu yükseltilmiş tepkisinin temelinde de yine bu ruh hâli vardır.

v Bodrum süngercilerinin hayatlarından birer kesit sunan Deniz Gurbetçileri bir yana, olumlu eleştiriler alan Ötelerin Çocukları’nda hayatını denize adamış erkeklerin yokluğunda aşksız ve yalnız büyümüş Tiycan adlı genç kızın yasak aşkını, savunduğu değerleri korumak için ahlâksız köy ağasına yiğitçe direnişini ve ölümünü dramatize eder.

v Ona göre insanlar buraların ve ötelerin çocukları olarak iki gruba ayrılırlar. ikinciler yani ötelerin çocukları, her türlü kötülükten arınmıştırlar. Onların ruhlarını yıkayan denizdir. Bu dünyayı yaşanır hâle getiren bu çocuklardır. Bundan ötürü bu kişiler, bu dünyanın kurallarıyla hiçbir zaman uzlaşamazlar.

v Romanı “Ege kıyılarının destanı” olarak niteleyen Sabahattin Eyuboğlu’nun tespitleri yerindedir: “19. Yüzyıl batı romancılığının yarattığı gelenek, bu çatışmada yazarın apaçık taraf tutmamasını, insanları kahraman değil, kahramanları insan etmesini, kimi insanı ak, kimi insanı kara değil, her insanı alaca göstermesini ister.

v Sahil köy/kasaba insanlarının, balıkçıların ve sünger avcılarının çileli hayatları, Cevat Şâkir ’e yakın bir dikkatle, Tarık Dursun K. ve Yaman Koray tarafından işlenir.

v TARIK BUĞRA ; Cumhuriyet Dönemi romanının önemli isimlerinden Tarık Buğra , ele aldığı konu ve konuları işleyiş tarzı bakımından kendisinden en çok söz ettiren romancılardandır.

v ilk romanı Siyah Kehribar ’da Mussolini italya’sında yönetimin baskılarına direnen aydınların (ama gerçekte kişilikleri, yaşama tarzları ve düşünceleri itibariyle dönemin Türk aydınının) soylu direnişini;

v Tiyatro çevresi içinde, oyuncu Naşid ’in hayatından ilhamla yazdığı ibişin Rüyası ’nda geçmiş-şimdi çatışması içinde roman kahramanı Nahit ile Hatice’nin kirlenmemiş aşklarını;

v Gençliğim Eyvah’ta , aydın problemi çevresinde 1970 sonrası gençlik hareketlerinin toplumdaki sosyal dalgalanmaları, çelişkileri, yapılanmaları, ahlâkî kirlenmeyi, sosyal yapıda yerleşmiş kavramların yıkılışını;

v Küçük Ağa’nın devamı niteliğindeki Firavun imanı’nda istiklâl Savaşı sonrası Ankara’daki dış kaynaklı entrikaları, yeni yönetimden pay kapmak isteyenlerin siyasal çatışmalarını;

v Dönemeçte romanında bir Anadolu kent doktoru ile dul bir kadın arasındaki aşk ilişkisi çevresinde çok partili sisteme geçişin sancılarını;

v Akümlatörlü Radyo adlı oyununun romanlaştırılmış şekli olan Yalnızlar’da ,kent aydınının yaşadığı yasak aşk çevresinde asli kişinin fert bilincine ulaşma sürecindeki iç çatışmasını;

v Dünyanın En Pis Sokağı’nda ,70’li yılların siyasal mücadeleleri içinde kan davası için yetiştirilen asli kişinin, aldığı eğitim sonucunda, intikam duygusundan, olgunlaşarak, yazarlığa yönelmesini işler;



v Yağmur Beklerken ’de , Cumhuriyet tarihinin ilk demokrasi denemesi ya da çok partili hayata geçişin ilk basamağı olan Serbest Fırka çevresinde oluşan olayları ve bu olaylar içinde yeni bir insan tipi olan kökü toprağa bağlı aydın tipinin ilk örneğini verir.

v Aytaç’ın yerinde tespitiyle “Partilere bölünme ihtiyacının toplumsal bir olgu, hatta insanın tabiatında yer alan bir eğilim” olduğu düşüncesinden hareket eden Buğra, her ne kadar araya bir mesafe koymaya çalışsa da Cumhuriyet Halk Fırkasına karşı politik bir güç olarak geliştirilen Serbest Fırka’nın ateşli bir savunucusu olan asli kişi avukat Kenan Bey’in yanında olduğunu sezdirir.

v Cumhuriyetin ilk yıllarındaki sosyal ve siyasal yapılanmaları ve bunların doğurduğu birtakım huzursuzlukları, bölünmelerin ve görüş ayrılıklarının ilkel düşmanlıklara dönüşmesini ironik bir üslupla işleyen romanın asıl başarısı, dönemin Anadolu kasaba yaşamını özellikle çok partili hayata geçişi simgeleyen yeni partinin eğitim düzeyi düşük kasaba halkınca algılanışını/değerlendirilişini canlı sahnelerle yansıtmasında görülmektedir.



v Tarık Buğra, son romanı Osmancık’ta ise, aşiretten devlet çıkaran iradenin temelinde yatan töreleri, ahlâk değerlerini, sağlam idarî ve sosyal kurumları vererek altı asır öncesinden günümüz Türkiye’sine mesajlar taşır.

v Osmancık romanı Osmanlı Devletinin kuruluş serüveni içinde asli kişisi Osmancık’ın bilinçlenme ve Osman Gazi Han kimliğine geçiş sürecini işler.

v Yazarın romandaki temel amacı, ulus-devletin kurulmasında maddi değerler kadar manevi değerlerin de önemli olduğuna dikkat çekmek ve toplumda bir ulusal tarih bilinci uyandırmaktır. Buna göre romanda bir kimlik arayışı içinde olan Osmancık’ın bir devlet adamı kimliğine bürünmesi sürecinde yaşadıkları, içsel çatışmaları ve geçirdiği değişim işlenirken bu yolda kendisine yardım eden/yol gösteren toplumun manevi önderlerine özellikle kayın pederi Edebalı’nın fonksiyonuna gönderme yapılır.

v Osmancık, Edebalı’nın telkinleriyle ve verdiği derslerle giderek olgunlaşır ve Han seviyesine ulaşır. Ona bu yolda yardımcı olan ikinci kişi, eşi, Malhun Hatun’dur. Bir zümrüdüanka olarak nitelenen Malhun Hatun’un romandaki fonksiyonu cihan hâkimiyeti olarak simgelenen Kaf Dağı’na Osmancık’ı ulaştırma görevi yüklenmesinden ibarettir.

v Osmancık’ın Edebalı’nın istediği kıvama/çizgiye gelmesinde Malhun Hatun’a olan aşkı bir araç olarak kullanılmıştır. Osmancık, Edebalı’nın öğütleri olan hırstan, sabırsızlıktan ve bencillikten uzaklaştığı, öfkesini dizginlediği oranda Kaf Dağı’na ulaşacaktır. Romana bu açıdan bakıldığında Osmancık romanı alışılagelmiş bir siyasetnameyi andırırsa da asli kişisinin içsel serüvenini ve çatışmalarını vermesi bakımından bir karakter romanı hüviyetini taşımaktadır .

v Yazarına ün kazandıran ve olumlu olumsuz pek çok eleştiriye hedef olan Küçük Ağa ve onun devamı niteliğindeki Küçük Ağa Ankara’da romanlarında Kurtuluş Savaşı yıllarına, resmî tarih görüşünün dışında, çağdaşı pek çok romancıdan (Samim Kocagöz, ilhan Tarus, Kemal Tahir) farklı bir tezle ve üslupla yönelir.

v Anadolu direniş hareketlerinin ve savaşın zaferle sonuçlanmasına, sadece aydın üst kadroların değil, halkın gönlünde yaşayan Türk-islam sentezinin bilincine ulaşmış halk önderlerinin de payı olduğu temel düşüncesiyle yaklaşır.

v Küçük Ağa romanı, yazarın ifadesiyle “içindeki gizli amillerin beklenmedik anlarda fışkırmaları ile yeniden doğmayı başaran Türk insanını” temsil etmekte, roman asli kişisi istanbullu Hoca’nın kişiliğinde benzer serüvenleri yaşayan Türk toplumunun yaşadığı trajediyi anlatmaktadır .

v ilk baskısının Küçük Ağa ve Küçük Ağa Ankara’da olmak üzere iki cilt hâlinde; daha sonra yazar tarafından yeniden düzenlenmesiyle Birinci Kitap, ikinci Kitap olarak tek bir kitap hâlinde yayımlanan Küçük Ağa, yine kendi arasında bölümlere ayrılmaktadır.

v Romandaki olayları yönlendirenler, başta istanbullu Hoca olarak tanınan Mehmet Raşit Efendi olmak üzere Çolak Salih, Ali Emmi, Doktor Haydar Bey, Ağır Ceza Reisi’dir. Başlangıçta birbiriyle çatışma hâlinde olan bu kişilerden Çolak Salih, halkın kahramanlık ruhunu; Anadolu halk direnişinin sembolü olan Ali Emmi, altı yüz yıllık imparatorluk tecrübesi yaşayan halkın sağduyusunu sembolize ederler.

v Gönülsüzlerin Doktor Haydar Bey ve Ağır Ceza Reisi ise Ali Emmi’nin halk arasında yaptığını aydınlar arasında gerçekleştirirler. Doktor Haydar Bey, aynı zamanda başlangıçta Akşehir’deki olayları değerlendiren bir yansıtıcı görevi de üstlenmiştir. Romana adını veren aslî kişi istanbullu Hoca , romanda Osmanlı Devletinin kuruluşunda önemli görevler üstlenen alperen tipinin temsilcisi olarak görev alır.

v Romanın ikinci çatışma halkası Türklerle Rumlar -geniş anlamda Yunanlılar arasında cereyan eder. Bu iki ulusu bir zamanlar çok yakın iki arkadaş olan Salih ile Niko temsil ederler. Salih savaşta kolu ile birlikte bütün ümitlerini de kaybetmiş; bir insan enkazı olarak evine dönmüştür. Niko ise savaş dönemi şartlarını lehine çevirmiş ve büyük paralar kazanmıştır. Mensubu oldukları milletlerin prototipi olarak romanda yer alan iki farklı dünyanın insanı bu kişiler, romanın sonuna kadar çatışmalarını sürdürürler.

v Tarihsel malzemeyi bir araç olarak kullanan Tarık Buğra, Ali Emmi gibi halktan kişilere ve istanbullu Hoca gibi din adamlarına önemli görevler yükleyerek hem ulus olma sürecindeki Türk toplumunun temel değerlerine, hem de istiklâl Savaşı’nın başarısındaki isimsiz kahramanlara gönderme yapmaktadır. Zira bu kişilerden Ali Emmi’nin kişiliğinde sembolize edilen Anadolu insanı, Aktaş’ın söyleyişiyle: “... bağlandığı değerler sistemiyle bir hayat tecrübesini ifade eder ve iki devri birbirine bağlar. O, bizim değişmez bir tarafımızın temsilcisidir: En kötü şartlar altında bile devletin ebed-müddet olduğuna iman eden ve devleti mukaddes sayan ruhun temsilcisidir; devletin birinin ömrü son bulurken, diğerini kurmak üzere faaliyet gösterenlerin ayaklarını bastığı sağlam zemindir. Türk halkının cisimleşmiş millî gururudur.

v Yazar, onun kişiliğinde, Türk toplumunun devlet kurmaktaki temel prensiplerini ve cevherini vermeyi amaçlar.

v Küçük Ağa romanında entrik unsur, her şeyini kaybetmiş ve eşkıya olmanın ya da ihanetin eşiğinde bulunan Çolak Salih ile istanbullu Hoca’nın değişim geçirerek aynı amaçta ve düşüncede yani başlangıçta karşı çıktıkları Kuvayı Milliye saflarında toplanarak Ankara Hükûmetine bağlanışlarıdır. işte roman bu bağlanışın sancılarını, iç çatışmalarını, karşı güçlerle, fırsatçılarla ve yağmacılarla yaptıkları mücadelelerini anlatmaktadır.

v Tarık Buğra kendisiyle yapılan bir masabaşı konuşmasında bu dönemi ele alan romancıların genellikle dönemin ortam ve şartlarına, bu ortam ve şartlar içindeki tutum ve davranışlara göre değil, genel sonuca göre ele aldıklarını, dolayısıyla yeterince nesnel olamadıklarını ve tek yanlılıktan kurtulamadıklarını söylemektedir.

v Buğra, Küçük Ağa’da aynı konuyu işleyen romanlardan farklı olarak, kişilerini idealize etmek, ya da iyi kötü ayırımına girmek yerine onları olayların akışı içinde ve dönemin ortam ve şartları içinde anlatıp yargılamayı okura bırakmayı tercih eder. Bu bakımdan onun kişilerinin, olumsuz olanlar da dahil, hepsinin sebep-sonuç ilişkisine dayalı trajik bir öyküsü vardır.

v Tarık Buğra, Küçük Ağa’nın serüvenini burada bırakmaz .Okurlarının yoğun isteği üzerine kaleme aldığı, ama tefrika hâlinde kalan Çolak Salih Niko’ya Karşı romanında ise Pontus Devleti kurma çalışmaları içindeki Niko ile kişisel hesaplaşması çevresinde, savaş sonrası yeni yapılanmaları sorgulamaya çalışır.

v Tarık Buğra’nın adı anılanlar dışında gazetelerde tefrika olarak kalmış; konularını Anadolu kent ve kasabalarından istanbul’un Şişli, Beyoğlu gibi mekânlarına kadar uzanan farklı mekânlarda yaşanmış aşk, entrika ve serüven ağırlıklı olaylardan alan geçim kaygısıyla yazılmış Ofsayt , Tetik Çekildikten Sonra , ince Hesaplar, Yanıyor mu Yeşil Köşkün Lâmbası? , Şehir Uyurken, Sonradan Yaşamak , Ölü Nokta , Abaza Paşa’nın Rüyası , Bir Köşkünüz Var mı? adlı romanları da vardır.

v MEHMET SEYDA (ÇELİKER) ; Yazı hayatına şiir yazmakla başlayan Mehmet Seyda , realist bir yol tuttuğu romanlarında bireyin ruh çözümlemelerine yer verir. Romanları genel olarak 1923-1946 yılları arasında Türkiye’deki toplumsal değişikliklerin geleneksel Türk ailesinde yaptığı yıkımları, büyük bir ailenin parçalanışı ve çözülüşü etrafında ele alır.

v “Büyük ailenin çöküşü” genel başlığıyla adlandırılabilecek bir dizi romanından ilki olan Yaş Ağaç’ta, devlet kasasından beslenen Cumhuriyet öncesi büyük bir ailenin Cumhuriyet sonrasında düştüğü geçim sıkıntılarını, yeni şartlara hazırlıklı olamayan aile büyüklerinin bocalamalarını, zamanla büyüyen ailenin parçalanarak dört küçük aileye bölünmesini bir dizi romanın ortak kahramanı Osman’ın bakış açısından verir.

v Şeyda , romanda kalabalık aile içinde büyüyen küçük Osman’ın, davranış psikolojisinin metotlarına uygun olarak, büluğ çağı sorunları, kişiliğinin oluşmasını, aileden ve sokaktan gelen çatışmalarını çok yönlü sorgularken; 1959 yılında yayımlanan Ne Ekersen’de aynı ailenin bir başka bireyi Ali Muhsin’in, zaman zaman Osman’ın hayatına katılarak, aileden ve toplumdan gelen zorlukları ve çetin yaşam koşullarını; Bir Gün Büyüyeceksin , ihtiyar Gençlik , içe Dönük ve Atak , Cinsel Oyun , Süeda Hanımın Ortanca Kızı , Gerçek Dışı gibi romanlarında Osman’ın tutku hâlini alan ilk gençlik aşklarını, serüvenlerini, beden ile ruhunun istekleri arasında bocalayışlarını Türk aile yapısındaki derin sarsıntılara inerek vermeye çalışır.

v Yazarın en tanınmış romanı Yanartaş’ta ise maden işçilerinin sorunlarını realist gözlemlere dayanarak ele alır.

v Seyda’nın Köroğlu , Sultan Döşeği ve Nemrut Mustafa gibi tarihsel romanları ile Büyük Beyin, 6 Numaralı Rostov Planı , Gezici Ölüm Hücresi adlarında polisiye romanları da vardır.

v Mehmet Seyda’nın TRT roman ödülü kazanan ve olumlu olumsuz pek çok eleştiri alan Yanartaş romanı, kendisinin Zonguldak madenlerinde çalıştığı yıllardaki gözlemlerine dayandığı için bir bakıma otobiyografik hüviyetlidir. Ayrıca ikinci Dünya Savaşı’nın Türkiye ve Zonguldak üzerindeki yansımalarını vermesi bakımından da belgesel roman olarak nitelenir.

v Mehmet Seyda, Yanartaş romanında döneminin sosyal ve siyasal olaylarını vermede biraz ölçüyü kaçırdığı, Zonguldak maden işçilerinin hayatlarını tam olarak anlatmadığı, eserinin kurmaca tarafını zayıflattığı savıyla başta Fethi Naci olmak üzere, Naci Çelik, Rauf Mutluay gibi kimi eleştirmenlerin suçlamasına hedef olmuştur.

v iki cilt olarak yayımlanan Yanartaş, Seyda’nın ilk dönem romanlarının ortak kişisi Osman Güralp’in Zonguldak’a gelişi, Kömür işletmesi Muhaberat Servisinde çalışmaya başlaması, Yaşar’la evlenmesi, karısını aldatışı, evinde bulundurduğu yasak yayınlar yüzünden tutuklanışı ve bir süre sonra serbest bırakılışı birinci cildin olaylar zincirini oluşturur.

v Osman’ın askerlik görevinin anlatıldığı ikinci ciltte ikinci Dünya Savaşı ile ilgili haberler, Millî Şef döneminin aydınlar üzerindeki baskısı biraz abartılı da olsa bir fon olarak kullanılır. Romandaki olaylar zinciri bir yüzbaşının denetiminde karısıyla görüşme sahnesinde karısının “ne olmuşsun böyle! ” cümlesiyle sona erer. Bu kısa konuşma kendini bulma sürecindeki roman baş kişisinin aile, çevre ve rejim tarafından kuşatılmış, engellenmiş olan ruhsal durumunu vermeye hizmet etmektedir.

v TARIK DURSUN K(AKINÇ) ; ilk romanı Hasangiller ile bir çıkış yapan Tarık Dursun, daha sonra yazacağı Rıza Bey Aile Evi, insan Kurdu, Sabah Olmadan, Bağışla Onları gibi romanlarında yoksul mekânlarda yaşayan çeşitli mesleklere mensup kasaba insanlarının, daha çok marksist bir söylemle, sığ çatışmalar içinde aşk ve dostluğa dayalı sıcak ilişkilerini yansıtır.

v Daha sonra yazdığı Denizin Kanı romanı anlatım tekniği ve özgün yapısıyla yaşamın sert yüzüyle sürekli boğuşmak zorunda kalan ve emekleri Hacı Ağa gibi “süngerci ağaları” tarafından sömürülen Bodrum süngercilerinin yaşam serüvenlerinden canlı sahneler sunar.

v Kopuk Takımı ile Gün Döndü gibi konu ve izlek bakımından ilk romanlarıyla örtüşen eserleri dışında Almanya’da çalışan gurbetçilerimizin yaşamını bir aile dramı içinde ele alan Kayabaşı Uygarlığı’nın Yükselişi ve Birdenbire Çöküşü ile köy ve kent yaşamının acı gerçeklerini bir arada sunan Kurşun Ata Ata Biter adlı romanları olgunluk dönemi eserleri olarak kabul edilir.
 

asah

GOLD Üye
Katılım
14 Eki 2012
Mesajlar
2,943
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Bölüm:
Türk Dili ve Edebiyatı
Şehir:
Zonguldak
4.ÜNİTE

POSTMODERN ROMAN

POSTMODERN ROMANIN KÜLTÜREL, SİYASAL VE SOSYAL ARKA PLANI



v Postmodern Roman Postmodernizmin bir dönemin adı mı, bir düşünce sistemi mi, modernizmin içinde bir bakış açısı mı, sadece eleştirel bir duruş mu, ya da siyasaldan sanatsala kadar bütün alanların yeni bir üslubu mu olduğu konusundaki tartışmalar devam etmektedir.

v Postmodernizm veya postmodern, tarihsel olarak yirminci yüzyılın son çeyreğinden itibaren gelişen siyasal ve ekonomik küreselleşmeyi; bireysel ve toplumsal eşitlenmeleri ve bağıntısızlaşmaları; olgudan görüntüye geçişi; kültürlerin iç içe geçişlerini; ideolojilerin dağılmasıyla ortaya çıkan tercihsizliği; gerçekle hayalin birbirine geçişi gibi birçok durumu ve tutumu anlatmak için de kullanılmaktadır.

v Postmodern roman eleştirisi genel olarak, üst kurmaca, metinler arasılık, çoğulcu bakış açısı gibi bileşenler üzerinde durarak metinsel yapıyı incelemektedir.

v Akılcı ve aydınlatmacı felsefelerin ışığında gelişen bilim ve teknolojinin, öncekinden faklı bir şekilde imgesel şartlandırmalarla yayılmaya başlaması; her değerin değerlerden bir değer olduğunun çoğulcu bakış açısını oluşturması; deneysel ve olgusal gerçekliğin, bütüncül bir gerçekliği ortaya koyamaması; modernizm karşısında yaşanılan inanç kayıpları ile birlikte, geçmişten gelen bütün bilgilere kuşku duyulması; bunun sosyal zihinde boşluklar oluşturması; boşlukların, karmakarışık görüntülerle dolması gibi gelişmeler, postmodern kelimesinin kullanım alanlarını genişletmiştir.

v Farklı gelişmelerin kesiştiği noktada görünen : Postmodernizm, bilim, teknoloji ve ideolojiler ekseninde toplanan modern değerlere şüphe duymaya başlamış; bu rasyonel, Newtoncu kategorizasyona karşı eleştirel bir tutum geliştirmiştir.

v Kimileri, postmodernizmin geliştirdiği çoğulculuğu, demokrasi, yerel kültürler kabul ve meşrutiyetin ispatı yolunda önemli bir aşama ya da sapma olarak görürken; kimileri de, postmodernizmin, milli ekonomileri, dilleri, milli kültürleri yok eden küresel kapitalizmin yeni üslubu olarak görmektedir.

v Romanla tanışmamızdan 1980’li yıllara kadar, hem romancı hem okur için, romanda ne anlatıldığı; nasıl anlatıldığından önemli olmuştur ve aslında modern romanın kendi geleneği içinde de konudan biçime doğru bir gelişme göstermiştir.

v Romana, romantizm ve realizm sularında dalan romancılarımız, roman teknikleri üzerinde düşünmüşler daha sonraki yıllarda batıdan gelen yeni anlatım tekniklerini kullanmışlardır. Fakat bu teknikler ve yaslanılan bakış açıları, her zaman “bir şey anlatmak” merkezlidir.

v İdeolojik problemi olan romanlar da (sosyal problemleri ele alan, düşüncelere, ülkülere, öneri ve eleştirilere dayanan); psikolojik problemli olan romanlar da (insanın iç dünyasına, kişiler arası ilişkilerin çatışmasına dayanan) tematik yapılarıyla tartışılmıştır.

v 1980’li yıllara kadar romanlarımız üzerine yapılan çalışmalarda, Doğu-Batı probleminin, eski ile yeninin, ulusal ile evrenselin, köy ile köylünün, aydın ile halkın, tarih ile şimdinin, ideal ile materyalizmin nasıl işlendiği üzerinde durulduğu görülür.

v Bilinç akışı ve geriye dönüş tekniklerini uygulayan Tanpınar ve üst kurmaca olarak adlandırılan yeni kurgusuyla postmodern kurguya yol veren Oğuz Atay , romanlarındaki aydın insanlar çevresinde değerlendirilirler.

v Türk romanı üzerinde tamamen biçime yönelik tartışmalar Orhan Pamuk’un romanlarının yayımlanmaya başlamasıyla kendini gösterir. Postmodernist romanın “üstkurmaca”sı, “metinler arasılık”ı bağlamında Oğuz Atay’a, hatta geleneksel fantastik hikayemize uzanmak gibi çalışmalar da bu tarihten sonradır.

v Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ı, Beyaz Kale’si, Benim Adım Kırmızı’sı; Bilge Karasu’nun Gece’si; Hilmi Yavuz’un Fehmi K.nın Acaip Serüvenleri; Hasan Ali Toptaş’ın Bir Hüzünlü Haz’ı yayımlanmış ve bu romanların “ne anlatmak” istediği konusunda kafalar karışmıştır.

v Bu romanlar çok şey anlatıyorlar ama ne yazar, ne anlatıcı ne de roman kişileri, özellikle “bir şey” anlatmanın veya önermenin hatta eleştirmenin peşinde değiller.

v Romanlarda dikkati çeken en önemli özelliğin, anlatılan her şeyin estetik bir bütünlük için kullanılan malzemeler olduğunun fark edilmesi, biçim üzerinde durmayı zorunlu kılar. Artık küresel simülasyonun oluşturduğu imajlarla hayatını sürdüren okur da çoğalmıştır ve romanın “bir şey” anlatmasını değil, her şeyden söz etmesini ve hoşça vakit geçirtmesini istemektedir.

v Bilim, teknoloji ve ideolojiler ekseninde toplanan modern değerlere şüphe duymaya başlayan posmodernizm, bu rasyonel, Newtoncu kategorizasyona karşı koyacak bir merkez kuvveti olmadığı için değerleri eşitleme yoluna gider. Tarih ile tarih dışı, mekânla mekân dışı, dinsel ile dindışı, olgu ile tasavvur, ahlâk ile ahlâksızlık kısaca her şey , her değer, birbirine karşı üstünlüğünü veya alçaklığını kaybeder ve eşitlenir. Modern ahkâma karşı inanç kaybı noktasında bu nötrleştirme ve eşitleme, insanı konumsuzlaştır ve kimliksizleştir. Sözünü ettiğimiz okur, bu geniş tabanlı sosyal durumun okurudur.

v Postmodern roman eleştirisi genel olarak, üst kurmaca, metinler arasılık, çoğulcu bakış açısı gibi bileşenler üzerinde durarak metinsel yapıyı incelemektedir.

v Toplumcu gerçekçi veya idealist eleştirinin, hatta geleneksel estetik eleştirinin, anlamakta veya hazmetmekte zorluklar yaşadığı açıktır. Tarihsel, ideolojik, didaktik bütün nedenselliklerini kaybeden postmodern metin ve bu metinlerin eleştirisi karşısında yaşanan bu şaşkınlık ve hazımsızlık da doğaldır. Bu eleştiriler “nasıl anlatıldığı” üzerinde de durmuşlardı daha önce. Ama onlar için, anlatma biçimi, ancak anlatılan şeyin daha iyi anlatılması içindi. Fakat postmodernin de bir gerçeklik anlayışının olduğu söylenmektedir. Örneğin biyografik, sosyolojik, hatta psikanalitik nedenselliklerin yerini, kurmacanın kendisi almıştır; kurmacanın kendisi bir “neden”dir.

v Newton fiziğinin duyusal gerçekliğinin tahtı, quantum fiziğinin göreceliğiyle sallandığından beri, yeni bir gerçeklik anlayışı da doğmaya başlamıştır.

v Derida, Foucault, Barthes, Lévi-strauss, lyotard ve Baudriallard’in, doğmaları, ideolojileri ve modernizmin getirdiği bütün normları sarsması, bütüncül olmayan, karşıtlık ilişkisi üzerine kurulmayan bu yeni gerçekliğin anlatılması çabasıdır.

v Postmodern romanların tarihe yöneldiği, kurguda, entrika ve gizemi öne çıkardığı bilinir. Üst kurmaca çok genel anlamıyla, romandaki evrenin, kurmaca olduğunun, metinsel bir gerçeklik olduğunun açıkça vurgulanmasıdır.

v Bu kurgu düzeneği üç şekilde olabilmektedir.

v 1)“Metnin kuruluşunu, yazılış sürecini olgu içine konumlandırma, diğer kurmaca metinleri kısmî olarak yerleştirme’’

v 2) Nesnel gerçeklik ile kurmaca ilişkisini/ çelişkisini belirginleştirme”

v 3) Modern romanda kimliği örtükleştirilen anlatıcıyı, etkin bir figür olarak belirginleştirme”

v Metinler arasılık, bütünüyle postmodern romanın getirdiği bir teknik değildir.

v Özde “iktibas” geleneğine dayandırabileceğimiz bu metin dışılığın, hem bilimsel hem de edebiyat metinlerinde yapıla geldiği bilinmektedir.

v Divan şiirinde telmih edilen veya alıntılanan ayet ve hadislerden, kendini sorumlu aydın olarak gören romancıların bilimsel metinlerden yaptıkları alıntılara kadar çeşitli örneklerini göreceğimiz metinler arasılık, postmodern romanda çok farklı amaçlar ve biçimlerde yapılmaktadır. Postmodernistin alıntı ve göndermelerinin temel amacı, oyunu çok boyutlu ve ilginç kılmak içindir.

v Bilgi ve değerlerin gelenekselleşmiş bütünlüğünü bozma amacı güdülmüştür.

v Üst kurmacanın bir alt kategorisi olarak değerlendirilen metinler arasılık, üç yöntemle uygulana bilmektedir: Pastiş, gülünç dönüştürüm ve parodi.

v Özde taklit ve kopya sayabileceğimiz pastiş yöntemi, Jameson’a göre, modernizmde yabancılaşan bireyin, postmodernizmde parçalanan özneye dönüşmesidir. Buna bağlı olarak kişisel üslup yitmiştir. Bu yüzden geçmişin bütün üslupları, postmodern metnin üslubu olabilirler.

v ‘Gülünç dönüştürüm’de kendisinden önce yazılmış bir kurmaca metinle kurulan bağ mizahî bir nitelik taşır. Yazar örneksediği metnin biçim ve figüratif özelliklerini, kurgu ve tekniklerini alaya almak ya da okuyucuyu eğlendirmek amacıyla deforme eder.

v Parodi, bir kurmaca metnin başka bir kumaca metnin içeriğini örneksemesidir. Yazar kendinden önceki metni ana konu bağlamında dönüştürerek kendi eserine uygulayabileceği gibi; örneksenen metnin içerik parçalarını da kendi eserine uygulayabilir.

v Postmodern romanın önemli özelliklerinden biri de entrika ve gizemi öne çıkarmasıdır. Polisiye roman denilen modern popüler romanlarla, fantastik öğeleri, postmodern popüler kültür ortamında yeniden üretmek gibi görünen bu yeniliğin, karma bir zevke hitap ettiğini söylemek mümkündür. Avam ile elit arasındaki sınırın, medyaların oluşturduğu imgelerle, yakınlaşmış olması; bu karma durumu besleyen en önemli etkendir. Polisiye durum genel olarak postmodern romanda “üst kurmaca bir düzlemde belirlenir; Bir Cinayet Romanı, Tehlikeli Masallar, Benim Adım Kırmızı gibi romanlar, yazma edimini, estetik meseleleri sorunsal edinerek aksiyonel ve figüratif durumları bunun çevresinde oluşturur. Estetik problematiğin polisiye ile birlikte kurulması çelişki gibi görünse de, postmodernizmin çoğulculuğu içinde bu, seçkinle avamı birleştiren ya da seçkinin içindeki avamı ortaya çıkaran bir yeniliktir.

v Postmodernizmin tarihe yönelmesini, edebiyatın tarihsiz yapamazlığına bağlayabiliriz. Modern roman da olgusalın ve ideolojik olanın temeli olan tarihe yönelmiştir. Fakat postmodernin tarihe yönelme amacı ve tarihi işlemedeki mantığı farklıdır. Örneğin, Namık Kemal’in Cezmi’sindeki, Kemal Tahir’in Devlet Ana’sındaki, Tarık Buğra’nın Osmancık’ındaki tarih, Orhan Pamuk’un Beyaz Kale’sindeki tarihten oldukça farklıdır. Öncekilerdeki aydınlatmacı tutumdan, siyasal bakış açısından uzaklaşmıştır Beyaz Kale. Öncelikle, postmodern roman, bakışını, tarihin dönem noktalarından, kahramanlarından, daha alt sevideki kişilere ve olaylara kaydırır. Bu tutumun altında yatan temel etken, tarihi bir ders verici öge olmaktan çıkarma düşüncesidir.

v En azından, postmoderniste göre, kimliği ve kültürü etkileyen, idealleştirilmiş kişi veya olaylar değil, hayatın kendisidir. Bütün modern verilerin doğruluğunu sarsmak isteyen postmodernizm, tarihi bilgilerin doğruluğunu da karıştırmak ister. Artık postmodern romanın “tarihi figürleri sıradan askerler (Puslu Kıtalar Atlası), küçük buluşlar peşinde koşan mucitler (kitab_ül Hiyel), ev kadınları, çocuklar, nakkaşlar (Benim Adım Kırmızı), Fetih sırasında top dökümüyle uğraşan frenk mühendisler (Kara Büyülü Uyku ) gibi sıradan insanlardır.”.

v Türk romanında Postmodern yöntemler ve eğilimler açısından incelenebilecek bazı romanlar şunlardır: Oguz Atay, tehlikeli Oyunlar; Ahmet Altan, Tehlikeli Masallar; Pınar Kür, Bir Cinayet Romanı; Orhan Papuk, Kara Kitap, Benim Adım Kırmızı, Beyaz Kale; Latife Tekin, Sevgili Arsız Ölüm; ihsan Oktay Anar, Puslu Kıtalar Atlası; Süreyya Evren, Postmodern Bir Kız Sevdim; Nedim Gürsel, Boğaskesen, Hasan Ali Toptaş, Bin Hüzünlü Haz; Metin Kaçan, Fındık Sekiz.

v Postmodern romanın temel özelliklerinin üst kurmaca, metinler arasılık, çoğulcu bakış olduğu noktasında tartışma yok gibidir.



MODERN ROMAN VE POSTMODERN ROMAN



v On dokuzuncu yüzyıl boyunca ve yirminci yüzyılın yarısına kadar roman, akılcı ve aydınlatmacı felsefelerin oluşturduğu bir “bilinçlilik” düzlemi üzerinde yürür. ideolojik, dinsel veya mistik sapaklar olsa da bunların kesiştiği kavşak, tarihsel, olgusal ve deneysel bilginin kurduğu “bilinç” kavşağıdır.

v Romandaki anlatıcıların ve kişilerin bakış açıları, bunların olaylar ve ilişkiler ağı içindeki tavırları, diyalektik, epistemolojik ve ideolojik bir arka plana ve ortama sıkı sıkıya bağlıdır. Romanlardaki her türlü olay hatta kurgu, bilinç düzleminde var olan bir nedensellik bağı ile bağlıdır.

v Modern roman, Nurdan Gürbilek’in dediği gibi “hem modernliğin hem de modernliğe yönelik direncin, modernliğe göre yeniden tanımlanmış bir yerliliğin inşa edildiği alandır”.

v Modern romanın bu bilgi, bilinç ve gerçekliği, farklı düzeylerde yansır. Modern bilinç, bazen, sosyo ekonomik yapılanmanın içinde bir burjuva inşa eder biçimde görünür. Bazen anlatıcı ve kişilerin eylem ve konuşmalarında bilgiç ve kesin inançlı olarak görünür. Bazen de varoluşsal bir arka plan olarak hayatı biçimlendirmek ister. Bu süreçteki roman eleştirisi de sözü edilen bilinç düzlemine bağlı bir modern değerler sistematiğinin ürünüdür.

v Modern değerler sistematiğinin en önemli etmeni olan bilimlerden fizik ve psikoloji alanındaki gelişmeler, yazarı, insan ve hayat ilişkisini, bilinçaltında yoklamaya da yönlendirir.

v Bilinçaltına uzanan romancı bütünüyle dışsal gerçeklikten kopmaz. Sorgulamalar, arayışlar, eleştiriler, umutsuzluklar, isyanlar bilinç-bilinçaltı arasında bazen yüzeye çıkar bazen derine inerler.

v Newtoncu gerçekliğin yönettiği duyulardan, düşüncelerden ve bakış açılarından kuşkuya düşen; son yüzyılın acılarını çok çeken; yürüyen hayatta sordukları sorulara cevaplar bulamayan; “öteki”ne egemen olmaktansa kendi varlığının ve duruşunun kaynaklarını problem edinen yazarlar, bilinçaltına yönelirler.

v Örneğin Jung, Freud ve Proust’un izinde Tanpınar, mistik birikimi ve rüyayı da işin içine katarak, gerçek ile gerçek üstü arasındaki köprüyü kurmaya çalışarak yeni bir hafıza yapmak ister.

v Bilinçaltı, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay gibi yazarlarda, kimliksizliğin ve kişilik arayışının kentle ilişkilerini işaret etmeye yarar. Fakat bazı roman kişileri de, bilinçaltı labirentlerinin simgesel uyaranlarla dolu yollarında, kişisel ve toplumsal varlığın bağlantılarını yoklama gibi bir ameliye ile meşgul olamayacak kadar bilinçten uzaklaşır ve koyu bir umutsuzluğa kapılırlar.

v Bilinçaltı, insanın derin ve örtülü gerçekliğinin nedensellik kaynağı olarak; bilinç akışı ise, bilinçaltı labirentlerinin simgesel uyaranlarla dolu yollarında kişisel ve toplumsal varlığın bağlantılarını öyküleştirme tekniği olarak yaşamaya devam etmektedir.

v Hâlâ romanımız önemli ölçüde bilinçle ve bilinçaltıyla ampirik dünyaya bir şekilde bağlıdır. Fakat aynı zamanda yirminci yüzyılın daha ilk yarısından itibaren akılcı ve aydınlatmacı felsefelerin beslemesiyle büyüyen gerçeklikten kuşku duyulmaya başlanır.

v Deneysel ve olgusal gerçeklik, bütünlüğü ve kesinliği olan bir gerçekliği ortaya koyamamıştır. Bilginin ve yargıların göreceliği ile oluşan şey, inanç kaybı ve çoğulcu bakış açısıdır. inanç kaybı romandaki nedensellik kaynaklarını altüst eder.

v Romanlar (ve diğer anlatı türleri), “kendine yeterli bir dünya olan metin”lere dönüşürler. Olgusal, deneysel ve tarihsel nedenselliklerinin yerini gerçeküstü uyaranlar ve rastlantısallık almaya başlar. Anlatılar, Eco’nun dediği gibi “imgeler ormanına” dönerler.

v Romandan anlatıya geçiş aynı zamanda kahramandan bireye, bireyden metinsel varlıklara geçiştir. Başka bir deyişle, kişileri, olayları ve bilgileri ile bu anlatılar, postmodernizmin simülatik çocuklardırlar.

v Postmodernizm, rasyonel modernist sistematiğe karşı koyacak bir merkez kuvvet bulamadığı için, değerleri eşitleme yoluna gider. Fakat bu eşitleme, göreceli gerçeklik kuramını da aşarak, “gerçeksizlik” krizine ulaşır.

v Tarih ile tarih dışı, mekânla mekan dışı, dinsel ile dindışı, olgu ile tasavvur, ahlâk ile ahlâksızlık kısaca her şey, her değer birbirine karşı üstünlüğünü veya alçaklığını kaybederek eşitlenir.

v Göreceli gerçekliğin ilkelerinden biri olan çoklu bakış, bağlantısız bakışa sıçrar. Bu sıçramalar arasında anlatı kişileri de reel konumlarını, toplumsal gerçekliklerini ve bireysel kimliklerini kaybederler.

v Nurdan Gürbilek, Türk öyküsünü “anlatamama” bağlamında çözümlerken, “yapıt”ın yerine “metin” kavramanın geçmesiyle, yazılanın yazarın niyetinden , yaşamından ayrıldığını, başlı başına bir dil, bir doku olduğunu söyler.

v Metin, “bir merkezi olmadığı gibi, bir dışı da olmayan, hiçbir “dış” müdahaleye izin vermeyen bir göstergeler ağı, bir alıntılar dokusu”dur. Eleştiri için, “metnin içiyle dışı arasındaki gerilim, sahicilik arayışı”anlamsız hale gelmiş.

v Bilinç düzleminde eleştirileri, önermeleri, tercihleri olmayan ya da bu önerme ve tercihleri hem taşıyan hem de onları geçersiz kılan romanlar ya da anlatılar vardır artık.

v Bilinçaltı uyaranları ile sorgulamalara, anlam arayışlarına yönelmeyen ya da yönelen ama her yönün çıkışını boşluğa düşüren; iç merkezi ve dış çevreyi ala bildiğine genişleten ve dağıtan; metinden başka hiç bir şeyle bağı kalmayan, hiç bir şeye ve kimseye sorumluluk duymayan anlatılar vardır.

v Bu anlatılar, doğrusal zamanın bir yerinde ilerlemezler; sanki dairesel zaman ve mekân ve olaylar bu anlatıların üzerine boca edilmiştir. Olgusal, mistik ve simulatik bütün bilgiler; yaşanan zaman, tarih, mitoloji ve hayal iç içe girer. Adeta romanların kurgularını, bütün zaman ve mekânlarda dolanan, yörüngesinden fırlamış gizemli bir zihin kurmaktadır.

v Gizem, postmodern romanların en önemli öğelerinden biridir. Gizem, akıl gerçekliğinin ruhsal gerçeklikle buluşup sarılması ve bütünlüğü işaret etmesi bakımından, önemli bir geleneksel ve bilinçaltısal izdir denilebilir. Fakat bu metinlerdeki imgesel dil, bir bütünlüğü işaret etmez; hatta insanı, kendi içinde sürekli parçalayarak görünemez ve bilinemez hale getirir.



