Aöf İş Etiği Ders Notları 1-2 Üniteler

AOFDESTEK

ADMİN
Yönetici
Admin
Katılım
9 Şub 2011
Mesajlar
6,041
Tepkime puanı
25
Puanları
48
Bölüm:
İşletme
Şehir:
Bursa
Aöf İş Etiği Ders Notları 1-4 Üniteler

İş Etiği


GİRİŞ

Doğru ve yanlış, iyi ve kötü ayrımı, insanlık tarihi boyunca birey, örgüt ve toplum düzeyinde
üzerinde konuşulan temel konular arasındadır. Birey olarak tutum ve davranışlarımız, hem kendi
vicdanımız hem de başkaları tarafından değerlendirilir.birey olarak tutum ve davranışlarımızın
grup, örgüt ve toplum düzleminde de değerlendirilmesi yapılır. Bu değerlendirmeler kapsamında,
etik ve etik dışı ya da ahlaki ya da ahlaki olmayan tutum ve davranışlar sergilediğimizden söz
edilir.
Bu çalışmalarda esas amacın insanın ve toplumun iyiliği, mutluluğu olduğu da bilinen bir
gerçekliktir.

ETİK, AHLAK VE İŞ AHLAKI
Etik Kavramı
Etik kavramının anlaşılması bakımından ahlakın felsefe boyutuna bakılması gerekir. Ahlak
felsefesiyle uğraşma insanlık tarihi boyunca süregelmektedir. Felsefe soyut meseleler ve
argümanlarla meşgul olur. Oysa ahlak somut olaylara odaklıdır ve ahlakın konusu insandır.
Felsefede temel sorulardan biri; “hangi sonuçları doğuracaklarına bakılmaksızın, ulaştığımız
yargıların nasıl haklılaştırılabileceği”dir. Bu sorular ve bu soruların sorulmasına yol açan
kaygılar, ne yaptığımız ve ne yapmamız gerektiği bakımından soyut ahlak teorilerinin oluşumunu
sağlayabilir. Bu çerçevede ahlak, nazari ve ameli olmak üzere iki kısımda
incelenebilir. Bu durumda da ahlak felsefesi olarak etik, nazari ahlak konularıyla aynı
düzlemdedir. Bu noktada etik ve nazari ahlakın cevap aradığı temel sorular şu şekilde
sıralanabilir:
•“İyi ve kötü nedir? (değer problemi)”
•“İyi ve kötü arasında bir seçim yapma kudretine sahip miyiz? (hürriyet problemi)”
•“İyi ve kötü hakkındaki ahlâkî hükümlere nasıl varıyoruz?”
•“Bu hükümlerin genelliği ve geçerliliği ne ölçüdedir?”.

Etik ya da ahlak felsefesinin temel amacı, bu konuları münakaşa zeminine getirmektir. Başka bir
ifadeyle ahlak felsefesi, “gerçekliği baştan kabul edilen hiçbir ahlaki kesinlik yoktur” temel
ilkesiyle hareket eder ve etik, bu kesinliklere düşünce yoluyla ve tartışarak ulaşmak ister. Zira
etik,ahlak üzerine düşünme, ahlak üzerine felsefe yapmadır.

Her ahlak felsefesinin araştırdığı ilk ve belki de en önemli sorulardan biri; “insanın eylemlerini
ahlak bakımından değerli ya da değersiz kılan nedir?” sorusudur. Bir başka şekliyle, insanın
davranışlarına yön veren, değer hükümlerini oluşturan ve bir şeyin arzu edilebilir ya da edilemez
olmasına yön veren değerlerin objektif açıdan değerlendirilmesi sorunu, ahlak felsefesinin en
eski, en çözülemez görünen problemini oluşturur. Bu soru karşısında, filozofların iki ana eğilim
içinde oldukları görülmektedir; eylemlerin eyleme temel olan, eylemi ortaya koyan düşünüşün
niteliğine göre değerli olup olmaması veya sonucuna ya da başarısına göre Bir eylemin ahlâk
bakımından değerli olup olmaması. Benzer durum ahlak felsefesinin “iyi” sorusuna verdiği
cevaplarda da kendini gösterir.“İyi nedir?” sorusuna bazı filozofların haz, bazılarının mutluluk,
diğer bir kısmının ödevi yerine getirme ve başkalarının ise doğruluk vb. cevaplar verdiği
görülmektedir.

Ahlak Kavramı
Genel olarak “iyi ve kötü” davranışların açıklanması şeklinde değerlendirilen ahlakın
sözlüklerdeki anlamına bakıldığında şu farklı boyutlar göze çarpar:
1.Bir toplum içinde kişilerin benimsedikleri, uymak zorunda bulundukları davranış biçimleri ve
kurallardır.
2.Belli bir toplumun belli bir döneminde bireysel ve toplumsal davranış kurallarını tespit eden ve
inceleyen bilim, felsefe bilimidir.
3.İyi nitelikler, güzel huylardır.

Ahlâk; bireyler için belirli bir toplum içinde davranış kuralları şeklinde anlaşılabileceği gibi, bu
davranış kurallarıyla ilgilenen felsefenin bir dalı ve iyi ve güzel huylar şeklinde de anlaşılabilir.
Bir diğer kaynakta ise ahlak; “belli bir toplumun belli bir döneminde bireysel ve toplumsal
davranış kurallarını saptayan ve inceleyen bilim...
Başka bir tanımda ise ahlak ya da ahlak ilmi, eylemlerimizde bize rehberlik eden bir ilke veya
kurallar seti şeklinde tanımlanmıştır.


Ahlak kuralları ne yapacağımızı(örneğin, “doğru söyle”, “sana nasıl davranılmasını istiyorsan
başkalarına öyle davran” gibi) ve ne yapmayacağımızı(örneğin, “hile yapma”, “öldürme”,
“çalma” gibi) bize anlatır. Bu bağlamda, ahlak ilmi ve ahlak kuralları, yasalarda yer alsın ya da
almasın, her toplumun temel yapısına biçim verici nitelikte değerlendirilmektedir.
Tüm bu tanımlardan hareketle ahlak; “öznesinde insan ve insan davranışları olan ve insanın
yaratılıştan gelen özellikler yanında, kendisine, ilişkide olduğu diğer insanlar ile içinde yaşadığı
topluma karşı genel olarak “iyi” ve “kötü” çerçevesinde yön veren eğitimle kazanılan bir
davranışlar seti ya da rehberi” olarak tanımlanabilir.
Başka bir ifadeyle ahlak, gündelik olanı değerlemede ve ona yön vermede somut içeriklere sahip
normlardır.

Etik ve Ahlak Ayrımı
Yukarıda farklı anlamları verilmeye çalışılan ahlak terimi, Latince moral ve Grekçe etik
kavramlarının karşılığıdır. Moral ya da etik, ahlak ile benzer etimolojiye (kelime ve gramer
bilgisi açısından benzer yapıya) sahiptir. Etik, karakter ve alışkanlık anlamına gelen ethos’tan
türetilmiştir. Latince moral kelimesi, yine adet, alışkanlık, karakter anlamına gelen mos (çoğulu
mores)’tan gelmiştir. Etimolojik paralelliğe ve anlamca yakınlığa rağmen, gerek moral ve gerekse
etik terimlerinin farklı anlamlarda kullanılması alışkanlığı vardır. Her iki terim de ilk bakışta aynı
anlamlara (töre, gelenek, alışkanlık) geliyor gözükmektedir. Ancak hemen ifade edelim ki,
moral’in işaret ettiği manada, “bir bireyin, bir halkın, bir toplumsal sınıfın, bir çağın bilinçli
yaşamına hakim olan inanç ve tasarımlar topluluğunda ahlak, bunların toplumsal olgu olarak
yaşanması ahlaklılık, bu inanç ve tasarımlara göre yönlenen insani tutumlara ve bu tutumlara
göre yönlendirilen eylemler hakkında verilen (doğru veya yanlış) yargılara ahlaki denilmektedir.

Etimolojik olarak aynı anlama gelseler de, ahlakın olgusal ve tarihsel olarak yaşanan bir şey
olmasına karşılık, etik, bu olgunun kendisine yönelik araştırmadır Dolayısıyla, ahlak felsefesi ya
da ahlakbilim şeklinde de ifade edilebilen etik; insanın bireysel ve toplumsal ilişkilerini nasıl
yönlendirmesi gerektiğini, iyi ve kötü söz ve davranışı belirleyecek ölçütlerin neler olabileceğini
inceleyen bilim dalı olarak tanımlanabilir.

Ahlak felsefesi, felsefenin, neyin iyi ve doğru, neyin kötü ve yanlış olduğunu; insan yaşamının
amacının ne olması gerektiğini; ahlaklı ve erdemli bir yaşayışın hangi öğeleri içerdiğini araştıran
dalına karşılık gelir. Ahlak felsefesi, insana ilişkin ahlaki sorunlarda doğrulanabilir ve
yanlışlanabilir bilgiler ortaya koyan ya da en azından ortaya koyması beklenen bir disiplin iken, ahlakın çıkış noktası insan eylemlerinin toplumsal hayata zarar vermeden düzenlenmesi gibi pratik bir nedenden kaynaklanır. Dolayısıyla, etik çerçeve çizmeye çalışırken, ahlak doğrudan insan
davranışlarını değerlemedeki normları esas alarak somuta odaklanır.

Çeşitli kullanışlarına bakıldığında, ahlakın üç ayrı anlamda kullanıldığı görülür. Birinci anlamda
kullanımıyla ahlak bakımından insanın tutum ve davranışlarında normlara uyum göstermesi
beklenir. Örneğin ahlaka aykırı yayın ya da meslek ahlakı gibi ifadelerde sözü geçen ahlak
kişilerarası ilişkilerde kişilerin uymaları beklenen davranışlardır. Bu bağlamda ahlak, değer
yargıları olarak karşımıza çıkar. İkinci anlamıyla ahlak, ahlaklı davranmak, eşitlik, adalet ve
ilkeli davranmaktır. Örneğin, ırk ayrımı yapmamak gerekir, işkence yapmamak gerekir ifadeleri
bu bağlamda değerlendirilir. Üçüncü anlamıyla ahlakta ise “iyi olan nedir?”, “adalet nasıl
sağlanır, nasıl adaletli olunur?” gibi sorulara cevap arama söz konusudur. İlk iki anlam tamamıyla
ahlaka karşılık gelirken, üçüncü kullanım ise etik karşılığındadır.
etik ile ahlakın benzeyen yönleri aynı sorulara cevap aramaları olarak belirtilebilirken,
farklılıklarının ise çok daha büyük olduğu rahatlıkla söylenebilir. Her şeyden önce ahlakın etikten
önce var olduğu, etik ile pratik anlamda ahlak kavramına yüklenen anlamın kesinlikle aynı
olmadığı söylenebilir. Etikte amaç, ahlakın temel sorularına felsefe yaklaşımları çerçevesinde
cevap arayışı olarak değerlendirilebilir.

İş Ahlakı Kavramı
İş dünyasında da ahlaki açıdan sorgulanabilir ve problemli durumlarla karşı karşıya
kalınabilmektedir. Bu durumda iş ahlakını, iş dünyasında toplumsal ve evrensel ahlaki değerlere
uygun davranma şeklinde çerçevelemek mümkündür.
Nitekim Ülgener, bu konuya oldukça açık bir şekilde dikkat çekmektedir. Ona göre, iktisadi
hayat sadece madde dünyasından ibaret olmayıp, insan gerçeğinin göz ardı edilmemesi gerekir.