POSTMODERN ROMANLAR ÜZERİNE



ORHAN PAMUK: KARA KİTAP

v Kara Kitap’ın bir olay örgüsü var mıdır? Romanın başından sonuna kadar değişmeyen baş kişileri olduğuna göre, bu kişiler, ana düğüm olan “arayış” etrafında birleştiğine göre bir çerçeve olay var demektir.

v Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ı 1990’da yayımlanır. Modern roman ile postmodern arasında sayılan romanı, hem modern hem de postmodern açılardan değerlendiren eleştirmenler olmuştur. Modern açılardan bakanlar, sözü estetik ve ideolojik yozlaşmaya yontarken; postmodern açılardan bakanlar, kitaptaki çoğulcu yapı, üst kurmaca, simgesel boyut gibi özellikler üzerinde dururlar.

v Kara Kitap üzerine yazılan irili ufaklı yazıların ve incelemelerin sayısı yüzlerle ifade edilmektedir. Öyle ki ilk defa bir kitap üzerine yazılanları toplayan bir kitabın yayımlanmasına sebep olmuştur .

v Entelektüel boyutu öne çıkan, gizemli ve entrik yapısı, popüler romanlardaki sıradanlığı aşan, sentaksı, ortalama okur için problem olan bir romanın yüz binlerce satması ve birkaç yıl nerdeyse gündemde kalan tek kitap olması, çok şaşırtıcı bulunur.

v Kara Kitap’› , alınıp satılanı belirleyen, zevkleri ve modaları yönlendiren, her şeyi, izleyenlerin kafalarında simulatik olarak var kılan medya kanallarının edebiyattan popüler gündeme taşıdığı söylendi. Edebi eleştirinin, sadece bu havadan etkilendiğini söylemek de zor.

v Kitap üzerine yapılan eleştiriler, daha çok, romanın çoğulcu yapısının farklı okumaları mümkün kılmasıyla ilgili olmalıdır. Romanın mutlaka bir değeri işlemesi gerektiği şeklindeki alışkanlık, yazarın bu değeri çok dağıtarak görünmez kıldığını düşünerek, tarihten, romanın olay zamanına kadarki simgelere yüklenirler; tebdil-i kıyafetler, hazineler, mevsimler, şifreli yazılar, yüz okumaları içinde bu değeri ararlar.

v Romanın toplumsal gerçekliklerin sanatsal formu olduğunu düşünenler, romanın hiçbir düşünceyi, hiçbir duyguyu işlemediği sonucuna varırlar. Bu yüzden de roman, toplumsal örgüsünü ve nedenselliğini kaybeden, çeşitli yapıların montajından oluşan “uyduruk” bir kitap olmuştur.

v Romana, getirdiği yenilikler açısından bakanlar, Orhan Pamuk’un, çağdaş roman teknikleri içinde kendine yeni yollar aradığını ve bulduğunu tespit ederler.

v Ramazan Korkmaz, Kara Kitap’ı, modern zihniyet ve teknolojinin kötücül faturası gibi görülen insanî kültürün kalıplaştırılarak tekleştirilmesine karşı, estetik bir tepkinin ürünü olarak değerlendir. Ona göre, insanın kendini arama bulma çabasını, derin bir varlık etiği olarak irdeleyen yazar, ayrıca çevre-insan, çevre-dünya sorunsalına da gönderme yaparak, insanı, evrensel bir bütünlük içinde kavramaya çalışmıştır.

v Bu yaklaşıma göre, Kara Kitap, kültürel, tarihsel boyutları olan bir gizli kodlar dizgesidir. Öncelikle Celal, kendini arama yolunda, romandaki bir simge unsurdur. insanı, kendine yabancılaştıran modernizme karşı, Celal ve Galip estetik ve gizemli bir anlam peşinde gitmesi muhtemel olan insanoğlunun simgesidir. Korkmaz’ın çözümlemeye çalıştığı simgesel değerlerden biri de evden apartmana geçiştir. Galip’lerin oturduğu apartmanın adı şehr-i kalptir.

v Fakat bu apartman, karanlık ve boşluk vehmi ile insanın üzerine yüklenen dar, kaotik ve labirent bir mekândır. Galip’in karanlık yüzlü kimliksiz kalabalık içinde döndüğü yer, şehr-i kalp içindeki evdir. Korkmaza göre, “ev” kelimesinin kullanımı, insanın ruhunun barınaklarına dönmesini imgelemektedir.

v Bachelard’ın mekân poetikasına atıfta bulunan eleştirmen, insanın evinde oturmasını, kendinde oturması yla ilişkilendirir. Galip’in peşinde olduğu Rüya, modernizmin yok ettiği metafiziğin ve fenomenlerin diğer yüzlerinin simgesidir. Korkmaz’a göre, Galip, hem eşi Rüya’yı hem de bu metaforik yakınlığı kullanarak bireysel ve toplumsal bazdaki rüyaları arar, onları bulmayı, çözümlemeyi, anlamayı ister.

v Ramazan Korkmaz, romanın entrik kurgusunun, bütünüyle ‘kendisi olma’ sorunsalı üzerine oturduğunu söyler. Fakat bu çok iyimser/ iyi niyetli bir çıkarsamadır. Galip’in ve Celal’in hem kendilerini hem Türk insanını aradıklarına işaret eden bir çok simgenin olduğu doğrudur. Romanın asıl kişilerinin ismindeki sembolizasyon da, Korkmaz’ın simgesel yorumunu haklı kılar.

v Orhan Pamuk ve Yeni Hayat üzerine bir çalışma yapan Mehmet Tekin de yazarın romanlarındaki isim sembolizasyonuna dikkat çeker.

v Fakat romandaki bütün simgesel dünya düşünüldüğünde, her türlü sosyal değişimin, tarihsel bilginin, rüyanın, hafıza ve tahayyülün bu dünya içinde yer aldığı görülür. Romanda Mevlana ve Şeyh Galip göndermelerini, tasavvufî bir telkin olarak almanın imkânı olmadığı gibi; yazarın “öze dönüş” gibi bir imasının bulunduğunu düşünmek de oldukça zordur.

v Yazar, güzel bir metin kurarak (oyun), modernizmin ampirik ve doğrusal mantığını kırarken, mistik deneyimden de yararlanmaktadır. Kara Kitap’ta on dokuzuncu yüzyıl yalınkat gerçekliğinden hissederek veya bilinçle veya içgüdüyle kurtulmaya çalıştığını söyleyen yazar için, doğunun mistisizmine yönelmek çıkış noktalarından biridir.

v Berna Moran da Kara Kitap’taki simgesel göndermeleri büyük ölçüde bilinen Galip, Celal, Şehr-i Kalp adlandırmalarına değinerek; romanın doğu anlatı geleneği ile olan bağlarını irdeler. Ona göre Pamuk’un asıl amacı, bu geleneksel tema ve yapıdan yararlanarak çağdaş bir roman yazmaktır .

v Gerçekten de Kara Kitap’ta Bin Bir Gece Masalları’ndan, Mantık’üt Tayr’a, Mesnevi’ye, Hüsn ü Aşk’a uzanan, biçimsel, simgesel ve tematik bir etki vardır. Çerçeve öykünün içine konulan öyküler; simgesel isimler, arayış ve yolculuklar, bu etkileri gösterir. Moran, bütün bu etkileri, yansıtmacı veya idealist bir romancının mesajlarının kültürel kodları gibi değil; kurmaca metnin parçaları olarak okumak gerektiğini söyler.

v Böyle bir okumada, Mesnevi’den veya ilahi Komedya’dan alınan parçalar, kurmacayı kurmaya yaramak açısından birbirine eşittir. Çerçeve öyküde, Galip’in, Rüya’yı ve Celal’i ararken aslında kendini araması; çerçeve öykünün içine yerleştirilmiş Şehzade’nin Hikâyesi, Bediî Usta’nın mankenleri gibi öykülerde de, insanın kendini kendinden başka yerde bulamayacağı yolundaki problem, gerçekliğin kurgusu değil, kurgunun gerçekliğidir.

.

HASAN ALİ TOPTAŞ: BİN HÜZÜNLÜ HAZ



v Yıldız Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar adlı kitabında, Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar’ı; Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı’sı; Hasan Ali Toptaş’ın Bin Hüzünlü Haz’ı, Metin Kaçan’ın Fındık Sekiz’i üzerinde durarak, Türk romanındaki Postmodernist açılımları geniş bir şekilde değerlendirir.

v Ecevit, bu çalışmasında romanlarımızdaki postmodern açılımları sistematize etmenin zor olduğunu hatırlatarak iki ana eğilim tespit eder. Birinci eğilim, öncü biçim denemeleri yapan, üst kurmacayı kurgu ilkesi olarak benimseyen bir yanıyla modernist/ seçkinci eğilimdir. ikinci eğilim, polisiyeye, tensel duygulara fazlaca yaslanan popülist/trivial eğilimdir.

v Yazar, Hasan Ali Toptaş’ın romanlarını, avangardist biçim ögeleri ile yapılandırılmış romanlar olarak kabul eder ve bu romanların, çoğulcu estetiğin yüksek edebiyat ucunda yer aldıklarını söyler.



v Hasan Ali Toptaş’ın Bin Hüzünlü Haz’ı 1999’da yayımlanır. Toptaş, bu romanının, daha çok kendini, bir anlamda roman sanatını sorguladığını; anlatı tarihinde gezintilere çıktığını söyler. Bu gezinti, doğu masallarından, batı masallarına, çağdaş romanlara, içinde bulunduğu çağın kaosuna, birçok kavrama ve mekâna yapılan bir gezintidir.

v Toptaş’a göre yazdığı bu roman, olabilirlikleri yoklaya yoklaya, belirsizliğin bilgeliğine soyunmuş bir romandır.

v Zamanlar, mekânlar, nesneler yığını gibi görünse de, hiçbir şey rastgele değildir. Amacı, gerçek dünyayı yansıtmak da değildir bu romanın; kelimelerle yeni bir dünya kurmaktır. Okurun da bunu fark etmesi gerekir. Bu söylenilenler, dış gerçekliği yansıtmanın tersine roman ile dış gerçeklik arasına duvar örerler.

v Romanın önemli tek kişisi Allaaddin bile gerçeksi bir kişi değil bir simgedir. Fakat bu simgenin belli bir gösterilerini yoktur; bu simge “her şeyi” göstermek üzere kurulmuş, değişmesi de her an muhtemel olan yüzer gezer bir simgedir. Yazar, bilinçli olarak kesinliği yıkmakta, kesin olmayan her şeyi Alaaddin’de birleştirmektedr.

v Bu mekânsız veya çok mekanlı, çevresiz veya bütün çevrelerin içindeki kişinin, bütünlüklü bir yaşamı da yoktur. O, modern şehrin bölük börçük insanıdır. Bu haliyle, şiddetin, simülasyonun, terk ediliş ve kayboluşların eleştirisi gibi görünen roman, bir taraftan da “kahramansız” roman kurmak gibi biçimsel bir arayışın ürünüdür.

v Yıldız Ecevit’in “kaygan/değişken bir zemin üzerinde yapılanır; geleneksel bağlamda konu/ kahraman/anlam içermez” diye nitelediği Bin Hüzünlü Haz, siyah beyaz zeminlerin, siyah beyaz anlamların grileştirilmesi ile çoğulcu bir yapı kazanır.

v Yazarın kesinliği ortadan kaldıran “belki”leri, “gibi”leri; bütün ihtimalleri çağrıştıran, tarihsel dizgeyi yuvarlaklaştıran, hafızayı, düşü, gerçeği iç içe geçiren eş zamanlı bir ontoloji ve yaşama dairesi oluşturur.

v Anlatıcı, Alaaddin veya sevgilisi veya romancı, belki okur, bu daire içinde birbirlerine dönüşerek var olurlar.

v Romanda “o güne dek okuduğum kitapları yazan kişilerin okuduğu kitapların içinde de geziniyordum” diyen roman anlatıcısı, metinler arası yolculuklara da çıkar. Romanda anlatıcının içinde gezindiği roman, Umberto Eceo’nun ifadesiyle “anlatı ormanları”dır. Ve anlatıcı bu anlatı ormanlarının hem duyanı, hem yaşayanı hem yeniden düzenleyenidir. Anlatıcının içinde yaşadığı metin de aslında, diğer anlatıların oluşturduğu bir metindir. Anlatılar, canlı organizmalar gibi birbirini doğurarak var olurlar.

v Doğu ve batı anlatılarına gire çıka oluşturulan metinler arası düzlem, postmodern romanın en önemli ilkelerinden biridir.



İHSAN OKTAY ANAR: PUSLU KITALAR ATLASI



v ihsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası adlı romanı da tarihsel bilgi ile efsanenin, modern zihinle mistik zihnin, dinle felsefenin, Nevton fiziği ile kuantum fiziğinin, gerçek ile muhayyelin, sözün verili anlamı ile öznel çoğulluğunun iç içe girdiği bir romandır.

v Puslu Kıtalar Atlası, belirli bir anlamı sürekli kaybettirerek; herhangi bir gerçekliği temsil etmek yerine, istenildiği kadar gerçeklik kurulabileceğini göstererek var olan bir “anlatı”dır. Bu tür anlatılar, Jale Parla’nın dediği gibi, okuru ve yazarı yeni bir konumda düşünmeyi gerektirir.

v Okur ve yazar, dil denizinde sözcüklerin anlamlarının dalgalar gibi birbirini izlediği bir devinim içinde yüzerken, metinler, benlikler, kimlikler ve yorumlar da yeni göstergelere dönüşürler. Bu epistemolojiye (?) göre, belirleyebileceğimiz yazar, okur ve metin yoktur; yalnızca o metin aracılığıyla oluşan söylemler vardır .

v “Ulema, cühela ve ehli dubara; ehli namus, ehli işret ve erbab-ı livata rivayet ve ilan, hikayet ve beyan etmişlerdir ki kun-ı Kâinattan 7070 yıl, isa Mesih’ten 1681 ve Hicretten dahi 1092 yıl sonra, adına Kostantiniye derler tarrakası meşhur bir kent vardı.” konumlandırmasıyla başlayan Puslu Kıtalar Atlası, belirli bir tarihsel kesitten ve bu zaman dilimi içindeki mekan ve insandan söz edeceğini işaret eder.

v Gerçekten de yan öykücüklerin mekânları değişebilse de çerçeve mekân istanbul; tarihsel zaman ise on yedinci yüzyılın son çeyreğidir. Puslu Kıtalar Atlası, bu yüzyılın istanbul’unun denizcilerini, dilencilerini, bilginlerini, kumarbazlarını ve istihbarat teşkilatlarını anlatıyor görünse bile modern anlamda bir “tarihî roman” değildir. Modern roman, olgusalın ve ideolojik olanın temeli olan tarihe yönelmiştir.

v Fakat postmodern romanın tarihe yönelme amacı ve tarihi işlemedeki mantığı oldukça farklıdır. Öncelikle öncekilerin aydınlatmacı tutumundan, siyasal bakış açılarından uzaklaşmıştır. Bakışını, tarihin dönem noktalarından, kahramanlarından, daha alt seviyedeki kişilere ve olaylara kaydırır. Bu tutumun altında yatan temel etken, tarihi ders verici, aydınlatıcı bir öğe olmaktan çıkarma; onu inşa edilmiş daha doğrusu istenildiği biçimde yeniden inşa edilebilecek bir kurguya dönüştürmektir.

v Postmoderniste göre, kimliği ve kültürü etkileyen, idealleştirilmiş kişi veya olaylar değil, hayatın kendisidir.

v Bütün modern verilerin doğruluğunu sarsmak isteyen postmodernizm, tarihi bilgilerin doğruluğunu da karıştırmak ister.

v Puslu Kıtalar Atlası’nın bilgisel arka planında mitolojiden, dine, efsanelerden, olguya, felsefeden, keşf ve rüyaya, modern bilimlerden mistik öğretilere kadar bir yığın kaynak var. Uzun ihsan, varlığın ne olduğuna Rendekar’ın (Descartes) tezini tersine çevirerek ulaşmaya çalışır; Kubelik, rastlantı sonucu dişçi olur ve insan anatomisini çözmeye uğraşır; Ebrehe, evrendeki boşluğu bulmaya adamıştır kendini.

v ilk planda “bilme tutkusu”nun romanın temel problematiği olduğu sanılabilir ya da yazarın aslında “zıtlıkların birliği”ne doğru yola çıktığı düşünülebilir. Fakat romandaki gizli bir düzenleyici, bunun böyle sanılmaması ve düşünülmemesi için devreye girerek, “her halükarda günah yüklü” insanoğlunun bireysel, sosyal ve siyasal zorbalıklarını, iktidar heveslerini ve bu yoldaki plan ve hilelerini bilinmez zamanlardan beri döke gelir.

v Bilgiye tutkun olan Ebrehe, meğerse cehennemden kaçmak ve varlığını sonsuz devam ettirmek için bütün bilimlerin peşine düşmüştür. Matematiksel ve fiziksel teorilerle, kanunlarla alınan yol, modern zihniyetin reddettiği kehanetle birleşir. Kehanet, dinden kaynaklanan haberi (Mehdi’nin geleceği) doğrular.

v Fakat işin ironik tarafı bütün bu aklî, deneysel ve Batınî bilgiler, Mehdi diye yakalanan adamın anlattıkları ile gerçekliklerini yeniden yitirirler. Bütün insanlar, günahın içindedirler.

v Bünyamin temiz bir insan olarak görünür ama o da romanın sonunda bir karanlığa uyanır ve “görülen ve görülmeyen bütün düşlerin bu karanlığın ta kendisi” olduğunu düşünmeye başlar.

v Anar’ın son kitabı Suskunlar da hemen hemen böyle sona erer. Anlatıcı, Kâhin için şöyle diyerek romanı bitirir: “Gözlerinin ona gösterdiği yegâne şey, o uçsuz bucaksız karanlıktı” .

v Romanların böyle sonuçlanmasının anlamı açık: Evren ve insan hakkında hiçbir kesin bilgi yoktur, her bilgi, bir yerde durup bakan zihnin inşasıdır.

v Mademki böyledir, öyleyse her şeyi yeniden, sınırsızca bağlantısızca yıkıp kurabiliriz.

v Böylece aslında gerçek dediğimiz şey yalnızca bu yıkıp kurduğumuz şey yani “anlatı”nın kendisi olur.
 

asah

GOLD Üye
Katılım
14 Eki 2012
Mesajlar
2,943
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Bölüm:
Türk Dili ve Edebiyatı
Şehir:
Zonguldak
(5.ÜNİTE FİNAL ÖZETİ)

Çağına Tanıklık Eden Romanlar (12 Mart-12 Eylül Romanları)
BiR DÖNEMiN YARGILANIŞI YA DA 12 MART/12 EYLÜL ROMANLARI

1950’li yıllardan itibaren başlayan çok partili hayat ve buna bağlı olarak gelişen özgürlük ortamı, birtakım ideolojik arayışları, yapılanmaları, gruplanmaları da beraberinde getirir.

İhtilâl sonrası gerçekleştirilen 1960 anayasasının sağladığı serbestlik ortamının da etkisiyle sağ-sol şeklinde biçimlenen görüş ayrılıkları, başta üniversiteler olmak üzere tüm kamu kurumlarında, sivil toplum örgütlerinde önce düşünsel planda görüş ayrılıklarına, sonra eyleme dönüşen çatışmalara neden olur.

Türk toplumunun gündemini 1980’li yıllara kadar işgal eden bu çatışmalar ile onar yıl arayla gerçekleştirilen

12 Mart ve 12 Eylül askeri muhtıraları/darbeleri ve sonrasında yaşananlar, ister istemez her iki görüşü

temsil eden yazarların romanlarına konu edildi.



ilk kez Berna Moran’ın ortak bir ad altında topladığı romancılar arasında kendilerine“devrimci”, “solcu”, “68 kuşağı”

, “ülkücü”, “sağcı” adını veren ve sayıları bir hayli kabarık olan yazarlardan Melih Cevdet Anday (Gizli Emir,

isa’nın Güncesi), Füruzan (47’liler), Vedat Türkali (Güven I-II), Sevgi Soysal(Şafak),

Samim Kocagöz (Tartışma), Mehmet Eroğlu (Issızlığın Ortasında, Geç Kalmış Bir Ölü),

Erdal Öz (Odalarda, Yaralısın, Deniz Gezmiş Anlatıyor, Gülünün Solduğu Akşam),

Pınar Kür (Yarın Yarın), Ayla Kutlu (Tutsaklar, Ateş Üstünde Yürümek),

Adalet Ağaoğlu (Bir Düğün Gecesi, Ruh Üşümesi), Emine Işınsu (Sancı, Cambaz),

Tarık Buğra (Gençliğim Eyvah), Sevinç Çokum (Zor), Çetin Altan (Büyük Gözaltı, Bir Avuç Gökyüzü),

Süheyla Acar (Yağmurun Yedi Yüzü), Tezer Özlü Kıral (Çocukluğun Soğuk Geceleri),

Erhan Bener (Sisli Yaz), Gürsel Korat (Ay Şarkısı), Timur Ertekin (Şamanın Üç Soygunu), Tahir Abacı (ikinci Adım),

Erendiz Atasü (Gençliğin O Yakıcı Mevsimi), Şöhret Baltaş (Koşarken Yavaşlar Gibi).. gibi kimileri 12 Mart muhtırası ve sonrasının uygulamalarını işlerken;



Samim Kocagöz (Mor Ötesi), Nazlı Eray (Arzu Sapağında inecek Var, Sis Kelebekleri..),

Latife Tekin (Sevgili Arsız Ölüm), Vedat Türkali (Bir Gün Tek Başına, Mavi Karanlık, Yeşilçam Dedikleri Türkiye, Tek Kişilik Ölüm, Kayıp Romanlar), Hasan Öztoprak (Devamı Hayat), Hayri Erdoğdu (Oynatmak: Kalabalı k Yalnızlıklar), Selami Gürel (Soluksuz), Reşit Karadağ (Direnmenin Bedeli), Cezmi Ancil (Binbaşının Düğünü),

Ayşegül Devecioğlu(Kuş Diline Öykünen),.. gibi romancılar da 12 Eylül uygulamalarını romana sokarlar.

Çağına Tanıklık Eden Romanlar (12 Mart-12 Eylül Romanları)
12 Mart/12 Eylül Roman ve Romancılarının Genel Karakteristiği

Romanlarının konusunu 12 Mart dönemi uygulamalarından alan romancıların büyük bir bölümü, 68 kuşağı olarak ünlenen siyasal gurup arasında bulunmuş, eylemlere katılmış ya da bu kuşağın düşüncelerine romantik bir yakınlık duymuş kişilerdir.

Yaşamlarını öyküleştirdikleri roman kişileri, çoğunlukla çevreleriyle uyumsuz, yalnızlık çeken, isyankâr, biraz marjinal kişilerdir. Söylemleri, yerleşik düzene karşı çıkan, sınıf çatışmasını ön plana çıkaran kutupluluk üzerinedir.

Romantik, realist ya da doğalcı akıma bağlı olsalar da en büyük hedefleri yaşadıkları/tanık oldukları dönemin gerçeklerini yansıtmaktır.

Çatışmaya bakıldığında söz konusu romanlar, eşkıya ve köy romanının farklı bir uzantısı olarak görünürler. Anadolu eşkıyasının yerini bu romanlarda mevcut düzene baş kaldıran kent eşkıyası almıştır.

Bu romanların büyük bir bölümü Türk romanına getirdikleri özgün anlatım teknikleriyle, derinliğine verilen psikolojik tahlilleriyle ve iç konuşmalara dayalı özeleştirileriyle başarılı olsalar dahi, politik söylemler ve ideolojik bir tek yanlılık arasında harcanıp giderler. Yine aynı sebepten romanlarının ömürleri, yazıldıkları dönemin/güncelin sınırlarını aşamaz.

12 Mart romanları, B.Moran’ın yerinde tespitleriyle, yapı bakımından köy romanlarının kent romanlarına uyarlanması olarak kabul edilebilir. Aöf amca sorabilir fuat abiler…

Öncekilerde bilinçlenen köylüler kendilerini sömüren, ekmeklerini ellerinden alan ya da alın terlerinin karşılığını vermeyen mütegallibeye, ağalara ve yerel parti kodamanlarına karşı mücadele ederken; 70’li yıllardan sonra bu mücadele kente taşınır.

Bu kez, çatışan tarafların karşısında kendilerini ezdiğine inandıkları kapitalist güçler, iş çevreleri ve onların destekçileri vardır. Ancak bu dönemin romanlarının genel karakteristiği olarak olayların yaşandığı yıllar değil, 12 Mart sonrası yansıtılmıştır.

Romanlarda yoğunlukla anlatılanlar, tutukevlerinde, karakollarda, sıkıyönetim mahkemelerinde yaşananlarla, dış dünyadaki yansımaları bir arada ve çoğu zaman karşılaştırma yapılarak verilir.
Dönem Romanları için iki ilginç Model: Şafak ve Yarın Yarın

Bu dönem romanlarının karakteristik öyküsü, asli kişinin uzun bir süre gözetlendikten sonra bir gece ansızın evinin basılması ve gözleri bağlı olarak karakola götürülmesi ile başlar; burada yaşadığı sorgulama, işkence dönemi, kalıcı izler bırakan ruh çöküntüsünün ardından dışarı çıkması ve ikinci yaşamında çoğu kez toplumdan dışlanması ile sona erer.

-Bu dönemin tipik romanlarından Sevgi Soysal’ın şafak romanında bir gece içinde meydana gelen tüm olaylar, bir örgüt evinin bir gece aniden basılması ve evde bulunanların tutuklanmaları ile başlar, karakolda sorgulanmaları ve şafak vakti serbest bırakılmaları ile sona erer.

Roman kişilerinin tutukluluk öncesi ve sonrasına dair yaşadıklarını, bir çeşit genişletilmiş şimdiki zaman şeklinde formülleştirebileceğimiz anımsamalarıyla, geri dönüşlerle ve kendilerini sorguladıkları iç çatışmalarla şimdi’nin birkaç yıl öncesine ve sonrasına kadar genişler.

Roman kişilerinin serbest bırakılıp evlerine dönüşünün anlatıldığı daha çok aydınlığı ve kurtuluşu simgeleyen ‘şafak’ adlı son bölümde, Adana kentinin işlek bir caddesiyle sembolize edilen Türk toplumunun panoraması verilir.

-Yazar, kamera tekniğini kullanarak ama daha çok ideolojik bir bakışla ve sınıfsal farklılığın tipik örneklerine odaklanarak köşe başlarında iş bekleyen amelesinden pavyon kapatan kaçakçısına kadar değişik tolum katlarından insan manzaraları sunar.

Sevgi Soysal, 12 Mart romanlarının karakteristik yapısına bağlı kalarak biri kendilerine devrimci adını veren gençlerle onların karşısından yer alan egemen güçler arasındaki dış çatışma; öteki kendi aralarındaki kimliklerini ve eylemlerini sorguladıkları iç çatışma olmak üzere iki ana izlek üzerinde yoğunlaşıyor.

-Çatışmalarda görev alan kişiler, birey ya da karakter olmaktan ziyade tip düzeyinde kalırlar ve sembolize ettikleri kimliği iyi bir şekilde canlandırdıkları ölçüde başarılı sayılırlar.

Bu yönüyle şafak, bir ruh çözümlemesi romanından çok, belli bir dönemin olaylarını sergileyen ve artık sosyolojik değer taşıyan bir romandır

Dönem romanları için model oluşturabilecek ikinci örnek, Pınar Kür’ün, Yarın Yarın romanı sayılabilir.

Pınar Kür, Türkiye’nin düzenini ve 12 Mart dönemini eleştirdiği iki yıllık bir duruşmadan sonra yayımına izin verilen Yarın Yarın’da çatışmanın bir tarafını oluşturan 68 kuşağının ideolojik söylemleri çevresinde biçimlenmiş ve tüm olumsuzlukları bünyesinde toplayan kurgusal hayatlardan kesitler sunar.

Varlıklı bir çevreden gelen ve mutsuz bir evlilik geçirmiş olan bir genç kadınla yine aynı çevreden radikal sol örgütlere katılmış bir gencin 12 Mart darbesi çevresinde buluşan yaşamlarını öyküleştirir.

Başta asli kişiler Selim ile Seyda olmak üzere romanda yer alan kişilerin hemen tamamı sıradışı insanlardır. Mensubu oldukları çevre ile uyumsuzdurlar ve yalnızlık içindedirler. Kür, romantik bir yakınlık duyduğu 68 kuşağının ideolojik söylemleriyle çıkar okurun karşısına.

Ülke sorunlarından bunalan roman kişileri, romanın sonunda, kurtuluşu isviçre’ye yerleşmekte bulurlar.

Şafak’a benzer yapısıyla Erdal Öz’ün, Yaralısın romanında kahramanın evi basılır, gözleri bağlı olarak sorgulamaya götürülür. Bundan sonrasını kahramanın sorgulama, tutukluluk döneminde yaşadıklarının anlatılması oluşturur.
TOPLUMCU GERÇEKÇi BAKIŞ YA DA 68 KUŞAĞI

Daha çok 47’liler romanı ile ünlenen Füruzan Tekil uzun öykü hüviyetindeki Güz Mevsimidir, ve Almanya’daki Türk işçileri ile ilgili anılarını romanlaştırdığı Berlin’in Nar Çiçeği dışında, yazıldığı yıllarda oldukça ilgi gören romanı 47’liler’de devletin resmî politikalarıyla uzlaşamayan aydınların çeşitli yerlere savrulmasını anlatırken, emperyalizme karşı geliştirilen sol ideolojik söylemler ön plana geçer.

Konusunu 1947 doğumlu asli kişi Emine Semra Kozlu’nun yaşam öyküsünden alan roman, onun kişiliğinde 12 Mart döneminin dışarıya yansımayan kapalı dünyasına ayna tutmaktadır. Emine’nin 12 Mart öncesinde öğrenci hareketlerine katılmış olması, tutuklanması ve yaşadığı aşağılanmalar, gördüğü işkenceler; tutukluluk öncesi ve sonrasında ailesiyle ve toplumla yaşadığı kopukluklar, harcanmış bir gençliğin çelişkileri, yanılgılar, başarısızlıkla sonuçlanan devrim hareketi romanın izleksel boyutlarını göstermektedir.

Yazar, sosyolojik karakterli bu romanında sadece bir dönemin sosyal ve siyasal olaylarını vermekle kalmamış, aynı zamanda bir kadın olmanın verdiği duyarlıkla Emine’nin kişiliğinden Türkiye’de kadın olmanın sorunlarına ve karşılaşacağı tehlikelere de dikkat çekmiştir.

Bir ayrıntı ustası olan Füruzan’ın kahramanlarının yaşadıklarını verebilmek için yaptığı ruhsal ve fiziksel betimlemeler, romanı başarılı kılan hususlardır.

Genç kuşak romancılardan Hasan Öztoprak’ın 12 Eylül sonrası bağlı bulunduğu örgüt ile özgür yaşamak arasında tercih yapmak zorunda kalan kahramanı-nın iç çatışmalarını, örgüt baskısını konu alan Devamı Hayat ile Ayşegül Devecioğlu’nun tipik bir 12 Eylül romanı olan Kuş Diline Öykünen romanları da döneme yaklaşım tarzları bakımından incelenmeye değer.

Özellikle Devecioğlu’nun otobiyografik karakterli romanı, dönemin sosyal ve siyasal yapısına da tanıklık etmektedir. Asli kişisi Gülay, 12 Eylül öncesinde sol görüşlü örgütler arasında bulunmuş, olaylara karışmış; tutukluluğu sırasında işkence görmüş ve tecavüze uğramış bir kadın. Ne var ki o, yaşadıkları sonucu ruhsal bakımdan ezildiği gibi kendisini ahlakî bakımdan sorgulayan ve kendisine yüz çeviren toplum baskısına da göğüs germek zorunda kalmıştır.

Devecioğlu, böylesine yalnız ve toplumun dışladığı bir kadın ile yine aynı düşüncenin eylem adamlarından Yavuz’u karşılaştırır. Roman, duygularını ve yalnızlıklarını paylaşan bu iki gencin birlikteliğinde acılar, hayal kırıklıkları ve ihanetlerle dolu geçmişini, şimdiyi ve geleceği sorgular.

Geri dönüşlerle yansıtılan geçmişe dair birtakım canlı sahneler ve tablolar, romana, bir bakıma, 12 Eylül dönemini aydınlatan belgesel hüviyet kazandırıyor. Romanın sonunda Gülay’ın geçici mutluluğu, sevdiği erkeğin silahlı bir çatışmada vurulmasıyla yeniden karanlığa dönüşür. Bundan sonra o, incinen, aşağılanan kadınlık onuru ile yaşamı nı tek başına sürdürecektir.

Devecioğlu’nun Kuş Dilinde Öykünen romanı, toplumun unutmaya eğilimli belleğini uyarması yanında, uğruna mücadele ettiği hareket mensuplarının ihanetlerini de kurmaca dünyanın ölçüleri ve sınırları içinde eleştirmektedir.

Adını öykü ile duyuran Süheyla Acar, ilk romanı Yağmur’un Yedi Yüzü ile romancılık yeteneğini kanıtlar.

Romanın olay örgüsü, eşinden ve oğlundan ayrı olarak Burgazada’da tek başına yaşarken gizemli bir şekilde ölen doktor Yağmur’un başucuna toplanmış, geçmişte yakın ilişki içinde olduğu yedi kişinin ölü ile ilgili anımsamaları çevresinde gelişir. Kişilikleri, yaşam felsefeleri birbirinden tamamen farklı olan bu yedi kişi yedi parçaya bölünmüş bir kişiliği oluştururlar. Roman kişileri anımsamalarıyla ve gizli dünyalarının ortaya çıkmasıyla kendileriyle de yüzleşirler.

Okur, parçaları birleştirdiğinde romanın başında çizilen portrenin tam zıddı olan bir kişi ile karşılaşır. Bedenini hoyratça kullanmış, iç dünyasında yalnız, düşleri ile gerçekleştirdikleri arasındaki çelişkileri yaşamış, 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinin siyasal olaylarını da kuşatan son kırk yılın Türkiye gerçekleri içinde yenilmiş, yıkılmış olan bir kuşağın acılarını, 1980 sonrası yükselen yeni değerleri ve bu değerler karşısında tutunamayan eski değerleri bünyesinde toplamış parçalı bir kişiliktir.

S.Acar’ın sinema tekniğinden geniş ölçüde yararlanmış olması ve dili özgün kullanması romanını okunabilir ve ilgi çekici kılan özelliklerdendir.

Romanı benzerlerinden ayıran önemli ve ayrıcalıklı kılan özelliklerinden birisi de Acar’ın kişilerini ve ele aldığı dönemi tek yanlı bir şekilde yargılaması ya da yüceltmesi yerine olaylara ve sembolik kişilerine mesafeli yaklaşmasıdır.

Bu romanlara Adalet Ağaoğlu’nun 12 Mart uygulamalarını bir fon olarak kullandığı 1970’li yıllarda sağ-sol kutupluluğuna dayalı Türk toplumunun genel karakteristiğini veren Bir Düğün Gecesi romanını;

Vedat Türkali’nin 90’lı yılların sol söylemlere göre biçimlenmiş siyasal ortamında aralarında yaş uçurumu olan ve Türkiye’nin gerçeklerine farklı pencerelerden bakan doktor unvanlı kahramanının yaşadığı sıra dışı aşkları konu alan, yazarının da kurgusunda rol aldığı otobiyografik karakterli Kayıp Romanlar’ını ve yine 70’li yılların romancısı Oktay Verel’in sömüren-sömürülen kutupluluğunda toplumsal olaylara mizahi bir eleştiri getiren Aslan Gibi Eşekler’ini eklemeliyiz.
MiLLiYETÇi/ÜLKÜCÜ BAKIŞ

Çatışmanın karşı cephesini oluşturan ve kendilerine “ülkücü” adını veren grupların bakış açısından yaşanan sosyal olayları, siyasal çatışmaları; acılarla, özveriyle dolu bireysel öyküleri geniş bir perspektiften değerlendirip okura sunan romancılar da vardır. Öne çıkan adlardan Tarık Buğra Dünyanın En Pis Sokağı ve Gençliğim Eyvah’da 70’li yılların sağ-sol eksenli siyasal çatışmalarını romana taşırken;

Yahya Akengin, otobiyografik karakterli Dönüş Acılarıromanında 1970’li yıllarda büyük kente üniversite eğitimi almak için gelen dört taşralı gencin, istemeyerek sürüklendikleri olayları, birer yaprak gibi dökülmelerini ve eğitimlerini tamamlayamadan köylerine dönüşlerini işler. BU ADAMA DİKKAT MÜDÜR AÖF (CACE) SORAR…

Bakış açıları aynı olmakla beraber görüşlerini ulusçu söylemlerle destekleyen70’li 80’li yılların sağ-sol kutupluluğuna

dayanan bölünmüşlüğünde “milliyetçi / ülkücü” kesimin sorunlarını, görüşlerini, yaşadıkları acılı yaşamı ve sonrasını dile getiren/ romanlaştıran yazarlar arasında Emine Işınsu, Sevinç Çokum, Mustafa Miyasoğlu.. gibi adlardan da söz etmek yerinde olacaktır.