Bu genel değerlendirme sonrasında Ülgener:
“kapitalizmi, söz gelişi, kapitalizm yapan yalnız dış görünüşü ile para, sermaye akımı ya da o
akımların gövdeleştiği kuruluşlar değil, aynı zamanda ve belki daha önemli ölçüde çağın tipik
insanının davranış biçimi, tercihleri ve bütün bunların toplam ifadesi olan yaşayış normlarıdır.”
der. Bir başka deyişle, kapitalizmi kapitalizm yapan asıl unsur, para akışı
ya da binalar değil, kapitalizmi yaşamının bir parçası haline getiren insanlardır diyebiliriz
Ekonomi kültürden kopartılıp, tek başına ele alınamaz. Çünkü, sosyal ve ahlâkî değerler, inanç ve
normlar gibi kültürel değerler hiç de modası geçmiş şeyler olmayıp, modern toplumların başarısı
için vazgeçilemez niteliktedir.

Ülgener, iktisat ahlakını; "gündelik tavır ve davranışlarımız üzerine -doğrudur veya eğridir yollu
yargılay ıcı değer hükümlerinin söz ve deyim halinde ifadelendirilmiş bütünüdür" şeklinde
tanımlar ve "doğrudur ve eğridir yollu" demenin normatif sözüne karşılık geldiğini, "söz ve
deyim halinde" demekle ise ahlak sisteminin dışa kapalı bir nefis muhasebesinden ibaret olmayıp
belli ifade kalıplarıyla yer yer kendini açıkladığını belirtir. Bu tanımdan hareketle Ülgener, iktisat
ahlakının; pratik değer ve tercih ölçülerine yönelik telkin ve motifler toplamı olduğunu, bu
toplamın ise tek ve dağınık kişilerin değil çoğunluğun değer ölçülerini hedef alması gerektiğini
vurgular.

İş ahlakında kültürel ve toplumsal farklılaşmalara bağlı olarak görecelilik konusu dikkate
alınmalıdır. Yani kimi toplumların iş dünyasında ahlaki olarak kabul edilebilecek bir davranış,
kimi toplumlarda ahlaki bulunmayabilecektir. Bu durum iş ahlakının göreceli olmasından
kaynaklanmaktadır. Örneğin amerikada bir iş görüşmesi sırasında en yetkili olanın ilk söz alması
olağan bir durum iken, Japonya’da en yaşlı bireyin ilk olarak söz alması beklenmektedir.
İş ahlakı, evrensel, toplumsal ve kültürel değerler bağlamında iş dünyasındaki birey-birey,
birey-grup, birey-örgüt ve örgüt-örgüt ilişkilerini değerlemede normlar ve ilkeler ile bunlar
kapsamında değerlendirme yapmayı içerir.

İŞ AHLAKININ ÖNEMİ
İş ahlakına uygun olmayan davranışların arka planında aşırı kazanma hırsı, haksız edinim,
bencillik, duyarsızlık, fırsatçılık gibi doğrudan sorunlu anlayışlar olabileceği gibi, rekabete karşı
koyabilme, rekabette öne geçme, daha fazla yatırım ve istihdam oluşturma ve benzeri daha
olumlu gibi görünen yaklaşımlarda yer alabilir.

İş ahlakı anlayışının gerilemesine ve dolayısıyla kendisine duyulan ihtiyacın artmasına neden
olan bazı faktörler, iki temel başlık altında aşağıdaki gibi sıralanabilir:

1.İşletme dışı faktörler
•Hayat tarzlarının değişimi ve buna bağlı olarak tüketimdeki aşırı artış,
•Kitle iletişim araçlarının etkisiyle kültürler arasındaki etkileşim ve kültürlerin hızlı değişimi,
•Adalet mekanizmasının etkin olmayışı ve yavaş işlemesi,
•Haksız kazanç yollarının artışı ve bu durumun insanları kolay yoldan kazanmaya teşvik etmesi,
•Genel olarak toplum ahlakının zedelenmesi,
•Ekonomik yapının bir bütün olarak (teşvik ve kredi su istimalleri, yüksek enflasyon, düşük
ücretler, ekonomik sistemin politik sisteme alet edilmesi vb. gibi ahlakî açıdan yanlış
uygulamalar nedeniyle) işletmeleri ahlâksızlığa sevk etmesi.

2.İşletme içi faktörler
•Kar maksimizasyonu amacının diğer sosyal sorumluluk amaçlarının önüne geçmesi ve onları
gölgede bırakması,
•Çalışanların kişisel ahlakî değer yargıları,
•İşletme sahipleri, ortakları ve yöneticilerinin kişisel ahlakî algılamaları, hırsları ve tutkuları,
•İşletme içi çıkar çatışmaları,
•İşletme içi denetim

İş ahlakı konusu özellikle iki açıdan önemlidir. İşletmelerle yöneticilerinin sosyal sorumluluk
bilincinden yoksun olarak toplumun geneline ve hatta gelecek kuşaklara ait kaynakları etkin
kullanamaması, israf etmesi ve onlara gelecekte kullanılamayacak derecede zarar vermesi, iş
ahlakının işletme dışına yönelik boyutunu oluşturur. Öte yandan, işletme yöneticileri ve
çalışanlarının birbirlerine müşterilere, satıcılara ve rakiplere karşı, genel ahlak konularının da
içerdiği, dürüstlük, doğruluk gibi hususlarda ahlak dışı davranışları da iş ahlakının diğer
boyutunu teşkil eder.


Bir başka açıdan iş ahlakı, bir ahlâk standartları çalışması olup, bunların modern toplumlarda mal
ve hizmetleri üreten ve dağıtan organizasyonlar ve sistemler ile organizasyonlarda çalışan
insanlara uygulanması şeklinde tanımlanabilir. Başka bir ifadeyle iş ahlakı, uygulamalı ahlakın
bir biçimidir. Bu bağlamda sadece ahlak normları ve ahlak değerlerinin analizini değil, aynı
zamanda “işletme” olarak isimlendirdiğimiz kurumlar, teknolojiler, değişimler, eylemler ve
faaliyetlere bu analizlerin sonuçlarını uygulama girişimidir.

İş ahlakının gittikçe daha önemli hale gelmesinde, işletmelerin sosyal yapı içinde önemli konuma
gelmeleriyle bir paralellik olduğu söylenebilir. Böyle bir gelişme sonucunda, işletmeler, geçmişe
oranla kilise, aile, eğitim ve diğer kamu kurumlarından daha ağırliklı olarak, çalışanlar ve
yöneticilerin ahlaki değerlerinin oluşumunda etkili duruma gelmiştir.

İŞ AHLAKININ TARİHSEL GELİŞİMİ
Bugün yaşanan iş ahlakı ile ilgili problemlerin çoğu yeni değildir. Bunların kökeni 17. yüzyıla
dayanır ve özellikle serbest piyasa mekanizması ile arttığı görülür. Bu eski probleme son
dönemlerde daha fazla ağırlık verilmeye başlanmasında özellikle 1980’lerde ortaya çıkan ve kitle
iletişim araçlarında yer alan skandalların önemli bir etkisi olduğu da bilinen bir başka gerçektir.

Dolayısıyla, iş ahlakının hemen her dönemde, derecesi ve önemi farklılaşmakla birlikte, insanları
ve organizasyonları ilgilendiren ve uğraştıran bir konu olduğunu söylemek mümkündür .Ancak,
özellikle yakın bir geçmişte geride bıraktığımız yirminci yüzyılda iş ahlakı konusunun daha ön
plana çıkan bir sorun olduğu söylenebilir. Bu noktada sanayileşmenin getirdiği sorunların etkisi
önemli görülmektedir.

Sanayi Devrimi sonrasına kadar insanoğlunun tabiatın kendi kendini yeniden üretebilme ve
temizleyebilme sınırlarının ötesinde zararlar vermediği ifade edilmektedir.
İş ahlakı konusundaki sistematik olmasa da birikimler antik çağlara kadar uzatılabilir. Eski
Yunan ve Antik Roma’da işletmecilik ve tüccarlara iyi gözle bakılmadığı, bu işlerin insanı yalan
söylemeye, çıkarcılığa ve bencilliğe götüreceği inancı yaygındı. Öte yandan işve ticaret,
aristokrasinin gözünde basit ve aşağılayıcı bir konumun göstergesi idi ve bu işler sıradan insanlar
tarafından yapılırdı.

Dinlerin işletmecilik, ticaret hayatı ve iş ahlakına yönelik etkileri oldukça belirleyicidir.
Hristiyanlıkta kilisenin oldukça önemli bir kurumsal düzenleme ve otorite olarak ticaret hayatına
ve iş ahlakına ilişkin yönlendirici etkileri olmuştur. Kilisenin ilk dönemlerinde işletmecilik ve
ticaret faaliyetleri ahlaken kabul edilebilir olmakla birlikte, para hırsı, hilekârlık ve lüks tüketime
karşı uyarılar unutulmamıştır. Yahudiliğin aksine Hristiyanlıkta ticaret, insanların birbirlerinin
eksikliklerini gidermeleri açısından bir hizmet olarak görülmüştür. Bu bağlamda Hristiyan
tüccarların Hristiyan olan ve olmayan tüm insanlara karşı dürüst olmaları ve aynı iş ahlakı
standartlarını uygulamaları nasihat edilmiştir. Bu durum, Hristiyanlığın iş ahlakı değerlerine
katkısı olarak değerlendirilebilir.

İslam öğretisinde işveren ve çalışan yönünden iş ahlakına ilişkin değerlerin temel ilke bazında
olması belki uzun dönem dikkat çekmemiş olabilir. Fakat özellikle 13. yüzyıl başında
Anadolu’da örgütlenen Ahilik organizasyonunun, eş zamanlı olarak Ortaçağ Avrupa’sına karşı iş
ahlakı açısından çok önemli ilkeler vaaz ettiği rahatlıkla söylenebilir.

İslam dünyasında daha açık yüreklilikle iş ahlakına ilişkin değer geliştirme çabaları yanında faiz
konusuna da daha sağduyulu yaklaşım çabaları gözlenmektedir. Benzer şekilde, sendikacılık,
çalışma koşulları ve çalışan hakları, işçi-işveren ilişkileri, sözleşme hakları gibi hususlar
bakımından da iş ahlakı ilke arayışları sürmektedir.

İş ahlakı literatüründeki gelişimin işletmecilik literatüründeki gelişmeye paralel olarak sistematik
olarak20. yüzyıl başından itibaren olduğu söylenebilir. Bu kapsamda iş ahlakına yaklaşımların ya
da iş ahlakı literatüründeki gelişmeler dönemsel olarak şu şekilde sıralanabilir:
•İş dünyasında ahlak arayış dönemi (1900-1920)
•İş dünyasında profesyonellik ve iş ahlakı dönemi (1920-1950)
•İş dünyasında büyüyen ölçekler ve iş ahlakında karmaşıklık dönemi (1950-1970)
•Önleyici ve düzenleyici iş ahlakı arayışı dönemi (1970-1990)
•Küresel işletmecilik ve küresel iş ahlakı dönemi (1990 - )

İşletmecilik literatürünün Amerika merkezli oluşmaya başlamasıyla birlikte, verimlilik konusu
özellikle çalışma ve araştırma konusu yapılmıştır.


Sanayileşme ve kitle üretimiyle birlikte, çocuk ve kadınların çalıştırılmaya başlanması, verimlilik
hesaplarının karlılık için çok önemli görülmesi ve iş ortamlarının zarar verici etkilerinin
konuşulduğu bu dönemde iş ahlakına ilişkin konuların daha fazla gündeme gelmesinde, eleştirel
sosyalistlerin katkısı önemlidir. Bu dönemde Amerika ve İngiltere’de işve meslek ahlakına ilişkin
konular üzerinde durulmaya başlanmış ve işletmecilik okullarında iş ahlakına ilişkin dersler
gündeme gelmiştir.

Profesyonel meslek sayısının artmasıyla birlikte, iş dünyasında işve meslek ahlakının daha
sistematik olarak tartışılmaya başlanması söz konusu olmuştur. Öte yandan artan meslek sayısıyla birlikte insan ve toplumları etkileyen uygulamalar da artmış ve çeşitlenmiştir. Bu gelişmeler üzerine iş ahlakı dersleri ders programlarında daha fazla yer almaya başlamış ve iş dünyasında da bu hususlara ilişkin hem önlem alıcı hem de öğretici çabalara ağırlık verilmiştir.

Üçüncü dönemde ise iki büyük dünya savaşından çıkmış dünyada ölçek büyüten firmaların uluslar
arasılaşma süreci hızlanmış ve büyük ölçeklerin etki derecesi de genişlemiştir. Bu kapsamda insan sağlığı ve çevreyi olumsuz etkileyen işletme uygulamaları yanında, hükümetler nezdinde
baskı grubu olarak işletmelerin ortaya çıkarmış olduğu haksız kazançlar ve iş ahlakını etkileyen
rüşvet ve benzeri olumsuzluklar da dikkate alındığında, bu dönemde iş ahlakına ilişkin farklı
yaklaşımlar kendini göstermiştir. İşletmelerin kar dışında sorumluluğu yoktur anlayışı ile
işletmelerin sosyal ve ahlaki sorumlulukları da vardır anlayışı arasındaki ciddi tartışmalar bu
dönemin önemli iş ahlakı konuları arasında sayılabilir.

Dördüncü dönemde ise iş ahlakı derslerinin içeriği ve kapsamı genişlemiş ve pek çok meslekle
ilgili iş ahlakı dersleri programlarda yer almaya başlamıştır. Bu dönemde olumsuzlukların
konuşulması yanında iş ahlakı konusunda düzenleyici arayışlar da dikkat çekmektedir. Bu
bağlamda meslek etik kodları geliştirme çabaları yanında iş dünyasında da meslek ve iş ahlakı
konularında hizmet içi eğitimlerle duyarlılıklar artırılmaya çalışılmıştır.
Küreselleşmeyle birlikte ürün ve bireylerin hızla yer değiştirebilmesi ve müşterilerin
gelişmelerden kısa sürede haberdar olabilmesi, iş ahlakına olan ilgiyi hem artırmış hem de
küresel ölçeğe taşımıştır. Küresel ölçekler iş ahlakı açısından da küresel ilgi ve önemi
gerektirmektedir. Elbette bu aşamada kültürel ve yerel farklılıklar ile hassasiyetlerin de önemi
azalmamakta tam tersine artmaktadır.

KÜRESELLEŞME VE İŞ AHLAKIYLA ETİK KONULARA İHTİYACIN ARTMASI
Küreselleşmenin insanlık ve dünya açısından olumlu etkileri yanında, yoksulluk ve fakirliğin
yaygınlaşması, haksız kazançların küreselleşmesi, güçlülerin zayıflara tahakkümünün
yaygınlaşması ve benzeri gibi eleştirilen boyutları da söz konusudur.


Şirketler, özelikle çokuluslu olanlar, küreselleşmeye yöneltilen eleştirilerin odağında yer
almaktadır.
Çokuluslu şirketlerin vergi oranları, çevresel düzenlemeler ve işçi hakları bakımından kendileri
için en iyi şartları sağlayan ülkelere doğrudan yabancı yatırımları yönlendirmek suretiyle
gelişmekte olan ülkelerdeki şartların kötüleşmesine yol açtıkları ifade edilmektedir. Bu bağlamda
küreselleşme, şirketlerin doğru ve yanlışı tanımlamak ve meşrulaştırmak zorunda oldukları
alanların başında gelmektedir.

Küreselleşme ve iş etiği genel anlamda üç alan bağlamında değerlendirilmektedir. Bu alanlar
kültür, hukuk ve hesap verebilirlik olarak sayılabilir.
İş etiği büyük ölçüde yasaların bittiği yerde başlamaktadır. Küreselleşme sayesinde ekonomik
faaliyetlerin ülke sınırlarından bağımsız hale gelmesi, bu faaliyetlerin ülkelerin kontrolünün
dışına çıkmasına sebep olmuştur. Bu bağlamda iş etiğine olan talep de artırmıştır.

Faaliyetleri incelendiğinde şirketlerin küresel düzeyde baskın aktörler olduğu görülebilir.
Çokuluslu şirketler, maruz kaldığımız bilgilerin ve reklamların çoğunluğunu etkileyen kitle
iletişim araçlarına sahiptir. Bu şirketler küresel ürünler sunmakta, birçok kişiye iş imkanı
sağlamakta, doğrudan ya da dolaylı olarak büyük miktarlarda vergiler ödemektedirler. Çokuluslu
şirketlerin ekonomik açıdan birçok ülkeden daha güçlü olduğu söylenebilir. Örneğin 2008 yılında

Yunanistan’ın gayri safi yurtiçi hasılası Wal-Mart’ın yıllık geliri ile hemen hemen aynı düzeyde
gerçekleşmiştir. Ekonomik faaliyetler sınırlardan bağımsızlaştıkça ülkelerin bu faaliyetler
üzerindeki kontrolleri azalmış, böylece bu faaliyetler, etkilenen tarafların demokratik kontrolüne
daha az açık hale gelmiştir. Bu nedenle çokuluslu şirketlerin doğrudan ya da demokratik hesap
verebilirliği gittikçe artan oranda gerekli hale gelmiştir.

Küreselleşme farklı paydaşlar üzerinde farklı etik etkilere sahiptir. Hisse sahipleri açısından
küreselleşme daha yüksek düzeyde karlılık potansiyeli yanında daha yüksek risk de sunmaktadır.
Şirketler küresel pazardaki maliyetleri azaltmak için üretimi gelişmekte olan ülkelere
kaydırmaktadır.

Küresel ürünler tüketiciler için dünya çapında sosyal faydalar sağlamakla birlikte kültür
emperyalizmi ve batılılaşma konusunda itirazlara da sebep olmaktadır. Küreselleşme tüketicilere
daha ucuz ürünler sunabilmektedir, ancak gelişmekte olan ülkelerdeki savunmasız tüketiciler
çokuluslu şirketlerin sömürme riskiyle karşı karşıya kalabilmektedir.
Hükümetlerin güçsüz olduğu ülkelerde, şirketleri denetleme ya da kontrol etme amacına sahip
küresel düzeyde aktif baskı grupları ortaya çıkmıştır. Küreselleşme hükümetlerin gücünü
zayıflatmış ve iş, refah, etik standartların belirlenmesi vb. konulardaki kurumsal sorumlulukları
da arttırmıştır. Küreselleşme ayrıca hükümetleri rüşvet, yolsuzluk, vergileme gibi konularda
farklı kültürel beklentilere sahip farklı kurumlarla yüz yüze getirmiştir.



Ünite 2

Ahlak felsefesi içinde yapılan çalışmalar genellikle normatif etik, metaetik ve uygulamalı etik olmak üzere üç kategoriye ayrılır. Normatif etik teorileri, yaşamımızı nasıl ve hangi ilkelere göre
yaşayacağımız üzerinde odaklaşır. Belirli ilkelerden-örneğin, “en çok sayıda insanın en
fazla mutlululuğu sağlanmalı”, “insanları her zaman amaç olarak görmek gerek” gibi
ilkelerden-hareketle, "yalan söyleme", "çalma" gibi pratik buyruklar üretir.

Ne tür eylemler ahlaksal bakımdan doğru, ne tür eylemler ahlaksal bakımdan yanlıştır? Ahlaksal
bakımdan doğru ve yanlışın temel ilkeleri nelerdir? Yaşamda en değerli olan şeyler
nelerdir? Nasıl bir toplum adil bir toplumdur? Bir insanı iyi bir kişi yapan şey nedir?
Temel insan hakları nelerdir? Kürtaj veya ötenazi ahlaksal bakımdan doğru mudur yoksa
yanlış mıdır? Bunlar normatif etik teorilerinin ilgilendiği başlıca sorulardan bazılarıdır.
Metaetik (ya da üst etik) teorileri, ahlaksal yargıların statüsü ve metodolojisi üzerinde
odaklaşır.

"Ödev", "iyi", "kötü", "doğru", "yanlış" gibi terimlerin anlamları, ahlaksal
yükümlülüğün doğası, ahlaksal doğruların olup olmadığı, ahlaksal bakımdan doğru veya
yanlış olanla ilgili inançlarımızı akılcı bir biçimde nasıl savunabileceğimizi konu edinir.
Örneğin, “Kürtaj, cinayettir” diyen birisi ne demek istiyor?
Kendisinin, kendi kültürünün, kendi dininin kürtajı tasvip etmediğini mi yoksa kürtajın
her zaman, her toplum ve herkes için yanlış olduğunu mu? Yoksa “Kürtajı tasvip
etmiyorum sen de yaptırma” mı demek istiyor? Kürtaj eyleminin kendisi mi yanlış yoksa
insanlar mı onu yanlış görüyor? Ahlaksal yükümlülüğün temeli nedir? Tanrı mı, insanın
mutlu olma arzusu mu, insan aklı mı, toplumsal yaşam mı? Bu soruların yanıtlarını verme
çabası metaetik olarak adlandırılır.

Uygulamalı etik, normatif teorileri belirli pratik sorunlara uygulayan bir etik dalıdır.
Örneğin, son zamanlarda kürtajın cinayet olup olmadığı konusunda bir tartışma yaşandı
Türkiye’de. Gerçekten cinayet midir? Bu konuda bir çok argüman ileri sürüldü. Örneğin,
bazıları annenin hakları açısından yaklaştı, bazıları fetüsün hakları açısından yaklaştı,
bazıları dinsel etik açısından yaklaştı, bazıları sonuçlar açısından yaklaştı. Uygulamalı etik,
bu gibi tartışmalarda normatif etik teorileri açısından nasıl karar verilmesi gerektiğini
araştırır. Aynı şekilde, günümüzde insan klonlaması, ötanazi, çevre, hayvanlara yapılan
muamele, pozitif ayrımcılık üzerinde durulan konulardır. Uygulamalı etik, ilgili sorun
hakkında felsefi olmayan bilgileri de gerektirir. Çeşitli sorunlar konusunda uzmanlaşma da
gerekebilir.

Örneğin, kürtaj tartışılırken, annenin sağlığı, fetüsün ne zaman insan olduğu,
insanın ne olduğu gibi sorular da soruldu ve yanıtları arandı
a. Etiğin başlıca dalları nelerdir?
b. Uygulamalı etik nedir?
c. Metaetik ahlak buyrukları üretir mi

Etik ve Metaetik Teorileri

NORMATİF ETİK TEORİLERİ

Normatif etik teorileri genellikle üç gruba ayrılır. Bunlar, sonuççu teoriler, deontolojik
teoriler ve erdem etiğidir.