Roman yazmaya 1966’da Turizm ve Tanıtma Bakanlığı’nın açtığı yarışma ile başlayan Emine Işınsu Öksüz , son romanı Bukağı’ya kadar yazdığı tüm romanlarında Türk toplumunun son kırk yıl içinde geçirdiği sarsıntıları, yaşadığı

buhranları, kitlesel dalgalanmaları, sağ-sol şeklinde biçimlenen kutuplaşmaları, iyice hazmedilmemiş reçetelerle ve siyasal doktrinlerle kendilerine bir yer tutmaya çalışan ve yaşamlarını bunlarla yönlendiren dönemin gençliğini ve sorunlarını, kuşak çatışmasını, inanç buhranını ve bu buhrandan gönül yüceliğine ulaşmanın yollarını bir öğretmen

yüreğiyle, bir anne duyarlığıyla, içten ve yalın anlatımıyla öyküleştirdi.



ilk romanı Küçük Dünya’da ellili yıllarda Urfa’ya gelin giden üniversite eğitimi görmüş istanbullu bir kızın mistik özellikler taşıyan bu uzak yurt köşesinde mizaç ve dünya görüşleri bakımından anlaşamadığı kocası ile duygusal yakınlık kurduğu erkek arasında yaşadığı çatışmalarını işleyen E.Işınsu, Azap Toprakları, Ak Topraklar, Tutsak, Çiçekler Büyür romanlara konularını yetmişli yılların başında Batı Trakya’da yaşayan Türkler’in kimliklerine yönelik baskı ve horlama altında geçen yaşamlarını öykülemeye yönelir.

Sancı’da yetmiş öncesi sol görüşlü öğrenciler tarafından öldürülen bir gencin yaşam öyküsünü;



Atlıkarınca’da yarı aydınları n kısır çatışmalarını ve gerçeği sorgulamalarını; 12 Mart öncesi ideolojik kutuplaşmaların bir fon olarak kullanıldığı Cambaz’da Türkiye’deki yozlaşmış sendikacılık faaliyetlerini;

Cumhuriyet Türküsü’nde Cumhuriyetin kuruluşundan başlayarak ilk on yılının sosyal ve siyasal olaylarını, Mustafa Kemal ile muhalifleri arasındaki çatışmaları ve zaferin kazanılmasında dişi ile tırnağıyla mücadele eden Anadolu insanının rolünü;

Kaf Dağının Ardında’da sol görüşlü ünlü bir kadın romancının sevdiği erkeğin etkisiyle ruhsal bakımından olgunlaşmasını, iç huzuruna kavuşmasını işlerken; Nisan Yağmuru, Bir Ben Vardır Bende Benden içeri ve Bukağı gibi tasavvufi, mistik karakterli romanlarında okuruna gönül ülkesine giden yolu göstermeye çalışır.



Emine Işınsu’nun romanları, konu bakımından iki grupta incelenebilir. Alemdar Yalçın’ın tespitiyle bunlardan ilkini “insan ve insan psikolojisinin inceliklerine yönelen romanları” . ikinci grubu ise 1980 öncesi ülkemizin geçirdiği sosyal ve siyasal değişim içindeki ideolojik kutuplaşmaların toplumun değişik katları üzerindeki etkilerini işleyen romanlar oluşturur.

Sanat yaşamına öykü yazmakla başlayan Sevinç Çokum , daha sonra öykü ve romanı bir arada yürütür. Romanlarında sosyal ve tarihsel konulara yer verir. Konusunu yaşadığı dönemin sosyal ve siyasal olaylarından alan Zor’un ardından yazdığı belgesel hüviyetli Ağustos Başağı’nda Milli Mücadele döneminde cephede ve cephe gerisinde yaşanan olayları;

Çırpıntılar’da parçalanmış aileleri ve göç dramını Avustralya’da ayakta kalmaya çalışan bir ailenin serüvenini; konusunu yakın tarihten alan Bizim Diyar’da Osmanlı Devletinin çöküş yıllarını, kaybedilen Rumeli’yi, Balkan ve Rumeli göçlerini ve yaşanan dramları,

27 Mayıs askeri darbesinin bir fon olarak kullanıldığı Karanlığa Direnen Yıldız ve devamı niteliğindeki Deli Zamanlar’da aynı apartmanı paylaşan dostların birbirine yabancılaşmalarını, çözülen kişilikleri, ihanetleri ve Aypare adlı kadın kahramanının çevresinde yeniden bütünleşmelerini;

tarihsel romanı Hilâl Görününce’de, Kırım Savaşında Kırım Türklerinin zengin ve renkli hayatlarından kesitler sunar.

Gül Yüzlüm’de köyden kente çalışmak için göç eden dul bir kadının karşılaştığı zorlukları anlatır. Yazar, asli kişi Zeynep’in serüveni içinde aile içi şiddete maruz kalan kadın, ailenin yozlaşması, yanlış batılılaşma gibi sorunları kurmacanın sınırlarında ve edebilik vasfını zedelemeden yansıtmayı başarır.

Sevinç Çokum’un son romanı Gece Rüzgârları’nda ise 80’li yıllarda geçen olayları, ideolojilerin yerini alan yeni değerleri, ideolojik kargaşalar içinde yönünü ve değerlerini kaybetmiş toplumun ikiyüzlülüğünü, mizahi ve ironik bir üslupla eleştirir.

Sevinç Çokum, sosyal içerikli romanlarında Türk toplumunun yetmişli yıllardan başlayarak geçirdiği hızlı değişmeleri, birtakım dalgalanmaları,1980 sonrasının yeni değerlerine uyum sağlamakta güçlük çeken insanların çeşitli ruhsal durumlarını, yalnızlık ve yabancılaşmayı işler.

Tarihsel romanlarında ise dış Türklerin kimliklerini ve kültürlerini korumak için yaptıkları mücadeleleri onların renkli dünyalarını insancıl ve ulusçu bakış açısından dile getirir.

Şiir, öykü ve romanı bir arada yürüten Mustafa Miyasoğlu , ilk romanı Kaybolmuş Günler’de (1975 MKV Ödülü) 1960 sonrasında ortaya çıkan sosyal ve düşünsel plandaki değişiklikleri, üniversite eğitimi yapan kişilerinin aşklarını, acılarını, kısaca anlamsız çatışmalarla, kavgalarla yitip giden bir gençliğin hayatını anlatır.

ikinci romanı Dönemeç’te (1980 TYB armağanı) Anadolu insanının iç dünyasını aralamaya çalışır. Pek çok romancının göz ardı ettiği ya da sınıf çatışması için bir araç olarak kullandığı bu insanların zengin ve renkli dünyaları, geleneksel aile içindeki anlaşmazlıkları, kırılmaları ve parçalanmaları; aşk, düğün, ölüm çevresinde verilen bölgesel renkler içinde, hepsinden önemlisi özgün ve şiirsel bir roman diliyle okura yansıtılır.

Güzel Ölüm, Doğu metaforlarıyla ve geleneksel söylemlerle biçimlenmiş fantastik bir aşk öyküsü, ya da maddi aşktan ilâhî aşka yücelen benzersiz bir aşk öyküsüdür.

Miyasoğlu’nun TYB tarafından ödüle lâyık bulunan son romanı Bir Aşk Serüveni’nde ise bir aşk öyküsü çevresinde toplumun son otuz yıllık değişim serüvenini ele alır. Romanda tüm beklentilerin genç kuşağın omuzlarında olduğuna özellikle dikkat çekilir.

Miyasoğlu, romanlarındaki sağlam olay örgüsü, güçlü karakterleri, ve bu karakterlerinin zengin iç dünyalarıyla Türk romanının önemli adları arasında kabul edilmelidir.

Bu adlara Ahmet Bican Ercilasun’un bir grup akademisyenin Türk cumhuriyetlerinden Özbekistan’a yaptıkları gezi sırasında yaşadıkları serüvenler çevresinde, Türk aydınının son 40 yılda düşünsel planda yaşadığı değişimi ve gelişmeleri de içine alan anı-roman hüviyetindeki Gülnar romanı da eklenebilir.

Bu adlar dışında Alev Alatlı’nın ‘hepimizin içinde baskıcı, despot bir kişilik yatar; aileden başlayarak aldığımız

tek yanlı ve boyun eğmeye, tartışmasız itaat etmeye güdüleyen eğitim anlayışı zamanla farkına varmaksızın bizleri de işkenceci yapıverir’ temel düşüncesinden yola çıkarak 12 Mart, 12 Eylül öncesi siyasal olayları eleştiren işkenceci romanını;

Mehmet Niyazi Özdemir’in çatışmaların arka planındaki kimlik sorununa dikkat çektiği Var Olma Kavgası’nı ve Rusya’dan kaçan ana ile oğulun ölümle sonuçlanan serüvenlerini işlediği Ölüm Daha Güzeldi romanlarını ve

Hasan Kayıhan’ın Türkiye’deki üretim ilişkilerinin ve siyasal yapı-nın çarpıklığını ele aldığı Beyler Aman,

Nihat Genç’in Dar Alanda Tufan, Dün Korkusu, Konuştuğumuz Gibi Uzaklara, Bu Çağın Soylusu romanlarının da burada anılması gerekir.

Sonuç olarak 12 Mart 12 Eylül romanları adını verdiğimiz 70’li ve 80’li yılların büyük ölçüde bir dünya görüşüne angaje olmuş, daha çok kutuplaşmalara dayalı anı-romanları, bir döneme ışık tutmaları bakımından edebi niteliklerinden çok sosyolojik değerleriyle belleklerde yer edindiler.
 

asah

GOLD Üye
Katılım
14 Eki 2012
Mesajlar
2,943
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Bölüm:
Türk Dili ve Edebiyatı
Şehir:
Zonguldak
6. unıte

FEMİNİSİT SÖYLEM VE KADIN YAZARLAR (6.ÜNİTE )

Feminizm, kadınların erkeklere kıyasla daha güç şartlar altında yaşadıklarını, öğrenim görme, yükselme, toplum içinde saygın bir yer edinme gibi konularda haklarının yendiğini hissedip bunu dile getirme ve bu alanda mücadele etmeyi amaçlar. Feminist söylem de bu amaçlar doğrultusunda sesini yükseltmek, yazmak ve konuşmaktır.

Kadın yazarlar, feminizmi kadın haklarını korumanın bir misyonu olarak algılamışlardır.

Kadın haklarını korumak genellikle şu noktalarda gelişmiştir:

Öğrenim hakkı elde etmek,

Beyin gücü ile ekonomik bağımsızlığını elde etme mücadelesi,

Meslek sahibi olmanın yanında anne ve eş olma şanslarını zorlamak,

Kadına uygulanan şiddeti sona erdirmek,

Kadının cinsel özgürlüğünü savunmak,

Bedenine sahip çıkma hakkı.

Türk edebiyatında kadın yazarlar tarafından sorgulanan bu haklar, başlangıçtan günümüze kadar birçok romanın konusu olmuştur. Yazılan romanlar, bu romanlar çevresinde yapılan tartışmalar yaklaşık 115 yıllık bir süreçte kadınların birçok probleminin toplum tarafından algılanmasını ve yeniden düzenlenmesini sağlamıştır. inci Enginün, bu konuyu bir eğitim problemi olarak görmektedir. Türk romanında kadın haklarını ve kadınların yaşadıkları problemleri dile getiren kadın yazarlar, günümüzde edebiyat etkinliklerinin önemli bir kısmını oluşturmaktadır.
KADIN YAZARLAR

Kadının Türk toplumunda ve kültür hayatında evin içerisinden çıkışı Tanzimat’tan sonradır.

“Tanzimat’tan sonra kadının toplum hayatında etkili olması ve eğitilmesi konusu daha ziyade ev ve çocuğun yetiştirilmesi açısından ele alınmıştır. Yine de kızların eğitimine önem verildiği, ilk kadın gazete ve dergilerinin çıktığı dönem, bu dönemdir.

Türkçülük akımı bu konuya öncelik vermiş ve II. Meşrutiyetten itibaren kadın toplum hayatında kendisini kuvvetle hissettirmiş ve Milli Mücadelede de her kesimden kadın vatan savunmasına koşmuştur.”

ilk Türk kadın romancı olan Fatma Aliye Hanım (1864 -1936), önceleri Fransızca’dan tercümeler yapmış, sonraları ise Ahmed Midhat Efendi üslûbunu andıran romanlar yazmıştır.

Fatma Aliye 1892’de yayımlanan “Muhaderat” adlı ilk romanında kadın problemlerini ele almaktadır.

Burada kadının toplum ve çalışma hayatının içerisinde yer alması işlenir. Fatma Aliye Hanımın çalışmaları bununla sınırlı değildir. Uhuvvet ve Udi romanında kadının çalışma hayatındaki yerini anlatır. Hanımlara Mahsus Gazete’de de bu konularla ilgili yazılar kaleme alır.

1908 II. Meşrutiyet’e kadar Fatma Aliye Hanım, neredeyse tek kadın yazardır. II. Meşrutiyet döneminde Halide Edip Adıvar, romanlarının kahramanlarını kadınlar arasından seçer.

Toplumun sosyal ve kültürel problemlerine bir kadın dikkatiyle yönelir. Handan, Ateşten Gömlek , Kalp Ağrısı, Zeyno’nun Oğlu romanlarında Türk kızlarının felaketler dönemindeki portreleri dikkatlere sunulur.

Sinekli Bakkal’daki Rabia tipi ile değer çatışmaları yaşayan kadın tipi işlenir.
Cumhuriyet Döneminde Yetişen ilk Kadın Yazarlar

Müfide Ferit Tek , Şükûfe Nihal Başar, Halide Nusret Zorlutuna, Güzide Sabri Aygün; Cumhuriyet’in ilk döneminin kadın yazarlarıdır.

Cumhuriyet döneminin bu ilk kadın yazarları Halide Edip Adıvar’ın devamı niteliğinde eser vermişlerdir.



Müfide Ferit Tek , Aydemir isimli Turancı düşüncenin izlerini taşıyan romanıyla tanınmıştır.

Roman, Rusya’da esaret altında yaşayan Türkler’in siyasal ve sosyal problemlerini konu edinir. Anadolu dışındaki Türkler’i kucaklamak arzusu söz konusu edilmiştir.



Olay; Demir Bey’le Hazin’in Türklük düşüncesi çevresinde ortaya çıkan ve gelişen aşklarıdır. Hazin’in kişiliği ile, belki de kadın yazar olmanın sorumluluğu ile, kadının toplum içerisindeki yeri dile getirilir.



Müfide Ferit Tek’in Pervaneler, romanında ise yabancı okullarda eğitim gören Türk kızlarının milli benliklerinden uzaklaşmaları işlenir. Yabancı okulların yürüttüğü misyonerlik faaliyetleri anlatılır.

Müfide Ferit, her iki romanında da, kadının toplumdaki yerini ve işlevini, kadının milli görevleri çevresinde dikkatlere sunmaya çalışmaktadır.



Şükûfe Nihal; Renksiz Istırap , Yakut Kayalar, Çöl Güneşi, Yalnız Dönüyorum , Çölde Sabah Oluyor, Vatanım için romanlarında kadınların dünyasını anlatır. Renksiz Istırap ve Yakut Kayalar’da, genç kızların istemediği evliliğe zorlanmalarının eleştirisini yapan Şükûfe Nihal; Çöl Güneşi’nde genç kızların evlilikte nelere dikkat etmeleri gerektiği üzerinde durur. Yalnız Dönüyorum, romanında Yıldız’ın içinde bulunduğu yalnızlığı hatıra formunda dile getirmektedir.
Halide Nusret Zorlutuna ,romanlarını daha çok yaşadıkları ve izlenimleri çevresinde kurgulamıştır.

Bu romanları; Küller , Sisli Geceler , Gülün Babası, Büyükanne , Aydınlık Kapı , Aşk ve Zafer isimlerini taşır.

Gülün Babası’nda Edirne, Aşk ve Zafer’de de Urfa’da öğretmenlik yaptığı yılların izlenimlerini anlatır. Büyükanne romanında da, çok iyi bir öğretmenin bütün kötülüklere bile iyilikle karşılık veren mizacı anlatılmaktadır.

Bu dönemin bir başka yazarı da Güzide Sabri (Aygün)’dür. Daha önce Ölmüş Bir Kadının Evrâk-ı Metrukesi romanıyla ünlenen Güzide Sabri’nin Hicran Gecesi romanında Serap adlı, evlatlık alınmış bir genç kızın yaşadığı yasak aşk ile toplumun koymuş olduğu kurallar arasındaki duruşu anlatılmaktadır.

Hicran gecesi anahtar kelimeler : serap, fazıl şükrü, celal - ihsan ilişkisi anlatılır.

Hicran Gecesi, ele aldığı konu ve ilişkiler bakımından Aşk-ı Memnu’yu hatırlatmaktadır.

Necla adlı romanında, genç kızların sıkıntı, acı aşk ve aldatma ile dolu dünyaları dikkatlere sunulur.

Son romanı Mâzî’nin Sesi , genç ve güzel bir kız olan Feriha’nın hatıra defteri biçiminde oluşturulmuştur.

Güzide Sabri’nin romanlarında genç kızların ilgiyle okuyup heyecan duyacağı konular ele alınmış, ilişkiler bu tarzda düzenlenmiştir. Güzide Sabri’nin özellikle kendi döneminde, romanlarındaki kurgusal eksikliklere rağmen, çok okunan bir yazar olduğunu, döneminin sanat anlayışına uygun eserler kaleme aldığını söyleyebiliriz.

Yukarıda eserlerinin özelliklerini verdiğimiz kadın yazarlar, Halide Edip’in devamı niteliğinde romanlar kaleme aldılar. Bu romanlarında genellikle de kadının toplum içerisindeki yerine ve mücadelesine yer verdiler.



Bir bakıma kendilerini Cumhuriyetle birlikte yeni Türk toplumundaki kadınların temsilcisi kabul ettiler ve onları aydınlatma görevini üstlendiler.

İnci Enginün’ün tespitiyle kadın yazarlarımızın kendi yaşantılarını aksettirdikleri de unutulmamalıdır: “Günümüzün kadın yazarlarının birçoğu kadın duyarlılığı ve söylemini, büyük ölçüde kendi yaşantılarından alarak işlemektedirler.”
1950 Sonrasında Kadın Yazarlar

Milliyetçi - Maneviyatçı Görüşe Sahip Olanlar ve Tarihsel Perspektifte Yazanlar



Yine Halide Edip Adıvar çizgisinin devamı diyebileceğimiz bu kadın yazarlar Milli edebiyat akımı içerisinde yetişenlerdir. Romanlarında milliyetperver bakış açısı çevresinde geleneğe bağlı kadın hâkimdir.

Samiha Ayverdi, Safiye Erol , Emine Işınsu , Sevinç Çokum, Nazan Bekiroğlu, Fatma Karabıyık Barbarosoğlu kadın yazarlarımızdandır.
Sâmiha Ayverdi, romanlarını daha çok tasavvuf düşüncesi çevresinde kurar.

Ayrıca Doğu-Batı çatışması, dolayısıyla da geçmiş-hâl çatışması da temel konularındandır. Ayverdi, olaylardan çok insanların iç dünyalarına yönelir.

Onun romanlarında işlenen aşk asla cinsellik boyutuna erişmez, daha ziyade duygu aşamasındadır. Romanlarındaki kişilerin büyük çoğunluğunu istanbul’un aristokrat ve aydın kesiminden seçmiştir. Karakterler manevi boyutlarında büyük çatışmalar yaşar. Romanlarının sonu ders niteliğindedir.Bu romanlarının hepsinde olaylar bir aşka bağlanır.

Aşk Budur , karşılıksız bir aşkın sunduğu ruh hâlini dile getirir. ihanetin yalnızca duygu boyutunda yaşandığı eserde, bir bakıma gerçek aşkın Allah’ta gizli olduğu sezdirilmektedir.

Batmayan Gün , Aliye adlı bir genç kızın içinde büyüttüğü bir aşk duygusu çevresinde gelişir. Ateş Ağacı, Cemil adındaki genç bir aydının kaçış, arayış, isyan, inanma gibi insana özgü duyguları çevresinde döner. Romanda evli bir Türk erkeği ile Hristiyan Fransız kadının aşkı, toplumsal davranış değerlerine takılıp imkânsızlaşmıştır.

Ayverdi; Yaşayan Ölü romanında, aristokrat çevrede yaşayan Leylâ’nın, bir “kaçış”la Konya’ya öğretmen olarak gidişini anlatır. Yolcu Nereye Gidiyorsun romanında, yine aristokrat bir çevrede dünyaya gelen Adlî adında bir roman kişisinin çocukluğundan itibaren yaşadıkları anlatılır. Mesihpaşa imamı’nda , Hâlis adındaki bir camii imamının kendi içerisindeki yalın dünyası ve aşkı vardır.

Sâmiha Ayverdi’nin romanlarındaki karakterler çeşitli kavram değerleri yüklenir.

Dolayısıyla bu karakterlerin kendi içlerinde bir çatışması vardır.

Ciğerdelen romanıyla tanınan Safiye Erol’un kadının dünyasını ele alan romanları vardır. Sınavda çıkar.



Kadıkoyü’nün Romanı, bir aşk konusunu ele alır. Ülker Fırtı nası, Viyana’da yıllarca kaldıktan sonra yurda dönen Nuran’ın yaşadığı aşk ilişkisi çevresinde şekillenmektedir.

Emine Işınsu Öksüz, romanlarında Türk toplumunun son kırk yıl içinde geçirdiği sarsıntıları, yaşadığı buhranları, kitlesel dalgalanmaları, sağ-sol şeklinde biçimlenen kutuplaşmaları, iyice hazmedilmemiş reçetelerle ve siyasal doktrinlerle kendilerine bir yer tutmaya çalışan ve yaşamlarını bunlarla yönlendiren dönemin gençliğini ve sorunlarını, kuşak çatışmasını, inanç buhranını ve bu buhrandan gönül yüceliğine ulaşmanın yollarını bir öğretmen yüreğiyle, bir anne duyarlığıyla, içten ve yalın anlatımıyla öyküleştirir.

Küçük Dünya’da Urfa’daki bir genç kadının duygularıyla toplumsal davranış değerleri arasındaki bocalamasını işler. Azap Toprakları’nda , Batı Trakya’da yaşayan Türkler’ in yaşadığı acıları, milliyetlerine yönelik baskıyı konu alır. Benzer bir konuyu, Bulgaristan’da yaşayan Türklerin milli benliklerini unutmaya yönelik gördüğü baskıyı, Çiçekler Büyür romanında ilay’ın yaşadıkları çevresinde dile getirir.

Sancı ve Cambaz’da, Türkiye’de 1970 ve 1980 öncesi siyasal çatışmaları işler. Cumhuriyet Türküsü’nde , Atatürk döneminin ilk on yılında yaşananları, sosyal ve siyasal çatışmalar merkezinde anlatır.

Nisan Yağmuru , Bir Ben Vardır Bende Benden içeri ve Bukağı romanlarında daha çok tasavvufi bir yön bulunur.

Emine Işınsu’nun ilk romanları Küçük Dünya, Aşk ve Zafer daha çok psikolojik karakterlidir. Yazarın daha sonra kaleme aldığı romanlar ise Türkiye’nin 1960 sonrasında yaşanan sosyal ve siyasal olaylarını konu alır.

Sevinç Çokum, romanlarında sosyal ve tarihsel konulara yer verir. Kendi dönemini konu alan Zor’da (1977), 1970’li yılların sosyal ve siyasal olaylarını işler. - Bu bayana dikkat aöf amca sorar müdür….

Bizim Diyar’da ve Ağustos Başağı’nda yakın dönem tarihsel olaylarını konu alır. Bizim Diyar’da Osmanlı imparatorluğunun çözülüş yılları ve Balkan elimizden gidişi romanlaştırılmıştır.

Ağustos Başağı’nda ise Kurtuluş Savaşı yıllarında cephede ve cephe gerisinde yaşanan olaylar kurgulanır.

Hilâl Görününce’de ise Kırım Savaşı yıllarına gidilir. Kırım Türkleri’nin hayatından kesitler sunulur.

Gül Yüzlüm , Gece Rüzgârları gibi romanlarında ise yetmişli yıllardan başlayarak geçirdiği hızlı değişmeleri insanların çeşitli ruhsal durumlarını, yalnızlıklarını ve yabancılaşmalarını konu alır.

Bu grup içerisinde değerlendirebileceğimiz genç kuşak romancılar Nazan Bekiroğlu ve Fatma Karabıyık Barbarosoğlu’dur.

Nazan Bekiroğlu’nun Yusuf ile Züleyha romanı, konusunu Kur’an-ı Kerim’deki Yusuf kıssasından alır.

Bekiroğlu, farklı bir duruş noktası ve bakış açısıyla geleneksel hikâyelerimize kaynaklık eden Yusuf u Züleyha kıssasına, Züleyha penceresinden bakar. Züleyha, aşık olan konumundadır. Bekiroğlu, isimle Ateş Arasında adlı romanında da değerler, simgeler çatışmasını işler.

Romandaki isemler Mansur, Nihare ve Numan; isimlerinin temsil ettiği anlam değerleri çevresinde kurguda yer alırlar.

Bekiroğlu, isimle Ateş Arasında romanında Yusuf ile Züleyha’da olduğu gibi tarihsel olaylara farklı noktadan bakmayı tercih etmiştir. Böylece tarihsel olayları hem bir kadın olarak yeniden sorgulamış hem de çağının getirdiği zengin çağrışımlara dayalı bakış açısıyla yeniden yorumlamıştır.

Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, ilk romanı Hiçbiryer, son elli yıl içerisinde Türkiye’de yaşanan toplumsal olaylar ekseninde kurulmuştur. Okumak maksadıyla büyükşehire gelen ve roman boyunca kent - köy çatışması yaşayan roman kahramanı Şahin’in dünyası anlatılır. Yazar; hayal kırıklığı, büyükşehrin insana getirdikleri ve götürdüklerini, sosyoloji alanındaki deneyimleri ve bilgileri ile birleştirerek köy kent ilişkisine farklı bir açıdan bakar.
Toplumcu - Gerçekçi Çizgide Eser Veren Kadın Yazarlar

Toplumcu çizgide eser veren yazarlar, sosyal hayatın içerisinde kadının yerini ve yaşadığı çeşitli problemleri, toplumsal problemler çerçevesinde dikkatlere sunmuşlardır.

Suat Derviş, Afet Ilgaz Muhteremoğlu, Sevgi Soysal, Füruzan Tekil. ( S.A.FS.a.f)
Gazete çevresindeki etkinlikleri ile tanınan Suat Derviş , yazıları ve romanlarıyla toplumcu edebiyatın öncülerinden kabul edilir.

Romanlarının büyük bir kısmı tefrika halinde kalmıştır. Yayımlananları ise şunlardır: Kara Kitap,

Ne Bir Ses Ne Bir Nefes , Hiçbiri , Fatma’nın Günahı, Buhran Gecesi , Gönül Gibi , Emine , Hiç, Çılgın Gibi

Ankara Mahpusu , Fosforlu Cevriye, Aksaray’dan Bir Perihan. . Çok sayıda romanı da 1934 - 1965 arasında çıkan gazetelerde tefrika halinde kalmıştır.



Suat Derviş, “toplumcu gerçekçi” ve “popülist” nitelemeleriyle iki farklı biçimde anılmış bir yazardır.

Önceleri popülist tarzda yazan Suat Derviş, daha sonra toplumcu - gerçekçi çizgiye yönelir. Toplumcu - gerçekçi söylemin egemen olduğu romanlarında, tema olarak aşk maceralarını ele alsa bile, olay örgüsünü gerçekçi bir zeminde kurmaya özen göstermiştir.

Gerçekçi olay örgüleriyle hazırlanan Fosforlu Cevriye, Hiçbiri, Aksaray’dan Bir Perihan, Hiç, Ankara Mahpusu gibi romanlar sosyal gerçekçi söylemin ürünleridir.

Romanlarını çoğunlukla kadın kahramanların bakış açısıyla oluşturur. Olaylarda toplum hayatının çelişkilerini işler. Maddi imkân - imkânsızlık, toplumsal değerler - bireysel özgürlük gibi çatışmalar etrafında toplumun her kesiminden kişilerin rol aldığı vakalarda kadın, bireyliğini ve kimliğini kazanmak peşindedir. Kadın, bir bakıma toplumun yıpranmış davranış değerleri ile çatışma yaşar.
Sevgi Soysal (Nutku, Sabuncu), Türk romanında kadın sorunlarını gündeme getirmiş yeni bir soluktur.

Yürümek’ten itibaren konularını kendi hayatını, tanık olduğu olayları hareket noktası alarak eleştirel gerçekçi/toplumcu romanlara yönelir. Yenişehirde Öğle Vakti romanında gözleme dayalı bir insan portresini dikkatlere sunar.

Şafak’ta, 12 Mart döneminin olaylarını çatışmaların merkezinden birine ait dikkatle kurgular. Romanda, bir gece içinde meydana gelen olaylar anlatılır. Bir örgüt evinin basılması, tutuklanmalar, sorgulanmalar ve şafak vakti ise serbest bırakılma vardır.

Şafak, belli bir dönemin olaylarını sergileyen ve artık sosyolojik değer taşıyan bir romandır. Sevgi Soysal’ın ölümünden sonra yayımlanan Tante Rosa, yazarın yakın çevresini anlatır.

Roman temel kahramanı Tante Rosa’nın geçirdiği mutsuz bir evlilikten sonra sürüklendiği acılı hayat dramatize edilir. Rosa, yaşadığı tüm olumsuzluklara rağmen yaşama sevincini ve iyimser bakışını kaybetmez ve hayata tutunması dikkate değer.

Füruzan Tekil, Güz Mevsimidir adlı uzun öyküsünde ve 47’liler’de, sol ideolojik söylemleri ön plana çıkarır. Berlin’in Nar Çiçeği’nde Almanya’daki Türk işçileri ile ilgili anılarını romanlaştırır. Buna dikkat müdür….

Füruzan’ın 47’liler’inde gözleri bağlı olarak evlerinden alınan romanın kadın kahramanının yaşadığı işkence sahneleri sayfalara yayılarak tüm ayrıntılarıyla verilir. 47’liler konusunu 1947 doğumlu Emine Semra Kozlu’nun hayat hikâyesinden alır.

Emine, 12 Mart öncesinde, öğrenci hareketlerine katılmış, tutuklanmış, işkenceler görmüş ve aşağılanmıştır. Füruzan böylece, kadın olmanın verdiği duyarlıkla Emine’nin kişiliği üzerinden Türkiye’de kadın olmanın sorunlarını ve bir kadının karşılaşacabileceğ i tehlikeleri de gözler önüne sermektedir.

1950 sonrasında islâmî söylem ile romanlarını kaleme alan yazarlar da vardır.

Bu yazarlar sadece islâmî değerleri referans olarak alırlar. Sevim Asımgil (Terket me/2002), Şule Yüksel Şenle (Huzur Sokağı, Bize Ne Oldu?..) ve Emine Şenlikoğlu (Ben Kimin Kurbanıyım/1994) gibi kadın romancılar, eserlerini bu çerçevede oluşturdular. Bunların yanında Afet Ilgaz Muhteremoğlu (Bir Feministin Doğruya Yakın Portresi/1988), Nuriye Akman (Nefes/2004), Cihan Aktaş (Bana Uzun Mektuplar Yaz/2002) gibi kadın yazarlar, farklı bir bakış açısıyla günümüzdeki kadının sorunlarını dile getirdiler. ikinci gruptaki yazarlar; üslupları, bilimsel yaklaşımları ile Türk romanına farklı bir soluk taşımışlardır.
Popüler Kadın Romancılar

Popüler roman kısaca halkın zevkine, ruhuna hitap eden eser anlamındadır. Halkın dili ve halkın ifadeleriyle dile getirilir. Ele aldıkları konu bakımından şu türlere ayrılabilir: Aşk romanları, polisiye romanlar, casusluk romanları, tarihsel romanlar, acıma duygusunu ateşleyen toplumsal romanlar, heyecan - macera - gerilim romanları, mizah romanları, ideolojik romanlar.

Popüler romanın özellikleri kısaca şöyledir:

“Bu tür romanlarda işlenen konular, günlük hayattan alınır. Eserler olay ağırlıklıdır. Yazarlar edebî endişeden uzaktır. Bu yüzden edebî değerleri yüksek değildir. Romanlardaki kurgu dağınık, yapı çözüktür. Klişelere dikkat edildiği için birbirinin tekrarı olan eserlerle karşılaşırız. Yazarların üslubu itinasızdır. ... Halka okuma zevkini ve alışkanlığını kazandırma, halkı eğlendirme, onlara hoşça vakit geçirtme ana hedefleri arasındadır.

Popüler romana, Türk edebiyatında ilk olarak Ahmet Mithat Efendi ile rastlanır. AÖF amca sorar müdür….

Daha sonra onun takipçileri durumundaki Ahmet Rasim ve Hüseyin Rahmi Gürpınar, popüler roman türünde eser kaleme alırlar. Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte bu tarz roman yazarlarının sayısı artar.

Cumhuriyet dönemindeki popüler romancıların bir başka özelliği, romanlarının büyük bir bölümünün sinema filmi ve televizyon dizisi haline getirilmesidir. Bunun sebebi de, halk tarafından çok beğenilmelerinden ve okunmalarından çok, halkın zevkine ve duygularına hitap etmelerinden kaynaklanmaktadır. Cumhuriyetten sonra kadın yazarların ilgisi bu alanda yoğunlaşır. isimleri bugün için pek hatırlanmayan bu romancılar, eserlerini halkın beğenisini göz önüne alarak yazmışlardır.

Kerime Nadir Arzak, Muazzez Tahsin Berkant, Mebrure Sami Koray, Mükerrem Kamil Su, Cahit Uçuk, Peride Celal, Nezihe Muhittin, Sevda Sezer, Meliha ilksel, ipek Ongun v.d. Bu romancıların 1940 sonrasında Türk halkına okuma alışkanlığı kazandırdığı inkâr edilemez. Hemen hepsi roman kaleme aldıkları dönemde en çok okunan yazar konumunda olmuşlardır.
Modern Akımların izinde Yazan Kadın Romancılar

Modern akımların izindeki kadın yazarlar, genellikle dikkatlerini kadının iç dünyasına yöneltmişlerdir. Kadının problemlerini çağrışımlara dayalı olarak aksettirirler. Nezihe Meriç, Leyla Erbil bu tür yazarlardandır. Bu yazarlarda kadın kimliği daima ön plandadır.

1980’lerden itibaren roman yazmaya başlayanlar arasında Pınar Kür, Adalet Ağaoğlu, inci Aral, Lâtife Tekin, Erendiz Atasü, Oya Baydar, Ayşe Kulin, Nazlı Eray, Aysel Özakın, Buket Uzuner, Elif şafak toplumsal problemlerin yanında sanat endişelerini öne çıkarırlar, yeni biçimler denerler.

Bu tarz romanlarda yazarlar, anlatılan konudan çok anlatım tekniğine ve kullanılan dile önem verirler. Bu romanlarda kadın yazarlar, kurgulanan olayların akla ve zamana uygunluğunu hesaplamazlar. Hemen tümü klasik anlatım tekniklerinin dışına çıkmışlardır.
Bilinçaltı akımına uygun roman kaleme alan Nezihe Meriç , Korsan Çıkmazı’nda , yalnızca denize ulaşan bir çıkmaz sokakta oturan iki arkadaşın dünyasını iç diyaloglar aracılığıyla aksettirir. Meriç’te kendi iç yalnızlığını sürdüren kadının dünyası vardır.

Adalet Ağaoğlu , ilk romanından sonuncu romanına kadar 1950’li yıllardan itibaren Türk toplumundaki sosyal değişimleri kadını merkeze alarak anlatır.

Batılılaşma macerası, modernleşme algısı, slogana dayalı ulusçuluk, 12 Mart ve12 Eylül’ün yanlış uygulamaları, yurt dışındaki işçilerin sorunlarını kurguya dayalı roman yapısı içerisinde incelemiştir.

Romanlarında klasik anlatım tekniklerinin dışına çıkarak bilinç akışı, iç monolog gibi yeni anlatım teknikleri deneyen yazar ÖlmeyeYatmak , Fikrimin ince Gülü , Bir Düğün Gecesi , Yaz Sonu, Üç Beş Kişi , Hayır , Ruh Üşümesi , Romantik Bir Viyana Yazı , Gece Hayatım adlı romanlarının tümünde yaşadığı dönemi sorgulamıştır.



Adalet Ağaoğlu’nun romanları içerisinde gerek anlatım tekniği gerek ele aldığı konu bakımından ayrı bir yeri olan Bir Düğün Gecesi, 12 Mart döneminin sosyal ve siyasal hayatını işler. Berna Moran’ın deyimiyle “bağımsız iç konuşma” metoduyla anlatım gerçekleştirilir.

Adalet Ağaoğlu bu dönemde, toplumun sosyal katmanlarını temsil eden çok farklı gruplardan şahısları bir mekânda ve bir düğünde buluşturur. Üst düzey askerden bürokrata, iş adamından avukata devrimcisinden gericisine kadar,bütün bu kişiler Üniversitede iktisat profesörü olan Ömer’in yansıtıcılığında okuyucu ile karşı karşıya getirilirler.

Bir Düğün Gecesi romanında asli kişi ve yansıtıcı Ömer iç konuşmaları aracılığıyla toplumun genel panoraması çizilir. Romandaki bütün kişilerin ve temsil ettikleri kitlelerin olumsuz yönleri sergilenir. Sadece düğüne gelmeyip kır çiçekleri gönderen ve emeğiyle geçinen Ali Usta olumlu bir tiptir. Çünkü Ali Usta’nın samimiyeti vardır. Roman kahramanlarının bir başka özelliği görünüşleri ile gerçeklikleri arasındaki derin uçurumdur. iç konuşmalar aracılığıyla ortaya çıkan gerçek, bir bakıma onların iç yüzüdür.

Adalet Ağaoğlu, Bir Düğün Gecesi’nin sonunda iyimser bir tavır takınır. Berna Moran, tüm bu olumsuzluklara rağmen, romanın sonunda yazarın iyimserliğe yönelmesini, yazarın “ben” yerine “biz” tercihi ile açıklar.

Ruh Üşümesi de 12 Mart dönemini konu alır. Burada da iç konuşma ve bilinç akışı gibi anlatma teknikleri söz konusudur. Adalet Ağaoğlu, Ruh Üşümesi’nde sahneleme tekniği ile, romanın sonuna kadar isimlerini vermeyerek birbirini tanımayan bir kadın ve bir erkeği bir lokantada ayrı ayrı masalarda birbirleriyle ilgili hayal kurdurarak buluşturur. Ruh Üşümesi, bir hayal kırıklığının romanıdır.