Sonuççu (Teleolojik) Teoriler
Sonuççu teoriler, bir eylemi, o eylemin sonuçlarının değerine (sonuçların iyi olup
olmamasına) göredeğerlendirir. Bu tür teoriler, ödevi ya da ahlaksal yükümlülüğü, ulaşılacak bir amaç olarak koydukları “iyi” ya da “arzu edilir” olduğunu ileri sürdükleri ahlaksal olmayan bir
değerden türetirler.

Sonuççulara göre bazı şeyler veya durumlar ahlaksal değerlendirmelerden bağımsız olarak (daha) iyidirler veya (daha) kötüdürler. Örneğin, bir yangında yanarak ölmek, fiziksel veya psikolojik acı çekmek gibi durumlar kötüdür.

Hoşumuza giden bir psikolojik durum içinde olmak, örneğin, sevinmek ise iyidir. Bu gibi
durumlar, doğal-yani doğada bulunan, gözlenebilen-durumlardır ve iyi ya da kötü
olmaları, ahlaksal değerlendirmelerden bağımsızdır. Ahlaksal ödev, bu iyi durumlara göre
tanımlanır. Öyle ki bu iyi durumları en çoğa çıkarmak veya kötü durumları en aza
indirmek için ne yapılması gerekiyorsa onu yapmaktır. Eylemde bulunurken, mevcut eylem
alternatifleri içinde sonucu en iyi olacak eylem yapılmalıdır. Mevcut alternatifler içinde en
çok iyiye yol açacak eylemleri yapmak ahlaksal bakımdan doğru, diğerlerini yapmak da
ahlaksal bakımdan yanlıştır.

Ahlaksal eylemlerle gerçekleştirilecek ahlaksal olmayan “iyi” veya “kötü” şey ya da durum,
metaetik teorilerden söz ederken göreceğimiz gibi, çeşitli biçimlerde tanımlanabilir.
Faydacılara göre amaç ya da iyi, eylemin ürettiği ya da yol açtığı yaşantı ve duygudan
ibarettir. Epikürcülere göre haz duygusu kendi başına iyidir. (Hazzın, illa da tensel hazlar
olması gerekmez. Dostluktan, bir manzarayı seyretmekten, bir şiir okumaktan alınan
hazlar da olabilir.) İngiliz faydacıları, en başta Jeremy Bentham, John Stuart Mill ve Henry
Sidgwick iyiyi "en çok sayıda insan için en çok mutluluk (ya da haz)" olarak formüle eder.

Evrimci etikçilere göre iyi, “hayatta kalma ve büyüme”dir. Machiavelli’ye (ve Nietzsche’ye)
göre iyi, “iktidar ya da güçlü olma yaşantısı”dır; Dewey’e göre “tatmin ve uyum”, Sartre’a
göre “özgürlük”, çevreci Aldo Leopold’e göre "biyotik topluluğun bütünlüğü, istikrarı ve
güzelliği”dir. Egoistlere göre iyi kişinin kendi çıkarlarıdır. O, kişinin kendi hazzı olabilir,
başkasının mutluluğu olabilir, toplumun ekonomik refahı olabilir, bütün insanlığın
ekonomik refahı olabilir.

Egoizm
Sonuççu teorilerde ahlaksal eylem, iyiyi gerçekleştirmeyi amaçlamalıdır. Fakat bir K
kişisinin eylemi kim ya da kimler için iyiyi gerçekleştirmelidir ya da eylemin sonuçlarının
değeri hesaplanırken kimlerin iyiliği hesaba katılmalıdır? Egoistlere göre K, kendisi için iyi
olanı gerçekleştirmeyi amaçlamalıdır.

Faydacılara göre, genel olarak bütün için iyiyi gerçekleştirmeyi amaçlamalıdır. İki kutup
arasında başka alternatifler de vardır. Birisi ailesinin iyiliğini, bir diğeri cemaatinin
iyiliğini, bir diğeri futbol takımının iyiliğini, bir diğeri milletinin iyiliğini, bir diğeri
ümmetinin iyiliğini ön plana çıkarabilir. Örneğin, Peter Singer gibi bazı faydacı etikçiler,
sadece insanların iyiliğini hesaplamakla kalmamalıyız, acı ve haz duyabilen hayvanların da
iyiliğini hesaba katmalıyız der. Birisi daha da ileri gidip bütün canlıların iyiliğini
gerçekleştirmeliyiz de diyebilir.

Psikolojik Egoizm
Egoizmin psikolojik ve ahlaksal olmak üzere iki türü vardır. Psikolojik egoizm, insan
doğasına ya dainsan motivasyonuna ilişkin bir teoridir. Teori, İktisatta "rasyonel seçim teorisi", dış
politikada "her devlet kendi çıkarını düşünür", sosyal Darwinizmde "herkes hayatta kalma
mücadelesi verir", günlük yaşamda “herkes kendini düşünür” gibi teori ve vecizelerde
anlatımını bulur.

Bu anlayışa göre her insan, farkında olsun veya olmasın, doğası gereği
kendi çıkarını korumak veya artırmak ister ve bu yönde eylemde bulunur. Psikolojik
egoizme göre bencil olmamak, özgecil olmak insanın elinde değildir. Onlar, en özgecil
görünen eylemlerin, örneğin, bir annenin kendini çocukları için feda etmesinin, bir
hayırseverin başkalarına yardım etmesinin, bir askerin vatanı için kendini feda etmesinin
bile, bilinçli veya bilinçsiz, bencil güdülerden kaynaklandığını ileri sürerler. Böyle özgecil
görünen eylemleri yapanlar, gerçekten bu eylemlerden yararlananların iyiliğini değil,
bunları yaparken kendi öz çıkarlarını düşünmüşlerdir. Özgecil olduklarını sanmaları bir
yanılsamadır.

Örneğin, bir kişi yaşamının anlamsız amaçsız olduğunu, daha anlamlı ve
tatmin edici bir yaşam sürmesi gerektiğini düşünebilir ve kendine bir amaç, örneğin,
yoksullara veya engellilere veya sokak çocuklarına yardım etme amacı koyabilir. Bunda
anlam bulur ve haz alır. Yoksullara yardım eden, sadaka veren biri veya hayatını
yoksullara adamış Rahibe Teresa, cennette veya bu dünyada ödül alacağını düşündüğü için
veya başkalarına gücünü, üstünlüğünü, zenginliğini ve başarılı olduğunu göstermek için
veya başka insanların övgüsünü kazanmak için bunu yapabilir ve bu güdüsünün farkında
olmayabilir. Bir anne “ne iyi anne” desinler diye veya başka nedenlerle çocuklarına karşı
özenli olabilir.

Kısacası, görünüşte özgecil olan eylemleri, bencil güdülerle açıklayabiliriz.
şöyle bir ayrım yapabiliriz: Bir eylemi,-bilinçli veya bilinçsiz, fakat daha çok-öz çıkar
kaygısı güdülse de, bu güdü başkalarının mutlu olması ile tatmin oluyorsa, ona özgecil
eylem diyebiliriz. Eğer eylem, bilinçli ve başkalarının mutsuzluğuna yol açan veya
başkalarının mutluluğunu veya mutsuzluğunu hesaba katmayan bir eylemse bencil bir
eylem diyebiliriz.

Psikolojik Egoizme Eleştiriler
1. Gerçekten çıkarımıza olanı elde etmek için mi çalışıyoruz yoksa görünüşte çıkarımıza
olanı mı?
Örneğin, sigara belki kısa vadede mutluluk veriyor, fakat bunun uzun vadede zararımıza
olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla gerçekten zararımıza olan şeyleri yapıyoruz bazen. Bu da
psikolojik egoizmi çürütür.

2. Çıkarımızı en çoğa çıkarmak her eylemin tek amacı mı yoksa bu eylemde bulunmamızın
nedenlerinden biri mi?
Psikolojik egoizme göre bir kişinin kendini feda etmesi mümkün
müdür?

Ahlaksal Egoizm
kişilerin nasıl davranmaları gerektiği ile ilgili normatif bir teoridir. Etik egoizm bir eylemin
doğruluğuna ve yanlışlığına karar verirken o eylemin sonuçlarının sadece kendimiz
açısından iyi veya kötü olup olmamasına bakmalıyız der. Etik egoiste göre, mevcut eylem
alternatifleri içinde uzun vadede kendi çıkarlarımıza en çok hizmet eden eylem ahlaksal
bakımdan en doğru eylemdir.

Ahlaksal egoizm psikolojik egoizmi, psikolojik egoizm de ahlaksal egoizmi gerektirmez. Bir
ahlaksal egoist, örneğin, insanların eylemde bulunurken kendi çıkarlarını maksimize
etmeye çalıştıklarını ahlaken de çalışmaları gerektiğini ileri sürebilir. Olan durumun
olması gereken durum olduğunu söyleyebilir. Fakat insanların-en azından bazı
insanların-gerçekte özgecil olduklarını, fakat kendilerini düşünmelerini gerektiğini
söyleyebilir. Yani, olan durumun olmaması gereken bir durum olduğunu söyleyebilir.

Örneğin, diyebilirler ki bazı insanlar özgecil davranıp başkalarına maddi ve manevi
yardımda bulunurlarken bu yardımın, yardım edilen insanlarda, nasıl olsa bize yardım
ederler diye düşünmelerine yol açtığını ve bunun da kendi başlarının çaresine bakmalarını
engellediğini ileri sürebilirler. Aynı şekilde, bir psikolojik egoistin de ahlaksal egoist olması
gerekmez. Psikolojik egoist insanların gerçekten kendi çıkarlarını maksimize etmek için
eylemde bulunduklarını fakat aslında özgecil olmalarını gerektiğini söyleyebilir. (Kuşkusuz
bencil olmaları gerektiğini de söyleyebilir.)

Bir ahlaksal egoist, başkalarına yardım etmenin, verilen sözü tutmanın, doğru sözlü
olmanın, başkalarına zarar vermemenin kişinin uzun vadede kendi çıkarına olduğuna
inanabilir ve öyle davranabilir. Kendimize hizmet edecek en iyi politikan ın dürüstlük
olduğunu savunabilir.
Bir insana egoist demek genellikle aşağılayıcı bir sözcüktür. Fakat egoizmin ahlaksal açıdan
kabul edilebilir savunmaları da olabilir. Örneğin, bir ahlaksal egoist insanların niçin kendi
çıkarlarını düşünmeleri gerektiği konusunda şöyle gerekçeler gösterebilir. (1), kişinin kendisi için
neyin en iyi olduğunu yine kişinin en iyi kendisi bilebilir, başkaları değil. Bu nedenle, paternalizm (kişi için neyin en iyi olduğuna annesi, babası veya üstleri bilir görüşü) ya da elitizm (elit bir
grup halk için neyin iyi olduğunu bilir anlayışı) yanlıştır. (2), bir kişiye yardım etmek,
yardım edileni küçümsemek, ona karşı üstünlük taslamak, onun işine burnunu sokmak
demektir. Onu kendi haklarını savunmaktan veya kendine bakmaktan aciz birisi olarak
görmek demektir. Bunda biraz haklıdır da. (3), bir insana yardım etmek, uzun vadede
onlara kötülük yapmaktır. Çünkü yardım onları hazırcılığa alıştırır ve güçsüzleştirir,
başkalarına bağımlı hale getirir.

Egoizme Eleştiriler

1. Çıkar çatışmalarını çözemez. A kişisinin çıkarı ile B kişisinin çıkarı çatışıyorsa, A’nın,
B’yi B’nin de A’yı engellemesi kendi çıkarınadır. A’nın B’yi engellemesi B açısından yanlıştır,
çünkü A’nın çıkarını engelliyor; A açısından doğrudur, çünkü kendi çıkarını gerçekleştirmeye
çalışıyor ve ödevini yapıyor.

2. Kendi içinde çelişkilidir. Bir kişi egoist ise, başkalarına egoist olmayı tavsiye etmemelidir.
Çünkü başkalarının egoist olması kendi çıkarına değildir. Egoist için en iyi durum, kendisi
dışında herkesin özgecil olmasıdır.
İnsanlar doğaları gereği altruist (özgecil / diğerkam) olsalardı, ahlaksal egoist bunu nasıl
karşılardı?

Faydacılık (Utilitarianizm)
Sonuççu teorilerin en çok bilineni ve en yaygın olanı, faydacılıktır. Sonuççu teorilerin
yapısına uygun olarak, faydacılıkta eylemlerin amaçlaması gereken bir iyi vardır. Bu iyi
birçok biçimde tanımlanır. O, bazen, Bentham’ın yaptığı gibi, aralarında hiçbir ayrım
yapılmayan haz veya mutluluktur. Bazen hazlar veya mutluluklar arasında, Mill’in yaptığı
gibi aşağı ve yüksek hazlar ayrımı yapılır. Bazen, ideal faydacılıkta olduğu gibi, kendi
başına değerli şeyleri de içerecek şekilde tanımlanır. Bazen iyi hazzın çokluğu değil, acının
azlığı olarak tanımlanır. Bu iyi, haz ya da mutluluk olarak da adlandırılan doğal bir
özelliktir. İdeal faydacılığı bir kenara bırakırsak, faydacılık iyiyi, Bentham’ın haz
hesabının ima ettiği gibi, genellikle ölçülebilir bir doğal bir özellik olarak görür. Bu nedenle
metaetikten söz ederken göreceğimiz, doğalcılığın bir örneğidir.

İyi’nin Tanımı
Jeremy Bentham (1748-1832), faydacılığın babası olarak bilinir. Ona göre, doğa, insanı iki
hükümran efendinin, acı ve hazzın, yönetimi altına koymuştur. Bizim neler yapmamız ve
neleri yapmamamız gerektiğini sadece bu iki hükümran efendi, acı ve haz tayin eder.
Bentham, bu olandan, olması gerekeni çıkarır.
Kendi başına iyi olan şey, haz ya da mutluluk, kötü olan şey de acı, ıstırap ve mutsuzluktur.

Bentham, hazlar arasında niteliksel bir ayrım yapmaz. Faydacılığın temel ahlaksal ilkesi de
bu iyiden çıkar. Ahlaksal ödev, iyi durumu en çoğa çıkarmaktır. Başlıca etik ilkesi de,
“maksimum fayda ilkesi” (principle of utility)dir, yani “Mevcut alternatifler içinde en çok
sayıda insan için en çok faydayı sağlayacak şekilde davran” ilkesidir.
Bentham, hazları ve acıları ölçmek için bir “hedonistik kalkülüs” ya da “haz hesabı” olarak
bilinen bir hesaplama yöntemi geliştirir. Buna göre bütün hazlar birbirine çevrilebilir ve
nicelenebilir. Başlıca kriterler şunlardır: Eylemin yol açacağı hazzın veya acının yoğunluğu
(ne kadar yoğun olarak hissedildiği), süresi (yaşandığı sürenin uzunluğu), kesinliği (tecrübe
edilme olasılığının derecesi), yakınlığı veya uzaklığı (onu ortaya çıkaracak eyleme zamanca
mesafesi), doğurtganlığı (aynı türden başka duygulara yol açma olasılığı), saflığı (nahoş
duygularla karışmayacağı veya acıya yol açmayacağı),kapsamı (etkilenecek kişilerin sayısı).
Bentham, hazlar arasında nitelik farkı olduğunu düşünmez. O, sadece nicelikle
ilgilenmiştir.

İnsanların güzel bir manzaradan veya bir müzikten veya bir şiirden alabileceği estetik haz
ile bir yemekten veya kaşınmaktan alınan tensel haz arasında herhangi bir ayrım görmemiştir. Bu
nedenle Bentham’ın felsefesine “domuz felsefesi” de denmiştir. Eğer tensel bir haz-örneğin bir
kaşınmadan alınan haz-ile tinsel bir haz-güzel bir şiiri okumaktan alınan haz-onun
ölçeğinde aynı ağırlıkta ise, aralarında bir fark yoktur. O, "önyargılar bir kenara konursa,
push-pin oyunu [basit bir oyun HÜ] müzik ve şiir sanatı ve bilimi ile eşit değerdedir" der.
Dolayısıyla susamış bir insanın su içerken veya acıkmış bir insanın iştahla yerken aldığı haz
ile bir manzaraya veya bir tabloya bakarken veya bir müzik dinlerken ald ığı haz arasında
niteliksel bir ayrım yoktur, olsa olsa niceliksel bir ayrım vardır. Biri daha çok diğeri daha
az olabilir. Bu nedenle, faydacılığın insan yaşamının değerini hayvanların düzeyine
indirdiği ileri sürülmüştür.

İnsana özgü olarak görülebilecek, manevi hazlara bir statü tanımadığı için, Bentham’ın
faydacılığına "domuz felsefesi" denmiştir. J. S. Mill (1986, 15), faydacılığı bu suçlamaya
karşı savunmak için onu revize eder. Ona göre Bentham’ın iyi olarak tanımladığı haz çok
sınırlıdır. O tensel ya da fiziksel hazların kendi başına iyi olduğunu, fakat tek iyi olmadığını
düşünür. Tensel hazlar yanında iktidar, bilgi, güzellik, belirli karakter özelliklerinin verdiği
hazlar da vardır. Ona göre insana özgü-düşünce özgürlüğü, kendini ifade etme, yaratıcılık,
hakikati arama gibi-düşünsel, duygusal ve imgelemsel hazlar karşılaştırıldığında,
hayvanlarla ortak yanımızı ilgilendiren bedensel ve duyusal hazlar daha aşağı düzeydedir.

Alt düzey hazlar, yaşamın tek amacı olamaz. Üst düzey hazlar, alt düzey hazlar yeteri
kadar karşılanınca, Ona göre halinden memnun bir domuz olmaktansa halinden memnun
olmayan bir insan olmak veya mutlu bir budala olmaktansa muzdarip bir Sokrates olmak
daha iyidir der.
Mill, hazlar arasında nitelik ayırımı yaparak faydacılığı “domuz felsefesi” suçlamasına
karşı savunur.


Mill’in yüksek hazlara yol açan şeyler olarak gördüğü sanat, bilim vs. üst düzey hazza yol
açtığı için değerlidir. Bazı filozoflar buna itiraz eder ve bilim, sanat vs. sadece estetik veya
başka bir hazza yol açtığı için değil, hazza yol açmasa da kendi başına değerlidir, derler.
Örneğin, varsayalım ki dünyada bütün insanlar yok oldu, geriye sanattan zerre kadar
anlamayan bir kabile kaldı ve Leonardo da Vinci’nin Mona Lisa’sı da onların oldu. Kabile
mensupları içinde eseri takdir eden olmadığı gibi, onun yakılmasından zevk alacakların
sayısı hayli fazla. Mona Lisa tablosu yakılmalı mı yakılmamalı mı? Hazcı faydacı,
yakılmasını savunacaktır; çünkü eserin varlığı kimseye zevk vermemektedir, yakılması
insanların toplam hazzını artıracaktır. İdeal faydacı ise yakılmamasını savunacaktır.

Çünkü ona göre eser kimseye haz vermese de başkalarına verdiği hazdan bağımsız olarak
değerlidir ve yakılmamalıdır. O eserin özsel (başkalarının taktir etmesinden bağımsız
olarak eserin kendi içinde var olan) değeri, insanların yakılmasından alacağı hazzın
değerinden daha büyüktür.
Faydacılar arasında neyin faydasının ölçüleceği konusunda da bölünme vardır. Bazılarına
göre,eylemlerin faydası esas alınmalıdır. Bazılarına göre ise tek tek eylemlerin değil, uyulacak
kuralların faydası hesaplanmalıdır. Birincilere eylem faydacıları ikincilere de kural
faydacıları denir.
a. Bentham’ın ve Mill’in iyi anlayışlarını karşılaştırınız.
b. İdeal faydacılığın ayırt edici yanlarını söyleyiniz.

Eylem faydacılığı
Klasik faydacılar, eylem faydacısıdır. Eylem faydacılığı değerlendirme birimi olarak tek tek
eylemleri alır. Buna göre, doğru eylem, belirli bir durumda alternatif eylemler içinde en
çok sayıda insan için en çok faydaya yol açacak eylemdir. Bentham, "her eylemi, çıkarları
söz konusu olan tarafların mutluluğunu artırma veya azaltma eğilimine göre tasvip eder
veya tasvip etmez." "İnsan eyleminin doğru ve uygun amacı, çıkarları söz konusu olan
tarafların mutluluğunu en çoğa çıkarmaktır. Kısaca, mutluluğu en çok artırma eğiliminde
olan eylem, doğru eylemdir.

Eylem, bütün sonuççu teorilerde olduğu gibi, kendi başına yargılanmaz, yol açtığı sonuçlara göre yargılanır. Maksimum fayda ilkesi, alternatif eylemlerin sonuçlarını karşılaştırmayı ve en faydalıyı seçmeyi gerektirir. Örneğin, bir A kişisi bir t durumunda üç eylem alternatifi (E1, E2 ve E3) ile karşı karşıya ve A’nın eyleminden etkilenecek üç kişi (K1, K2 ve K3) olsun. Faydacılara göre, A kişisi, her bir eylem seçeneğinin eylemden etkilenecek kişileri ne kadar mutlu ne kadar mutsuz edeceğini hesaplamalı ve en çok toplam mutluluğa yol açmasını beklediği eylemi yapmalıdır.

Faydacılığa göre, bir A kişisi t durumunda, E2 eyleminin toplam faydası, diğer alternatiflere göre En çok olduğu için E2 eylemini yapmakla yükümlüdür.

Eylem Faydacılığına Eleştiriler
1. Mutluluk gerçekten bu dünyada istenecek tek şey değildir. Çünkü, birincisi, istediğimiz
her hazzı veya mutluluğu bize verecek bir makine olsa, hep o makineye bağlı kalır mıydık?
Eğer istenmeye değer tek şey haz ya da mutluluksa, makineye bağlı kalmak isterdik. Oysa bağlı
kalmak istemiyoruz. İkincisi, uyuşturucu bağımlılılarının, sadistler ve mazohistlerin
aldıkları hazlar gerçekten alınmaya değer midir?

2. Sonuçların tümü öngörülemez, dolayısıyla eylemin sonuçları hesaplanamaz. Kant’ın
sonuççu teorilere yönelttiği en önemli eleştirilerden biri, eylemlerimizin sonuçlarını asla kesin
biçimde öngöremeyeceğimizdir. Gerçekten de bir t anında mevcut eylem alternatifleri arasında bir
A1’in en çok mutluluk içeren D1 durumuna yol açacağını düşünerek onu gerçekleştirdik. D1
durumu gerçekten faydası zararından hayli çok bir durum. Fakat o D2 durumuna yol açtı. O da D3
durumuna yol açtı… Fakat hepsinin artılarını ve eksilerini topladığımızda A1 eyleminin yol
açtığı acı hazdan kat kat fazla olabilir. Başka deyişle, bir süre sonra yağmurdan kaçarken
doluya tutulduğumuz ya da Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olduğumuz sonucuna
varabiliriz. Örneğin, tatlıyı sevebiliriz. Yedikçe mutlu oluruz. Fakat uzun vadede
şişmanlatabilir.