Kadın yazar kimliğiyle kendini gösteren Leyla Erbil tüm romanlarında tabuları yıkan bir düşünce ile okuyucunun karşısına çıkar.

ilk romanı Tuhaf Bir Kadın’da kadının toplumdaki yerini sorgular. Karanlığın Günü’nde,

bir kadın dikkatiyle kuşağının yaşadığı acılı ve sıkıntılı dönemi romanlaştırır. Mektup Aşkları , mektuplardan oluşan farklı bir roman denemesidir. Burada da cinsellikten uzakta, kirlenmemiş bir aşkın saf gerçekliğini dikkatlere sunar.



Cüce de ise yaşamış olduğu olayların acı ve ironik eleştirisini yapar. Olayları eline kamerasını almış bir gözlemci tarafsızlığıyla sunar:

“Erbil, tüm romanlarında iyilikle kötülüğün, özveri ile bencilliğin harmanlandığı insanın iç gerçeğini tüm çıplaklığıyla vermeye çalışmış; bu yüzden kadın kahramanlarını hüzünlü, acılarla yoğrulmuş kişilerden seçmiştir.”

Ayla Kutlu , Bir Göçmen Kuştu O , Hoşçakal Umut , Kadın Destanı , Emir Beyin Kızları romanlarını kaleme alır. Bir Göçmen Kuştu O ve devamı niteliğindeki Emir Beyin Kızları romanlarında Kafkaslardan göç eden bir ailenin Anadolu’daki serüveni anlatılır. Urfa civarına yerleşen anne Cevahir’den başlayan macera, Kurtuluş Savaşı yıllarında kendini birdenbire mücadelenin merkezinde bulan oğlu Emir Bey ile devam eder. Roman, bu yönüyle Milli Mücadeleyi ve Anadolu hareketini konu alır. Emir Beyin Kızları romanı da kızlar aracılığıyla modern Türkiye’nin anlatımı niteliğindedir.

Oya Baydar , ilk romanı Kedi Mektupları’nda kediler aracılığıyla toplumun baskıcı tutumunu gözler önüne sermeye çalışır. Bir yandan da 68 kuşağının iç hesaplaşmalarını anlatır. Hiçbir Yere Dönüş, Berlin duvarının yıkılması nından sonra toplumcu düşünceye mensup insanların yaşadığı hayal kırıklığı konu alınır. Sıcak Külleri Kaldı (2001) romanı, 1960 sonrası Türkiye’nin siyasal ve sosyal hayatı, kurgu çevresinde gözden geçirilir.

Son romanı Erguvan Kapısı ise Sıcak Külleri Kaldı romanının devamı niteliğindedir.

Ayşe Kulin , biyografi karakterli romanları ile ünlenmiştir. Adı Aylin, kökleri Giritli Mustafa Naili Paşa’ya kadar uzanan bir ailenin kızı olan Aylin Devrimel’in prenseslikten ABD ordusundaki albaylık görevine uzanan fırtınalı

hayatını konu alır.



Füreya’da, ilk kadın seramik sanatçısı Füreya’nın macera dolu renkli ve zengin hayatı vardır.



Ailesinin 1900’lü yılların başından günümüze gelen çizgisi dışında biyografi roman türünün son örneğini Türkan Saylan’ın hayatını konu alan Türkan (2009) adlı romanıyla verir.

Köprü , Erzincan’da farklı inançlara sahip Mevlüt ile Elmas’ın ilişkileri çevresinde Kemaliye köprü sünün yapım aşamaları, Başbağlar’a yapılan saldırılar ve köprü yapımını gerçekleştirmek için Erzincan valisinin bürokrasi ile yaptığı mücadeleleri konu alır. - Fuat abi gibi gibi olmak istemiyorsanız iyi okuyun bakım….

Nefes Nefese’de ikinci Dünya Savaşı sırasında yüzlerce Yahudi’yi soykırımdan kurtaran Türk diplomatlarının

çalışmaları işlenir.

Gece Sesleri’nde ise Egeli Ortaçlı ailesinin 40’lı yıllardan itibaren birkaç kuşağı içine alan ve günümüze kadar uzanan çizgide yaşadıkları aile içi sorunlar, pişmanlıklar, sevgiler, düşmanlıklar; yine bu dönemin siyasal ve sosyal olayları ile birlikte verilir. Ayşe Kulin roman kahramanlarını seçerken de oldukça titizdir:

“Ayşe Kulin’in romanlarındaki kadınlar sosyoekonomik durumları birbirinden farklı olsa da fiziksel güzelliğe sahiptirler. Kıyafetleri yasadıkları bölgenin toplumsal özelliklerine göre farklılık gösterir. Doğu ve güney doğulu kadınlar uzun elbiseler giyerken baslarını da örterler. Batıdaki sehirli kadınlar, gelir seviyelerine göre daha özenli bir giyime sahiptirler. Kisisel bakımlarına dikkat etmektedirler. Kadınların ten ve göz renkleri bulundukları coğrafyaya göre seçilmistir.”

Ayşe Kulin, büyükbabasından başlayarak ailesinin macerasını dört romanda toplar.

Bunlar sırasıyla Veda - Esir Şehirde Bir Konak , Umut (Hayat Akan Bir Sudur) , Hayat - Dürbünümde Kırk Sene , Hüzün - Dürbünümden Kırk Sene romanlarıdır. Bu bayana dikkat tam aöf’lik soru…



Bu romanlarında Ayşe Kulin, Osmanlı’ nın son günlerinden Cumhuriyetin ortalarına kadar, ailesinin yaşadıkları çevresinde, Türkiye’nin öyküsünü anlatır.

Aysel Özakın’ın Alnında Mavi Kuşlar romanı, feminist düşüncenin belirdiği eserlerden birisi durumundadır.

Anahtar kelime : Armağan(kız)

Aysel Özakın, Genç Kız ve Ölümde Cumhuriyetin ikinci kuşağı gözüyle ilk kuşağı sorgular.

Romanda, Nuray ilkin’in kızı Seçkin, annesinin yazdığı romanı beğenmez: Annesinin yaşayış biçimini değiştirmesini; fabrikalarda, okullarda, gecekondu semtlerinde, Anadolu’da neler yaşandığını görmesi gerektiğini söyler.
Pınar Kür, romanlarında toplumsal problemleri ve kadınların çeşitli dertlerini işler. Ikra :eek:ku bağım müdür.

Pınar Kür romanlarında kadınların başkaldıran yönlerini öne çıkarır. Kadınların haklarını elde edebilmeleri için siyasal mücadelelerin içerisinde olmaları gerektiğini de işaret eder. Kür’ün kadınlarında iç dünyanın tüm boyutları sergilenir. Aynı zamanda birey - toplumsal davranış değerleri çatışma halindedir.

Yarın Yarın’da kadının gözüyle topluma dair tüm olumsuzlukları gözler önüne sermeye çalışır. Bu romanda, daha önce mutsuz bir evlilik geçirmiş zengin bir genç kadın olan Şeyda ile sol örgütlerin içerisinde bulunmuş Selim’in hikâyesi anlatılır. Romandaki tüm kişiler sıradışıdır. Kendi değerleri ekseninde hareket ederler. Tüm eylemleri, toplumsal davranış değerlerinin dışındadır. Bir bakıma yalnızlık içerisindedirler.

Pınar Kür, Yarın Yarın romanında 68 kuşağının ideolojik söylemleriyle okuyucuya seslenir. Öyle ki, hayat kadınlarını varlıklı zengin işadamlarından daha onurlu gösterir. Pınar Kür, Küçük Oyuncu’nun konusunu tiyatro çevresindeki ilişkilerden alır.

1979 yılında yayımlanan Asılacak Kadın, cinsel bakımdan sömürülen ve sonunda cinayete sürüklenen genç bir kadının yaşadıkları üzerine kurulmuştur. Anahtar kelime: melek,kötü yola düşmesi

Bir Cinayet Romanı , yazım tekniği bakımından oldukça farklıdır. Romanda kurmaca metin ile gerçeklik arasındaki ince çizgiye dikkati çekilir.Bir Cinayet Romanı’nda, “iç-roman” diye niteleyeceğimiz “Ölümün Vazgeçilmez Çekiciliği” adlı başka bir roman daha vardır. iki romandaki olaylar birlikte yürür.

Berna Moran, kurgunun ilginçliğine ve yazarın roman kişisine dönüşüne değinerek Bir Cinayet Romanı’nı “kurmacanın çözümlendiği bir dedektif romanı” olarak tanımlar.

Pınar Kür, Sonuncu Sonbahar’da cinayetin çözümlenmesi için postmodern üslup ve biçim endişesini öne çıkarır.

inci Aral, da kadın yazarlar gibi kadın sorunlarını işleyen romanlar kaleme almıştır. Romanlarında şiirsel bir anlatım sergiler. Ölü Erkek Kuşlar, Yeni Yalan Zamanlar adlı romanlarında kadın duyarlığını, kadın kimliğini, geleneksel değerler ile yaşanmak zorunda kalınan hayatın çatışmasını işler. Hiçbir Aşk Hiçbir Ölüm romanında bir anne ile kızın ilişkisini konu alır. Anne tecrübeleri ile kızına yol göstermeye çabalar. Kız ise boşanmanın eşiğindedir. Bu iki kadının problemleri iç konuşmalarla zenginleştirilerek dile getirilir. içimde Kuşlar Göçüyor, Mor, inci Aral’ın diğer romanlarıdır.

Nazlı Eray, zengin hayal gücüne dayalı romanlar kaleme almıştır. Romanları şunlardır:

Pasifik Günleri , Orpheé , Deniz Kenarında Pazartesi, Arzu Sapağında inecek Var, Aşk Artık Burada Oturmuyor,

Ay Falcısı, Kuş Kafesindeki Tenör, Yıldızlar Mektup Yazar, Uyku istasyonu , Aşık Papağan Barı, imparator Çay Bahçesi, Örümceğin Kitabı, Elyazması Rüyalar, Ayışığı Sofrası, Aşkı Giyinen Adam , Sis Kelebekleri.



Nazlı Eray ilk romanından sonuncusuna kadar gizemli ve hayal ile örülü bir dünyayı aksettirir. Romanlarında fantastik ögeleri kullanır. Aşkı Giyinen Adam romanında tarot kartları aracılığıyla fantastik gerçekçiliğin farklı bir yansımasını dikkatlere sunar.

Eray’ın romanlarında farklı anlatım teknikleri çevresinde bu hayal yolculuğu, yaşanan zaman dilimiyle birlikte vardır.

Duygu Asena, sadece yazdıklarıyla değil tartışmalarıyla da ismi feminizm ile özdeşleşmiş bir yazardır.

Kadının Adı Yok , yazıldığı dönemde feminizm tartışmalarını üst boyuta taşımış bir romandır. Bu kitapta kadın, çocukluktan başlayarak kız-erkek ayrımcılığının toplumun yaşama ilkesi olduğunu öğrenir.

“Duygu Asena’nın feminizmi, esas olarak ‘özgürlük’, ‘bağımsızlık’ değerlerine odaklanır. Annelik, evlilik birer ayak bağıdır. Hayatında aşka yer vardır, ama bağımsızlığa engel olmadıkça.”



Erendiz Atasü, roman yazmaya kadın konusunu sorgulayarak başlar. Cumhuriyet devriminin olumlu etkilerine karşın Türk toplumunun halen ataerkil özellikler taşıdığını, kadının ezilmesi ve aile içi şiddet olaylarının yaygın biçimde

sürmesine tepkilidir.

Atasü, ilk romanı Dağın Öteki Yüzü romanında, Cumhuriyetin ilk kuşağının aydın ve idealist yönünü ortaya çıkarmak amacındadır.

ilk kuşağın öyküsünü kaleme almaktadır. Dağın Öteki Yüzü, denilebilir ki Erendiz Atasü’nün Türk kadınının entelektüel gelişimi ve toplum içinde yerini alması konusunda Atatürk’e neler borçlu olduğunu hatırlatan epizotlarla beslenmiş bir romanıdır.

Gençliğin O Yakıcı Mevsimi adlı romanında genç bir kadının cinselliğini keşfedişi ile başlayan duygu dünyasındaki değişmeleri, hayalleri ile hayatı n ve toplumun gerçeklikleri karşı karşıya getirilir.



Bir Yaşdönümü Rüyası’nda Türkiye’nin kadına bakışını Feride çevresinde sorgular. Feride’nin hayatına giren üç erkekle olan ilişkileri çevresinde ülkenin 50 yıllık, bu çerçevedeki panoraması verilir. Gürsel Aytaç, Edendiz Atasü’nün eserlerinde feminizm konusundaki tavrını, O’nun Kadınlığım Yazarlığım Yurdum (2001) kitabından alıntılar yaparak açıklamaktadır.



Buket Uzuner, iki Yeşil Susamuru, Anneleri, Babaları, Sevgilileri ve Diğerleri romanında, bir kadının düşsel ve fantastik dünyası vardır. Roman adını, Hint kökenli ingiliz H. H. Munro’nun, insanlar ölünce dünyadaki yaptıklarına ve kişiliklerine göre alt sınıftan bir canlıya dönüşecekleri, öykü kişisinin de bir su samuru olmak istediğini söylediği Laura adlı öyküsünden almaktadır.

Postmodern bir kurguyla ele kaleme alınmıştır. Roman, mimar Nilsu’nun kendi hayatını anlatan bir dosyayı yazara vermesiyle başlar. Nilsu; Aşk-yalnızlık, intihar-yaşama bağlılık gibi zıtlıklar üzerine kurulu dünyasında model aldığı çağdaş bir kadın olan Selen’in de yardımıyla ezilmeden ayakta durabilen, eğitimli bir kadını temsil etmektedir.

Kumral Ada-Mavi Tuna romanın birinci dereceden kişisi Tuna’yı hareket noktası alarak geri dönüşlerle ve metaforik bir anlatım tekniğiyle kaleme alınmıştır.

Buket Uzuner’in Uzun Beyaz Bulut-Gelibolu romanında Çanakkale savaşını 1915 ve günümüzde olmak üzere iki zaman diliminden işler.Bu roman, Çanakkale Savaşları’na 2000’li yılların bakış açısıyla epik karakterli bir eserdir.

Latife Tekin , toplumsal ve siyasal çatışmaları konu alan romanlar yazdı. Berci Kristin Çöp Masalları , anlatım tekniği ve ele aldığı konu bakımından ilgi çekicidir. Bu romanda, masal ögeleri ve metafora dayalı dil malzemesi eşliğinde gözler önüne serer.

Unutma Bahçesi romanında farklı anlatım teknikleri ile döneminin sanat dünyasını ve siyasal olaylarını anlatır. Sevgili Arsız Ölüm, Gece Dersleri, Buzdan Kılıçlar, Aşk işaretleri romanları da toplumsal ve siyasal çatışmalar ekseninde kurulmuştur.

Latife Tekin Sevgili Arsız Ölüm romanında, ironik bir anlatımla, köyden göçmüş bir ailenin büyük kentin kenar semtlerindeki yaşayışını anlatır.

Elif Şafak , ilk romanı Pinhan ile tarih ile masalın iç içe girdiği bir anlatımla eleştirmenlerin dikkatini çekmiştir. Şehrin Aynaları , değerler çatışması yaşayan büyükşehir insanının problemlerini konu alır.

Mahrem, Bit Palas , Araf ; Elif Şafak’ın günümüz okuyucusu tarafından beğenilmesini sağlayan romanlardır.

Baba ve Piç, Siyah Süt , Aşk adlı romanları da geniş okuyucu kitlelerine ulaşmıştır. Günümüzün en çok okunan ve roman yazmaya devam eden kadın yazarlarındandır.
Veda, Esir şehirde Bir Konak - Ayşe Kulin

Roman, yazarın ailesinin Milli Mücadele yıllarında yaşadıklarını konu almaktadır. Yazarın, Milli Mücadele yıllarında Maliye Nazırlığı yapan dedesi Ahmet Reşat Efendi’nin, Anadolu’da gelişen Milli Mücadele hareketi ile Padişahın yanı başındaki istanbul Hükümeti arasındaki kararsızlığı ve istanbul Hükümetinden yana tavır alması, aile bireylerinin yaşama tarzları ile birleştirilerek anlatılmaktadır.

Veda Esir Şehirde Bir Konak romanında işgal yıllarının istanbul’u, barındırdığı farklı düşünceler ve farklı insan manzaraları ile dikkatlere sunulur.Veda Esir Şehirde Bir Konak romanı, istanbul’un işgal yıllarındaki görüntüsünü, aydın çevreye özgü yaşama tarzını, bir konak çevresinde anlatır.

Roman, Ahmet Reşat Bey’’in mevkii bakımından olmasa bile kalbiyle Kemal’in ideallerine doğru gidişini anlatır.

Ahmet Reşat Bey, istanbul’un işgalinden sonra, istanbul Hükûmeti’nin icraatlarından rahatsızdır. Onun bu rahatsızlığı, Kalpaklılar - Doludizgin romanlarında Süleyman Sırrı Beyin yaşadığı çelişkinin, eyleme dönüştürülmemiş hâli gibidir.

Bu romanda, aynı mekânda birbiriyle akrabalık bağı ile bağlanan iki şahsın yaşadıkları ve konuşmaları çevresinde 1920’li yıllarda istanbul Hükûmeti ile Kuvayı Millîye arasındaki çatışmalar da anlatılır.

Veda Esir Şehirde Bir Konak romanının, işgal istanbul’u ve Millî Mücadele boyutunun dışında bir yaşamayı anlattığı da gözden uzak tutulmamalıdır.

Romanda, konak içerisinde yaşayan Mehpare, Behice Hanım, Sarayhanım’ın birbiriyle ve aile çevresiyle ilişkileri anlatılmaktadır. Behice Hanım, yaşadığı aile saadeti ve kocası ile mutluluğu çevresinde; Mehpare, Kemal ile yaşadığı cinsellik ve aşk ile; Sarayhanım da, bir otorite olarak konağı yöneten hanımağa rolü ile dikkatlere sunulmaktadır.

Ayşe Kulin, romanında işgal yıllarının istanbul’unu, o yılların insan manzarasını, Süleyman Nazif’e “Kara Bir Gün” başlıklı yazıyı yazdıran olayı da içerisine alarak, yazımızın başında sözünü ettiğimiz romanlardaki tasvirleri de hatırlatır bir tarzda anlatmaktadır.

Veda Esir Şehirde Bir Konak romanında istanbul, yalnızca siyasal panorama boyutunda anlatılmaz. işgal istanbul’undan konak içerisinde yaşayan kadınlar da etkilenmişlerdir

Veda Esir Şehirde Bir Konak isimli roman, Millî Mücadele yılları istanbul’undan, kadınlar çevresinden, onların yaşadığı bir konaktan hareketle, farklı ilişkiler yumağıyla, merkeze Kemal ve Ahmet Reşat Bey’i koyarak, görüntüler sunmaktadır.
 

asah

GOLD Üye
Katılım
14 Eki 2012
Mesajlar
2,943
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Bölüm:
Türk Dili ve Edebiyatı
Şehir:
Zonguldak
7. unıte



GELENEKÇİ ROMANIN ÖZELLİKLERİ VE GELİŞİMİ 7.ÜNİTE ÖZETİ
GELENEK VE ROMAN

“Anane” sözcüğüyle eş anlamlı olarak kullanılan “gelenek”, Türkçe Sözlük’te “Bir toplumda, bir toplulukta eskiden kalmış olmaları dolayısıyla saygın tutulup kuşaktan kuşağa iletilen, yaptırım gücü olan, kültürel kalıntılar, alışkanlıklar” biçiminde tanımlanır.

“Gelenekçi” sözcüğü ise “geleneklere bağlı kimse” anlamındadır. Sözcüğün kavramsal çerçevesi, topluma ait tarihî, dinî ve kültürel ögeleri içine alır. Her toplumun ayırıcı özelliklerini oluşturur. Yaşama tarzına yansır. Sanat yoluyla kendini ifade eder.

Sanat ve edebiyatta, içinde doğup büyüdüğü toplumu değiştirme ve dönüştürme çabası sergileyenler olduğu gibi, mensubu bulunduğu toplunun gelenek adı altında toplanan değerlerine, motif ve ögelerine bağlı tavır sergileyenler de vardır.

“Yenilikçi” ve “gelenekçi” kavramları bu farklı tavırları karşılamak için kullanılır. “Yenilikçi” tavrın arkasında, toplumun değerlerine sırt çevirme, gelenekçi tavrın arkasında ise toplumun değerlerini yüceltme kaygısı vardır.

Edebiyatta gelenekçilik, toplumun kültür değerlerine ilişkin farkındalık oluşturmaya yöneliktir.

Dinden, tarihten ve yaşama tarzından gelen ritüeller bunlar arasındadır. Dinî ve millî karakterli geleneklerden söz edilebilir. Bayramlaşma, konuk ağırlama, ikramda bulunma, el öpme, imeceye katılma, nişan töreni yapma, yeme içme, zenaatla uğraşma gibi günlük hayatın pratik alışkanlıkları yanında aile, musiki, mimari, tasavvuf, şehitlik, gazilik gibi derin yapıda karşılığını bulan unsurlar da vardır.

Toplumun kültürel değerlerini kurmacanın dünyasına taşıyan romanlara “gelenekçi roman” denir. Gelenekçi roman, aileyi ve aile içi değerleri yücelten bir anlayışı temsil eder.
GELENEKÇi ROMANIN ÖZELLiKLERi :

Gelenekçi romanın ayırıcı özellikleri şöyle sıralanabilir:

Gelenekçi roman, toplumun değerleriyle barışık, hatta bu değerlere sıkı sıkıya bağlıdır.

Gelenekçi roman, romantik bir tavrın takipçisidir.

Tarihten, yaşama tarzından, inançlardan gelen unsurlar edebî metne yansır.

Gelenekçi romanlarda klasik olay kurgusuna rastlanır.

Gelenekçi romanlarda dün-bugün-yarın şeklindeki kronolojik zaman kullanı lır.

Gelenekçi romanlarda genellikle ilahi (hâkim/tanrısal) bakış açışına rastlanır.

Gelenekçi romanlarda estetik anlayışı etik kaygılar yönlendirir.

Gelenekçi romanlar, millî ve islami duyarlıktan beslenir.

Gelenekçi romanlarda, popüler roman vadisinde değerlendirilebilecek örneklere rastlanır.

Yerel ağızların kullanıldığı görülür.

Romanlarda olay, verilmek istenen mesajı öne çıkaracak biçimde kurgulanır.

Gelenekçi romanlar, millî, islami, tarihî roman gibi nitelemelerle karşımıza çıkabildiği gibi bazen millî-tarihî, bazen islami-tarihî, bazen de millî-islamitarihî nitelikte örnekler olarak okuyucuya sunulabilir.
GELENEKÇi ROMANIN iLK ÖRNEKLERi

Gelenekten beslenen romanların ilk örneklerini Mehmet (Mizancı) Murad’ın Turfanda mı Yoksa Turfa mı? ve Halide Edib Adıvar’ın Yeni Turan romanlarına kadar götürmek mümkündür. Her iki roman da millî ütopyalar üzerine kurulur.

Mehmet Murad, Turfanda mı Yoksa Turfa mı romanını Batılılaşmanın getirdiği etkiyle din, dil, tarih, ahlak, gelenek gibi değerlerin sarsılmasına engel olmak, bu konuda halkı bilinçlendirmek için yazar.

Halide Edib Adıvar da Yeni Turan’ı söz konusu kültür unsurlarının oluşturduğu yaşama tarzını öne çıkarmak ve millî ruhu temsil eden kahramanlar üzerinden ifade etmek amacıyla kaleme alır.

Aradaki fark, Mehmet Murad’ın islam birliği, Halide Edib’in milliyetçilik düşüncesinden yola çıkmasıdır.

Her iki roman da öncelikle siyasal bir tehlike olan Batı’ya karşı millî değerlere ve kaynaklara yönelmenin zorunluluk olduğu tezine gönderme yapar. Bir yanda Mansur ve Zehra, diğer yanda Oğuz ve Kaya kendi kültür değerlerine sadık ve idealize edilmiş tipler olarak romana girerler.

Ruh-madde, şehir-köy, istanbul-Anadolu çatışmaları yanında vatan ve millet sevgisi gibi temalar işlediği romanlarıyla Safiye Erol , geleneğe eklenen bir tavır sergiler.

Doğu ve batı medeniyetlerini karşı karşıya getiren bir kurguyla çözümlemelere giden yazar, kültür değerlerimize gönül ve ruh penceresinden bakar.

ilk eseri Kadıköyü’nün Romanı’nda medeniyet çatışmaları çevresinde kurgulanmıştır. Doğulu temellerden uzaklaşmış Boğaziçi sosyetesine ayna tutulur.

Ülker Fırtınası’nda, Batı müziği icracısı Nuran’la doğu müziği icracısı Sermet çevresinde iki kültür ve medeniyet dairesini karşı karşıya gelir. 1930’lu yılları n siyasal ve kültürel ortamı Türk müziğinin gelişmesine elverişli olmadığından Samed tükenirken, Nuran doğu ve batı müziğinde bir terkibe ulaşır. Bir yandan besteler yaparken bir yandan da notaya geçirilmemiş klasik eserleri notaya çeker.

Ciğerdelen,Batının maddi gelişmişliğiyle Doğunun, daha doğrusu Türk milletinin yükseliş felsefesini oluşturan tasavvufi hayatı bir araya getirmeye çalışır.

Tarih sevgisi, dinî-tasavvufi duygularla kaynaşır. Macaristan coğrafyasında Türk uç beyleri, sipahiler, din adamları, yiğit delikanlılar ve güzel serhat kızları tasvir edilir. Akıncıların hayatı ve yaşama tarzı, destanlara özgü bir anlatımla romanın dünyasına taşınır.

Dineyri Papazı, romanında ise yoksul Gülbün ve varlıklı Ayhan arasındaki aşk çevresinde yer yer mistik metafizik anlam katmanları kurar. Roman, Gülbün’ün şahsında saf aşkın, tenden ruha yükselen bağlılığın hikâyesidir.

Medeniyet değişimini ele alan ve bu değişimin aile içinde sebep olduğu çözülmeleri kişilerin ruh derinliklerine inerek işleyen Samiha Ayverdi , konusunu Firavunlar döneminden alan ilk romanı Aşk Bu imiş’i yayımlar.



Bu ilk romanı sırasıyla Batmayan Gün , Ateş Ağacı, Yaşayan Ölü, insan ve şeytan , Son Menzil, Yolcu Nereye Gidiyorsun, Mesihpaşa imamı, ibrahim Efendi Konağı romanları izler.



Kenan Rifaî’nin tasavvufi düşünceleri çevresinde kurgulanan romanlarında Ayverdi, yalı ve konaklarda sürdürülen Cumhuriyet öncesi geleneksel toplum hayatını kadınca bir duyarlı kla dile getirir. Yazar, toplum hayatını ve onun bağlı olduğu medeniyeti verirken bencillik-madde-gönül-aşk çatışmalarına “tevhid akidesi”yle çıkış yolu arar.



Hüseyin Nihal Atsız, eski Türk geleneğine ayna tuttuğu romanlarıyla Türkçü/milliyetçi söylemin öncü ismi olarak dikkati çeker. 1923 sonrası inşa edilmek istenen kimliğin oluşumuna Orta Asya’daki kültür değerlerimizi katmayı amaçlayan Atsız Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor romanlarında Türk milletinin cesur, bilgili, bilinçli, fedakâr ve kahraman idarecilere sahip olduğu zamanlar büyük işler başardığını, en zor şartlarda bile istiklal düşüncesinden vazgeçmediğini vurgular. Bu bir tür karakter tespitidir.

Konusunu Osmanlı tarihinden, fetret döneminden alan Deli Kurt romanı, bir yandan devlet geleneğimize ışık tutarken, öbür yandan Anadolu’da kurduğumuz yeni kültür ve medeniyeti romanın diliyle ifade eder.

Ruh Adam ise aşkın nedensizliği, insanın aşk ve kader karşısındaki aczi, “fenalığın cezasını göreceği” gibi düşünceler üzerine kurulur.
TÜRKiYE’DE GELENEKÇi ROMANIN GELİŞİMİ

Türkiye, 1950’li yıllarda çok partili hayata geçişin getirdiği sosyal ve siyasal değişimlere sahne olur. Tek parti döneminin pozitivist ve tek tip insan yaratma tavrı, evrensel değerleri öne çıkarma çabası, laikliği özel hayatlara müdahale edecek biçimde uygulama ısrarı gibi nedenler, islami söylemin de, milliyetçi söylemin de güçlenmesini engellemişti.

1950’lerin özgür ve demokratik ortamında mistik/metafizik yaklaşımların önü açılır. Önce şiirle kendini ifade imkânı bulan islami söylem, daha sonra roman ve hikâyeyi de kullanmaya başlar.

Batılılaşma macerasının, kendini inkâr biçiminde ve kayıtsız şartsız teslimiyet düzeyinde algılanması, kimi aydınlar tarafından sorgulamaya tabi tutulur. Toplumun kalp ve zihin bulanıklığına çözüm arayışları, üzeri küllenmiş kültürel değerleri hatırlama ve yeniden hayata katma çabalarını doğurur.

Modern hayata karşılık geleneksel hayat da yaşama şansı bulur. Bir yanda modern yaşama tarzı, diğer yanda geleneksel yaşama tarzı, üçüncü grupta da modern yaşama tarzıyla geleneksel yaşama tarzını sentezleyen bir anlayış hüküm sürmeye başlar.

1950’Li YILLARDA GELENEKÇi ROMAN

1950’li yıllarda Cengiz Dağcı, hem anlatım hemde içerik bakımından gelenekçi roman sayılabilecek örnekler verir. 2. Dünya Savaşından sonra vatanı Kırım’dan ayrılan Dağcı, ülkesine dönmez. Ömrünün altmış yılını Londra’da geçirir.

Cengiz Dağcı, romanlarında Kırım Türklerinin Ruslardan gördüğü baskı ve zulümleri anlatır. Eserlerini “annemin dili” dediği Türkiye Türkçesiyle kaleme alır.

Yazarın “Sadık Turan’ın Hatıraları” adıyla yazdığı hacimli roman, Yaşar Nabi’nin yönetiminde ve Ziya Osman Saba’nın editörlüğünde Varlık Yayınları cep kitapları arasında Korkunç Yıllar ve Yurdunu Kaybeden Adam adlarıyla iki cilt hâlinde yayımlanır. Onlar da insandı, O Topraklar Bizimdi, Dönüş, Badem Dalına Asılı Bebekler, Üşüyen Sokak Dağcı’nın romanlarından birkaçıdır. Korkunç Yıllar, Cengiz Dağcı’nın bir bakıma kendi yaşadıklarının hikâyesidir.

Vatan sevgisi, vatanı koruma ve savunma bilinci, savaşın getirdiği acılar, vatan hasreti, şehitlik, dostluk, fedakârlık, adanmışlık gibi temalar Dağcı’nın romanlarında çokça işlenen unsurlar arasındadır.

1960’LI YILLARDA GELENEKÇi ROMAN

1960’lı yıllar Türkiye’de siyasal, sosyal çalkantıların, ideolojik kamplaşmaların görüldüğü dönemdir.

Siyasal otoritenin, ihtilal yoluyla devrilmesi, bu iktidar aktörlerinin yargılanması, başbakan ve iki bakanının idamı, kamu vicdanında bir acının tortusunu bırakmış, haksızlığa uğramış, mağdur ve mazlumun yanında olma duygusunu uyandırmıştır.

Menderes iktidarının geleneğe bağlılık ve halkın değerlerine saygı konusunda sergilediği tavır, halkın ruhunda karşılığını bulmuştur.

Ülkede bir yandan sosyal değişim sürmektedir. Bu değişimden ve zihniyet oluşumundan edebiyatda payına düşeni alır.

Türkiye’de roman başlangıçtan itibaren hep Batılı değerlerin anlatım aracı olarak görülmüştür.

1960’lı yıllardaki içerik değişimi, toplumun öncelikle dinî hayatındaki özgürleşmeyle doğrudan ilgilidir. Dinin temel kaynaklarına daha rahat ulaşabilen, okudukları ve dinledikleriyle hayatını düzenlemeye çalışan kitle, bunları hikâye ve roman aracılığıyla paylaşmanın da yollarını arar.

Yalnızca dinî duyarlık değil, millî duyarlık da romanın diliyle daha özgürce ifade edilmek ister. Tek parti dönemi Türkçü/milliyetçi söyleme de çok sıcak bakmamıştır.

islami söylem, bir çatışma düzleminde ortaya çıkar. Geleneksel hayatı kuran değerler dizgesi ile öykünmeden öteye geçemeyen yanlış Batılılaşma anlayışı arasında çatışma vardır.

Varlığın maddeden ibaret olmadığı düşüncesi, dünya ve dünya ötesini dengeleme arayışı, insanı yücelten erdemlere ulaşma ideali, aşkın metafizik boyutta algılanması, hidayete erme, nefis terbiyesi gibi alternatif yaklaşımlar romana girer.

1960’lı yıllarda gelenekçi romanın ilk isimlerinden biri Münevver Ayaşlı’dır

Ayaşlı, Pertev Beyin Üç Kızı, Pertev Beyin iki Kızı , Pertev Beyin Torunları, romanlarıyla konak hayatı

içinde geleneksel Türk ailesinin resmini çizer.



Gelenekçi romanın ilk nitelikli örnekleri, Tarık Buğra’nın kalem ürünleridir.

Çınaraltı dergisinde yayımlanan ve yazarın ilk eseri Akümülatörlü Radyo’nun romana dönüşmüş hâli olan Yalnızlar’dan başlayarak 1980’li yıllara uzanan en önemli isim Tarık Buğra ’dır.



Buğra, Küçük Ağa, ibiş’in Rüyası, Firavun imanı, Dönemeçte, Gençliğim Eyvah, Yağmur Beklerken, Osmancık gibi romanlarıyla Türk toplumunun geleneksel değerlerine bağlı bir yazar kimliği sergiler.



Yalnızlar , gençlik yıllarında yaşanan yoklukların, toplum düşmanlığına dönüşmesini önleyen aynı zamanda iyi niyetlerin de sorgulamasını yapan bir romandır. Yazar, Dr. Rıza’nın şahsında çürüme ve bozulmalara karşı hayatı savunma iradesini öne çıkarır.

Küçük Ağa , Kurtuluş Savaşının küçük bir Anadolu kasabasından görünüşüdür. Kültür hayatımızın tanıdık simalarını ve özelliklerini yansıtan eser, Millî Mücadele’nin romanıdır.

Küçük Ağa’nın devamı niteliğinde olan ve yazarın Sakarya Savaşı öncesi ve sonrasını ele aldığı Firavun imanı ise, çıkarcılar, vurguncular, satılmışlar ve bunlara karşı yiğit ve erdemli insanların yeni bir devleti kurma çabası anlatılır.

ibişin Rüyası , ortaoyununun temsilcilerinden Nahit’le, canlandırdığı ibiş arasındaki gelgitler üzerine kurulur. ibiş’in geleneksel tiyatronun önemli figürlerinden, Naşit’in de ortaoyunu sanatçılarından biri olması romanı, gelenekle ilişkilendirmeye yeter.

Dönemeçte, Türkiye’de çok partili döneme geçiş yıllarını aksettirir. Konuya bir Anadolu kasabasından, halk ve aydın ilişkileri çerçevesinde bakar. Romanı n kahramanı Dr. Şerif, sık sık okuduğu Dostoyevski ve Mevlâna arasında ilgi çekici benzerlikler kurar. Dr. Şerif’e göre, “Mevlâna Dostoyevski’nin sağlıklısı, Mevlâna ruhları sağlıklı insanların Dostoyevskisi” dir.

Gençliğim Eyvah, 1970’li yıllarda Türkiye’yi kan gölüne çeviren anarşinin otopsisidir.

Romanda, boşa harcanan gençliklerin hikâyesi yanında, Türkiye’nin içine düşürüldüğü kaosun da grafiği çizilir. Türkiye’de toplum hayatını sarsan demagojiler, bunlara karşı vatansever insanlara düşen görev ve sorumluluklar sergilenir.

Yine bir Anadolu kasabasının mekân olarak seçildiği ve Serbest Fırka olayının anlatıldığı Yağmur Beklerken romanı, o dönem Türkiyesi’nde yaşanan büyük kuraklıkla siyaset ortamı arasında benzerliklerin vurgulandığı bir eserdir.

Yazarın “Cihan devletini kuran irade; şuur ve karakter” ifadesini ikinci bir başlı k olarak kullandığı Osmancık romanı, Osmancık’ın (Kara Osman’ın) Osman Gazi olarak tarih sahnesine çıkışını ve Osmanlı devletinin kuruluşunu gözler önüne serer. Türk’ün karakteristiği, değerler dünyası ve insanî ilişkiler manzumesi romanın arka planını oluşturur.

islami Roman

Gelenekçi roman, 1960’lı yıllarda dinî değerler çevresinde kurgulanan örnekler verir. Hekimoğlu ismail’in Minyeli Abdullah romanıyla başlattığı islâmi roman, Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı ile ikinci örneğini verir ve 1980’li yıllarda “hidayet romanları” olarak adlandırılacak bir tarzın da kapılarını açar.

Dedesinden ödünç aldığı Hekimoğlu ismail takma adıyla Minyeli Abdullah’ı kaleme alan Ömer Okçu , dindar bir insanın, yönetimin ve çevrenin baskısı altında dinini yaşama çabasını ve karşılaştığı güçlükleri anlatır. Roman kahramanı önüne çıkan engellere rağmen, yılgınlık göstermez; güçlükleri kararlılığı ile yener.

Edebi niteliği tartışılsa da, Minyeli Abdullah bir ilk örnek olarak yol açıcı olmuş, islami roman geleneğini başlatmıştır. Hekimoğlu ismail’in ikinci romanı Maznun da, dindar insanların yaşadığı sıkıntıları içeriden gözleyen bir yazarın eseri olarak değerlendirilebilir. Yazarın sanat anlayışında öncelik, roman yazmak değil, romanla islam’a hizmet etmektir.

Hekimoğlu ismail’in Minyeli Abdullah’la açtığı yoldan, Şule Yüksel Şenler, Huzur Sokağı ile geçer.

Türkiye’de “hidayet romanları”nın ilk örneği olarak dikkati çeken Huzur Sokağı’nın ardından modern, batılı, ateist kahramanların roman içinde dindarlaşması şablonu üzerine kurulan onlarca roman yazılır.

Batılı yaşama tarzıyla dinî hayat arasındaki çatışma, roman kahramanlarının kişiliğinde red ve kabul cepheleri oluşturur. Önceleri dinî hayatı red cephesinde yer alan olay kişisi, yaşadığı çelişkiler ve bunalımlar sonucunda, karşı tarafı temsil eden kahramanların davranışsal ve sözel etkisiyle kabul cephesine geçer. Modernizmi tecrübe eden insanların dine yönelişleri birçok romanın temel gücünü oluşturur. Kurguda yapaylık ve olay akışında güdümlülük yanında tip ve karakter oluşturamamak da bu tür romanların zaafı olarak değerlendirilebilir.