Bazı bağımlılıklar bize haz verebilir. Fakat uzun vadede sağlığımız için zararlı görünebilir.
(Kant bu nedenle, sonuçları hesaba katmamamız gerektiğini, doğru olanı yapmamız
gerektiğini söyler bize.)

3. Aşırı sorumluluk getirir. Faydacılık yüklerimizi son derece artırır. Her durumda mevcut
eylem alternatifleri içinde en çok sayıda insan için en çok mutluğu getirecek eylemi seçmeyiz.
Örneğin, vaktimizin bir kısmını spor yapmaya, roman okumaya, film seyretmeye, oyun oynamaya
veya gezmeye veya hoşlandığımız başka işlere ayırırız. Fakat bu tür etkinlikler yerine
zamanımızı mutsuz insanların mutsuzluğunu azaltmak için harcayabiliriz. Bu durumda kendi
mutluluğumuz ve yakınlarımızın mutluluğu için ayıracak vakit hayli azalacaktır.

4. Ahlaksal sağduyumuz ile çelişen sonuçlar içermesidir. Eğer bir çocuğa işkence yapmak
en büyük faydayı sağlıyorsa, o zaman masum bir çocuğa işkence yapmak iyidir. Örneğin,
engelli insanları göstererek, engelli olmayan insanları eğlendiren gösteriler insanları mutlu ediyor.
Fakat insanların engellilerin engelliliği ile eğlenmesi doğru mudur?

5. Amaçlar her zaman araçları haklı çıkarmaz. Bunlar, ulaşılan amaç ile bu amaca
ulaştıran eylemi birbirinden ayırır. Niyet en büyük mutluluğu ortaya çıkarmak gibi iyi bir niyet
olduğundan, eylemin kendisi-o yalan söylemek, verdiği sözü tutmamak, masum insanları öldürmek bile olsa önemsizleşir.

6. Son olarak, faydacılık sosyal adalete de yer vermez. Ona göre toplam mutluluğun
artırılmasıdır önemli olan. Toplam mutluluğun insanlar arasında dağılımı önemli değildir. Faydacılık
açısından yukarıdaki tabloda görüldüğü gibi E1 ve E2 arasında herhangi bir fark yoktur.
Oysa adalet duygusu E3’ü daha tercih edilir kılar. Eylem 3’te toplam fayda bireyler arasında eşit
dağılmıştır.

Diyelim ki insanlara kendilerini mutlu hissettiren, üretken yapan bir ilaç keşfedildi. Bu
ilacın hiçbir yan etkisi de yok. Bu ilaç insanlara dağıtılmalı mıdır? Su depolarına belirli bir
dozda verilmeli midir?

Kural faydacılığı

Kural faydacılığı deontolojiye bir miktar yaklaşır. Her seferinde alternatif eylemlerin
sonuçlarını hesaplamak yerine kuralların sonuçlarını hesaplar ve o kurala bağlı kalır.
Kural faydacılığı deontolojiye başka bir açıdan da yaklaşır. Deontolojideki ahlak yasaları
kural faydacılığında genellikle en yararlı kurallar olarak haklı çıkarılır. Yalan söylememe,
verdiğin sözü tutma yararlı kurallardır. Bununla birlikte, bunlar kural faydacılığını
deontolojiye yakınlaştırsa da kural faydacılığı da sonuççudur ve kuralların değerini ona
uymanın sonuçları ile ölçer. Kural faydacılığı da eylem faydacılığı gibi, iyi olanı en çok
sayıda insanın en büyük mutluluğu ile özdeşleştirir. Fakat tek tek eylemlerin değil, belirli
bir durumda herkesin bir kurala uyması halinde ortaya çıkacak mutluluk veya acıyı
hesaplamak gerektiğini ve alternatifler içinde en çok mutluluğa yol açacak kural hangisi ise
o kurala göre davranılması gerektiğini ileri sürer.

Doğru eylem de en faydalı kurala uygun olan eylemdir. Şöyle ifade edebiliriz: Bir D
durumunda K1 kuralının gerektirdiği E eylemi ancak ve ancak aynı durumda herkesin K1
kuralına uygun davranması halinde ortaya çıkacak toplam fayda herkesin bir K2, K3…
kurallarından birine uygun davranması halinde ortaya çıkacak toplam faydadan daha fazla
ise ahlaksal bakımdan doğrudur.

"Verdiğin sözü tut" kuralını koyalım. Bazı durumlarda kişinin verdiği sözü tutmamasının
sonuçları, tutmasının sonuçlarına göre daha yararlı olabilir. Kural faydacılığı aynı
durumda herkesin “Verdiğin sözü tut” (Kural1) kuralına mı yoksa "Verdiğin sözü tutma"
(Kural2) kuralına uymasının mı daha çok toplam faydaya yol açacağını sorar. Kural2’nin
söz vermeyi anlamsız hale getirdiği ve insanlar arasında güveni ortadan kaldırdığı ve
işbirliğini zorlaştırdığını düşünürsek Kural1’e uygun davranmanın daha çok faydaya yol
açtığını söyleyebiliriz.

Sonuççuluk haklar teorisinde de, erdem teorisinde de kendine bir yer bulabilir. Eğer insan
haklarına niçin saygı duymalıyız ya da belirli erdemleri niçin geliştirmeliyiz sorusuna bu
haklar daha mutlu bir yaşam için gereklidir dersek, kural sonuççuluğuna yaslanıyoruz
demektir. Çünkü, onların değerini iyi sonuçların elde edilmesine yaptığı katkı ile ölçüyoruz.

Kural Faydacılığına Eleştiriler
Kural faydacılığı, insanları her bir eyleminin sonuçlarını hesaplama zahmetinden kurtarıp,
her durumda sonuçları hesaplanmış kurallara göre davranma kolaylığı getirir. Faydacılığı
olağan ahlak anlayışımızla genellikle uyuşur hale getirir. Ahlaklı insanın davranışları öngörülebilir hale gelir. Fakat kural faydacılığı da bazı eleştirilere açıktır.

1. Mademki amaç faydayı maksimuma çıkarmaktır, belirli bir durumda bir kuralı
çiğnemek amaca daha uygunsa niçin o kurala uyalım? Kural faydacılığı bu soruya yanıt veremez. Örneğin, trafikte kırmızı ışıkta durma kuralını alalım. Bu kuralın amacı, kazaları önlemek veya
yayalara geçiş hakkı tanımaktır. Fakat varsayalım ki etrafı görebildiğimiz bir kavşaktayız. Bizim
için kırmızı ışık yanıyor. Fakat etrafta ne bir araç var ne de bir yaya. Yani ne bir kaza ihtimali
var ne de yayaların geçiş hakkını engelleme durumu var. Bu durumda kırmızı ışıkta durma
kuralına uymak bizim için hem vakit kaybına yol açacak hem de gereksiz yere yakıt yakacağız. Bu
durumda, “Kırmızı ışıkta dur” kuralına uymak anlamsız bir kural fetişizmi değil midir?
Örneğin,belirli bir durumda yalan söylemek daha büyük bir faydaya yol açacaksa neden doğru
söylemeliyim?

2. Kural faydacılığı da adaletsizliğe imkan verir. Eğer en adaletsiz kuralın toplumun
yararına olduğu gösterilirse, kural faydacısı o kuralı izlemek gerektiğini söyler.

3. Kuralın sonuçlarını hesaplamak da hemen hemen imkansızdır.
Kural faydacılığı ile deontoloji arasındaki ortak noktalar ve farklılıklar
nelerdir?

Negatif Faydacılık
Faydacılık, herhangi bir durumda doğru eylemin en büyük toplam iyiliğe yol açan eylem
olduğu varsayımına dayanır. O, acının olmaması durumu ile mutluluk durumu arasında bir
karşılaştırma yapıldığında mutluluk durumunu ortaya çıkarmaya öncelik verir. Acının ve toplam
iyiliğin-kederin ve kıvancın-insanlar arasında nasıl dağıldığına önem vermez. Mesela
geleneksel faydacılığa göre, acısı ve hazzı hesaba katılacak 50 kişiden 10’u acı çekmesine
rağmen toplam mutluluğun 100 olduğu bir durum, acı çeken hiç kimsenin olmadığı, fakat
toplam mutluluğun 60 olduğu bir durumdan daha iyidir.

İlhamını Karl Popper’dan alan negatif faydacılık ise en çok sayıda insan için en büyük
mutluluğu amaçlama hedefi yerine daha mütevazi bir hedef, “herkes için en küçük kaçınılabilir acı” hedefini koymalıyız, der. Biz de bazı durumlarda negatif faydacı gibi davranırız. Örneğin, bağış yaparken veya sadaka verirken en çok ihtiyacı olanı (yoksulları) seçeriz.

Negatif faydacılığın ilkesi şöyle ifade edilebilir:
Herhangi bir durumda doğru eylem, toplam mutsuzluğu en aza indirecek olan eylemdir.
Popper bunun için birkaç gerekçe gösteririr. Birincisi, mutluluğu en çoğa çıkarma iyi
diktatörlerin ortaya çıkmasına neden olur. İkincisi, ahlaksal açıdan bakıldığında acının azaltılması,
mutluluğun artırılmasından daha acildir. Son olarak, acının azaltılması için yapılması gerekenler,
mutluluğun artırılması için yapılması gerekenlerden daha açıktır. Negatif faydacılık, eylemde
bulunurken dünyadaki toplam acıyı en aza indirecek şekilde eylemde bulunmayı gerektirir.

Negatif Faydacılığa Eleştiriler
1. Negatif faydacılık da normal faydacılık gibi, insanın yükünü artırır. Örneğin, negatif
faydacılık kendimi mutlu edecek projeler yerine başkalarının acısını hafifletecek projelerle
ilgilenmem gerektiğini ima eder. Kendim acı çekmiyorsam, daha çok mutlu olmayı amaçlamamalıyım.

2. Acıyı ve acı imkanını azaltmanın en emin yolu, acı çekme kapasitesine sahip varlıkları
acısız biçimde ortadan kaldırmaktır.
a. İslam’da yoksullara fitre verme biçimi, negatif faydacılık ilkesine mi daha uygundur
yoksa faydacılık ilkesine mi?
b. Nüfusun bir kısmının bolluk içinde büyük bir kısmının da yoksulluk içinde yaşadığı bir toplumda bir negatif faydacının milli geliri artırmayı hedefleyen politikaları mı yoksa mevcut geliri en az dezavantajlının lehine olacak şekilde paylaştırmayı hedefleyen politikaları mı benimsemesi beklenir? Neden?

Deontoloji (Sonuççu Olmayan Teoriler) veya Ödev Ahlakı
Deontoloji, Yunanca “ödev” anlamına gelen “deon” sözcüğünden gelir. Deontolojiye ödev
ahlakı da diyebiliriz. Klasik On Emir’in insanlar arası ilişkiler hakkında olanları içerir: Yalan
söyleme, öldürme, çalma, komşunun malına, canına, ırzına namusuna göz dikme.
Deontolojik teorilerde vurgu eylemin veya eylem türlerinin üzerindedir, onların sonuçları
üzerinde değildir.

Deontolojik teoriler doğru / yanlış eylemi, iyi / kötü sonuçlara götüren eylem olarak
tanımlamaz. Bazı eylemler sonuçlarından bağımsız olarak yanlıştır veya doğrudur.
Örneğin, masum bir çocuğu öldürmek veya yalan söylemek, o eylemlerin sonuçları iyi de
olsa kötü de olsa yanlıştır. Hiçbir "iyi" sonuç, bu eylemleri haklı çıkaramaz. Ahlaksal
bakımdan, eylemin sonucunun, ahlak yasasına uygun olma anlamında doğru karşısında bir
önceliği yoktur. Sonucun iyi olması, ona götüren eylemin doğru olduğu anlamına gelmez.
Ya da tersine, sonucun kötü olması, eylemin yanlış olduğu anlamına gelmez. Başka deyişle,
amaçlar araçları haklı çıkarmaz ya da sonuçlar eylemleri ya da niyetleri haksız çıkarmaz.
Amaçlara ulaşmak için seçilen araçların da doğru ya da ahlaka uygun olması gerekir.

Deontolojistlere göre ahlaksal bakımdan yanlış araçlarla iyi olduğu iddia edilen sonuçlara
ulaşmaktansa doğru araçlarla kötü sonuçlara ulaşmak yeğdir.Eylemin doğru olup olmaması sonuçlarından bağımsızdır. Doğru eylemin sonucu kötü de olabilir iyi de.

Faydacılar, size doğru söylemenin olası sonuçları ile yalan söylemenin olası sonuçları arasında bir karşılaştırma yapmanızı, hangisi toplam mutluluğu artıracaksa onu yapmanızı söyleyecektir. Deontolojist ise, yalan söylemenin sonuçları hastayı mutlu edecekse bile-yeryüzünde mutluluğu artıracaksa bile-yanlıştır. Çünkü, hastanın doğruyu bilme hakkı ve sizin de ona doğruyu söyleme ödeviniz vardır. Doğru söylemenin sonuçları acıyı artıracaksa bile doğru söylenmelidir. Deontolojistlerin sonuççulara temel itirazlarından birisi de sonuçların bilinemeyeceği tezidir.

Deontolojistlere göre, sonuçları kötü olur diye ahlak yasasına aykırı davranma savunulamaz. Çünkü bir eylemin sonucunun ne olacağını bilemezsiniz. Sonuçları kötü olacak diye ahlak yasasının gereğini yapmamanın sonuçlarının daha iyi olacağı konusunda hiçbir garanti yoktur.
Ödevden dolayı yapılmayan fakat ödeve uygun eylem, ahlaksal bakımdan değersizdir.
Deontolojik ahlak teorileri pek çoktur. Fakat ikisi, İlahi Buyruk Teorisi ve Kantçı Etik
önemlidir
“Doğru söylenirse gökkubbe yıkılacak, yalan söylenirse yıkılmayacak” gibi bir durum olsa,
yine de bir deontolojistin doğru söylemesi anlamlı mıdır?

İlahi Buyruk Teorisi
Pek çok insan için, ahlakı dinden ayırmak imkansızdır. Örneğin, Tolstoy’a göre ahlakı
dinden ayırmak, bir çiçeğin köklerini kesip, onu köksüz olarak başka bir toprağa dikmek
gibidir. Dostoyevski’ye göre de, eğer Tanrı yoksa her şey mübahtır, yani iyi-kötü,
doğru-yanlış kalmaz. Türkiye’de ahlak derslerinin din dersleri ile bir arada gitmesi, en
azından ülkemizde de bu görüşün derin kökleri olduğunu gösterir.

Ülkemizde ayrıca din ile ahlak sıkı sıkıya bağlanmıştır. Bunun nedenlerinden biri, önemli
dinlerin ahlaksal öğütlerle ve buyruklarla dolu olmasıdır. Hatta Konfüçyüsçülük ve Budizm gibi
Tanrı’nın ya da tanrıların doğası hakkında önermeler içermeyen dinler, ağırlıklı olarak,
ahlaksal öğretilerdir [din ve ahlakarasındaki ilişkiler].

İlahi Buyruk Kuramına göre, ahlakın kaynağı Tanrı’dır. Ahlak ilkeleri de Tanrı’nın
buyruklarıdır.
Doğru eylem, Tanrı’nın yapmamızı buyurduğu eylemdir. Dini terimlerle söylersek, farzlar
ahlaksal buyruklardır. Tanrının yasakladığı eylemler de ahlaksal bakımdan yanlış-dini terimlerle
söylersek haram eylemlerdir. Tanrının emretmediği veya yasaklamadığı eylemler de isteğe
bağlı olarak yapılabilecek veya yapılmayacak eylemlerdir.
Tanrı’nın yap dedikleri ahlaksal bakımdan doğru, yapma dedikleri yanlıştır.

İlahi Buyruk Kuramı açısından bakıldığında, Tanrı yoksa ahlak da yoktur. Çünkü Tanrı
yoksa, hiçbir eylem buyurulmamış, hiçbir eylem yasaklanmamış, hiçbir eyleme izin verilmemiştir.
Ahlaksal doğru ve ahlaksal yanlış diye bir şey yoktur; sadece ahlaksal nihilizm vardır.
Tanrıtanımaz (ateist) biri ahlaklı olamaz.
İlahi Buyruk Kuramı’nın bu sonucunu pek çok kişi kabul etmez. Fakat bunun için ahlakın
dinden bağımsız olduğunu, dine dayanmadığını göstermek gerekir. Onlar, ahlakın Tanrı’dan
kaynaklanmadığını, ahlakın tanrı olmadan da var olduğunu; ahlaksal doğruluğun ve
yanlışlığın tanrının iradesinden bağımsız olduğunu; neyin ahlaksal bakımdan doğru neyin
yanlış olduğunun tanrının iradesinden (vahiyden) bağımsız biçimde bilinebileceğini ileri
sürerler. Hatta daha da ileri giderek Tanrı’nın kendisinin bile ahlaksal yasalarına tabi
olduğunu söyleyebilirler.

Bu konu Platon’un Euthyphron adlı diyalogunda ele alınır. Dialogun konusu dinsel
bakımdan doğru olma ile Tanrı’nın iradesi arasındaki ilişki sorunudur. Dialogun kahramanı Sokrates, diğer kahramanı Euthyphro’ya “Dine uygun [bir] şey, tanrılarca sevildiği için mi dine uygundur, yoksa dine uygun olduğu için mi tanrılarca sevilmiştir” diye sorar. Bu soru ahlak ve Tanrı ilişkisine şöyle uyarlanır: Tanrı’nın emrettiği / yasakladığı şeyler, Tanrı onları emrettiği /
yasakladığı için mi ahlaksal bakımdan doğrudur / yanlıştır, yoksa onlar ahlaksal bakımdan
doğru / yanlış olduğu için mi Tanrı tarafından emredilmiştir / yasaklanmıştır?

Euthyphron İkilemi olarak bilinen bu ikilemin birinci boynuzu (“Tanrı emrettiği için
doğrudur” veya “Tanrı yasakladığı için yanlıştır”) doğruysa-örneğin, ana-babaya hürmet etmek kendi başına ne doğru ne de yanlışsa ve onu doğru yapan şey, Tanrı’nın onu emretmesi ise-şöyle
bir durum ortaya çıkar: Eğer anababaya hürmeti yasaklasaydı, ana-babaya hürmet etmek
ahlaksal bakımdan yanlış, masumları öldürmeyi emretseydi, cinayet ahlaksal bakımdan
doğru olurdu. Bu yoruma göre ahlak, tamamen Tanrı’nın iradesine bağlıdır. Tanrı neyi
emrederse o doğrudur. Sonuç olarak ahlaksal bakımdan neyin doğru neyin yanlış olduğu
Tanrı’nın keyfine bağlıdır, eylemlerin niteliğine değil.

Eğer ikilemin ikinci boynuzu ("Doğru olduğu için Tanrı emretti" veya "Yanlış olduğu için Tanrı yasakladı") doğruysa, örneğin, ana-babaya hürmet etmeyi doğru yapan şey, Tanrı’nın onu emretmesi veya istemesi değildir. Tersine, hürmet etmek, Tanrı’nın onu emretmesinden bağımsız olarak ahlaksal bakımdan doğrudur. Yasakladığı şeylerde Tanrı’nın onları yasaklamasından
bağımsız olarak yanlıştır. Dolayısıyla, ahlak, Tanrı’ya bağlı değil, Tanrı’dan bağımsız
olarak vardır. Tanrı buyurduklarını, onlar iyi olduğu için buyurmuştur. Buna göre, Tanrı
iyinin ve kötünün yaratıcısı değildir. Bu da Tanrı’nın her şeye gücü yettiği anlayışı ile
uzlaşmazlık içine girer.

Tanrı “yapın” dediklerini, doğru olduğu için yapın diyorsa, ahlak
Tanrı’dan bağımsızdır ve Tanrı’nın varlığına inanmayanlar da ahlaklı olabilir.
Bu durumda, Tanrı’nın peygamberleri aracılığıyla ilettiği vahiy, ahlaksal doğruları
edinmenin bir yoludur, fakat tek yolu değildir. İnsanlar başka yollarla-Kant’ta olduğu gibi-akıl
veya-ahlaksal duyu teorilerinde olduğu gibi-sezgi gibi yollarla da ahlaksal hakikatlere ulaşabilirler. Başka deyişle, insanların ahlaklı olabilmesi için dindar olmaları gerekmez. Kendi yetileri ile de
ahlaksal hakikatleri bulabilirler.

Sorunlar
İlahi Buyruk Kuramı, ahlakı bir temele bağlar. Fakat kuramla ilgili bazı sorunlar vardır.
1. Tanrı’nın var olduğunu varsayar. Tanrı’nın var olduğu ise üzerinde en çok tartışılan
konudur.Etiği, tartışmalı bir temele dayandırmak, onun gücünü azaltır.

2. Teizmde vahiy kurumu vardır. Tanrı, kullarına mesajlarını onlar arasından seçtiği
elçiler(resuller) aracılığıyla iletir. İlettiği mesajlar (vahiyler) genellikle yazılı olarak Eski Ahit,
Yeni Ahit, Kuran gibi kutsal kitaplar haline getirilir. Fakat İlahi Buyruk Etiğinin en önemli
sorunlarından biri, birçok kutsal kitabın olması ve hangisinin gerçekten tanrının mesajı
olduğunun tartışmalı olmasıdır. Bir diğer nokta, kutsal kitaplarda da birçok belirsiz nokta
vardır.

Onların yorumlanması (tefsir), teologların sürüp gelen bir uğraşısıdır. Öyle ki, bir kutsal
kitabın sonraki yorumcuları, öncekilerin onu doğru anlamadıklarını her zaman ileri sürerler.
Hatta hala anlayamadıklarını belirtirler. Dolayısıyla Tanrı’nın kullarından gerçekten ne istediği de
tartışma konusu olarak kalır gider

3. Hangi metinlerin temel alınacağı konusunda tartışmalar olmakla birlikte kutsal
metinlerde bugün onaylanamayacak bazı eylemler ve işlemler tasvip edilmekte, en azından
yasaklanmamaktadır.
Örneğin, öğrencilerin dövülmesi, birisinin kız kardeşini cariye olarak satması, insanların
köleleştirilmesi veya kölelik kurumuna izin verilmesi, Cumartesi (Şabat) günü çalışanların
öldürülmesi Eski Ahit’te ahlaka uygundur.