1970’Li YILLARDAN SONRA GELENEKÇi ROMAN

1970’li yılların çalkantılı ortamında dinî ve millî değerlere yönelme ihtiyacı romanda da kendini gösterir.

Abbas Sayar, Bahaeddin Özkişi, Tahir Kutsi Makal, Emine Işınsu, Hasan Kayıhan, Sevinç Çokum gibi yazarların kaleminden çıkan örnekler, gelenekçi roman vadisinde ele alınabilir.

Abbas Sayar, Yılkı Atı , Çello, Can Şenliği, Dik Bayır, Tarlabaşı Salkım Saçak romanlarıyla Anadolu merkezli hayatı, insanı ve tabiatı tasvir eder. (Sınavda çıkarsa şaşırma)

Bahaeddin Özkişi , Köse Kadı, Osmanlı akıncılarının serhat boylarında gösterdikleri kahramanlıkları destansı bir dille dikkatlere sunar. Sokakta ise manevi değerleri bütünüyle yok sayan materyalizmin toplumu tutsak almaya çalışması üzerine kurulur. Şeytan, cin gibi soyut fantastik ögelere yer veren romanda inançların ve millî değerlerin yok oluşuna dikkat çekilir.

Tahir Kutsi Makal, Meydan Dayağı ve Kamyon romanlarında Anadolu insanını toprağa bağlı yaşama tarzı içinde anlatır.

Emine Işınsu , Küçük Dünya romanıyla şehirli küçük aydının sorunlarına ayna tutar.

Azap Toprakları , Ak Topraklar, Sancı, Tutsak, Çiçekler Büyür romanlarıyla Türkiye dışında yaşayan Türklerin

acılarına tercüman olur.

Canbaz , Kaf Dağının Ardında , Altı Karınca , Cumhuriyet Türküsü, Nisan Yağmuru, Havva,

Bir Ben Vardır Bende Benden içeri, Tür insanının değerler dünyasını yansıtır.

1970’li yıllardan sonra Türk toplumunun yaşadığı siyasal-ideolojik olayları, “ülkücü hareketin var oluş” nedenlerini işler.



Hikâye yazarı olarak edebiyat dünyasına adım atan Sevinç Çokum , Eğik Ağaçlar, Bölüşmek, Makina, Derin Yara, Onlardan Kalan. Rozalya Ana, Gece Kuşu Uzun Öter, Evlerinin Önü , Beyaz Bir Kıyı gibi hikâye kitapları yanında Zor, Bizim Diyar, Hilâl Görününce, Ağustos Başağı, Gülyüzlüm, Çırpıntılar, Karanlığa Direnen Yıldız, Deli Zamanlar, Gece Rüzgârları, Tren Buradan Geçmiyor gibi romanlarıyla da geleneğe yaslanan bir tavır sergiler.



Toplumsal konuları işleyen Çokum, tarihî konulara da eğilir. Türk kimliğini anlamaya ve anlatmaya yönelir. Esir Türklerin acılarını romanın diliyle ifade etmeye çalışır.



Zor’da kültüre sahip çıkan, onu yaşayan/yaşatmaya çalışan, dolayısıyla geleneği temsil eden Nesrin ve Ulvi Dayı gibi kahramanlarla geleneksel değerlerden kopmuş Cevdet, Enise gibi genç kuşak temsilcileri arasındaki çatışma dile getirilir.

Bizim Diyar’da yakın tarihimizden önemli bir kesitini günümüze taşır. Osmanlı devletinin çöküş yılları, Balkan Savaşı ve Rumeli göçleri üzerine yoğunlaşan yazar, bu kopuşu derinden yaşamış olan yakınlarının hikâyesini o çevreden seçtiği canlı karakterlerle romanlaştırır. Bizim Diyar’ın bir özelliği de kaybedilen Rumeli’ye ait kültür mirasının istanbul’a uzanmış çizgilerini yansıtmasıdır.

Hilâl Görününce’d 1853-1865 Kırım Harbi yıllarında Osmanlı Kırım yakı nlaşması sırasında, Kırımlı Nizam Bey’in kendi toprağına tutunma çabaları işlenir, Kırım Türklerine özgü örf ve âdetlerin romana hâkim olduğu görülür. Nizam Bey’le birlikte Arslan ve Giray Beyler, fiirin Gelin, “anlatıcı” Felekzede Ârif Çelebi romanın diğer kişileridir.

Ağustos Başağı’nda yazar, Millî Mücadele yıllarını ele alır. Okuyucuyu, Osmanlı devletinin beşiği Söğüt ön planda olmak üzere, Batı Cephesi’nin diğer bölgelerine uzanan bir coğrafyada gezdirir.

Gülyüzlüm , Anadolu’dan istanbul’a göçle birlikte yaşanan kültür yozlaşmaları na göndermeler yapar. Ancak burada istanbul yozlaştıran değil, yozlaştırılan mekândır. Diğer yandan istanbul’da kimliğiyle var olmaya çalışan insanlar vardır. Anadolu istanbul’a taşınırken değişime uğramakta, hem kendi kültürüne, değerler dünyasına yabancılaşmakta hem de iklimine döküldüğü istanbul’u kültürel kimliğinden uzaklaştırmaktadır.

Çırpıntılar , “parçalanmış aile”ler ve göç dramının bir başka kesitidir. Çokum, bu romanında Avustralya’ya göç etmiş üç kişilik bir ailenin ayakta kalma mücadelesini, bu mücadelenin nelere mal olabileceğini, kendi ülkelerine dönüşlerinde yaşayacakları uyumsuzlukları anlatır.

Karanlığa Direnen Yıldız ve Deli Zamanlar romanları, 1960’lı ve 1970’li yıllar Türkiye’sinden kesitler sunar.

Yazarın “bir geçit” olarak tanımladığı bu dönem, ideolojik bağlanmaların ötesinde insan unsuru çevresinde tasvir edilir. Yazar, Cumhuriyet’in halkın kültür değerlerinde gerçekleştirdiği değişimin, öznel ve kişisel tasarruşarla aşırılığa kaçtığını düşünür. Batılı değerlere bütünüyle karşı olmamakla birlikte, ölçüsüz ve tutarsız değişiklikleri onaylamaz.

Bir örneğini incenaz’ın temsil ettiği genç kuşaklar, iç dünya ile dış dünya arasında çelişkiler yaşar. 1970’li yıllar için kullanılabilecek “yerli olan” ya da “olmayan hâller” bir ideolojik tavır olarak ortaya çıkarken, 1980’li yıllarda arada kalan kuşaklar “Amerikanlaşma” biçiminde ortaya çıkan tutumlar sergilemeye başlar. Bu, yönetimin kültür alanında bilinçli bir tercih yapamamış olmasıyla doğrudan ilişkilidir. Topluma hâkim olan popüler kültür, kültürsüzlüğün bir yansımasıdır.

Tren Buradan Geçmiyor romanında ise, kültür yabancılaşmasının getirdiği kimliksizliğin altı çizilir. Kimliksizliğin de bir tür travma olduğu, bu durumda değerler dünyasından söz etmenin mümkün olmadığı vurgulanır.

Hasan Kayıhan , Yoklar, Zincir, Uyanmak, Acı Su, Gurbet Ölümleri, Beyler Aman, Dönüş romanlarıyla dinî ve millî unsurları harmanlayan gelenekçi bir yazar portresi çizer.



Yoklar , ülkücü bir öğretmenin, davasına inanmış; milletinin, devletinin meselelerini kendine dert edinmiş aydın bir insanın romanıdır.

Zincir , Kerküklü bir Türkmen kızını seven Kırım göçmeni bir gencin öldürülmeden önce Ankara’da I. Türk Dünyası Kurultayı’nı toplayışı ve katılanlara on beş yıl içinde bütün Türk yurtlarının özgürlüklerine kavuşacakları müjdesini verişini anlatır. 1990’larda Sovyetler Birliği’nin dağılacağını on beş yıl önceden haber veren belge niteliğinde bir romandır.

Uyanmak , Anadolu’nun doğusunda 1985’lerden sonra yaşanan olayların bir öngörü ve önseziyle kurgulanıp anlatıldığı bir romandır.

Acı Su, Seyhun ırmağı kıyısında yaşanan bir olayı tasvir eder. Kolonizmin, kapitalist-komünist sistem farkı göstermeyen acımasız yüzünü tasvir eder.

Gurbet Ölümleri, Avrupa’nın dört bir yanına buğday taneleri gibi savrulan Anadolu insanının dünyaya bakışının hikâyesidir. Bir vatana sahip olmanın değerini, vatandan uzak kalınca anlayan insanların, dil, inanç ve kültür birliğinin sadece kuru birer yurttaşlık bilgisi terimi olmadığını kavrama serüvenleri dile getirilir.

Beyler Aman , romanı, Bilecik Bozüyük’te yaşayan Karakeçili aşiretinin son beyi Sarı Mustafa ile Cumhuriyet Halk Fırkası Bursa Müfettişi Çolak Sami arasındaki çekişme üzerine kurulur.

1940’lı yıllarda Güllü Baba tipiyle karşılaşmak, okuyucuyu Söğüt’e hatta Fırat nehrini geçen Kayı boyuna götürürken, romandaki Deli Ferhat tipi haksızlıklar karşısında susmayan alperenlerle ilgi kurmayı sağlar. Toprağı vatan yapma ülküsünün eşlik ettiği romanda millî bilincin bir toplumu nasıl millet hâline getirdiği sezdirilir.

Sultan/Köln’de Bir Kız , Köln’de, kültür çatışmaları sebebiyle dağılan ailelerde yaşanan acılar, aile şerefi uğruna sönen, söndürülen hayatlar anlatılır.

Dönüş, romanında Türk-Ermeni ilişkileri, bir kaplumbağanın gözünden nakledilir. Türklerin Ermenileri yok ettiğine ilişkin iddialar çürütülmeye çalışılırken tam tersine Rus ordusuyla işbirliği yapan Ermeni çetelerin yaptığı katliamlara dikkat çekilir.
Tarihî Roman ve Gelenek

1940’lı yıllarda Hüseyin Nihal Atsız’ın Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor romanlarıyla başlayan gelenekçi tarihî roman, 1970’li yıllarda yeni temsilcilerini bulur.

Mustafa Necati Sepetçioğlu ve Yavuz Bahadıroğlu bu çizgide ilk akla gelen isimlerdir.

“Çağımızın Dede Korkut’u” olarak anılan Mustafa Necati Sepetçioğlu, Kilit , Anahtar, Kapı romanlarıyla Türklerin Malazgirt kapısından Anadolu coğrafyasına giriş serüvenini hikâye eder. Selçuklularla başlattığı tarihî roman çizgisini Osmanlılar’la sürdürür ve 20. yüzyıla dek getirir.

Milliyetçi bir söylemin yer aldığı romanlarda Türk insan tipi ve karakteristiği, gelenek, görenek ve ülkü birliği, duygu ve kültür planında inşa edilmiş “biz” kavramı çevresinde anlatının dünyasına girer.

Konak , Çatı, Üçler Yediler Kırklar ise Osmanlı devletinin kuruluş yıllarının hikâyesidir. Konak’ta Kumral Dede’nin toprakla, ağaçla, çiçek tohumlarıyla uğraşması ve bu tohumları özel olarak gönderildiği Anadolu’ya getirmesi, sembolik bir anlam taşır. Toprak, su, ağaç, çiçek gibi unsurların öne çıkarılması, toprağı vatanlaştırma iradesini temsil eder. Kültürün “tarım” anlamı da düşünüldüğünde, tohum sembolüyle kültür değerlerinin sezdirildiği söylenebilir.

Zira Türk kültür ve medeniyeti yeni bir coğrafyada çiçek açmak üzere Orta Asya’dan Anadolu’ya taşınmıştır. Sepetçioğlu’nun romanları bu temel gücün ifadesine hizmet eder. Türklerin özgün bir kültür ve medeniyete sahip olduğunu vurgulama ve bu tarihi estetik bir kurgu içinde sevdirme çabası içindedir.

M.N.Sepetçioğlu, Bu Atlı Geçide Gider, Karanlıkta Mum Işığı gibi romanlarıyla Kayı boyunun aşiretten devlete yürüyüş macerasını anlatır.

Adını Şeyh Bedreddin’in idam edilmesinden alan Darağacı , Ankara Savaşından sonra Timur’un bozduğu Anadolu birliğini kurulmasında Çelebi Mehmet’le ine Bey’in gösterdiği çabaları sezdirir. Öte yandan yönetenle yönetilen arasına fitne sokmaya çalışan Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa’nın art niyetli çabalarıyla Şeyh Bedreddin’in darağacında sona eren hayatına ışık tutulur.

Geçitteki Ülke, Darağacı’nın devamı niteliğinde, Yıldırım Bayezid’in dostu Doğan Bey çevresinde kurgulanmış bir eserdir.

Sabır Sultan 2. Murat döneminin devlet yapısı, Hacı Bayram Veli ve onun yetiştirdiği Akşemseddin gibi manevi figürler, Bizans entrikaları yanında Karamanoğlu Beyliğinin de Osmanlı’ya yönelik karanlık emelleri gibi olay parçaları çevresinde resmedilir.

Ebem Kuşağı Osmanlı’nın kuruluş yıllarında meydana gelen Düzmece Mustafa isyanına parmak basar.

Cevahir ile Sadık Çavuş’un Buğday Kamyonu inönü döneminin (1940’lı yıllar) kırsal hayatı ve Anadolu köylüsüne ayna tutar. Gecevaktinde Gündönümü-istanbul’un Fethi, fethin maddi ve manevi temellerine işaret eder.
...Ve Çanakkale 1 / Geldiler , ... Ve Çanakkale 2 / Gördüler , ...Ve Çanakkale 3 / Döndüler,

Çanakkale muharebelerini kazandıran ruhun tasviridir.

Kutsal Mahpus, Sabır Ağacı , Kıbrıs’ın dört bin yıllık tarihini özetler.

Benim Adım Yunus Emre,Sepetçioğlu’nun büyük Türk bilgesi Y.Emre’yi roman kahramanı olarak seçtiği bir eserdir.

Yavuz Bahadıroğlu , 1970’li yıllardan itibaren tarihî romanda dinî ve millî değerleri öne çıkaran bir imzadır. 1972’de yazdığı Sunguroğlu romanıyla tarihî roman vadisinde adım atan Bahadıroğlu, millî ve manevi değerleri tarihî roman

aracılığıyla topluma kazandırmaya çalışır.



Buhara Yanıyor , Elvedâ Buhara, Malazgirt’te Bir Cuma Sabahı, Kırım Kan Ağlıyor, Şehzade Selim, Sel,

Köprübaşı, Mavi Yıldız, Endülüs’e Veda, Cem Sultan 1-2, Dördüncü Murad 1-2 , Merhaba Söğüt gibi tarihî romanları yanında Yolbaşı, Boşlukta Yürümek, Keşmekeş, Yürek Seferi, Uzaklar Yakındır gibi güncel toplumsal romanlarında da geleneksel değerlere bağlılığı dile getirir.



Popüler tarihî roman türünün bir diğer ismi Ahmet Yılmaz Boyunağa’dır.

Kırık Hançer’de Hinduların elinde bulunan ve Gazneli Mahmut’un ordusuna karşı kullanılacak olan kutsal hançeri almak için akıncıların verdiği mücadeleyi; Fetih Sancakları’nda (1976) cihat kavramı çevresinde Preveze savaşını,

Hind Sularında’da Seydi Ali Reis’in leventleriyle Hindistan’da gerçekleştirdiği deniz ve kara savaşlarını;

Endülüs Şahini’nde ispanyanın fethi ve Endülüs devletinin kuruluşunu; Malazgirt’in Üç Atlısı’nda Malazgirt zaferini, Kan ve Gül’de Altınordu devletinin Müslüman oluşunu anlatır.

1980’Li YILLARDAN GÜNÜMÜZE GELENEKÇi ROMAN

12 Eylül ihtilâli ülkede asayiş ve düzeni sağlamakla birlikte toplumda kırılmalara da yol açmış, dinî ve millî kimlikler üzerinde olumsuz etkiler yapmıştır.

islami çevrelerde baskıcı yönetime tepki sonucu popüler romanın bir alt türü olarak değerlendirilebilecek “hidayet romanları” hızla çoğalmıştır. Öte yandan tarih bilinci aşılamaya yönelik romanlarda da artış görülmüştür. Dinî ve millî değerleri bir terkip hâlinde romanın dünyasına taşıyan yazarlar da vardır.

Tarihî roman vadisinde 1970’li yıllardan gelen Mustafa Necati Sepetçioğlu ve Yavuz Bahadıroğlu’na 1980’li yıllarda Mehmed Niyazi (Özdemir) de katılır. idealize edilmiş tarihî kişilikleri rol model olarak okuyucuya sunmaları, bu dönem gelenekçi tarihî romanlarının ortak özelliklerinden biridir.

1980’li yıllarda değerler dünyasını medeniyetler çatışması içinde ele alan (ilk eserlerini 1970’li yıllarda veren) Mustafa Miyasoğlu ve Rasim Özdenören, tarihî çerçevede yorumlayan Mehmed Niyazi (Özdemir), millî duygularla telif eden Osman Çeviksoy, tasavvuf düşüncesi ve klasik kültürle ilişkilendiren Nazan Bekiroğlu, iskender Pala ve Sadık Yalsızuçanlar gelenekçi roman yazarlarına eklenecek imzalardır.
Mustafa Miyasoğlu , Kaybolmuş Günler, Dönemeç, Güzel Ölüm, Bir Aşk Serüveni romanlarıyla gelenekçi bir yazardır.

Kaybolmuş Günler, bireysel sorunlarla sosyal ve tarihî olayların iç içe yaşandığı 1960 sonrasında ortaya çıkan iki-üç neslin hikâyesini anlatır. Kaybedilmiş dönemler ve dışarıdan esen yanlış rüzgârlar arasında yaşamaya ve hayata tutunmaya çalışan gençler, romanın konusunu oluşturur. Beşir Güner’in kararsız ve tedirgin kişiliğinde, baştan sona bir huzur arayışını anlatan roman, Cumhuriyet döneminde yaşayan insanımızın iç dünyasındaki parçalanmışlığı ve değerler karmaşasını ele alır.

Dönemeç , Anadolu insanının tarihî bir dönüm noktasındaki tavırlarını, değişen durumlar karşısındaki değişmeyen özelliklerini ortaya koyan bir romandır.

Cumhuriyet’in 50. yılındaki sosyal ve kültürel hareketliliği Anadolu şehirlerinden seçilmiş gençlerle geleneksel yapısı parçalanan aileler çevresinde ele alan bu roman, insanımızın toparlanma çabalarıyla ülke ve dünya şartlarına karşı tavır alışlarını yansıtır. Bir yönüyle de bir bilincin alttan alta geliştiğini ortaya koyar.

Dönemeç, Anadolu insanının umutlarını, sevinçlerini, korkularını ve geleneksel değerlere sığınışlarını tablolaştırır.

Güzel Ölüm romanıyla farklı bir aşk anlayışını ortaya koyan Miyasoğlu, Şakir’le Serpil’in ince, temiz, el değmemiş aşkını sezdirir. Ancak bu aşk, Serpil’in ölümü üzerine evlilikle sonuçlanmayacaktır. 1974 Kıbrıs Harekâtı’nın fon olarak kullanıldığı romanda Hala Sultan’ın ölümü şehitlik bağlamında “güzel ölüm” olarak tasvir edilir.

Bir Aşk Serüveni, aşkı bütün boyutlarıyla ve kültürel çağrışımlarıyla anlatan bir romandır. Geleneksel olanla çağdaş olanın dinamikleri, değişenle değişmeyenin kesişme noktaları ve kültürle politika ilişkileri, bir aşk hikâyesi çevresinde dile getirilir.

Miyasoğlu Bir Aşk Serüveni’nde bu anlayışı daha da zenginleştirerek Doğu kültüründeki ‘ilâhî aşk’a da yer verir.

Hikâye yazarı olarak tanınan, bu alanda Hastalar ve Işıklar , Çözülme, Çok Sesli Bir Ölüm, Çarpılmışlar, Denize Açılan Kapı, Kuyu, Hışırtı, imkânsız Öyküler gibi eserler veren Rasim Özdenören , yayımlanmış tek romanı Gül Yetiştiren Adam’da dindar kimliği sezdirilen kahramanın modernleşme, yanlış Batılılaşma ve kültürel yozlaşma karşısında kendi değerlerine sadık kalma çabasını hikâye eder.

Mehmed Niyazi (Özdemir) Ölüm Daha Güzeldi’de Azerbaycan’dan Türkiye’ye sığın Tahir Mihmandarlı’nın ülkesinde ülkesinde yaşadığı acıları nakleder. Yazılmamış Destanlar, Balkan savaşlarını; Çanakkale Mahşeri, Çanakkale muharebelerini; Yemen Ah Yemen! Yemen cephesinde yaşananları, Plevne’de 1877-78 Osmanlı-Rus savaşının kilidi olan Plevne savunması nı anlatır. Özdemir’in roman yazmaktaki amacı, genç kuşaklara sağlam bir tarih bilinci kazandırmaktır.
Osman Çeviksoy , hikâye ile başladığı yazarlık serüveninde Beyaz Yürüyüş, Tutuklu Yürek , Ağlamak Yasak , Duvarın Öte Yanı, Kar Yağar Gül Üstüne, Derdimi Gül Eyledim, Geriye Hüzün Kalır kitaplarının ardından Başıma Dağlar Düştü , Ömrümüz Gurbet romanlarını yazar.
Anadolu insanının ait olduğu coğrafyada ve bu coğrafyanın dışında da yaşadığı sevinçler ve hüzünleri dile getirir. Anadolu insanı, aidiyet kavramı, göç olgusu, gurbet duygusu kimi romanlarda en önemli güç olarak karşımıza çakır.

Nun Masalları adlı hikâye kitabıyla edebiyat dünyasına giren akademisyen yazar Nazan Bekiroğlu, metinlerini tasavvuf kültürü ve islami motiflerle süsler.

Kur’an-ı Kerim’de “ahsenü’l-kasas” (kıssaların en güzeli) olarak anılan Yusuf kıssasını çağdaş edebiyatın imkânlarıyla yeniden yazar. Yusuf ile Züleyha adlı bu eserde, yazarın kurguya katkısı yanında özgün yorumları da söz konusudur.

ikinci romanı isimle Ateş Arasında Osmanlı coğrafyasında gücü/iktidarı temsil eden padişah ile padişahın gücünü hem kabullenen hem de tehdit eden yeniçeriler arasındaki çatışma üzerine kurulur. Numanın aşkı anlatılır.

Romandaki asıl tema adlar, sıfatlar, imgeler ve simgeler üzerinden yürüyen değerler çatışmasıdır.

Lâ-Sonsuzluk Hecesi’nde ise yine Kur’an-ı Kerim’de anlatılan Âdem ve Havva kıssasından yola çıkarak var oluş, insan, isyan, nisyan ve teslimiyet gibi değerler üzerinden bir hikâye kurgular. Roman yaratılış, cennet, yasak meyve ve dünyaya sürgün edilme, dünyada var olma gibi kavramlar üzerine özgün yorumlar ve yaklaşımlar içerir.

Nazan Bekiroğlu, geleneğe konu ve içerik bağlamanda eklemlenen bir yazardır.

Bir başka akademisyen yazar iskender Pala , eski edebiyatın anlatma formlarından yararlanarak divan kültüründen beslenen tezli romanlar kaleme alır. - Oku bağam fuat abiler :)

ilk romanı Babil’de Ölüm istanbul’da Aşk bilimkurgu, mesnevi ve post-modern romanın kesiştiği bir eserdir. Romanda olay örgüsü, Fuzulî’nin sırrını saklayan Leyla ile Mecnun mesnevisi çevresinde oluşturulur. Başta rahipler, gizli servis ajanları, hazine avcıları olmak üzere herkes bu gizemli kitabın peşindedir. Üç yüz elli yıllık bir dönemi kuşatan olaylar, dönemin saray hayatına ilişkin birçok ayrıntıyı barındırır.

iskender Pala’nın ikinci romanı Katre-i Matem , Lâle devrinde geçen gizemli bir olayı anlatırken, ilginç kurgusuyla ve taşıdığı kültür unsurlarıyla dikkati çeker.

Şah Sultan ise Türk islam tarihinin tartışmalı olaylarından Yavuz Sultan Selim ve Şah Sultan arasındaki mücadeleyi tarafsız bir gözle, roman kurgusu içinde okuyucuya sunar.

Od-Bir Yunus Romanı’nda ise Yunus Emre’nin efsanevi hayat hikâyesini romanlaştırır.

Sadık Yalsızuçanlar, Şehirleri Süsleyen Yolcu ile başladığı imge yoğunluklu öykülerin ardından Yakaza adlı romanıyla uzun soluklu metinler kaleme almaya başlar. Bazen roman, bazen anlatının sınırları içinde gezinir. Metinlerin arka planında simgelerle ifadesini bulan, derin bir islami duyarlık sezilir.

Yakaza’da taşrada görev yapan bir öğretmenin uyku ile uyanıklık arasında yaşadığı iç yolculuk hikâye edilir. Roman kahramanı bir kasaba ortamında kendi gerçeğ ini arar. iyi bir gözlemci ve izlenimcidir. Toplumsal yapıyı ve insan ilişkilerini gözlemler. Bencilliklerin ve digergâmlıkların, zaaflar ve erdemlerin karşı karşıya geldiğini görür.

Sadık Yalsızuçanlar’ın metinleri, hikmet çevresinde kurgulanır. Geleneği şimdiki zamana taşıyarak yeniden yorumlar. Gezgin’de arif, veli ve bilge ibni Arabi’nin hikâyesini anlatırken zaman zaman menkıbe diliyle roman dilini birleştirir. Gezgin, yazarın deyişiyle “geleneksel bir roman ya da çağdaş bir menkıbe” olarak tanımlanabilir.

Anka’da Niyazi Mısrî’nin efsanevi hayatı, bir doktora öğrencisinin bakışıyla ve bilinçakışı tekniğiyle dikkatlere sunulur.

Cam ve Elmas’ta , mutasavvıf Ebu’l Hasan Harakanî’nin hayatı, Kars’a belgesel film çekimi için giden bir kameramanın gözünden aktarılır. Vefa Apartmanı’nda ise Menderes dönemine ait olaylar anlatılır.
VE DiĞERLERi

Geleneğe yaslanan romanda dikkate değer başka isimler de vardır:
Yüreğimi Sana Bıraktım ve Arzu ile Kamber-Gül Mevsimine Uyanmak romanlarıyla Necdet Ekici.

Eşiktekiler, Aşamalar, Garip Bir Dava, Sendika, Feministin Doğruya Yakın Portresi, Âd-Semûd-Medyen, Yolcu romanlarıyla Afet Ilgaz.

Aziz Sofi, Ankara’da Ölüm ve Fetva Yokuşu romanlarıyla Durali Yılmaz

Yitik Yaşamın Güncesi ve iki Ateş Arasında Aşk romanlarıyla Ali Haydar Haksal

Dünyayı Dolduran Kiraz’la Şükrü Karaca, Nefes, Örtü ve Kim romanlarıyla Nuriye Akman , Bana Uzun Mektuplar Yaz ve Seni Dinleyen Biri romanlarıyla Cihan Aktaş, Hiçbiryer ve Uzak Ülke: Fatma Aliye romanlarıyla Fatma Karabıyık Barbarosoğlu gelenekçi romanın üzerinde önemle durulması gereken isimlerindendir.



Hüseyin Karatay , Kıbrıslı, isyan Eşiği, Hayal Tutkusu, Ana, Sürgün Öğretmen;

Sevim Asımgil, Dilara, Terk Etme Beni, Siyah Zambak ve Merve, Düğünümde Ağlama, Ayrılan Kalpler, Sevda Geri Dön, Diana;

Raif Cilasun, Beklenen Sabah, Kutsal Çile, Gafiller. Haram Lokma, Oğlum Osman, Kızım Ayşe,

Dinmeyen Gözyaşları, Bir Annenin Feryadı;

Ahmed Günbay Yıldız, Yanık Buğdaylar, Çiçekler Susayınca, Günahın Rengi, Ekinler Yeşerdikçe,

Boşluk, Figan, Sitem, Üç Deniz Ötesi, Aynada Batan Güneş, Sokağa Açılan Kapı;

ibrahim Ulvi Yavuz , Dikenli Yollar, Çalkantı, Korkunun Bedeli, Baharı Beklerken,

Son Kavşak, Düşlerin Rengi Soldu, Hasretin ilk Durağı, Küllenmiş Acılar, Kıyam Vakti;

Emine Şenlikoğlu , imamın Manken Kızı, Sevgide Hiç Vefa Yok mu?, Çin işkencesi, idamlık Genç;

Talât Uzunyaylalı, Sabrın Suskun Sesi, Taht ve Baht, Paylaşılamayan Topraklar, Efsane Kadın Nene Hatun, Paylaşı

lamayan Topraklar;

Halit Ertuğrul, Kendini Arayan Adam, Aysel, Ateşte Yeşerdim, Secdede Son Nefes, Sevda, Düzceli Mehmet

Mecbure inal, Gündönümü, Ya Niçin Demiz Olmuyorsun, Aşk-ı Pervane, Zambaklar Cennet

Açar, Kuş Kaderle Uçar, Sızı, Beklenen gibi romanlarıyla din ve gelenek çevresinde popüler kurmaca dünyalar çizerler.



Ahmet Cemil Akıncı (1914-), (Asil Düşman, Hilâllerin Gölgesinde, Selçuk

Kartalı Aldoğan, Elif Sultan, Yaylanın Derdi. Yüzbaşı Murat...);

Üstün inanç, (Yalnız Değilsiniz, insanlar Böyleydi, Bir Kimlik Lütfen...);

Hasan Nail, Canat, (Bir Avuç Ateş/1992, Nur Dağındaki Çocuk, Gül Yarası, Yaralı Serçe...),

Sadettin Kaplan, (Bir Demet Leyla, iğde Dalı, Uçurumun Çağrı sı...),

Ali Erkan Kavaklı, (Gülü Koklayamadım, Hicran, Cehennem Vadisi,

Başkaldırıyorum, Umudun Rengi Soldu, Çığlık, Kader Kapımı Çaldı...);

Şerif Benekçi, (fiimdi Ağlamak Vakti, Kırlangıçlar Erken Göçtü, Bir şafak Yürüyüşü,

Kumsalı Olmayan Ada, Güvercin Geçidi...);

islâm Yaşar, (Yılanın Teri, Karanlığın Gölgesi...);

Recep Şükrü Apuhan, (Sevmeye Geç Kalmadın, Çanakkale Geçilmez-Bir Destanın Öyküsü...);

Hüseyin Yılmaz , (Hüzün Çiçeği...);

Nurullah Genç (Tutkular Keder Oldu, Yollar Dönüşe Gider, intizar);

ismail Fatih Ceylan,(Kapanmayan Yara, Sabahsız Geceler, Bir Buket Gül, Son Sabah, Zirvedeki Yalnızlık...);

Hurşit ilbeyi, (Irmaklar Denize Akar...) gelenek içinde özellikle islami duyarlığı popüler romanın ifade imkânları içinde dile getiren diğer yazarlardandır.
 

asah

GOLD Üye
Katılım
14 Eki 2012
Mesajlar
2,943
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Bölüm:
Türk Dili ve Edebiyatı
Şehir:
Zonguldak
8. unıte





TÜRK ROMENINDA YENİ BİR TARZ : BiYOGRAFiK ROMAN 8.ÜNİTE ÖZETİ

Öyküleme ve betimleme tekniklerini kullanarak gerçek kişileri roman kurgusu içinde anlatan metinlere edebî biyografi ya da biyografik roman denir.

Biyografik romanlarda gerçek kişilerin ruhsal ve fiziksel özellikleri, duyguları, düşünceleri, davranışları, alışkanlıkları, tavır alışları, tepkileri, hayata bakışları, dünya görüşleri, giyinişleri başta olmak üzere gibi pek çok değişik özellikleri ayrıntılı olarak verilir. Söz konusu ünlü kişilerin bir bakıma portresi çizilir.

Bilim, kültür, sanat, edebiyat, siyaset, ticaret, spor gibi alanlarda başarılı olmuş, yaptıkları ve eserleriyle yaşadıkları dönemde iz bırakmış, haklı bir ün kazanmış kişilerin hayatlarının roman tekniğine uygun olarak anlatıldığı eserlerdir.

Biyografik romanlar, hem roman türünün kurmaca dünyasına ait nitelikler hem de belgesel özellikler taşır. Biyografinin nesnel bilgisi, romanın öznel kurgusuyla yoğrulur ve anlatmaya bağlı olay merkezli bir türün adı olur.

Biyografik romanda biyografi nesnel bilgiyi, roman ise kurmacayı temsil eder. Biyografi türünün nesnelliği, roman türünün öznelliği içinde erir ve biyografik roman ortaya çıkar.

Bu tür eserler, belgesel nitelikleriyle kurmacanın sınırlarını zorlasalar da, roman formunu kullandıkları için kurmaca dünyanın özelliklerini taşırlar. Kimi araştırmacılar bu tür eserleri “non fiction fiction” (kurmaca olmayan kurmaca/ roman) biçiminde adlandırırlar.
Biyografik Romanın Özellikleri :

Biyografik romanın en önemli sorunu, kurmaca bir dünya sunan romanı gerçekleri anlatmayı amaçlayan bir türün aracı kılmaktır. Bu durum, biyografik romanların diğer romanlara göre daha basit ve estetik yönden daha zayıf kalmasına yol açmaktadır.

Biyografik romanlar, birkaç biçim denemesi dışında yazarın kurmaca bir dünya yaratma özgürlüğünü kısıtladığı için, yaratıcılık yönünden daha sınırlı metinler olarak değerlendirilmektedir.

Romanı yazılan kişinin hayatına ilişkin belgelerin çok fazla olması, yazarın da bu belgelerin tamamına yer vermesi durumunda metnin romandan uzaklaştığı görülmektedir.

Biyografik roman örneklerinin artışı, bireyleşme ve bireyin dünyasını keşfetme çabasıyla ilişkilendirilmektedir.

Biyografik roman, post-modern romanın türler arasında geçişlere izin verme, hatta türler arasındaki farkları ortadan kaldırma eğiliminin sonucu olarak kimi yazarların ilgisini çekmektedir.

Kimi biyografik romanlar, dahil oldukları tür konusunda kararsızlık sergilemektedir.

Birkaç kitabın adında “roman” sözcüğüne yer verilirken, birçok kitapta hiçbir kayıt kullanılmamış, çok az sayıda kitapta ise “biyografik roman” ifadesine yer verilmiştir.

Biyografilerin, soy ağacının tespiti, doğum, ilk, orta ve varsa yüksek öğrenim gibi kronolojik sıra izleyen anlatımına karşılık; biyografik romanlar, her zaman kronolojik bir sıra takip etmemekte, hayattan kesitler seçilebildiği gibi, olaylar geriye dönüşlerle de aktarılabilmektedir.

Biyografik romanlar bakış açısı yönünden de sınırlılık göstermekte, bu tür romanlarda anlatıcının genellikle üçüncü kişi olduğu görülmektedir.

Biyografik romanlarda yazar, hayatını yansıttığı kişiyi seven, benimseyen ve onaylayan bir tutum sergilemekte, hayat hikâyesini anlattığı kişiye hayranlık duygularını saklamamaktadır.

Biyografik romanlar genelliklehayatta son sözünü söylemiş, yani ölmüş kişiler üzerine yazılmakta, yaşadığı dönemi derinden etkilemiş birkişinin,onu yakından tanıyan bir yazar tarafından tanıtılması yada hatırlatılması amaçlanmaktadır.

Biyografik roman yazarı, romanını yazdığı kişiyle öğretmen-öğrenci gibi meslekî; ebeveyn-evlat, dede-torun gibi ailevi ilişkiler içindedir.

Biyografik romanların belgesel yönünü vurgulamak ya da güçlendirmek amacıyla kimi romanların sonuna romanı yazılan kişinin fotoğraf albümü konulmaktadır.
TÜRK EDEBiYATINDA BiYOGRAFiK ROMAN

Peyami Safa (1899-1961) 1936 yılında Kültür Haftası’nda yayımlanan Roman ve Biyografi adlı yazısında, Türk edebiyatında biyografik romanın yokluğunu, Türk romanının kendi çelişkilerine kayıtsız kalmasıyla açıklar.

Ona göre, Türk romanında kahraman, genellikle olay çıkaran adamdır. insan ruhunu göremeyen romancı için tek bir adamın hayatındaki kimlik ve kişilik krizlerini ve büyük iç trajedileri anlamaya da imkân yoktur. Yoksa ‘biographie romancée’ türü için el değmemiş sayısız Türk portresi bulmak mümkündür.

Biyografik roman yazarları, hayranı oldukları kişilerle ilgili nesnel bilgileri sanat tecrübeleriyle harmanlayarak kaleme aldıkları romanlarla bu türün Türk edebiyatında kökleşmesine ve gelişmesine hizmet ederler.

Biyografik roman yazma ihtiyacını, bağlılık, hayranlık ve sevgi yanında, yakından tanınan insanların unutulmasına razı olmama gibi bir nedene bağlamak mümkündür.

ilk Biyografik Roman Örnekleri

Edebiyatımızda yazılan biyografik romanlar genelde kendini gerçekleştirmeyi başarmış insanları konu alır.

ilk örneklerde, hakkında roman yazılan kişinin biyografisine sadık kalanlar yanında kurmacayı öne çıkaran imzalara da rastlanır.

Vâlâ Nureddin’in (Vâ-Nû, 1901-1967) Baltacı ile Katerina romanı, bir ilk örnek olarak biyografik verilerden ziyade yazar muhayyilesinden beslenir.

Roman, Prut Savaşında Osmanlı ordusunun Serdar-ı Ekrem’i (Başkomutanı) Baltacı Mehmet Paşa ile Rus Çariçesi Katerina arasında kurgulanmış bir aşk ilişkisine dayanır.Gerçek tarihî kişiliklerin üzerinden hayalî bir buluşma tasvir edilir.

Romanda 3. Ahmet döneminde önce vezir, ardından Kaptan-ı Derya (Deniz Kuvvetleri Komutanı), daha sonra 21 Aralık 1704’te Sadrazam (Başbakan) olan Baltacı Mehmet Paşa, Prut Savaşının kahramanı olarak yer alır.
Popüler tarihî roman vadisinde Abdullah Ziya Kozanoğlu, Seydi Ali Reis, Malkoçoğlu, Battal Gazi Destanı, Cengiz Han’ın Hazineleri.
Feridun Fazıl Tülbentçi,Yavuz Sultan Selim Ağlıyor, Barbaros Hayrettin Geliyor, Turgut Reis, Cem Sultan,Hürrem Sultan , Kanunî Sultan Süleyman gibi romanlarında, biyografiden çok kurmacaya yakın dururlar.

Türk edebiyatında biyografi türünde asıl ilk örnek, Hasan Âli Yücel’in yazdığı Goethe: Bir Dehanın Romanı başlığını taşır. [Buna dikkat aöf amca sorabilir müdür.]

Romanın ön sözünde Yücel, bu romanın bir hayranlık duygusundan doğduğunu açıklar. Goethe’ye ve onun düşüncelerine olan hayranlığı Yücel’e bu romanı yazdırmış olmalıdır.

ilk biyografik romanın, konusunu kendi tarih, kültür ve sanat dünyamızdan almamış olması ilgi çekicidir.

Türk edebiyatında kronolojik bakımdan ikinci ve üçüncü sırada yer alan biyografik romanlar, Mehmet Emin Erişirgil’in Ziya Gökalp: Bir Fikir Adamının Romanı ve Mehmet Âkif: islâmcı Bir Şairin Romanı adlı eserleridir.



ilhan Selçuk’un ,Yüzbaşı Selahattin’in Romanı, 1894’te doğan, askerlik çağında Çanakkale ve Balkan Savaşlarına katılan, Birinci Dünya Savaşında iran ve Kafkas cephelerinde savaşan, 1919’da yirmi beş yaşında bir yüzbaşı olarak istanbul’a dönen Selahattin Yurtoğlu’nun anılarından yola çıkılarak yazılmış biyografik bir romandır.

Halikarnas Balıkçısı (Cevat fiakir Kabaağaçlı)’nın , Uluç Reis ve Turgut Reis romanları da biyografik romanın sınırları içinde değerlendirilebilir.

Tahir Alangu’nun, Ömer Seyfettin: Ülkücü Bir Yazarın Romanı,

ismail Fatih Ceylan’ın, Romancının Romanı-Yavuz Bahadıroğlu
Orhan Okay’ın, Bir Hülya Adamının Romanı-A.Hamdi Tanpınar kitapları, adlarında “roman” sözcüğü yer almasına;

Yusuf Ziya Ortaç’ın, ismet inönü adlı kitabı ise arka kapağında “bir hayatın romanı” ibaresi bulunmasına rağmen roman değil biyografi / monografi örnekleridir.
BiYOGRAFiK ROMAN MODELi: BiR BiLiM ADAMININ ROMANI

Batıda 1960’lı yıllarda Irwing Stone (ilahi Istırap, Oscar Lewis (Sançez’in Çocukları/1961) gibi yazarların eliyle nitelikli örneklerini vermeye başlayan biyografik roman, Türk edebiyatında 1970’li yıllarda ilk yetkin örneğine kavuşur.

Oğuz Atay , imzalı Bir Bilim Adamının Romanı-Mustafa inan (1975), Türkiye’de bu roman türünün en iyi örneklerindendir.

Atay, romanda istanbul Teknik Üniversitesi inşaat Fakültesi’nden hocası olan Prof. Dr. Mustafa inan’ın yaşam öyküsünü roman tekniğinin imkânlarını kullanarak anlatır. Aynı zamanda Mustafa inan’ın şahsında bir dönemin idealist kuşağının hayatını yansıtır.

Romana vücut veren, taşradan çıkıp yüksek öğrenim için istanbul’a gelen ve deha özellikleri gösteren bir gencin üstün zekâsıyla büyük bir bilim adamı oluş serüvenidir.

Yoksul bir halk çocuğu olan Mustafa inan, dünyaca tanınan bir bilim adamı olma sürecinde güçlükler yaşar; bu güçlüklere rağmen ahlak ve kişiliğinden ödün vermez. iki bölümden oluşan romanın birinci bölümünde Mustafa inan’ın doğumundan öğrenim hayatının sonuna kadarki dönem, ikinci bölümde ise hocalığından ölümüne kadarki süreç dikkatlere sunulur.

Bilime, araştırmaya, öğrenmeye karşı sonsuz bir merakı olan Mustafa inan dil, edebiyat, felsefe, sanat, tarih, matematik gibi birçok dalla ilgilenmekte, Yahya Kemal’in sohbetlerine katılmaktadır. Ülkesine ve milletine gönülden bağlıdır. Milletvekilliği ve bakanlık tekliflerini kabul etmez. Asıl görevinin eğitim olduğunu düşünür. Kendisine sunulan tüm maddi imkânları elinin tersiyle iter. Tam bir idealisttir. Adanmış bir hayat yaşar, paranın güdümüne girmez.

Yoğun çalışma temposu içinde sağlığını ihmal eder. ilerleyen hastalığına rağmen iyileşmeyi ve öğrencilerine kavuşmayı umar. Ancak 5 Ağustos 1967’de “lösemi” den ölür.

Oğuz Atay, belgesel niteliğini vurgulamak için romanın sonuna hocasının fotoğrafını eklemiştir.

1990’LI YILLARDA TÜRKiYE’DE BiYOGRAFiK ROMAN

Necip Fazıl Kısakürek’in (1904-1983) bitmemiş otobiyografik romanı Kafa Kâğıdı (1983) ilk örnekler arasında anılmayı hak etse de Türkiye’de biyografik romanın oluşum dönemi 1990’lı yıllara rastlar.

Necati Cumalı’nın, Viran Dağlar kitabı, biyografik roman türüne ait örneklerdendir. Cumalı, romanda büyük dayısı Zülfikar Bey’in Balkanlarda Osmanlı’nın dağılmaması için verdiği mücadeleyi roman türünün imkânları içinde okura sunar.

Makedonya’nın Goriçka kasabasında yaşayan bir aileye mensup, eski bir Osmanlı uç beyinin torunu olan Zülfikar Bey, Fransız ihtilâli ile yayılan milliyetçilik akımıyla Balkanların Osmanlı’nın elinde çıkış sürecinde gönüllülerden oluşan bir örgüt kurarak mücadeleye başlar.

Burçak Çerezcioğlu’nun,Mavi Saçlı Kız adlı romanı, 16 yaşında lösemiden ölen yazarının anılarından kurgulanmış bir biyografik romandır. Kaynağını genç kızın öz yaşam öyküsünden alır. Romanda Burçak’ın hastalık döneminde yaşadıkları, direnci ve cesareti anlatılır.

Zeynep Oral’ın Tutkunun Romanı Leyla Gencer eseri, 1954’te Napoli’de Santa Carla Tiyatrosu’nda ilk defa sahneye çıkan, dünya sahnelerinde “La Diva Turca” olarak anılan,1988’de Devlet Sanatçısı ilan edilen, 2007’de italya’da “Caruso Ödülü”ne lâyık görülen ünlü opera sanatçısı Leyla Gencer’in biyografisinden yola çıkılarak yazılmış bir romandır. Bu bayana dikkat …!!!
GÜNÜMÜZ TÜRK EDEBiYATINDA BiYOGRAFiK ROMAN

Biyografik roman türünün günümüz Türk edebiyatındaki önemli yazarları arasında Hıfzı Topuz, Ayşe Kulin, Beşir Ayvazoğlu, Attilâ ilhan, Sadık Yalsızuçanlar, Fatma Karabıyık Barbarosoğlu gibi isimler sayılabilir.

Ayrıca Sultan 5. Murad’ın torunu Kenize Murad’ın De la part de la princesse morte adıyla 1987’de Fransızca olarak yazdığı, Gökçe Tuncer ve Nuriye Yiğitler tarafı ndan 2002’de Saraydan Sürgüne adıyla Türkçeye çevrilen kitap da yazarın annesi Selma Sultan’la ilgili biyografik bir roman olarak listeye eklenebilir.

Hıfzı Topuz: Meyyâle, Taif’te Ölüm, Paris’te Son Osmanlılar, Gazi ve Fikriye, Abdülmecit, Hava Kurşun Gibi Ağır romanlarıyla Hıfzı Topuz günümüz Türk edebiyatının en fazla biyografik roman yazan ismidir. dikkat…!!!

H.Topuz, Meyyâle romanını büyük annesinin biyografisi üzerine yazar. Sultan Abdulaziz, V. Murat ve Abdülhamit dönemleri romanın tarihsel arka planını oluşturur. Rusların Kafkasya’ya saldırılarının artması istanbul’a göç etmek zorunda kalan Kafkas kökenli kadın ve çocukların Saraya alınması sorunu irdelenir.(meyyalenin hayatı) anlatılr.

Taif’te Ölüm , Mithat Paşa’nın şahsında, çöken bir imparatorluğun çağdaşlaşma çabalarını anlatırken, dönemin baş aktörlerinin bireysel trajedilerini de dikkatlere sunar.
Paris’te Son Osmanlılar-Mediha Sultan ve Damat Ferit , romanı 19. yüzyılın ortalarından yirminci yüzyılın başına

uzanan dönemde padişahlık rejimine karşı Türk aydınlarının verdiği mücadeleleri ve Batılılaşma çabalarını naklederken Namık Kemal, Abdülhak Hamit, Sami Paşazade Sezai, Ali Suavi gibi aydınların siyasal mücadelelerinden kesitler sunar. Sultan Abdülmecit’in kızlarından Mediha Sultan’ın yaşadığı aşkları, başından geçen evlilikleri ve sürdürmek zorunda kaldığı çileli hayatı roman kurgusu içinde gözler önüne serer.

Gazi ve Fikriye , Mustafa Kemal’e olan aşkıyla trajik bir hayatın öznesi olan Fikriye’nin hikâyesi çevresinde kaleme alınmıştır. Fikriye, Mustafa Kemal’in “Beni iki kadın sevdi, biri kendim için, diğeri mevkim için” cümlesinde anılan birinci kişidir. Mustafa Kemal’in Harbiye’de okuduğu yıllarda başlayan aşk, Gazi’nin Latife ile evlenmesi sonucu sahibini intihara sürükler.

imparatorluk Çökerken Sarayda 22 Yıl alt başlığıyla yayımlanan Abdülmecit adlı romanda, 16 yaşında tahta çıkan, Mustafa Reşit Paşa’nın çabasıyla Tanzimat’ı ilân eden, yaşadığı aşklar ve acılarla bir roman karakterine dönüşen; zarif, duygulu ama zayıf iradeli padişah Abdülmecit’in hikâyesi anlatılır.

Topuz’un Hava Kurşun Gibi Ağır adlı romanı ise, 1920’lerden başlayarak şair Nâzım Hikmet’in hayat hikâyesini anlatır. Nâzım Hikmet on sekiz-on dokuz yaşlarında, işgal altındaki istanbul’dan kaçmak isteyen bir genç olarak romana girer.

Topuz, “Nâzım Hikmet’in Romanı” alt başlığını koyduğu kitapta ailesi ve yakın dostlarından dinlediği anılarla Nâzım’ın hayatını romanlaştırır.

Ayşe Kulin: Günümüzün en çok okunan biyografik roman yazarlarından Ayşe Kulin, Adı Aylin, Füreya, Köprü, Veda ve Türkan adlı eserleriyle tanınır. Tam aöflik buradan çıkar eserlerini iyi bilin.

Adı: Aylin , kökleri Giritli Deli Mustafa Naili Paşa’ya kadar uzanan bir ailenin kızı olan, Aylin Devrimel’in fırtınalı hayatından kurgulanmış bir romandır. Yazarına istanbul Üniversitesi iletişim Fakültesi’nce verilen “yılın yazarı” ödülünü kazandırır.

Yazar, kuzeni olarak yakından tanıdığı Aylin’in ölümüyle başlattığı romanı flashbeck (geriye dönüş) tekniğine uygun olarak kurgular. Aylin’in çocukluğu, yurt içi ve yurt dışındaki öğrenim süreci, evlilikleri, meslek hayatı, başarıları, doktor sıfatıyla Amerikan ordusuna katılarak Körfez savaşında ruh sağlığı bozulan hasta askerleri tedavi etmesi, Albay rütbesindeyken ordudan ayrılması, 19 Ocak 1995 Perşembe günü evinin bahçesinde temizliğe gelen hizmetçisi tarafından kendi arabasının altında ölü bulunması, bu ölümün polis kayıtlarına “freak accident” (garip bir kaza) olarak geçmesi biyografik romanın anlatım imkânları içinde okura sunulur.

Füreya adlı eser, Cumhuriyet döneminin ilk kadın seramik sanatçısı Füreya Koral’ın hayatını roman kurgusu içinde anlatırken bir yandan da Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyetin ilk yıllarındaki olaylara tanıklık eder.Aynı zamanda Füreya’nın şahsında sanatçıların mücadele, heyecan ve sevgi dolu hayatlarıyla sıradan insanlardan farklı olduklarını sezdirir. Fuat abiler dikkat…!!!!

Füreya, bir gerçek kişi ve bir roman kahramanı olarak, hayatının tamamına yakınını seramik sanatına adamış, risk almayı seven, yapılmamışı yapmaya çalışan, zaman zaman da kurallara meydan okuyabilen bir mizaçtır.

Bu idealizmin arkasında Mustafa Kemal Atatürk’ün bir ev ziyareti sırasında Füreya’nın defterine yazdığı cümleler vardır. Teyzesi ressam Fahrünnisa’nın teşvikleriyle seramik sanatına yönelir. Türkiye’de seramik sanatında birçok ilki gerçekleştirir. 87 yaşında ölür.

Ayşe Kulin, romanın teşekkür sayfasında Füreya’yı yazarken Füreya’nın kardeşi Afife ve Afife’nin kızı (sanatçının evlatlık alıp daha sonra nüfusuna geçirdiği) Sara Koral’ın arşivlerinden yararlandığını belirtir.

Ayrıca Füreya ile ilgili anılarını kendisine nakleden Müşerref Cimcoz, Mina Urgan; belge, bilgi ve fotoğrafları kendisiyle paylaşan Altemur Kılıç, Ferit Edgü, Şakir Eczacıbaşı gibi isimlere teşekkür eder. Romanın sonuna yararlanılan kaynakların listesiyle zengin bir fotoğraf albümü eklenmiştir.

Köprü , Anadolu’da yaşanan trajik bir hayat öyküsüdür. Erzincan’da, Fırat nehri üzerine köprü yaptırabilmek için mücadele veren bir bürokratın yaşadıkları romana özgü bir anlatım içinde okuyucuya sunulur. -Buna dikkat…



Dizi film olarak televizyon ekranlarında da gösterilen Köprü, hırslı, azimli, iradeli, sıra dışı bir vali olan Recep Yazıcıoğlu’nun hayat hikâyesiyle örtüşür.

Fırat nehri, hastaların, hamilelerin hastaneye yetiştirilmesine engeldir. Ölümler kaçınılmaz hâle gelmiştir. Vali duruma el koyar. Bütün güçlükleri yenerek, imkânsızlıkların üstesinden gelerek Fırat’ı dizginleyecektir. Ancak Vali’nin Fırat üzerine köprü yaptırma iradesi, azmi ve kararlılığı, karşısında köprü yaptırmamak üzere örgütlenmiş bir yapıyı bulur. Terör, valinin bu çabasını boşa çıkarmak için iş başındadır. Ankara’dan köprünün ayaklarını dikmek üzere gelen mühendisler, terörist saldırı sonucu kaçarlar.

Valinin kararlılığı ve mühendislerin cesaretiyle, teröre rağmen, yapımı tamamlanan köprü, tırlarla Erzincan’a getirilir. Köprünün ilk ayağı oturtulur. Diğer ucunu karşıya geçirmek için feribota köprünün diğer ayağı yüklenir Yolun yarısında feribotun bozulması ve çalışmaların aksaması halkta tedirginlik yaratır. Bir sonraki gün arıza giderilir ve yoğun bir çalışmayla köprü tamamlanır.

Veda-Esir Şehirde Bir Konak adlı romanda Osmanlı devletinin son günlerinde işgal altındaki istanbul’da bir konakta yaşananlar hikâye edilir. Yazarın büyük dedesi, son Maliye Nazırı (Bakanı) Ahmet Reşat Bey ve ailesi çevresinde bir dönemin resmini çizen Veda, çöküş sürecindeki bir devlet ile yeni bir gelecek kurma arayışındaki Milliciler arasında kalan Osmanlı aydınının hikâyesini anlatır. Yazar, biyografi biliminin sağladığı verilerle roman tekniğini ustalıkla birleştirir.

Türkan (Tek ve Tek Başına), Ayşe Kulin’in 2009 yılında çıkardığı, ÇYDD (Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği) başkanı Türkan Saylan’ın hayatını ve meslek alanında yaptıklarını anlattığı biyografik romandır. Oku bağam….

A. Kulin, Saylan’ı bir roman kahramanı olarak betimlerken, onun iç dünyasını da yazdığı mektuplar aracılığıyla hissettirir. Kitap, Saylan’ın ölmeden önce kendisi hakkında bir roman yazılması vasiyetine Ayşe Kulin tarafından verilmiş bir cevaptır.

Beşir Ayvazoğlu: Bozgunda Fetih Rüyası adlı biyografik romanında Beşir Ayvazoğlu, Yahya Kemal Beyatlı’nın hayatının 1912-1922 yılları arasındaki dönemini anlatır. Bir şair, öncü ve kurucu isim olarak dönemin edebiyat anlayışını şekillendiren Yahya Kemal’in portresini çizer. Dost ve arkadaş çevresi, öğrencileri, edebiyat dünyasındaki etkileriyle Yahya Kemal’in hayat hikâyesini dile getirir.

“Yahya Kemal’in Biyografik Romanı” alt başlığıyla dikkatlere sunulan romanın sonunda ayrıntılı bir kronoloji ve zengin bir kaynakçaya yer verilmiş, bilimsel çalışmalarda rastlanabilecek bir dizin de romana eklenmiştir.

Attilâ ilhan: On iki romanı içinde özellikle Allahın Süngüleri-Reis Paşa ve Gazi Paşa romanlarıyla Attilâ ilhan (1925-2005) biyografik roman türünde adı anılması gereken yazarlardandır.

Allahın Süngüleri-Reis Paşa , Mustafa Kemal’in 1920’den sonra “Reis Paşa” sıfatıyla Anadolu’ya geçmesi, Kurtuluş Savaşını örgütlemesi çevresinde kurgulanmış bir romandır.

Tarih biliminin sınırları içinde önemli birer kimlik olan Mustafa Kemal, ismet inönü, Halide Edip, Yunus Nadi, Makbule Hanım, Zübeyde Hanım, Fikriye gibi isimler, Attilâ ilhan’ın eserinde birer roman kahramanı olarak karşımıza çıkar.

Yakın tarihle ilgili ve bir dönem romanı olarak değerlendirilse de Mustafa Kemal’in biyografisinden yola çıkılarak yazılmış olması bakımından dikkat çekicidir. Gazete haberleri, telgraf metinleri, şifreli iletilerle belgesel yönü güçlendirilen romanda Mustafa Kemal’in Rumeli ağzı konuşması da biyografinin sağladığı bilgilerden kaynaklanır.

Attilâ ilhan’ın biyografik roman vadisinde ikinci eseri Gazi Paşa adını taşır. Romanda Kurtuluş Savaşının en hareketli günleri Mustafa Kemal’in hayat hikâyesiyle iç içe anlatılır. Roman, Kuva-yı Milliye’nin izmir’e girişinin ardından Trakya’nı n geri alınması ile sona erer.

Mustafa Kemal’in yakın çevresinde, Latife Hanım, Fikriye Hanım, ismet Paşa, Hoca Paşa (Fevzi Çakmak), Mustafa Suphi, Çerkez Ethem, Kazım Karabekir gibi isimler, Attilâ ilhan’ın roman kurgusu içinde yeniden var olurlar. Romanda belge niteliğinde alıntılar ve telgraf metinleri sıklıkla kullanılmıştır.

Sadık Yalsızuçanlar: Gezgin, Cam ve Elmas, Şey-Bir Ömer Hayyam Anlatısı, Anka gibi romanlarıyla Sadık Yalsızuçanlar, son dönem Türk edebiyatında biyografik romanın dikkat çekici yazarları arasındadır

Gezgin’de , 1165-1239 yılları arasında yaşamış Mağripli bilge Muhyiddin ibni Arabî’nin kendi ruh dünyasında yaptığı yolculuğu nakleder. Anlatılan bir ârif, bir veli, bir kâmil insanın hikâyesidir. Yazar, çıkış noktası olarak ibni Arabî’nin biyografisini alır ve zaman zaman menkıbe diliyle roman dilini birleştirir.

Gezgin, yazarın deyişiyle “geleneksel bir roman ya da çağdaş bir menkıbe” olarak tanımlanabilir.

Cam ve Elmas’ta, Harakanlı bilge Ebu’l Hasan’ın hayatı, Kars’a belgesel film çekimi için giden bir kameramanın gözünden aktarılır. Kitaba alınan epigraf, Harakanlı’nın hayat hikâyesini özetler gibidir: “Yeryüzünde yolculuk yapanın ayağı, gökte yolculuk yapanın ise kalbi su toplar.” Romanda Harakanî’nin çağdaşı olduğu Gazneli Mahmut, ibni Sina gibi şahsiyetlerle ilişkileri yanında Bayezid Bistamî ile kurduğu zaman ve mekân üstü diyaloglar, yazar muhayyilesinin Ebu’l Hasan biyografisine eklediği mistik ve fantastik unsurlardır.

Şey-Bir Ömer Hayyam Anlatısı,iran coğrafyasında yaşamış rubai şairi, filozof, astronom ve matematikçi Ömer Hayyam’ın hayatı çevresinde kurgulanmış bir metindir. Yalsızuçanlar, Hayyam romanında da Ömer Hayyam’ın biyografisi üzerine temellendirdiği bir hikâye anlatır.

Anka’da Niyazi Mısrî’nin efsanevi hayatı, Mısrî hakkında lisansüstü çalışma yapan bir doktora öğrencisinin bakış açısından, bilinçakışı tekniğiyle roman kalıbına dökülür.

Fatma Karabıyık Barbarosoğlu: Fatma Aliye: Uzak Ülke adlı eserinde Fatma K. Barbarosoğlu, ilk Türk kadın romancı Fatma Aliye’nin doğumundan ölümüne kadar bütün hayat hikâyesini anlatır. Oku bakalım…!!!

Tarihçi ve devlet adamı Ahmet Cevdet Paşa’nın kızı olarak 1862’de dünyaya gelen, babasının isteği üzerine Sultan Abdulhamit’in kolağası Faik Bey’le on altı yaşında evlenen, çevirilerle başladığı yazma serüvenini roman ve makalelerle sürdüren, son yıllarını rahibeliği seçen kızını aramakla geçiren, bir kesimin feminist, diğer kesimin muhafazakâr kabul ettiği Fatma Aliye, Barbarosoğlu’nun kalemine bir roman kahramanı olarak konuk olur.
VE DiĞERLERi

Tarihî roman çizgisinde kaleme aldığı çok sayıda eserden özellikle Selâhaddin Eyyûbî , 4. Murad , Cem Sultan gibi romanlarıyla Yavuz Bahadıroğlu biyografik roman sayılabilecek örnekler verir.

Mehmed Niyazi (Özdemir) , Ölüm Daha Güzeldi romanında Azerbaycan’dan Türkiye’ye sığındıktan sonra Türkiye’de Ağır Ceza Reisliği yapmış Tahir Mihmandarlı’nın hayatını ve ülkesinde yaşadığı büyük acıları, gerçek olay ve kişiler çevresinde hikâye eder.
Nermin Bezmen, Kurt Seyt & Shura ve Kurt Seyt & Murka romanlarını dedesi ve anneannesi üzerine kurar.

Birinci romanda Kurt Seyt, Mirza Eminof’un oğlu olarak dünyaya gelir, Çar Nikola’nın Muhafız Alayında genç bir üsteğmen olarak Bolşeviklerin ölüm listesine girer, Bolşeviklerden kaçarken yanında getirdiği bir taka dolusu silahı Mustafa Kemal’in Kuva-yı Milliyesine teslim eder. Shura da savaş, ihtilâl ve vatan hasreti arasında Seyit’le bu zorlu maceraya katılır. ikinci romanda ise Shura’dan ayrılan Kurt Seyt’le Murka’nın (Mürivet) istanbul Beyoğlu’nda 1924’ten itibaren başlayan maceralı hayatları hikâye edilir.

Atillâ Şenkon’un , Bütün Düşler Nazlı’dır adlı kitabı, fantastik romanlarıyla özgün bir tarzın temsilcisi olarak tanınan yazar Nazlı Eray’ın biyografisi çevresinde kaleme alınmış bir romandır.

Eray’ın çocukluğundan başlayarak hayatını etkileyen birçok olay roman kurgusu içinde okuyucuya aktarılır. Kitapta bir roman yazarı, bir roman kahramanı olarak resmedilirken biyografik roman yazarının, Nazlı Eray’ın üslûbuna öykündüğü görülür.

M. Talât Uzunyaylalı, Efsane Kadın-Nene Hatun romanında, 93 Harbi olarak tarihe geçen 1877-78 Osmanlı Rus Savaşında, güçlü ve donanımlı Rus ordusuna karşı Erzurum halkını taş, sopa, kazma ve kürekle direnişe çağıran Nene Hatun (1857-1955) adlı yirmi yaşında bir gelinin efsanevi hayatını roman kurgusu içinde dikkatlere sunar.

Hasan Öztürk, Çınarlı Köyün Muhtarı romanını Bursa’da Türkiye işçi Partisi’nin kuruluşunda rol oynamış, iznik’in Müşküle (Çınarlı) Köyünde yirmi yıl görev yapmış sosyalist muhtar Fevzi Kavuk’un hayat hikâyesinden hareketle kaleme alır.

Naşide Gökbudak’ın Perina , romanı, Rus Çarı 2. Nikolay’ın küçük kızı sonradan adı Perina olarak değişen Anastasia’nın Rusya’da başlayıp Elazığ’ da son bulan hayatının hikâyesidir.

iskender Pala’nın Şah&Sultan (2010) ve Od romanları biyografik roman çizgisinde değerlendirilebilir. Şah&Sultan’da Şah ismail ile Yavuz Sultan Selim’in, Od’da ise Yunus Emre’nin biyografileri esas alınmıştır.
Sinan Yağmur, Aşkın Gözyaşları / Tebrizli Şems, Aşkın Gözyaşları II (Hz. Mevlana) romanlarında Mevlâna ve Şems’in hayat hikâyesinden yola çıkar. Birinci kitap, Şems’in bıçaklanarak öldürülmesiyle sonuçlanan olaylar zincirini anlatır. Aşkın Gözyaşları II (Hz. Mevlana)adlı ikinci kitap ise 5 Aralık 1273’te Mevlâna’nın gördüğü bir rüya ile başlar. Mevlâna’nın Şems’ten sonraki hayatı okuyucunun gözleri önüne serilir.

Etkin Yayınevi’nin “biyografik roman” dizisinde yayımlanan A. Mümtaz idil’in Çılgın Keşiş Rasputin , Dehşetin Kanlı Gölgesi Caligula, Erdem Sabih Anılan’ın Padişahlar da Ağlar/Kanunî ve Cariyelikten Hasekiliğe Hürrem, Sedat Memili’nin Kökenini Arayan Adam Darwin ve Ölümsüz Aşk: Dante, Aysun Akkaya’nın Küllerdeki Sır Neron ,

Neşe Taluy Yüce’nin Romantik Müzik Dehası: Chopin , Hakan Gezik’in Anadolu Fatihi Alparslan, N. Barış idil’in Adaletin Keskin Kılıcı Kral Arthur, Serhan Olcay Anılan’ın Hamdım, Piştim, Yandım: Mevlâna. Şule Türker’in Vatansız Asker Napoleon (kitapları, son dönem biyografik romanları arasındadır.
MODERN SÖYLEM VE 1980 SONRASI TÜRK ROMANI(9.ÜNİTE)
ÇAĞDAŞ TÜRK ROMANINDA YENi AÇILIMLAR, YENi SÖYLEMLER
Köy-Kasabanın Dar Çevresinden Büyük Kentin Geniş Mekânlarına ya da Zamana, Mekâna ve insana Açılma

Sanayileşmenin ön plana çıktığı, uygarlık ürünlerinin yaygınlaştığı 1970’li yıllarda köy romanında bir durgunluk görülür.

Bu tür romanlardan bunalan kimi yazarlar, yeniden aydın problemi çevresinde kent insanının sorunlarına yönelirler.



Bir eleştirmenimiz köy romanının ölümünü ileri, akılcı ve toplumcu görüşlere dayanmayan Türkiye’nin sanayi öncesi dönemine ait anlayış ve düşüncelerin ölümü’ne,‘benzetirken (Gevgilli, 1972); yazılarında toplumcu gerçekçi çizgiyi benimsemiş görünen Fethi Naci “Romanlar, Köyler, insanlar” adlı yazısında köy romanının giderek tekdüze bir hâl alışından yakınır.

Romanın eğitici görevi, insansız bir toplum gerçeğini anlatmak değil, bu gerçek içindeki insanın bu gerçekle karşılıklı ilişkilerini, bu ilişkilerin belirlediği davranışlarını, bu ilişkilerin biçim verdiği bilincini, bu bilinçle toplumsal ilişkileri değiştirme çabasını anlatmaktır. Çünkü yalnız toplum gerçeği olarak köyleri anlatmak, köylerin bozuk düzenini ortaya koymak, bilim adamlarımıza düşen bir iştir.”

Yeni açılımlara açık olan genç kuşak romancılar, 1960’lı yıllardan başlayarak aydın problemi çevresinde ve büyük kentin sorunları arasında ezilen Türk entelektüelinin bunalımlarını, zamanla hesaplaşmasını konu alan romanlara yönelirler. Bir önceki kuşaktan toplumdaki sosyal dengesizlikleri gündeme getiren romancıları, yeni kuşaktan modern roman tekniklerini eserlerinde uygulayan ve toplumsal sorunlardan bireysel sorunlara geçen romancılar izler.



Bu romancılar arasında dönem aydınının içinde bulunduğu yalnızlığı, korkuları, çelişkileri işleyen Hikmet Erhan Bener

(Acemiler, Loş Ayna, Ara Kapı ilk yayımlanışı Kedi ve Ölüm adıyla, Baharla Gelen, Yalnızlar/ilk yayımlanışı Gordium adıyla, Bir Büyük Bürokratın Romanı, Elifin Öyküsü, Macellos da Vinci’nin Akıl almaz Serüvenleri, Böcek, Bir

Ölü Deniz, Sisli Yaz, Ortadakiler, Tekilleşme, Anafor, Köleler ve Tutkular),

Aydındaki yalnızlık acılarını işleyen Ferit Edgü (Kimse, O),

bütün romanlarının konusunu 50’li 60’lı yılların Beyoğlu hayatından alan ve bu mekânda yaşanan renkli ve

canlı hayatı anı tadında öyküleştiren Demir Özlü (Bir Uzun Sonbahar, Bir Küçük Burjuvanın Gençlik Yılları,

Bir Beyoğlu Düşü, Bir Yaz Mevsimi Romansı, Tatlı Bir Eylül, ithaka’ya Yolculuk, Amerika 1954, Dalgalar).. gibi romancılar dikkati çeken adlardır.



Konularını Doğu-Batı çatışması içinde yurt dışına çalışmaya giden/göç eden işçilerin/göçmenlerin yaşamlarından alan

Bekir Yıldız (Türkler Almanya’da, Alman Ekmeği/Demir Bebek, Darbe), Gülten Dayıoğlu (Dönmeyenler),

Tarık Dursun K. (Bağrıyanık Ömer ile Güzel Zeynep), Adalet Ağaoğlu (Fikrimin ince Gülü), Dursun Akçam (Almanya’nın Zencileri, Almanya’nın Üvey Çocukları/belgesel), Zülfü Livaneli (Arafat’ta Bir Çocuk/Dönemeyenler),

Yüksel Pazarkaya (Oturma izni), Abbas Sayar (Dik Bayır), Necati Tosuner (Sancı Sancı), Tekin Sönmez (Yeryüzü Gurbeti), Nevzat Üstün (Alamanya Beyleri), Günay Dal (iş Sürgünleri, E5, Yanlış Cennetin Kuşları),

Hasan Kayıhan (Gurbet Ölümleri, Köln’de Bir Kız), Fethi Savaşçı (Almanlar Bizi Sevmezdi),

Rıza Hekim (Alpler Geçit Vermiyor, Uzak Yuvada Bahar), Gül Turan (Gülün Dikeni),

Özdemir Başargan (Gurbet Sofrası), Renan Demirkan (Sakallı Kadın), Mustafa Akgün (Menh’ten Münih’e, Köln Diye Bir Yer, Satı Gelinin Türküsü), Ali Erkan Kavaklı(Alman Doktor, Başkaldırıyorum)...

romanlarında bu insanların yaşadıkları olumsuz şartları, gurbet duygusunu, konuk olarak bulundukları ülkelerin insanları tarafından aşağılanmalarını, ülkelerinde ‘gurbetçi’, ‘almancı’ gibi yakıştırma adlarla küçümsenmelerini işlediler.



Konularını tutukevlerindeki tutukluların yaşam öykülerinden alan Kerim Korcan(Linç, idamlıklar) gözleme dayalı romanlar yazarken, Mehmet Kemal Kurşunluoğlu biyografik hüviyetli Sürgün Alayı’nda taşıdığı sosyalist düşüncelerinden dolayı askerliğini çavuş olarak yapan kahramanının kişiliğinde eleştirilerini devlete ve sağ

güçlere yöneltir, aynı zamanda ikinci Dünya Savaşı sırasındaki devlet politikalarını eleştirir.



Yaman Koray (Deniz Ağacı, Gelintaşı, Mola, Sığırcıklar, Büyük Orfoz), romanlarında leitmotiv, iç monolog gibi yeni anlatım tekniklerini uygulayan ve yeni bir zaman kurgusu deneyen Emine Işınsu Öksüz ,

varsıllıkyoksulluk, fabrikatör-işçi gibi sınıf çatışmasına dayalı romanlarıyla Yılmaz Güney(Boynu Bükük Öldüler), Burhan Günel (Ökçe, Umut Zamanı, Acının Askerleri, O Güzel Kadının Çocukları),

kent insanının sorunlarını ve iç çatışmalarını işleyen inci Aral , Selim ileri , Güven Turan (Dalyan, Yalnız mısın, Soğuk Tüylü Martı) izler.

1960 sonrası Türkiye’de yaşanan sosyal olayları ve toplumsal çatışmaları farklı bakış açılarından ele alan Lütfi Kaleli (Haşhaş), Yılmaz incesu(Doktor Cemil), Necmi Onur (Arap Abdo, Kadınlar Daha Çok Sever), Mehmet Davaz

(Mevsimler), Ömer Polat (Mahmudo ile Hazel), Mehmet Selahattin (Kaybolan Dünya),

Mustafa Miyasoğlu, Yahya Akengin , Duygu Asena, Ayla Kutlu ; Yıldırım Keskin (Bir Gecenin Beyliği, Ölümü Bekleyen Kent/1997 Orhan Kemal roman ödülü); ironik anlatımıyla ve yarattığı Donkişotvari kişileriyle

toplumdaki kirliliği eleştiren Tahsin Yücel (Mutfak Çıkmazı, Peygamberin Son Beş Günü, Bıyık Söylencesi, Vatandaş);
tüm romanlarında ulusçu söyleme gösterdiği aşırı tepkiyle dikkati çeken ve sosyal, siyasal olayları insancıl bir yaklaşımla ve ironik bir üslupla irdeleyen Çetin Altan (Büyük Gözaltı, Bir Avuç Gökyüzü, Viski, Küçük Bahçe, Rıza Bey’in Polisiye Öyküleri, Uçuk), doğuştan sorunlu kişileriyle psikanaliz yöntemini romana uyarlayan Yusuf Atılgan,

yeni anlatım teknikleriyle modern/post-modern anlatım yönteminin yolunu açan Oğuz Atay,

Kurtuluş Savaşı’nı ulusalcı söylemle ve anı tadında romanlaştıran ilhan Selçuk (Yüzbaşı Selahaddin’in Romanı I-II);

sosyal konuları toplumcu-gerçekçi bakış açısıyla irdeleyen ve politik eleştiri türü romanlar yazan Sevgi Soysal,

Ömer Faruk Toprak (Tuz ve Ekmek, Karşı Pencere), politik yergi ve gülmece romanlarıyla ünlenen

Oktay Verel (Kuklalar, fiimdi Tasa Anayasa, Maksat Vatan Kurtulsun, Arslan Gibi Eşekler, Şeytan Mağarası),

kadının üzerindeki sosyal baskıları ve kadının bağımsız olabilmek için yaptığı mücadeleleri temel izlek olarak işleyen

Ulviye Alpay (Ben Sevilmeye Değerim), Aysel Özakın (Alnımda Mavi Kuşlar/1979 Madaralı Roman Ödülü,

Genç Kız ve Ölüm), çocuk romanları dışında yazdığı eserlerinde kara mizahın özgün örneklerini sunan Sulhi Dölek

(Korugan, geç Başlayan Yargılama, Küçük Günahlar Sokağı, Kiracı, Truva Katırı) ve Muzaffer izgü

(Gecekondu, ilyas Efendi, Halo Dayı), Hasan Kıyafet (Gominis imam, Başlayan Kavga, insan Yokuşu),

Selçuk Baran (Bir Solgun Adam, Bozkır Çiçekleri, Güz Gelmeden), irfan Yalçın (Genelevde Yas, Pansiyonda Huzur, Fareyi Öldürmek, Ölümün Ağzı/1980 TDK Roman Ödülü), Güney Dal (Aşk ve Boks ya da Sabri Mahir’in Ring Kıyısı Akşamları, Küçük <g> Adında Biri), Afşar Timuçin (Yarına Başlamak, Gece Gelen Eski Dost, Kıyılar Durunca) öne çıkan adlardır.



Bu dönem romancıları arasında romanı birikimlerini okurla paylaşma aracı olarak gören, daha çok iyi niyetle, toplumsal sorunlara kendince çözüm getirmek isteyen, entelektüel tarafı ağır basan romancılar da vardır. Bunlar arasında

Fikri Sezer(Yasak ilişkiler), Çetin Öner (Dağlara Yazılıdır), Alev Alatlı, kadın sorunlarını gündeme taşıyan Duygu Asena, Feyza Hepçilingirler ; edebiyatı ideolojik ve politik söylemlerden uzaklaştırarak hiciv yoluyla bizdeki abartı

lı değerleri, “tek yol”culuğu ve özümsenmemiş batılılaşmayı irdeleyen Ahmet Altan (Dört Mevsim Sonbahar, Sudaki iz, Yalnızlığın Özel Tarihi, Tehlikeli Masallar, Aldatmak),

Doğu-Batı çatışması içinde yanlış batılılaşmayı eleştiren Necip Fazıl Kısakürek (Aynadaki Yalan),

Emre Kongar (Hocaefendi’nin Sandukası), Barlas Özarıkça (Ters Adam) öne çıkan adlardır.

Bu adlar arasında öykü ve romanlarında ele aldığı konu, işlediği temel izlekler ve anlatım teknikleri bakımından kendinden söz ettiren Selim ileri, Alev Alatlı, Feyza Hepçilingirler ve Duygu Asena’nın romancılıkları üzerinde kısaca durmak istiyoruz.

Konularını yakın çevresinden ve gözlemlerinden alan, toplumdaki sıra dışı yaşayışları işleyen ve bu ilişkileri aşk potasında eriterek yoğuran bir romancı kimliğiyle okurun karşısına çıkan Selim ileri, ilk romanı Destan Gönüller’den başlayarak gittikçe zenginleşen izlekleriyle ve sıra dışı aşkları konu edinen romanlarıyla dikkati çekmektedir.



Selim ileri, Ölünceye Kadar Seninim romanında anahtar kelime : Süha Rikkat

ileri, asli kişi aynı zamanda başarılı bir romancı olan Süha’nın iç dünyasını okura açarken bilinç akışı tekniğini başarılı bir şekilde kullanmıştır.



ileri’nin geniş yankı uyandıran ve olumlu olumsuz pek çok eleştiriyi üzerine çeken son romanı Yarın Yapayalnız’da yine sıra dışı bir aşkı işlemektedir. Anahatar kelime : (Handan sarp,Elem,soprano).



ileri’nin adı anılanlar dışındaki romanları; Her Gece Bodrum (TDK Roman Ödülü), Ölüm ilişkileri, Cehennem Kraliçesi, Bir Akşam Alacası, Yaşarken ve Ölürken, Ölünceye Kadar Seninim, Yalancı fiafak, Saz Caz Düğün Varyete, Gramofon Hâlâ Çalıyor, Cemil fievket Bey, Aynalı Dolaba iki El Revolver, Hepsi Alev, Uzak, Hep Uzak, Kırık Deniz Kabukları, Bu Yaz Ayrılığın ilk Yazı Olacak, Her Yalnızlık Gibi, Solmaz Hanım, Kimsesiz Okurlar için, Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın, Kafes adlarını taşımaktadır.



Alev Alatlı , Kıbrıs’ta başlayıp Yunanistan’da son bulan Kıbrıs’lı iki kişinin Eleni ile Arif Tahsin’in evlilik serüvenini anlattığı ilk romanı Yaseminler Tüter mi Hâlâ?’dan sonra kaleme aldığı Or’da Kimse Var mı? genel başlığı altında yayı mlanan dörtlemesinde yerleşmiş değerler ile aydının çatışmasını işler. Viva La Muerte! Adını taşıyan dörtlünün ilk kitabında çıkar ilişkilerinin egemen olduğu kendi değerlerine yabancılaşmış, bir toplumda harcanan bir aydının, Günay Rodoplu’nun öyküsünü; Nuke Türkiye! adını taşıyan ikinci kitapta, Türk aydınının sadece kendi toplumunun bağnazlığına değil, Batı’nın şiddetle sonuçlanan sömürü düzenine karşı da amansız bir mücadele verdiğini; cehaletin sadece bizim toplu mumuza özgü olmadığını, Türk aydınının, Batı’nın hemen her zaman şiddetle sonuçlanan

kendini beğenmişliği ile de uğraşmak zorunda kaldığını anlatır.



Dizinin üçüncü kitabı Valla Kurda Yedirdin Beni’de, Türk solunun Kürt sorununa bakışını geniş bir perspektiften irdelerken, sorunun temelinde yatan yoksulluğa, gelir dağılımındaki adaletsizliğe, yıllardı r istihdam sorununu çözememiş yanlış devlet politikalarına ve Doğu insanının yalnız ve korumasız bırakılmasına bağlar.



Alev Alatlı dizinin son kitabı O.K. Musti Türkiye Tamamdır’da ise okuru, uçları emperyalist güçlere kadar uzanan geniş bir perspektiften incelediği üçüncü ciltte anlattıklarının sonuçları ve gelinen nokta üzerinde düşündürür.



Alatlı’nın iki cilt halinde yayımlanan ütopik karakterli son romanı Schrödinger’in Kedisi’nde kendilerine Onarımcılar adını veren bir avuç insanın gezegenimizde Kutsal Koalisyon’un dışında kalarak, hatta karşı çıkarak verdikleri yaşam savaşını anlatır. Romanın olay örgüsü 2010/2012 yıllarında “yitirilmiş bir ülke”nin, Türkiye’nin parçalara bölünmüş bir dönemine oturtulur.

Alatlı, küreselleşen yeni dünya düzeninin tüm insanlığı felâkete sürüklediği temel düşüncesini öne çıkardığı romanında kuantum fiziğinin temelini oluşturan Schrödinger’in Kedisi deneyinden yola çıkarak bir anti-ütopya kurmaya çalışmıştı r. Bu ütopyada insanlar, kendilerine güvendikleri ve kendi öz kaynaklarını harekete geçirdikleri zaman gezegenimize hâkim olan yüce Pir tarikatının dışında kalarak da kimliğini koruyabileceklerini ve mucizeler gerçekleştirebileceklerini alegorik bir anlatımla dikkatlere sunar.

80’li yıllarda yazdığı Kadının Adı Yok ve Kahramanlar Hep Erkek gibi romanlarında kadın sorunlarına feminist bir kadının bakış açısından yaklaşan Duygu Asena, son romanı Paramparça’da bu sefer kadın gözüyle erkek dünyasını aralar. Taşra cinselliğinin yasaklı alanlarını romana taşırken, kişilerinin acılarını, bastırılmış duygularını röportaj tekniğiyle romanlaştırır.

Asena gibi kadınların sorunlarını farklı bir bakış açısından ele alan Feyza Hepçilingirler,

Tanrı Kadın romanında, bir yandan özverili yaşamı içinde kadını yüceltirken, bir yandan da toplumun ona biçtiği değeri sorgular.

Bu saydıklarımıza kişilerini dinsel ve etnik kimliğine bakmadan insancıl yaklaşımla ele alan ve kadın sorunlarını gündeme taşıyarak kadının toplumdaki yerini belirlemeye çalışan Nezihe Meriç (Korsan Çıkmazı, Alagün Çocukları/Alacaceren adıyla, Boşlukta Mavi), gibi romancılar yanında toplumsal yergiye dayalı, ironi ile mizahı

birleştiren Dört Köşeli Üçgen adlı tek romanı ile Salah Birsel, eğitim sorununa ironik bir üslupla yaklaşan ve yerleşik düzeni eleştirdiği Hababam Sınıfı ile çıkış yaptıktan sonra biyografik-anı hüviyetli romanlara yönelen Rıfat Ilgaz, (Karartma Geceleri, Karadenizin Kıyıcığında, Sarı Yazma, Yıldız Karayel) dikkat çeken romancılardır.



Edebiyatın başka alanlarında ünlendikleri halde romanı deneyenler, her dönemde olduğu gibi bu dönemde de bir iki roman denemeleriyle bir yıldız gibi parlayıp sönerler.

Bunlar arasında Marksist/sosyalist bakış açısından kentin sorunlarını ve kent insanının yalnızlığını, yaşadıkları dönemin sosyal sorunlarını ve toplumsal olayları ana izlek olarak işleyen romancılardan Muzaffer Buyrukçu (Gürültülü

Birkaç Saat, Bir Olayın Başlangıcı), Şevket Süreyya Aydemir (Toprak Uyanırsa),
Nazım Hikmet (Yeşil Elmalar, Yaşamak Güzel fiey Be Kardeşim), Necip Alsan(Onlar Ermiş Muradına),

Kemal Kandaş (Katıla Katıla Gülen Kalimkos), Behzat Ay (Dor Ali, Sis içinde), Kemal Bekir Özmanav (Yabancılar, Kaçaklar), Burhan Arpad (Alnımdaki Bıçak Yarası), Aysel Alpsal (Alaca Karanlık), Kürt sorununu sol bir söylemle ele alan Demirtaş Ceyhun (Asya).. gibi adları sayabiliriz.
MODERNLEŞME YOLUNDA YENi ADIMLAR YA DA ÖNCÜLER

1970’li yıllar, romanımız için yeni açılımların da başlangıcı sayılır. Ancak topyekün bir başarıdan söz etmek de abartılı bir iddia olur. Birkaç ad dışında, Türk romanı nicelik bakımından gözle görülür bir artış göstermesine rağmen, nitelik bakımından bir düşüşü yaşar. Bunda medyanın sağladığı imkânların ve cilalı imaj adını verdiğimiz reklâmın da önemli etkileri olduğu kesindir.

Gazete haberleriyle desteklenen konular, okuru bilgilendirmek, onda yeni ufuklar açmak yerine, derinliği olmayan, hep kolaycılığı benimseyen, üslup ve teknik endişesinden yoksun içerikleriyle yarı gazeteci, yarı araştırmacı yazarların etkinlik ve ilgi alanlarını genişletmekten öte fazla bir işe yaramaz.

Bu olumsuzluklara rağmen bu dönemde uyguladıkları farklı ve yeni anlatım tekniklerle romanımıza soluk aldıran kendilerinden sonraki kuşak üzerinde etkili olan romancılar da vardır. Bu başlık altında özellikle Oğuz Atay ve Yusuf Atılgan’dan söz etmek yerinde olacaktır.

70’li yılların romanı Oğuz Atay, Yusuf Atılgan gibi birkaç ad çevresinde kümelenir. Bu adlardan Çağdaş Türk Romanı içinde önemli bir yere sahip olan Oğuz Atay, Tutunamayanlar romanı ile dikkatleri üzerinde toplamayı başarır.

Tutunamayanlar, ele aldığı konu, konuyu işleyiş tarzı ve iç monolog, bilinç akışı, alıntı gibi yeni anlatım tekniklerini kullanması bakımından Tanpınar’ın izini süren bir romandır.

Atay, romanında, birtakım dinsel ve mitolojik mitoslardan da yararlanarak yerleşik düzenin değer yargılarıyla, zevkleriyle, yaşama biçimiyle uzlaşamayan, topluma yabancılaşmış insanların yaşamını anlatır.

Amacı, içinden çıktıkları topluma yabancı, her şeyi ideolojik söylemle çözümlemeye çalışan yarı aydınlarla alay etmektir. Atay, bu kadarıyla yetinmez, üst kurmaca tekniğini kullanarak, kokuşmuş olarak nitelediği, yerleşik düzenin tüm değer yargılarını sarsar.

Berna Moran’ın söyleyişiyle Tutunamayanlar, bu özellikleriyle birbirine zıt dünya görüşlerine sahip iki zümrenin, “tutunanlar”la “tutunamayanlar”ın romanıdır.

iç içe üç çerçeve olay çevresinde şekillenen kişilerinden Turgut Özben’in Tutunamayanlar adındaki romanının basım serüveni üzerine kurulan romanda birinci olay zinciri asli kişi Turgut Özben’e, ikincisi Turgut Özben’in romanında öyküsü verilen Selim Işık’a, üçüncüsü ise romanın basımı ile uğraşan gazeteciye aittir.

Roman, Turgut Özben’in bir gezi sırasında tanıştığı ve sonradan adresine postalayacağı romanı için gazetecinin yazdığı önsözle başlar, Turgut Özben’in basımı için romana iliştirilmiş mektubuyla sona erer.

O.Atay, romanda alışılmışın zıddına çok farklı bir yöntem denemiş, esere konu olan romanın yazım ve bası m aşamalarını da vermekle, post-modern romanın da yolunu açmıştır. Bu yöntem yıllar sonra Orhan Pamuk, Pınar Kür... gibi romancılar tarafından yeniden denenecektir.

70’li yılların başlarında arayış içinde olan Türk romanında Oğuz Atay dışında birkaç ad dikkati çeker. Nezihe Meriç Korsan Çıkmazı’nda, Sevgi Soysal Şafak’ta yaşanan zamanı bir güne sıkıştırırarak iç gözleme yönelmekle önemli bir adım atarken; Yusuf Atılgan, Adalet Ağaoğlu romanlarında bilinç akışı anlatım tekniğini benimseyerek dış gözlemci anlatıcının fonksiyonunu asgari düzeyi indirirler. Aynı şekilde Erdal Öz (Odalarda), Tahsin Yücel (Mutfak Çıkmazı) bilinç akışı ve iç gözlem yoluyla roman kişilerinin bunaltılı ruh dünyalarını başarıyla sergilerler .

1960 sonrası Türk romanında modern anlatım teknikleri, ruhbilimsel ve bireyin iç dünyasına yönelik konuları ile dikkati çeken romancılardan biri de Yusuf Atılgan’dır. Bu adama dikkat fuat abiler J

ilk romanı Aylak Adam’da (1957-58 Yunus Nadi Roman Armağanı ikincilik ödülü) babadan kalan mirası aylakça harcayan ve zamanını erken yaşta ölen annesinin ve onun yerini alan teyzesinin benzerini aramakla geçiren C. adlı kişisinin ruhsal durumunu işler.

Yazar öteki kişilerinin zıddına asli kişisinin adını simgesel bir işaretle C. ile vermesi ise açılımını tamamlamamış bir varlığı simgelemektedir.

“Eli paketliler” söz grubu ile bir yandan romanın yazıldığı yıllarda gençler arasında ilgi gören her türlü düzene başkaldıran yeni insan tipini ortaya koyarken; bir yandan da zaman içinde eşlerin ve evliliğin tekdüze bir hal almasına, sevginin/heyecanın kaybolmasına ve bunun sonunda yaşanan acıya, yabancılaşmaya ve hayal kırıklığına da işaret etmektedir.

Atılgan, Aylak Adam’daki başarısını Anayurt Oteli’nde de geliştirerek sürdürür.

Mekân olarak Manisa’da Anavatan Oteli ve onun kâtibinden esinlenerek yazdığı Anayurt Oteli’nin kurgusu, aynı adlı otelde kâtiplik yapan Zebercet adlı kahramanın ruhsal dünyasının açığa çıkarılması üzerine şekillenir.



Yusuf Atılgan, psikolojik romanlarda gerekli olan laboratuvar yönteminin bilimsel verilerini esas almasa da, kahramanına bu sonu hazırlarken, onun birkaç kuşak öncesinden başlayarak tanık olduğu ya da ilişki içinde olduğu insanlara kadar yaşamının her anını ayrıntılarıyla dikkate sunar.



En verimli çağında kaybettiğimiz Yusuf Atılgan’ın üzerinde öteki yazarlara göre biraz fazla durmamızın sebebi, geleneksel betimlemelerden, kurgulardan ve anlatma tekniklerinden farklı bir yol izlemesi ve yazıldığı yıllarda ülkemizde pek az romancı tarafından denenen bilinç akışı, iç konuşma, geriye dönüş, leitmotif gibi zıtlıklardan ve karşıtlıklardan yararlanması, geriye dönüş gibi modern anlatım teknikleriyle okuru ruhsal bakımdan sorunlu kişilerinin iç dünyasına çekmesidir.

Atılgan, dışarıdan duygusuz, donmuş, hareketsiz ve önemsiz gibi duran roman kişilerini sürpriz dokunuşlarla canlandırır. Onların yaşama karşı zayıf bağlarının nedenlerine ve niçinlerine, modern psikolojinin ve psikiyatrinin yöntemlerinden yararlanarak ya da iç dünyalarına ayna tutarak bilimsel açıklamalar getirir.

Atılgan’ın romanlarındaki amacı okuru bilinçaltının gizemli ve karışık dünyasında dolaştırmak ve görünen ile görünenin arka planındaki zıtlıkları ortaya dökerek okurda şok duygusu yaşatmaktır, bunu da başarı ile gerçekleştirmektedir. Atılgan’ı çağdaşı pek çok romancıdan farklı kılan da bu anlatım teknikleri ve bakış açısıdır.
MODERN, FANTASTiK VE POST-MODERN EĞiLiMLER

1980’lerden itibaren roman yazmaya başlayanlar, toplumsal sorunları ele almakla birlikte biçim ve sanat kaygısını ön plana çıkarırlar.

Bu değişimin temelinde Sovyet Bloku’nun çözülmesi, küreselleşme, toplumdaki yerleşmiş ahlâk normlarının değişmesi gibi dünyadaki gelişmelerin ve kuşak romancılarını politize olmaktan bir ölçüde uzaklaştıran 12 Eylül harekâtının etkisi olduğu açıktır.

Bu yeni açılımın gereği olarak, ele alınan konuların da birtakım zıtlıklara değil, buluşma noktalarına doğru kaydığı dikkati çeker. Artık, zaman, mekân, olay, anlatıcı gibi geleneksel biçim anlayışı dışında, yapısalcı dil kuramlarını esas alan yeni roman ögeleri olan simgeler, mitler, yeni imgelerle örülü bir sanat anlayışı, biraz el yordamıyla da olsa, romanda uygulama alanı bulmaktadır.

Romanlarda, anlatılan konudan ziyade nasıl anlatıldığı öne çıkmış, anlatım aracı olan dil, başlı başına romanın temel ögeleri arasında yer almıştır. Sözünü ettiğimiz bu açılımın uzantılarından romana gerçekçi olma endişesi dışında, bir kurmaca metin olarak bakan post-modern akımdan ve bu akımın temsilcilerinden kısaca söz edelim.

Batıda James Joyce, Franz Kafka, W. Faulkner.. gibi romancıların başlattığı modernist akım ile Vladimir Nobakov, Alain Robbe Grillet gibi yeni romancıların başlattıkları post-modern anlatım teknikleri biraz gecikmeyle de olsa Türk romancıları tarafından uygulanma fırsatı bulur.



ilk kez 50’li yıllarda Tanpınar’ın başlattığı klasik anlatma tarzlarının dışında romanın kurgusuna ve anlatım biçimine yönelik bu akımın en belirgin özellikleri klasik romanda yol gösterici aydın imgesinin yerine her şeyi bilmeyen sıradan bir insan tipini yerleştirmek; okuyucuyu bilinmezlik ve belirsizlik içine sürükleyerek çözümden kaçınmak; üst kültür ve alt kültür ayrımı na karşı çıkmak; esere sadece bir kurmaca, yazarın elindekilere ise malzeme olarak bakmak; bol bol gerçek dışına yer vermek; sanat ile gerçek yaşam arasındaki bağları koparmak; kurmaca olaylar yanında romanın yazılış serüvenini de romana konu etmek; okuru eserin içine çekerek kendi yorumunu ve sonucunu kurmaya

zorlamak; dili bilinene ve geleneksel anlatıma karşı kullanarak okuru metne yabancılaştırmak; yeri geldikçe roman kurgusunun dışına çıkarak roman kişisi ile okur arasında diyalog kurmak ve nihayet roman kişilerinin iç dünyalarındaki kar maşık ruh halini verebilmek için alışılmışın dışında farklı anlatım tekniklerine yer

vermek... olarak sıralanabilir.



70’li yıllarda Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar ve Tehlikeli Oyunlar romanlarında görülen post-modern akım, 80’li

yıllarda Yusuf Atılgan (Anayurt Oteli), Pınar Kür (Yarın Yarın, Bir Cinayet Romanı), Adalet Ağaoğlu (Bir Düğün Gecesi), Bilge Karasu (Kılavuz), Nazlı Eray (Arzu Sapağında inecek Var), Latife Tekin (Sevgili Arsız Ölüm),

Orhan Pamuk(Kara Kitap, Yeni Hayat..) tarafından başarıyla uygulandı.

Türe ironik bir üslupla yaklaşan Süreyya Evren’in Post-modern Bir Kız Sevdim romanını da burada anımsatalım.

Yukarıda adlarını sıraladığımız roman yazarları içinde Tanpınar’la başlayan ve Oğuz Atay’la sürdürülen özgün roman anlayışı çizgisinde Orhan Pamuk, Pınar Kür, inci Aral, Latife Tekin, Bilge Karasu, Adalet Ağaoğlu, Hulki Aktunç, Mustafa Miyasoğlu gibi adlar, çağdaş Türk romanına yeni ufuklar açacak gibi görülmektedirler.



Tüm eserlerinde kültürler arasındaki farklılıkları işlediğinden dolayı 2006 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Orhan Pamuk dur. -Okuyun bağam fuat abiler…..



Seksenli yıllardan itibaren Türk romancıları arasında anlatım teknikleri ve postmodernist yaklaşımlarıyla dikkat çeken Orhan Pamuk’un, II. Meşrutiyetten 12 Mart’a kadar bir zaman dilimi içinde bir ailenin yaşamını anlattığı ilk romanı Cevdet Bey ve Oğulları’ndan sonra yayımladığı Yeni Hayat romanı, onun bu alandaki yolunu da belirler.

Yolculuk ana izleği çevresinde gelişen roman, aslî kişinin okuduğu bir kitabın etkisinde kalarak daha önceki değerlerinden uzaklaşmasını, çevreye karşı duyarsızlaşmasını ve yolculuğa çıkmasını konu alır.

Tamamen üst-kurmaca bir özellik taşıyan Yeni Hayat’ta belli bir zaman ve yerden de söz edilemez. Anlatılanlar, belli bir zamanda değil, kahramanın iç dünyasında başlar ve biter.



Mekân ise, “Viranbağ”, “ışıktan bir ülke”, “dönüşü olmayan ülke”, “altın ülke” sözleriyle nitelenen “ölümle hayatın, anlam ile hareketin, zamanla rastlantının, ışıkla mutluluğun birbirine karıştığı” simgesel bir ülkedir.



Post-modern bir roman olan Yeni Hayat, alışılmış roman anlayışının biçim ve pratiklerinden ilk kopuşu da ifade etmektedir. Öykünün kendisinden ziyade öykünün anlatılması üzerinde duran roman, bir bakıma modern sanatın sınırlarını ironi ve nihilizmle yıkmaya çalışmaktadır.



Yine Orhan Pamuk, kahramanının iç evreninde yaptığı yolculuklardan ve bu yolculuklar sırasında verdiği mesajlardan, zaman içinde olgunlaşmış, belli bir kıvama ulaşmış değerlerden hareketle başarılı bir roman yazılacağının da yolunu göstermektedir.

Orhan Pamuk’un bir babaanneyle torunlarının ilişkileri üzerine kurulan ve birbirine zıt görüşleri olan kahramanlarının iç dünyalarını ve birbirlerine yabancılaşmalarını sorgulayan romanı Sessiz Ev’in ardından yayımlanan Kara Kitap romanı da romancılığımız açısından üzerinde durulmağa değer eserlerdendir.

Romanı yapısalcı bir dikkatle inceleyen Korkmaz’ın saptaması yerindedir. Ona göre Kara Kitap, “modern zihniyet ve teknolojik ilerlemenin kötücül bir faturası gibi Romanda yer alan kişiler, eşyalar/objeler ve kavramlar ayrıştırıldığında birtakım simgesel değerler olduğu ortaya çıkar. Romanın başında verilen fieyh Galib’i çağrıştı ran Galip, Mevlana’yı çağrıştıran Celâl ve Diyar-ı Kalb’i çağrıştıran şehrikalp gibi simgesel isimler ile okuyucu, Doğu anlatı türlerinin evreninde yolculuk yapacağını fark eder. Galip, romanda şehrikalp apartmanına gitmeye çalışırken okuyucu şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk’taki kişisi Aşk’ın Diyar-ı Kalb’e gitme serüvenini anımsar.

Galip ile Rüya’nın serüveninde Galip’in Hüsn ü Aşk’ı okurken Rüya’ya âşık olması gibi. Berna Moran’ın değerlendirmesiyle romanda Galip’in Rüya’yı ve Celâl’i aramak için istanbul sokaklarında gezinmesi, Hüsn ü Aşk ve Mantık’ut Tayr kahramanlarının yolculuklarını, ve bu gezinti sırasında verilen öykü parçacıkları ise Binbir Gece Masalları’nın, Kelile ve Dimne’nin anlatım tekniğini anımsatır.

Bu tekniği, Batı romanın kimi örneklerinde söz gelişi Ulysses’de, Odysseus’un serüvenleri, Mankenler Cehennemi diye tanıtılan gizli mahzenlerdeki çeşitli kimlikleri sembolize eden mankenlerle Dante’nin ilahi Komedya’sının Cehennem bölümündeki günahkârları, pavyonda toplananların birer öykü anlattığı sahne ile Dekameron’u- aramak da mümkündür; ama yazar, nedense bu kaynakları pek gündeme getirmek istemez.

Mantık’ut Tayr’da ve Hüsn ü Aşk’ta verilen yolculuk, kişinin yolculuk sırasında kendi ben’ini bulması, olgunlaşmasına hizmet eder.

Kara Kitap’ın aslî kişisi Galip ise yazarlık bilincine ulaşır, yazma yeteneğine kavuşur. Galip, şehrikalp apartmanına ulaştığında uzun zamandır aradığı Celâl’e dönüşür ve böylece gerçek kişiliğini kazanır, yani kendini bulur.

Doğu edebiyatına özgü motişerin kullanıldığı romanda verilen her değer, simgesel özellikler taşımaktadır.

Şeyh Galib’in Hün ü Aşk’ından Binbir Gece Masalları’ na, Attar’ın Mantıku’t Tayr’ına, Mevlâna’nın Mesnevi’sine kadar geleneksel metinlerin anlatım biçimleri, romanın da tekniğini oluşturmaktadır.



Romanın ana izleği ise günümüzde değerlerinden koptuğu için çevresinden soyutlanan, bu yüzden

de yalnızlaşan insanın kendini bulması, kendisi olması çevresinde şekillenir.



Yazar, bu zıtlığı Şehrikalp apartmanı aracılığıyla verir. Bu apartmanda dostlukların, sıcak aile ilişkilerinin yerini “yabancılaşma, kalabalıklaşma ve yığınlaşma” almıştır.



Kara Kitap, aslî kişisinin serüveni içinde görünen ile görünmeyen arasındaki zıtlık, düş ile gerçek, metin ile okur ilişkisi gibi edebiyatla ilgili pek çok sorun yanında taklide dayalı batılılaşma sorunlarını da gündeme taşır. Romanın bir yerinde verilen kitap kurdu Şehzade’nin öyküsü ile manken ustası Bedii Usta’nın serüveni içinde Türk kimliğinden uzaklaşmış kişilerin yozlaşma düzeyine dikkat çekilir.

Sonuç olarak Kara Kitap, tüm post-modern romanlarda olduğu gibi öyküden ziyade öykünün anlatım serüvenini işleyen tekniği yanında, geleneksel anlatı türlerinden yararlanarak modern bir roman yazılacağının da yolunu gösteren ve Türk

romancılığında yeni ufuklar açan bir romandır.



Yine Kara Kitap, “kişinin kendini arama/bulma çabasını, derin bir varlık olarak irdeleyen yazar, ayrıca; çevre-insan,

çevre-dünya sorunsalına da gönderme yaparak, insanı evrensel bir bütünlük içinde kavramaya çalış(masıyla)” üzerinde kafa yorulması gereken bir romandır.



Orhan Pamuk, tarihsel roman özellikleri taşıyan Beyaz Kale’de Osmanlı Devletinin görkemli dönemlerinde Venedikli bir bilim adamının ilgi alanları ve görünüşü bakımından kendisine çok benzeyen bir Türk’ün önce kölesi sonra dostluğunu ve güvenini kazanarak danışmanı oluşunu, birbirlerini kültürleriyle etkilemelerini, Beyaz Kale’nin fethini gerçekleştirecek silah tasarımlarını ve bu yolda düşsel serüvenler yaşamalarını anlatır.

Doğuya özgü metaforlardan yararlanarak düş ile gerçeğin sınırlarını bulmaya çalışan ve varlık problemini sorgulayan Beyaz Kale ve konusunu Doğu Anadolu’nun sınır kentlerinden birinde geçen aşk öyküsünden alan Kar romanları, yazarın arayışlarını sürdürdüğünü göstermesi bakımından dikkate değer.

Toplumsal sorunları ve bu sorunlar içinde yer tutan kadınların bireysel dertlerini ele alanlardan biri de Pınar Kür ’dür. Çağdaş kadın yazarların yaptığı gibi kadınların eylemci yanlarını öne çıkaran Kür, onların özgürlüklerini elde etmeleri için sadece sınıfsal mücadeleyi yeterli görmez, bunun yanında siyasal çatışmalara da işaret eder.

Romanlarında yaşadığı zamandan ve mekândan şikâyet eden kişilerinin iç dünyalarındaki huzursuzlukları, birtakım açmazları, yalnızlıkları birey-toplum değerleri uyuşmazlığında ele alır.

Pınar Kür’ün ‘Çağına tanıklık eden romanlar’ başlıklı ünitede tanıttığımız, 12 Mart döneminin olumsuzluklarını anlattığı Yarın Yarın romanı dışında; konusunu bir süre aralarında bulunduğu tiyatro çevresinden aldığı ve sanat-insan ilişkilerini öyküleştirdiği Küçük Oyuncu ile müstehcen olduğu iddiasıyla kovuşturmaya uğrayan ve bir süre yasaklanan Bitmeyen Aşk romanlarından sonra kaleme aldığı iki romanı, onun romancılığındaki yerini belirlemesi bakımından, üzerinde durulmaya değer.

Pınar Kür, 1979 yılında yayımladığı Asılacak Kadın romanı, cinsel bakımdan sömürülen ve sonunda cinayete sürüklenen genç bir kadının, Melek’in serüvenini konu alır.

Asılacak Kadın, kısaca, cahillik, bencillik, bağnazlık, kimsesizlik ve çaresizliğin kıskacındaki bir genç kadının hüzünlü yaşamı nın öyküsüdür.

Pınar Kür, Asılacak Kadın’dan on yıl sonra polisiye türünün tekniklerinden yararlanarak kaleme aldığı Bir Cinayet Romanı’nda bir yandan okuru, türün gereği olarak, heyecanlandırırken; öte yandan kurmaca metin ile gerçeklik arasındaki ince çizgiye dikkati çeker.

Ancak romanın benzerlerinden ayrılan en önemli yanı, hem içinde bir cinayet işlenen olaya, hem de türe özgü söz kalıplarına, anlatım tekniğine ve oluşum serüvenine yer vermesi.



Romandaki olayların Moran’ın söyleyişiyle bir “iç-roman” diye niteleyeceğimiz “Ölümün Vazgeçilmez Çekiciliği” adlı

başka bir romanın yazılışı ile iç içe/bir arada yürütülmesi, romanı bir üstkurmaca metin hâline getirir.



Kür, dış dünyayla ilintili yaşamı değil, anlatının serüvenini verir. Romanın sonunda sözünü ettiğimiz bu iç-roman tamamlanmaz ama bu romana katkıda bulunanların yazdıkları aracılığıyla, başta roman yazarı ve aynı zamanda romanın önemli kişilerinden Akın Erkan olmak üzere, farklı cinayet planları sunan öteki kişilerin de ruhsal dünyalarını tanıma fırsatı buluruz. Romanın asıl yükünü dedektif görevi üstlenmiş Emin Köklü çekmektedir.

Yazar kimi zaman okuru şaşırtmak için simgesel adlardan yararlanarak romanı “kurmacanın çözümlendiği bir dedektif romanı” haline sokar.

Buna göre romanın ikinci katmanındaki kurmaca dünya, yani Bir Cinayet Romanı’nın dünyası, üçüncü katmana

göre gerçek bir dünya olarak sunuluyor okura.

Bir çeşit cinayet romanı yazarlığından doğan ve rekabete dayalı bir mücadele. Akın, geçmişte yaşadığı kadınlık onurunu zedeleyen bir olay ile bağlantılı olarak romanını kurgularken; matematik profesörü Emin Köklü onun geçmişini bildiği için ona şantaj yaparak evlenmeye zorlar.

Bir Cinayet Romanı, tüm post-modern romanlarda olduğu gibi “çok sonuçlu ya da sonuçsuz bitişiyle; yazarla tartışan, rollerine itiraz eden, romanı ele geçirerek yazarın kendisini roman kişisine dönüştürmek isteyen karakterleriyle” romancılığımız için önemli durak noktalarından biridir.





Yazarın Bir Cinayet Romanı’nın bir çeşit devamı niteliğindeki Sonuncu Sonbahar ve uzun bir aradan sonra yazdığı son romanı Cinayet Fakültesi’nde yine bir cinayetin çözümlenmesi çevresinde postmodern üslup ve biçim endişesi ön planda.

Kişiler, Yarın Yarın’dan, Bir Cinayet Romanı’ndan tanıdık insanlar. Kimi zaman birbirleriyle bağlantılı, kimi zaman farklı ortamlarda geçen karmaşık olaylar yumağı içinde bu kez emekli olup köşesine çekilen matematik profesörü dedektif Emin Köklü yine cinayet çözme görevini üstleniyor.

Türk romanında farklı bir ekolü temsil eden Bilge Karasu , öykücülükle romancılığı bir arada yürüttüğü eserlerinde sevgi, dostluk, tutku, korku, ölüm, bireyin ezilmesi, inanç ve baskı çatışması, başkaldırma ve boyun eğme gibi

temel izlekleri özgün bir söz dizimiyle işler.



Karasu, uzun öykü hüviyetindeki Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’nda adeta kendi içine bir yolculuk yaparak okuru

kendi yanına çeker.

Masal olarak adlandırdığı Göçmüş Kediler Bahçesi’nde korkular, acılar içinde bunalan kişisini masalların gizemli dünyasında yücelterek yeniden var olmanın hazzını ve yolunu sezdirir.

Birbirinden bağımsız gibi görünen ama bütüncül açıdan bakıldığında fantastik bir roman izlenimi uyandıran Göçmüş Kediler Bahçesi imgesel anlatımın tüm özelliklerini bünyesinde taşır.

Karasu öteki eserlerinde olduğu gibi küçük ayrıntılara inen dikkatiyle, iç içe bölümlenen ve çoğalan imgesel uzantılarıyla ve hepsinden önemlisi dilsel şöleniyle bir oyun oynar okuruyla. Ama tüm eserlerinin derin yapısı, ölüm ana izleği ve ölüm ile ilgili çağrışımsal izleklerle örülmüştür. Yazarın yazgısıyla da paralel olarak ağır ağır yaklaşan ölüm her satırda okura sezdirilir.

Okur, ironi ile saçmanın bir arada yürütüldüğü silik bir alanda ve puslu bir havada iz sürmeye çalışır; ama bir süre sonra izler birbirine karıştığından ya da bilinçli olarak ortadan kaldırıldığından bilinmezler dünyasının içinde korkulu ve sonu belirsiz bir serüvene girer.

Karasu, hakkında çok konuşulan romanı Gece’de düş ile gerçeği birleştirir. Anlatılanların yer yer yazarın yaşam öyküsüyle örtüştüğü romanda eylemden çok düşünce ön plandadır; ama, olayların akışı içinde sezdirilen 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerini anımsayabilen okurlar, anlatılanların gerçek yaşamla yakından ilgili olduğunu kolayca fark edebiliyor. Karasu sadece ülkemizin sorunlarıyla kendisini sınırlamıyor; gece işçilerinin yaptıklarını betimleyen cümleler, okuyucuyu baskı rejimlerinin evrensel tarihine götürüyor.

Eleştirmenlerin post-modern roman, kimilerinin “kilitli roman” olarak nitelediği Gece, simgelerin çok kullanıldığı kapalı bir romandır. Anlatılanların yorumlanması ve algılanması birtakım şifrelerin çözümlenmesine bağlıdır.

Romanın adı sadece günün bir dilimi olan bir zaman parçası değil, kapıların tekmelenip insanların sorgulamaya götürüldüğü, tutuklandığı bir dönemi de simgeler; hatta romanın sıkıntı, korku, ölüm, yalnızlık... gibi zengin bir imgelem dünyası da vardır.

Romanda kullanılan anlatıcılara gelince, Karasu bu konuda da farklı yöntemler dener. “Ben” ögesinin öne çıktığı romanda çoğu kez okuru da olayların içine katarak ben’in sorgulamasını yapar.

Roman, Gece/Gecenin Bekçileri ile Gündüz/Güneşin Hareketi gibi birbirine zıt iki zamanın çatışması üzerine kurulmuştur. Çatışmanın birinci halkasındakiler ikincileri yok etmeye çalışır. Ancak bu kutupluluk çoğu zaman iç içe verilerek gönderme yapılan dönemdeki kişilik parçalanmaları ve çözülmeleri yapılmaya çalışılır. Gecenin ve Gece Bekçilerinin saldığı korku, Gündüzü ve Güneşi de etkileyerek tüm zamana hâkim olur. Gece, gücünü her şeyi gizleyen ve görünmez kılan karanlığı n gücünden alır. Korku, bu güç sayesinde büyür ve yaygınlaşır.

Karasu, fazla öne çıkarmasa da gece ile ölüm korkusunu vermeye çalışmıştır. Yirmi dört saat ile sınırlanan bu zaman dilimi insan ömrü ile karşılaştırıldığında, öğlenden sonrası, ölüme adım adım yaklaşılan bir dönemdir. Gece ise bu adımların sıklaştığı ve ölüm korkusunun yoğun olarak duyulduğu bir zaman parçasıdır. Bu yüzden Gece’de betimlenen yerler, soğuk ve kasvetlidir. Yoğun bir şekilde sıralanan sıfatlar, gündelik yaşamın bir parçası hâline gelmiş korkuyu bütün acımasızlığıyla sezdirir.

Karasu’nun Gece’de denediği tekniklerden biri de farklı anlatıcılar kullanmasıdır.

‘Kapalı’ metinlerin yazarı olarak tanınan Karasu, bir cambaz gibi âdeta dille oynar. “Her tümce yaşamla birlikte biter” düşüncesinden yola çıkarak, ikinci Yeni’cilerin şiirde yaptıklarını roman ve öykülerinde gerçekleştirir.

Karanlıklarla örülü Gece’nin gerçeğinde dilin gündelik sınırlarının dışına çıkarak düş gücünün ve anlatımın sınırlarını zorlar. Karanlık ortamda dilin kıpırdanışını sezdirir.

Bilge Karasu’nun son romanı Kılavuz, polisiye ve fantastik unsurların kullanıldığı üstkurmaca bir romandır.

Anatar kelime ;Uğur ve Mümtaz

Romanı “fantastiği içeren ve tür olarak gotik ile polisiye karışımı bir anlatı” olarak niteleyen Berna Moran’a

göre Kılavuz’u bilinen gerçekçi romanlardan ayıran iki önemli özelliği var: Biri “anlatının kurmaca olarak kendi üzerinde duran üst kurmaca yönü”, diğeri “insan ilişkilerine eğilen yönü”.



Bilge Karasu, birtakım fantastik, gizemli ve doğaüstü/şaşırtıcı olaylarla yüklediği romanını okunabilir kılmak ve gerilim unsurunu canlı tutmak için bir yandan polisiye romanların klasik yöntemlerinden/motiflerinden/simgelerinden yararlanmı ş, bir yandan da Kılavuz’un labirentlerinde dolaştırmak suretiyle okuru kurmaca dünyanın içine katmıştır.

Karasu, polisiye romanların zıddına gizemli olayların tamamını çözümlemeyerek gerçeğin sorgulamasını da yapar. Karasu’nun romanını benzerlerinden ayıran bir başka özelliği ise, kurmaca içinde bir başka kurmacaya yer vermesidir.

Romanlarında klasik anlatım tekniklerinden saparak bilinç akışı, iç monolog gibi yeni anlatım teknikleriyle kendine özgü bir yol tutturan Adalet Ağaoğlu, ilk romanı Ölmeye Yatmak’tan itibaren yayımladığı Fikrimin ince Gülü, Bir Düğün

Gecesi (Sedat Simavi Vakfı ödülü 1979, Orhan Kemal ve Madaralı Roman Armağan1980), Yaz Sonu, Üç Beş Kişi, Hayır, Ruh Üşümesi, Romantik Bir Viyana Yazı ve Gece Hayatım’a kadar tüm romanlarında toplumun değişik katlarından seçtiği kişileri aracılığıyla 1950’li yıllardan itibaren Türk toplumunda görülen sosyal ve düşünsel

değişiklikleri, toplumun alt katlarındaki kişilerin, özellikle çağdaşlaşma sürecindeki kadınların yaşam serüvenleri içinde iyi hazmedilmemiş yozlaşma düzeyindeki batılılaşmayı, köksüz ve özümsenmemiş modernizmi, kaba sloganlara dayalı

ulusçuluğu, 12 Mart’ın, 12 Eylül’ün demokratik olmayan uygulamalarını, sömürü aracı olarak kullanılan sermaye birikimini, Avrupa ülkelerine çalışmaya giden gurbetçiler ve sorunlarını, 70’li yıllardan itibaren uzun zaman gündemi tutan sağ-sol çatışmalarını eleştirel gerçekçi bir yaklaşımla biraz da ironik bir anlatımla ele alır. Bu çıkacak…!!!!



Ağaoğlu’nun romanları arasında anlatım tekniği bakımından önemli bir yeri olan Bir Düğün Gecesi’nden kısaca söz edelim. Moran’ın da yerinde saptadığı gibi roman, bir yanıyla 12 Mart dönemini işleyen romanlar arasında yer almasına rağmen daha çok modernist özellikler taşır.

Romanda 70’li yıllarda Türk toplumunun genel bir tablosunu sunan Ağaoğlu, dönemin askerden bürokrata, iş adamından avukata devrimcisinden gericisine kadar farklı üst düzey görevlerde bulunmuş, farklı dünya görüşlerine sahip tiplerini bir düğünde buluşturur. -Özkan müdüre kulak verin fuat abiler sınavda çıkar 5 paun benden hadi…!!!

ilerici-gerici kutupluluğu üzerine kurulmuş romana asıl estetik boyut kazandıran, konusundan ya da yapısından ziyade anlatıcıyı tamamen ortadan kaldıran ve onun yerine Türk romanında belki ilk kez “bağımsız iç konuşma” yönteminin denendiği anlatım tekniğidir.

Bir düğün gecesi anahtar kelimeler : Üniversitede iktisat profesörü, ve ömer

Ağaoğlu zaman zaman bu iç konuşma yönteminin sıkıcılığını hafişetmek için anı defterinden yararlanır.Bununla yazar, 70’li yıllar Türkiye’sini simgesel olarak temsil eden bu insanların kuşku ve tedirginlik içinde bulunduklarına, aralarında iletişim kopukluğu olduğuna da işaret etmektedir.

Ağaoğlu romanında farklı zihniyetteki insan panoraması çizmesine rağmen sağ-sol diye iki kutuplu bir çatışma üzerine kurar romanını. Ama onun asıl amacı, sağcılardan çok sol görüşlü aydınların içinde bulundukları durumu, yanılgılarını ve açmazlarını vermektir.

Bu yüzden sağcı ya da romandaki nitelemesiyle “gerici” olarak tanımladığı kişileri yüzeysel ve kabaca tanımlamaktan ileri gitmez. Kimi zaman da yine asli kişi Ömer’in zihinsel konuşmalarıyla genel bir panorama çizilir.

Ağaoğlu’nun iç dünyalarını ayrıntılı olarak ve iç konuşmalarıyla bize sundukları ise, devrime inanmış ama aynı düşünceyi paylaştıkları kişilerin ihanetine uğramış ya da dışlanmış ve yalnız bırakılmış kişilerdir.

Tüm kişilerin değişik ölçeklerde eleştirisinin yapıldığı romanda tek olumlu tip, emeğiyle geçinen kendisi gelmeyip düğün salonuna gönderdiği kır çiçekleriyle katılan solcu Ali Usta’dır.

Ağaoğlu, romanın sonunda iki önemli izleği ön plana çıkarır: “iletişimsizlik” ve iç-dış uyumsuzluğundan kaynaklanan “karşıtlık”. Bu düşüncesini kişilerin iç konuşmayı benimsemeleriyle de sezdirir.

Nitekim roman kişilerinin hepsi birbiriyle çatışma halindedir ve aralarında iletişim eksikliği vardır. Tüm bu olumsuzluklara rağmen romanın sonlarına doğru karamsarlığın yerini kısmi bir iyimserliğe bırakması, yazarın “ben” yerine “biz”e yöneldiğini göstermektedir.

Ağaoğlu’nun tipik bir 12 Mart romanı olan Ruh Üşümesi romanında, iç konuşma ve bilinç akışı gibi anlatma teknikleri, sahneleme gibi gösterme teknikleri yoluyla birbirini tanımayan bir kadın ve erkeğin bir lokantada ayrı ayrı masalarda birbirleriyle ilgili hayal kurmaları, ancak geçmişteki olumsuz deneyimlerinden dolayı bu hayallerinden vazgeçmeleri anlatılır.

Adları verilmeyen kadının ve erkeğin iç konuşmalarından geçmişte 12 Mart öncesi olaylara karışmış, hayal kırıklıkları, acılar yaşamış ve yaptıklarının diyetini fazlasıyla ödemiş oldukları anlaşılıyor. Ağaoğlu, çağdaş Türk roman ve öykü yazarlarının zaman zaman denedikleri bu anlatım tekniklerini farklı ve modern anlatım teknikleriyle destekleyerek ve zenginleştirerek anlatımına özgünlük kazandırmıştır.Romanlarını farklı kılan geliştirilmiş bu iç konuşma tekniğidir.

Şiiirsel üslûbuyla ve geleneksel anlatma formlarından yararlanarak oluşturduğu özgün anlatım tekniğiyle kendinden söz ettirenlerden Latife Tekin, geçmişten günümüze uzanan çizgide meydana gelen daha çok popüler ve tartışmaya açık konular üzerine oturttuğu siyasal içerikli romanları ile dikkat çeker.

Dış dünyadan gözlemleriyle elde ettiği verileri bilinen anlamlarından soyutlayıp onlara yeni anlamlar yüklediği Berci Kristin Çöp Masalları’nda yoksulluğu metaforik dil malzemesiyle ve masal ögeleriyle zenginleştirerek sunar.

Unutma ve anımsama üzerine kurguladığı son romanı Unutma Bahçesi’nde ise yine aynı anlatım yöntemlerini kullanarak yazıldığı dönemin sanat ortamını ve siyasal olaylarını ele alır.

Onun Gece Dersleri, Buzdan Kılıçlar, Aşk işaretleri dışında yayımlandığı yıllarda fantastik anlatı yöntemini kullandığı için çok eleştiri aldığı Sevgili Arsız Ölüm romanı anlatım teknikleri bakımından üzerinde durulmaya değer.

Yazar bu romanında kentin kenar semtlerinde fabrika atıkları, çöp yığınları içinde yaşamlarını sürdürmeye çalışan köyden göçmüş bir ailenin hurafelerle şekillenmiş yaşamını, zamanla aydınlanan bireylerinin aileden kopuşunu ironik bir üslupla anlatır.

Kendisiyle yapılan bir masabaşı konuşmasında amacının, sadece geleneksel anlatma formlarını modern romana uyarlayarak “yeni bir biçim geliştirme” den ibaret olduğunu söylemektedir ki Sevgili Arsız Ölüm’ü klasik romana özgü

anlatma tekniğinden ayıran da bu özelliğidir. Anahtar kelime :huvat ailesi ve dirmit.

Geleneksel anlatma formlarında zamanın ve mekânın önemsiz olduğunu, kişilerin ruhsal durumlarını vermekten ziyade eylemlerinin anlatıldığını, ayrıca olayların sebep sonuç ilişkisine göre kurgulanmadığı nı biliyoruz.

Latife Tekin’in romanında da klasik romana özgü bu tür unsurların önemini yitirdiği belki arka planda kaldığı görülmektedir.



Gürsel Korat’ın anlatımıyla Latife Tekin’in romanlarında “masal diliyle roman dili, devrimci söylemle dindar söylem dramatik kurgunun alışılmış akışı dışında çağrışımsal diziler halinde akıp gidiyor ve tamamen kendine özgü özel bir söylev düzeni oluşturuluyor.



Edebiyatımıza fantastik gerçekçilikle giren Nazlı Eray, 1981 yılında yayımlanan ilk romanı Pasifik Günleri’nden son romanı Sis Kelebekleri’ne kadar düş ile gerçek arasında daha çok fantastik gerçekçiliğin gizemli ve düşsel dünyasına götürür okuru.

imparator Çay Bahçesi ve Aşkı Giyinen Adam’da okuru düş ile gerçeğin kesiştiği birbirinden tamamen farklı mekânlarda, düş ülkelerinin sisli ve gizemli labirentlerinde dolaştırarak varlık sorununu ve ötesini sorgular.

Eray’ın fantastik ögeleri yoğunlukla kullandığı romanlardan biri de Arzu Sapağında inecek Var adını taşır.

Anahtar kelime : Mari Antoinette, Nevyork, Cinci Hoca

Nazlı Eray, ödüllü romanı Aşkı Giyinen Adam’da (Yunus Nadi Edebiyat ödülü) tarot kartları aracılığıyla fantastik gerçekçiliğin farklı bir yansımasını sunar okura.

Elyazması Rüyalar’da fantastik ile ironiyi dış dünyanın gerçekliğiyle uzlaştırmaya çalışan Eray, Ayışığı Sofrası’nda okuru düş gücünün sınır tanımaz evreninde gezdirir.

Bundan yaklaşık iki bin yıl önce bir mağarada üç yüz yıl uyuyan ‘Yedi Uyurlar’ı günümüz Ankara’sına taşır.

Masal motişerinden ve düşsel fantezilerden yararlanarak oluşturduğu Uyku istasyonu’nda gerçek ile gerçeküstünü bir araya getirerek farklı bir dünya kurar.

Otobiyografik karakterli son romanı Sis Kelebekleri’nde güncel ile tarihi, düş ile gerçeği bir noktada buluşturur: Ankara/Mamak’ın iç karartıcı mekânlarından Sinop’un cezaevini anımsatan bir otel odasına kadar uzanan bir yolculuk.

Ünlü Sinop Cezaevi’nden ve burada bir süre kalmış olan dedesinden öteki bilinen ünlü tutuklulara kadar pek çok insan kalabalığı ve bu insanların yaşam serüvenleri... çağrışımsal olarak okura izlettirilir.



Eray’ın sağlam kurgulu ve zengin düş gücüne dayanan öteki romanlarının adları şöyle: Orpheé, Deniz Kenarında Pazartesi, Aşk Artık Burada Oturmuyor, Ay Falcısı, Kuş Kafesindeki Tenör, Yıldızlar Mektup Yazar, Uyku istasyonu, Aşık Papağan Barı, Örümceğin Kitabı.

Yetmişli yıllardan itibaren Nezihe Meriç’in, Ayla Kutlu’nun, Sevgi Soysal’ın, Füruzan Tekil’in, Pınar Kür’ün başlattıkları kadın sorunlarını işleyen roman yazma modasına inci Aral da katılır.

ilk romanı Ölü Erkek Kuşlar (Yunus Nadi Roman Ödülü-1991) ve Yeni Yalan Zamanlar’da kadın duyarlığını, kadın kimliğini, geleneksel ahlâkî değerler karşısındaki özgürlük sorunlarını ve erkeklerle olan ilişkilerini yalın, akıcı ve dilsel bir oyun haline getirdiği şiirsel üslupla anlatır.

Aral’ın üç yıl aradan sonra yayımladığı olumlu eleştiriler alan Hiçbir Aşk Hiçbir Ölüm romanı, gençliğini hoyratça harcamış ve yaşlandıkça kendisiyle hesaplaşmaya başlamış bir anne ile aldatıldığı için boşanmanın eşiğinde bulunan kızının kırılma noktasındaki ilişkilerini konu alır.

Yazar, bu iki kadını ve ilişki içinde oldukları erkekleri mutsuz eden sorunları zengin içsel konuşmalarla sorgularken, yaşamları bir yerde kesişen farklı yaşam felsefelerine sahip bu kişileri ölüm gerçeğinde buluşturur.

Bir ilaç firmasının ‘siparişi’ üzerine kaleme aldığı, bir kadının menapoz dönemini anlatan otobiyografik karakterli içimde Kuşlar Göçüyor’dan sonra yayımladığı Mor’da 68 kuşağının ateşli solcusu, 80 sonrasının ise önemli iş adamı ilhan’ın yaşamının olgunluk döneminde kendisinden otuz yaş küçük bir genç kızın yasak aşkına yönelişi ve tekdüze bir hal alan evliliğini sonlandırma çabalarını konu alır.

Düşsel romanlarıyla ünlenen Buket Uzuner, ilk romanı iki Yeşil Susamuru Anneleri, Babaları, Sevgilileri ve Diğerleri adını taşıyan romanında okuru bir kadının düşsel ve fantastik dünyasına götürür.

Roman adını, Hint kökenli İngiliz H. H. Munro’nun, insanlar ölünce dünyadaki yaptıklarına ve kişiliklerine göre

alt sınıftan bir canlıya dönüşecekleri, öykü kişisini bir susamuru olmak istediğini söylediği Laura adlı öyküsünden alır.

Romanda anahtar kelime : nilsu,teo

iki Yeşil Susamuru’nun devamı niteliğindeki Kumral Ada-Mavi Tuna romanının olay örgüsü, birbirine paralel iki çizgi üzerinde gelişir.

Hem asli kişi Tuna’nın sonsuz aşkı, hem onun bilincini romanın sonuna kadar sürekli meşgul eden iç savaş kâbusu birlikte yürütülür. Roman, geri dönüşlerle ve metaforik bir anlatım tekniğiyle, farklı seslere yer veren polifonik yapısıyla, Türk aydının önemli bir problemini oluşturan yurtseverlik, ulusalcılık gibi söylemlerin içini sevgi ve düşünce ile doldurduğu modern bir ulusçuluğu sezdiren düşünce yapısıyla okurun karşısına çıkar.

Buket Uzuner’in Uzun Beyaz Bulut-Gelibolu romanı, adını, Anzakların ataları Maorilerin dilinde geçen Aotearoa sözcüğünden, konusunu ise Yeni Zelanda’dan gelen Viki adlı bir genç kadının Çanakkale Savaşlarında pek çok yararlıklar göstermiş bir Türk gazisinin kendi dedesi olduğunu iddia eden ve söz konusu gazinin torunu avukat Ali Osman ile aralarında başlayan aşktan alır.

Uzuner, roman ile ilgili olarak kendisiyle yapılan söyleşilerde pek çok araştırmanın sonucunda oluşturduğu bu romanda zaman zaman gündeme getirdiği ulusalcılık ve emperyalizm arasındaki kutupluluğu sezdirirken, hem ulusalcılığın dar kabuğunu kırar hem de aynı kişiyi kahraman ilan eden iki ulusu ortak paydada, insanlığın evrensel değerlerinde birleştirir.

Roman tekniği açısından olay örgüsünün iki farklı kimliği temsil eden iki kahramanın bakış açısı ve serüveni içinden ortak değerler çıkarırken kaba, içi boşaltılmış sloganlara dayalı ulusalcı söylemlerle ulusal bütünlüğün korunamayacağı nın da altını çizer.

ilk romanı Pinhan’ı 1997 yılında yayımlayan Elif Şafak , aldığı Mevlâna ödülüyle hem bu türdeki yeteneğini kanıtlar, hem de izleyeceği yolu belirler. Tarih ile fantezinin karıştığı kimi eleştirmenlerin “masal” olarak niteledikleri Pinhan’ı değerler çatışması yaşayan ve bunalan kent insanının iç çatışmalarını işlediği Şehrin Aynaları, Mahrem (2000 TYB roman ödülü) izledi.

2002 yılında yayımlanan Bit Palas’ta Memduh Şevket’in Ayaşlı ve Kiracıları romanında yaptığı gibi Bonbon Palas adını verdiği bir mekânda farklı amaçlar için buluşan insanların kişilikleri, birbirleriyle ve çevreleriyle olan ilişkileri, içsel serüvenleri aracılığıyla günümüz Türkiye’sinden farklı ve çarpıcı insan manzaraları sunan şafak, Araf’ta kimlik bunalımını ve çatışmasını ele almaktadır.

ilkin ingilizce sonra Türkçe yayımlanan ve olumlu olumsuz pek çok eleştiriye hedef olan Araf romanı, merkezde doktora yapmak üzere ABD’nin Boston kentine gelen Ömer Özsipahioğlu olmak üzere farklı din, çevre ve kültürel kimliklere sahip, farklı mizaçlardaki roman kişilerinin eğitim için geldikleri bu ülkede yaşadıkları serüvenleri ve bu serüvenleri sırasında kendilerine yabancılaşmalarını işler.

Son romanı Baba ve Piç’te ise geçen yüzyılın başlarına kadar uzanan geniş bir zaman koridoru içinde, yıllar önce ABD’ye yerleşmiş Ermeni bir ailenin, ‘öteki’nin bakış açısından günümüz Türkiye’sine göndermelerde bulunur.

Öykü ve romanları yabancı dile çevrilmiş olan Nedim Gürsel , ilk romanı Uzun Sürmüş Bir Yaz’dan (1976 TDK roman ödülü) başlayarak bütün eserlerinde farklı anlatım tekniklerini denemesiyle ve şiirsel üslubuyla dikkati çeker.

DK roman ödüllü Uzun Sürmüş Bir Yaz’da roman kişileri 12 Mart uygulamalarının bireylerin ruhsal dünyalarında yaptığı olumsuz etkilerinden/yıkımından çocukluklarının büyülü dünyasına sığınarak kurtulurlar.

Gürsel, konusunu ilk gençlik dönemi aşklarından, avarelik yılları serüvenlerinden alan yarı otobiyografik romanı ilk Kadın’da okurunu otantik ve tarihsel dekoru içinde istanbul’un şiirsel iklimlerinde dolaştırır.

Konusunu istanbul’da geçen bir aşktan alan ve yan yana iki çizgide geliştirilen tarihsel romanı Boğazkesen (Fatih’in Romanı)’de bir yandan Fatih’in döneminden aydınlık rüzgârlar estirirken, bir yandan da Fatih’in özel yaşamını tartışmaya açar.

Boğazkesen’in bir çeşit devamı niteliğinde olan Resimli Dünya’da ise Fatih’in resmini yapan ünlü italyan ressam Gentile Bellini’nin resminden yola çıkarak okurunu dönemin Venedik’i ile istanbul’unun düşsel dünyasında dolaştırır.

Biyografi yazarı olarak ünlenen ve öyküleme tekniğini kullanan Ayşe Kulin, biyografi karakterli ilk romanı Adı Aylin’de kökleri Giritli Mustafa Naili Paşa’ya kadar uzanan bir ailenin kızı olan Aylin Devrimel’in prenseslikten ABD ordusundaki albaylık görevine uzanan fırtınalı yaşamını; aynı tarz ve teknikteki Füreya’da ilk kadın seramik sanatçısı Füreyya’nın renkli ve zengin ayrıntılarla dolu yaşamını, Boşnak-Sırp çatışmasının bir fon olarak kullanıldığı Sevdalinka’da ise kadı n kahramanının bakış açısından ele aldığı kadın erkek ilişkisini, bu ilişkilerden doğan yanlış evlilikleri, pişmanlıkları... Türkiye’nin son yirmi beş yıldaki sosyal ve siyasal olayları çevresinde öyküleştirir.

Yazarın belgesel roman özelliği taşıyan Köprü romanı, Doğu illerimizden Erzincan’da farklı inançlara sahip iki insanın, Mevlüt ile Elmas’ın ilişkileri çevresinde Kemaliye köprüsünün yapım aşamaları, Başbağlar’a yapılan terörist saldırılar ve köprü yapımını gerçekleştirmek için Erzincan valisinin bürokrasi ile yaptığı mücadelelerini anlatır. Sınavda çıkacak.!!!!



son romanı Nefes Nefese’de ise ikinci Dünya Savaşı sırasında yüzlerce Yahudiyi soykırımdan kurtaran Türk diplomatlarının özverili çalışmalarını, Demokrat parti iktidarının baskıcı uygulamalarını ve 27 Mayıs ihtilalini Ortaçlı ailesinin bireyleri arasında geçen bir aşk öyküsü çevresinde işlemektedir.

Son romanı Gece Sesleri’nde ise Egeli bir ailenin kırk’lı yıllardan itibaren birkaç kuşağı içine alan ve günümüze kadar uzanan çizgide yaşadıkları aile içi sorunlarını; birbirleriyle ilgili itiraf edilmemiş duygularını, pişmanlıklarını, sevgilerini ve düşmanlıklarını; yine bu dönemin siyasal ve sosyal olayları içinde yoğurarak romanlaştırır.
YENi ARAYIşLAR: FANTASTiK, BiLiM-KURGU, POLiSiYE ROMANLAR

1980 sonrası Türk romancılarının en belirgin özellikleri arayışlar içinde olmalarıdır.

Bunun sonucu olarak işlenen konudan anlatım tekniklerine, polisiyeden fantastike ve bilim-kurguya kadar farklı eğilimler romanlarda yankısını bulur.

Bu türde eser verenler ihsan Oktay Anar, Enis Batur, Can Eryümlü, Hikmet Temel Akarsu, Nazlı Eray dır.

Felsefeyi edebiyata sokan ihsan Oktay Anar, Puslu Kıtalar Atlası,Kitabü’l Hiyel, Efrasiyab’ın Hikâyeleri, Amat ve Suskunlar adlı romanları ile, hem kurgu hem de felsefi söylemleri bakımından kısa zamanda dikkatleri üzerinde toplamayı başarır.

Biri dışında konularını tarihten alan bu romanlardan Puslu KıtalarAtlası’nda Descartes’in Yöntem Üzerine Konuşma adlı eserinden yola çıkarak kişilerininvarlık, yokluk, hiçlik... üzerine yaptıkları düşsel yolculuklara; Kitab-ül Hiyel’de

okurun karşısına hayal-gerçek çatışmasına ve güç peşinde koşanların içinedüştükleri yanılgılara ve hayal kırıklıklarına yer verirken, üçüncü kitabı Efrasiyab’ın Hikâyeleri’nde de insan ömrünün sınırlı olduğundan hareketle hayatı güzelleştirip anlamlı kılan ve sevgiyi öne çıkaran düşünsel bir önerme sunar.

Amat veSuskunlar adlarını taşıyan son iki romanında ise iyi ile kötünün ebedi çatışması içinde sınırsız güç ve ölümsüzlük peşinde koşan açgözlü kişilerin acıklı sonlarını işlemektedir.



Anar’ın romanları adlarından kullandıkları dile, doğaüstü olaylara, dinsel ve alegorik unsurlara yer veren içeriklerine, düşünsel derinliğine, kişilerinin simgesel kimliklerine, geleneksel formlara ve söz kalıplarına yer veren üsluplarına, belli bir yere ve zamana bağlı olay örgülerine, ilk bakışta bağımsız gibi görünen ama sonradan ustaca birbirine bağlanan iç içe geçmiş öykücüklerine, yaşama sıkı bağlılığına, okuru olayların içine çekmesine, hatta mizahi ögelerle beslenen ironik üslubuna göre kimi zaman fantastik, kimi zaman polisiye, kimi zaman felsefi, kimi zaman tarihsel ama daha çok üstkurmaca bir nitelik taşırlar.
Romanlarda olaylar Binbir Gece, Kırk Vezir, Tutiname, Mantıku’t Tayr, Kelile ve Dimne gibi geleneksel anlatma formlarına uygun olarak düzenlenmiştir.

Romanların ilk bölümlerinde görülen olayların ağır ilerlemesinin doğurduğu tutukluk, yoğun biçimde kullanılan gülmece ögeleri ve ironilerle giderilirken; ilerleyen bölümlerinde güldürü ögeleri azalır, buna karşın düğümlerin birbirine bağlı veya bağımsız olarak tek tek çözülmesi, her şeye rağmen, eseri okunabilir kılar.

Anar’ın romanları, biri dışında tarihsel bir zemine oturmasına rağmen, tarihte geçen yaşanmış olayları ya da tarihsel sorunları ele almış değildir. Kişiler, nakilciler de dahil tarihte iz bırakmış kişiler değil, sıradan kurmaca dünyaya ait figürlerdir. Bu bakımdan romanlarda tarihten sadece bir atmosfer, bir arka plan oluşturmak için yararlanılır.

Anar, romanda gerilimi dengeli yürütür. Ana olaya bağlanan pek çok ikincil öykü, ana olayın sonlarına doğru gerilimi oluşturan entrik unsurun çözümünde birer anahtar görevi görürler. Bu bakımdan romanlar bir çeşit post-modern-polisiye özellik taşırlar.

Romanlar,ciddi konulara ironik ve parodik üslupla yaklaşması, okuru bilinenlere karşı yabancılaştırması, metinlerarası geçişlere yer vermesi, iç içe geçmiş öyküleri, olağanüstü ile gerçeğin sınırlarında dolaşan karmaşık olayları, görselliğiyle biçimsel kurguları ve metnin kurmaca olduğunu anımsatması ile üstkurmaca özellikler taşımaktadır.

Bir takım arayışlar içinde olanlardan biri de Enis Batur ’dur. Batur’un,“Fugue Sanatı üzerine bir roman denemesi” alt başlığını taşıyan ve Batı müziği formunagöre düzenlediği romanlar, kurgusu bakımından farklı bir deneme olarak

dikkati çeker.

Yazar, kimi eleştirmenlerin hem biçim hem de içerik açısından başarısız buldukları Acı Bilgi, “Örgü Teknikleri üzerine bir roman denemesi” altbaşlığını taşıyan Elma, “Sözümona Düzmece Bir Wilhelm Tell Hikâyesi” alt başlıklı Bir Varmış Bir Okmuş’tan sonra yayımladığı polisiye karakterli Kravat’ta kurmaca anlatının yapısını araştırmaya yönelik farklı bir anlatım tekniğiyle okurun karşısına çıkar. Anahtar kelime :Ercü ve AH nin kravat reklamı



Ben Zaman Tanrısı, Zamanın Bittiği Yer, Son Antlaşma, Sakız’ın Gözyaşları,Son Antlaşma, Can Eryümlü’nün yarı bilim-kurgu yarı fantastik ama daha çok mitolojiyi,masal ögelerini, efsaneyi ve tarihi belli bir coğrafyada harmanladığı romanlarının adır.

Yazar bu eserlerinde bilinen bilim-kurgu romanlarının zıddına ütopyasını gelecekte değil geçmişten kurar. Bilim adamı kimlikli kişilerini bir zaman makinesi marifetiyle geçmişe gönderir. Bunu yaparken Yunan mitolojisi başta olmak üzere Tevrat öykülerinden, Budizm, Maya dini ve eski Mısır dininden geniş ölçüde yararlanır.

Kişileri, zaman içinde dolaşırken; birkaç istisna dışında, tarihin akışına müdahale etmekten kaçınırlar.

Eryümlü, yapı ve anlatım tekniği bakımında uzun öyküyü anımsatan son eseri Kalimerhaba izmir’de Türk-Yunan çatışmasına karşı cepheden bakar. Bir zamanlar beraber yaşadığımız ama Lozan Antlaşması

sonrası ülkemizden ayrılan Yunanlıların ruhsal durumlarını, yeni vatanlarındaki yalnızlıklarını nostaljik sahneler içinde romanlaştırır. Kalimerhaba izmir bu özelliğiyle yıllarca aynı coğrafyada bir arada yaşamış iki toplumun birbirine düşman edilişlerinin arkasındaki sebepleri de sorgulamaktadır.

Eryümlü, öteki romanlarında olduğu gibi bu romanında da insanı n her yerde aynı olduğunu; farklı kimliklere, kültürlere mensup olsalar, farklı coğrafyalarda yaşasalar da insanın ortak yanlarının değişmediği gerçeğini vurgulamaya çalışır.



Kayıp Kuşak ve istanbul Dörtlüsü ana başlıklı fantastik, bilimkurgusal özellikler taşıyan seri romanlarından tanıdığımız Hikmet Temel Akarsu, bu eserlerinde antikiteye ait mitolojik konuları günümüz insanının yaşamına uyarlar. Onun özellikle bir dizi oluşturan Aseksüel Koloni ya da Antiope, Siber Tragedya ya da iphigeneia,Ölümsüz Antikite... gibi romanlarında Matrix’in ütopik felsefesinden, ya da George Orwell’ın Hayvanlar Çiftliği ve 1984’ünden yola çıkarak günümüz insanını esir alan siberpunk kültürü ve bu kültürün sebep olacağı olumsuz sonuçlar üzerinde düşündürmeyi hedefler.

Akarsu, bilgi çağı adını verdiğimiz bu dönemde bilgisayar, internet aracılığıyla bilgiyi kontrolünde tutarak özel yaşamı ve sırlarını ortadan kaldıran egemen güçlerin insanları nasıl tutsak aldığını işlerken; bir yandan da bu büyük güç karşısında örgütlenen “modern şövalyeler”in amansız mücadelelerine dayalı karşı ütopyalarını yaratır.



Bu roman denemelerine Kürşat Başar’ın deneme tarzında düzenlenmiş, çağrışımlarla ve anılarla beslenen sıradan düşünceleri birbiri ardınca ve aynı değerde sınırsız bir cümleymiş gibi sıraladığı Sen Olsaydın Yapmazdın, Biliyorum ile Celil Okur, Elif Şafak, Faruk Ulay, Murathan Mungan ve Pınar Kür’ün birinin bıraktığı yerden öteki devam ettirerek ve bir bölümünü yazarak oluşturdukları kendi kuşakları nın ortak değerlerinde birleştikleri Beşpeşe roman denemelerini de burada anmalıyız.
GENÇ KUŞAK ROMANCILAR YA DA 2000 SONRASI ROMANCILARI

Pek çok genç romancının ilk eserlerini verdiği 2000’li yıllar, Türk romancılığı açısından oldukça verimli yıllar olarak düşünülebilir. Her yıl gittikçe artan katılımlarla roman sayısının 2004’te 250’ye kadar ulaşması bu yargıyı doğrulamaktadır.

Sözünü ettiğimiz bu romancılardan kimileri edebiyatı içsel bir boşalma olarak gördüklerinden,çoklukla özyaşamöyküsel bir anlatım yolunu benimserken; anlatma sanatında neyin anlatıldığının değil nasıl anlatıldığının önem taşıdığı bilincinde olan kimileri de nitelikli romanlarıyla dikkat çekerler.

Bunun bilincinde olan 2000’li yılların romancılarından farklı adlar altında kümelendirdiğimiz Gökçen Yılmaztürk(Aralık Roman), Cahide Birgül Sesveren (Ah Tutku Beni Öldürür müsün?),Tahir Abacı (Adı Senfoni Kalsın)... başarılı anlatım teknikleri, modernist ve postmodernist akımlara bağlı sağlam kurgulu romanlarıyla uzun süre edebiyat ve sanat

dergilerinin gündeminde kalmayı başarırlar. Süheyla Acar (Yağmurun Yedi Yüzü),Tuna Kiremitçi (Git Kendini Çok Sevdirmeden, Bu işte Bir Yalnızlık Var), Nazan Bekiroğlu (Yusuf ile Züleyha), Ayşegül Devecioğlu (Kuş Diline Öykünen)...gibi kimileri kadın sorunlarını farklı bakış açılarıyla işleyen romanlar yazarken;

Mehmet Uzun (Dicle’nin Sesi), Handan Öztürk (Doğunun Çıplak Kadınları),Kaya Sancar (Aşkın ve Kaderin Kitabı)... gibi kimi yazarlar Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun bölgesel sorunlarını gündeme taşır;



Kemal Selçuk (Ay Aşkları), Halim Bahadır (Gördüm Dokundum ve Sevdim) uzun zamandır ilgi görmeyen Reşat

Nuri’nin başlattığı idealist öğretmenlerin Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki serüvenlerini konu alan romanlar yazarlar.



Barış Bıçakçı, (Herkes Herkesle Dostmuş Gibi,Bizim Büyük Çaresizliğimiz), Gaye Boralıoğlu (Meçhul), Tolga Gümüşay (PembeTuvalet), Erkan Karagöz (Rus Kızı Vasilisayla, Yüreğinin Seyirdiği Andır Aşk),Deniz Günal (Işıltılı Venüs), Yekta Kopan (içimde Kim Var?), Ali Ecer (Ayın En Güzel Hali), Aydilge Sarp (Altın Aşk Vuruşu), Attila fienkon (Ten Yükü, Bütün Düşler Nazlı’dır, Gökkuşağına iki Bilet), Bedirhan Toprak (Dün Gördüm Gece Bir Rüya)... gibi kimileri 80 sonrası idealleri, enerjisi tükenmiş, ümitlerini yitirmiş üniversite gençliğinin kimlik arayışlarını ve gelecek endişelerini işleyen romanlara yönelirler.

Bu başlık altında yukarıda farklı kümelenmeler içinde verdiğimiz romanlara ek olarak genç kuşak romancılardan Halil Gökhan’ın Konuşan Kadın’ını, Necati Göksel’in olumlu eleştiriler alan serüven romanı hüviyetindeki Hayat Askıda’sını, Osman Özbaş’ın şiirsel bir üslupla ve folklorik ögelerle donattığı Dağ Sürgünleri’ni, Önder Saraloğlu’nun seksen kuşağının varoluş çabalarını dile getiren Cennet Sevgilim’ini, roman ve öyküleri isveç’te en çok okunanlar arasında yer alan Hakan Nesser’in ruh çözümlemeci romanı Karambol’ünü, nihilist bir edebiyatın sözcülüğünü yapan Bülent Akyürek’in sert söylemli ve ironik anlatımlı Uragan romanı ile kalabalık mekânlardaki ve sokak aralarındaki silik, unutulmuş insanların yaşamlarından kesitler sunduğu mizahi karakterli biraz da hüzünlü romanı Ve Tanrı Ağladı romanını, Ali Osman Ölmez’in sahip oldukları ile düşledikleri arasındaki zıtlıklar, tükenen ümitler, ruhsal çöküntüler üzerine kurduğu iki Buçuk ile aynı izlekleri işleyen Şebnem işigüzel’in Çöplük romanlarını, Sevinç Çokum’un 80’li yıllarda geçen olayları, ideolojilerin yerini alan yeni değerleri mizahi ve ironik bir üslupla eleştirdiği Gece Rüzgârları’nı, akademisyen Zehra ipşiroğlu’nun otobiyografik karakterli izler:

Orada ve Burada romanını, Perihan Mağden’in birlikte yaşamak zorunda kalan farklı çevrelerden gelmiş, farklı kültürlere sahip iki genç kızın kendilerini aramalarını işlediği iki Genç Kızın Romanı’nı, Selçuk Altun’un batı kültürü ile yetişmiş eğitimli ve varlıklı bir gencin kendi kültürünü ve kimliğini aramasını konu alan Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir ve Cemil Kavukçu’nun üniversite öğrencisi taşralı bir gencin büyük kent yalnızlığını, uyumsuzluğunu ve iç dünyasındaki çatışmaları ironik bir dille işlediği Suda Bulanık Düşler romanlarını;

Oray Eğin’in farklı dünyalara mensup iki insanın aşkını işlediği Kal ile ilhan Uçkan’ın aşk, büyü, tılsım gibi ana izlekler çevresinde ele aldığı töre romanı hüviyetindeki Aşk Büyüsü’nü, zaman zaman kaba bir cinselliğe kaçsa da romanlarında kadın sorunlarını işleyen ve kadının toplumdaki yerini belirlemeye çalışan Neşe Cehiz’in Olmasaydı Senin de Adın romanını, Göksel Yılmaz’ın aşk ve dostluk üzerine kurgulanmış olan ve post-modern özellikler taşıyan Tanrının Zamanı’nı, Onur Caymaz’ın kültür kaynakları ve konumları farklı iki insanın imkânsız aşklarını alt tabakadan aldığı insan manzaraları içinde sunduğu Seni Hatırlatan Yıldızlar’ı nı da anmamız gerekir.

Bu adlardan ikinci baharını yaşamak isteyen ama düşledikleri ile yaşadıkları arasında sıkışıp kalan kahramanın ruhsal dünyasına farklı bir bakış getiren Celal Hafifbilek’in anı-roman türünün başarılı örneklerinden Ve Sevgili Rozika romanı,Anadolu’nun sosyal yapısını ve toplumsal yaşamını bir taşra kasabasında eczacılık yapan büyük kent kültürüyle yetişmiş kadın kahramanının bakış açısından nakleden Emel Ebcioğlu’nun Sağlık Eczanesi romanı, yaşamın tekdüzeliği ve yalnızlık duygusu içinde karşı cinsle sürdürülen ilişkiye farklı yorumlar getiren Atilla Birkiye’nin Aşk Üçlemesi’, 80 sonrası kuşağın bunalımlarını ve açmazlarını şiirsel bir anlatımla işleyen Halil Gökhan’ın Yedinci romanı ile düşsel bir ortamda Ege kıyıları nda yaşanan bir aşk öyküsünü anı tadında ve çocuk dünyasından yansıtan Habip Bektaş’ın Cennetin Arka Bahçesi romanı dikkate değer çalışmalardır.
SONUÇ

1960-2000 yılları, hızlı bir değişim yaşayan Türk toplumunda roman yazarları bakımından verimli yıllar olmuştur. Medyayı da arkasına alan yazarlar/romancılar,öne çıkan gazeteci-yazar kimlikleriyle eserlerinin niteliksel yanını ve romancı kimliklerini gölgede bırakırlar.

Özellikle 80’li yıllardan itibaren depolitize olan toplumsalyapı, gerçeklerden uzakta, tepkisiz ve duyarsız biraz da dönemin nimetlerine boyun eğmiş bir yazar ve okur kitlesi oluşturur.

Ülkenin hızlı bir değişim yaşadığı, ihtilaller, muhtıralar siyasal dalgalanmalargördüğü bu dönemde yaşananların pek çoğu, estetik bakımdan düzeysizliklerine rağmen, romanlarda yankısını bulmakta gecikmemiştir.



Tüm kurumlarıyla ve çatışmalarıyla toplumsal yaşam; toplumdaki değişim süreci ve bu süreçte yaşananlar; Anadolu coğrafyası ve sorunları ile birlikte köy yaşamı; bu yaşamın yerel renkleri, kültürel ve folklorik zenginlikleri; batılılaşma ve çağdaşlaşma serüveninde yaşanan kimlik sorunu, geçiş dönemi bunalımları; eski kurumlarla onların yerini alanlar arasındaki değişim/dönüşüm sancıları/çatışmaları, bozulan değer yargıları ile yeni bir kimlik edinme çabaları; ara rejimler, ihtilaller ve değişen değer yargıları; köylü kimliğinden kentli ve sanayi toplumuna geçiş sürecinde yaşananlar;

sanayileşme ile gelen göç, emek-sermaye, işçi-işveren ilişkileri/çatışmaları ayrıntılarıyla romanlara yansımıştır.



post-modern, modernist, fantastik roman akımları farklı biçim ve anlatım teknikleri denenerek hatta geleneksel anlatma

formlarından da yararlanarak romanlarda uygulanmıştır. Bu yüzden romana gösterilen ilgi, öteki edebî türleri geride bırakmış ve niceliksel olarak inanılmaz boyutlara ulaşmıştır.
 

Çevrimiçi üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

REKLAMLAR

Son mesajlar

Forum istatistikleri

Konular
17,417
Mesajlar
134,315
Kullanıcılar
90,724
Son üye
Glassdfl
Üst