4. İlahi Buyruk Kuramına göre, “E eylemi doğrudur” “Tanrı, E eylemini tasvip ediyor ya
da buyuruyor” demektir. Bir ateist ise Tanrı’nın varlığına inanmadığı için “Tanrı, E eylemini
tasvip ediyor ya da buyuruyor, fakat tanrı yoktur” gibi kendi içinde çelişik bir iddia ortaya atmış
olacaktır. Dolayısıyla, bu görüş açısından ateistlerin hatta vahiy dinine inanmayanların
ahlaklı olması imkansızdır. Oysa vahye ve kutsal kitaplara inanmayıp da iyiyi kötüyü ayırt
edebilen ve pek çok konuda dindar insanlarla benzer bir tutum sahibi ahlaksal bakımdan duyarlı pek çok insan vardır.

5. eğer ahlaksal yasaların geçerliliğini tanrının iradesine bağlarsak, ahlakı da keyfi bir iş
haline getirmiş oluruz ve ona uymayı, güce uymaya indirgemiş oluruz.
Dostoyevski’nin dediği gibi tanrı yoksa her şey mubah mıdır?

Kantçı Etik
Deontolojik etiğin felsefe tarihinde en bilinen örneği, Kant’ın etik teorisidir. Kant’ın
ahlaklılıkta savunduğu en temel fikir, deontolojinin de temel fikridir:
Bir eylemi iyi ya da kötü yapan şey, sonuçları değildir, eylemin motividir, temelindeki
niyettir.

Tarihsel olarak Jeremy Bentham ve J. S Mill gibi faydacılığın önde gelen isimleri Kant’tan
sonra gelmiş olsalar bile, Kant, faydacıların temel ilkesi olan "Bir eylemi doğru yapan şey,
o eylemin sonuçlarının iyi olmasıdır" görüşüne kesin eleştiriler yöneltir.
Ona göre, sonuçları, bir eylemi asla doğru yapmaz. Ahlak yasası bir eylemi gerektiriyorsa,
o eylemin sonucu gök kubbenin çökmesi bile olsa, yapılmalıdır. Ödevimiz, ahlak yasasına boyun
eğmektir.

İyi İsteme / İyi Niyet (Good Will)
Kant’a göre bu dünyada kayıtsız şartsız iyi olan bir tek şey vardır ve o da iyi istemedir
(buna iyi niyet de diyebiliriz). Onun dışında hiçbir şey, kendi başına iyi değildir. İyi isteme,
etkilerinden dolayı iyi değildir, o kendisi iyidir. Anlama yetisi, zeka, yargı gücü gibi doğa
vergisi yetenekler; yüreklilik, kararlılık, tasarlananda sebat gibi mizaç özellikleri istenmeye
değer olsalar da bunları kullanacak olan isteme iyi değilse, son derece kötü ve zararlı olur.
İyi isteme olmazsa, güçlülük, zenginlik, onur, sağlık, esenlik insana cesaret vererek haddini
bilmez yapar. Bunların iyi olması, iyi istemenin olmasına bağlıdır.
Kötü niyetli bir insanın soğuk kanlılığı onu hem tehlikeli yapar hem de-soğukkanlı bir katil
düşünün-nefret edilecek biri yapar.

İyi isteme sahibi birisi, doğru olanı yapma ya da ödevini yerine getirme güdüsü dışında
hiçbir güdü ile hareket etmeyen kişidir. Böyle bir kişi, ahlak yasasına saygıdan dolayı ve
ödevini yapmak için eylemde bulunur. Sadece ödev duygusu ile yap ılmış eylemlerin
ahlaksal değeri vardır. Ödev de ahlak yasasına saygıdan dolayı yapmamız gereken şeydir.

Buyruk Türleri
Kant’a göre ahlak yasası, bir tür buyrukturKant’a göre buyruklar iki türdür.
Biri, koşullu buyruklardır. Kant bunlara teknik buyruklar ve beceri buyrukları da der.
Bunların genel yapısı şöyledir: Eğer A’ yı istersen B’yi yap. Bu tür buyruklar ahlak yasası
olamaz. Çünkü bağlayıcı değildir; çünkü, B’yi yapma A’yı isteme koşuluna bağlıdır.
Koşullu buyruklar, kişi için ancak koşul istenirse ya da kabul edilirse bağlayıcı olabilir.
A’yı istemeyen bir kişinin, B’yi yapması gerekmez. Bu tür buyruklarda eylem koşul
önermesinin ön bileşeninde belirtilen duruma ulaşmak için bir araçtır. Diğer unsur ise
koşul ile yapılacak eylem arasındaki amaç araç ilişkisi mantıksal bir ilişki değil, empirik bir
ilişkidir.

Empirik ilişkiler ise zorunlu değil, olumsaldır. Her zaman değillemesi
düşünülebilir. Örneğin, “Kolestrolün yüksek ise, yumurta yeme” gibi bir sağlık kuralı,
tartışmalıdır; çünkü kolestrol miktarı ile yenen yumurta miktarı arasındaki ilişki
tartışmalıdır. Böyle bir kural, kolestrol sorunu olmayanları bağlamaz. Yumurta yeme ile
kolestrol düzeyi arasındaki ilişki tartışmalı olduğundan kolestrol sorunu olanları da
bağlamaz. Bu bize, ahlak yasalarının kesin olabilmesi için deneyden türememesi
gerektiğini, saf akıldan türemesi gerektiğini de gösterir.
Eğer A’yı istersen B’yi yap” koşullu buyrukların genel yapısıdır. A’yı
istemezsek B’yi yapmak gerekmez.

İkincisi, kesin buyruklardır. Kant’a göre bir yasanın ahlak yasası olabilmesi için, mutlak
bir zorunluluk taşımalıdır. Buyruğun mutlak ve zorunlu olmasını engelleyen unsurlardan
birisi, bazı buyrukların koşullu olmasıdır. Dolayısıyla ahlak yasaları koşullu olmamalıdır. "B’yi yap"
biçiminde, B eylemi ile başka herhangi bir amaç arasında ilişki kurmayan kesin (kategorik) buyruklar olması gerekir. Kesin buyruklara örnek olarak On Emir içinde yer alan, “Çalmayacaksın”,
"Katletmeyeceksin", "Annene babana hürmet edeceksin" gibi emirleri verebiliriz.

Ahlak Yasası
İlahi Buyruk Teorisinde buyruğun kaynağı insanın dışından, Tanrı’dan geliyordu. Kant’ta
ise buyruk insanın kendi içinden çıkar. Kant’ın mezar taşına da yazılan Pratik Aklın Eleştirisi’nden
alınmış şu "Üzerimdeki yıldızlı gök ve içimdeki ahlak yasası" ifadesi, ahlak yasasının insanın içinde
olduğunu gösterir. İnsan kendi içindeki ahlak yasasını nasıl bulacak?

Kant yasa olabilecek kesin buyruklar için bazı kriterler belirler. Bunlardan iki tanesi
aşağıdadır.
Evrensel (yani herkes için) yasa olabilme kriterine uygunluktur. Buna göre bir kesin
buyruğun ahlak yasası olabilmesi için genel ya da evrensel yasa olabilme özelliğine sahip
olması gerekir.
Kant’ın formülü şöyledir: Aynı zamanda genel bir yasa olmasını da isteyebileceğin
maksime göre eylemde bulun sadece.
Maksimin ne olduğunu, nasıl evrenselleştirilebileceğini şöyle açıklayabiliriz. Bir maksim,
bir kişinin fiilen icra edilmiş olan eyleminin temelindeki ya da eyleminin varsaydığı öznel ilkedir.

Örneğin, ödünç para almak için, yüksek faizle para alan biri, ödemeye söz verir. Fakat
parayı ödemesinin imkansız olduğunu bile bile yapar bunu. Yani ödememek üzere borç
alır. Bu kişi maksimini şöyle ifade edilebilir: "Para ihtiyacımı gidermek için, ödeyemeyecek
bile olsam ödeyeceğime söz vererek borç alabilirim." Bunu evrenselleştirerek genel bir yasa
biçiminde şöyle ifade edebiliriz: "Herkes para ihtiyacını gidermek için, ödeyemeyecek bile
olsa ödeyeceğine söz vererek borç alabilir." Bir başka örnek: Muhtaç birine yardım etmek
istediğimde şöyle bir maksim temelinde olabilir: "Muhtaç birini gördüğüm zaman eğer
bana aşırı bir yük getirmeyecekse, ona yardım etmeliyim." Bunu şöyle
evrenselleştirebiliriz: ”Muhtaç birini gören herkes, eğer ona aşırı bir yük getirmeyecekse,
ona yardım etmelidir.”

Bir maksim çelişkiye düşmeden genelleştirilebiliyorsa, bir ahlak yasasıdır.
Eğer evrenselleştirilebilirse, maksim kabul edilebilir ve eylem ahlaksaldır;
evrenselleştirilemezse maksim reddedilir ve eylem ahlaksal bakımdan doğru değildir. Kant’a göre genel geçer bir yasa olamayan maksimler, ahlak yasası olamazlar. Örneğin, "Dara düştüğüm zaman, tutmamak üzere söz verebilirim" gibi bir maksim genelleştirilemez. Çünkü bu "Dara düşen
herkes, tutmamak üzere söz verebilir" ilkesinin genelleştirilmesini gerektirir. Bu kuralın
geçerli olduğu bir yerde, söz verme anlamını yitirir. Öyleyse, "Dara düştüğüm zaman,
tutmamak üzere söz verebilirim" maksimi genel geçer bir yasa olamaz. Bir başka örnek:

Bir masadasınız ve “Yemeğe ilk başlayan sen olma” kuralına göre hareket edeceksiniz. Bu
da genel bir yasa olamaz. Çünkü, herkes bu kurala uyacak olursa, yemeğe başlanamaz.
Kişileri amaç olarak görme ilkesi. Kant’a göre şeyler (örneğin bir araba, bir ev, bir
ayakkabı), insanlar onlara, ihtiyaçlarını gidermeleri dolayısıyla değer verdiği için
değerlidir. Başka deyişle sadece araç olarak değerlidir. Eğer insanlar onları istemeselerdi,
onlar değersiz olurlardı. Fakat şeylerden farklı olarak insanlar ya da akıl sahibi varlıklar,
mutlak bir değere sahiptir. Akıl sahibi varlık, kendisi amaç olarak vardır. Bu nedenle, bir
kişi gerek kendisinegerekse başkalarına yönelen eylemlerinde hem insan ya da akıl sahibi
varlık olarak kendisini hem de başkalarını araç olarak değil, amaç olarak görmelidir. Böyle
bir şey bulunduğunda, ahlak buyruğu şöyle de ifade edilebilir:
Her defasında insanlığa kendi kişi[liği]sinde olduğu kadar başka herkesin kişisinde
[kişiliğinde] de, sırf araç olarak değil, aynı zamanda amaç olarak davranacak biçimde
eylemde bulun.

İnsanlar birbirlerini çoğu zaman araç olarak da kullanır. İşveren işçilerini üretim yapmak
için araç olarak görür. Ev sahibesi hizmetçisini, müşteri marketçiyi, marketçi müşteriyi
birer araç olarak görür. Kant sadece araç olarak görülmemesini, onun bir kişi olduğunun
da unutulmaması gerektiğini söyler. Yoksa araç olarak da görülebilir, der. İkincisi, ”kendi
kişiliğinde” demesi de önemlidir. Çünkü Kant’a göre etik, kişinin sadece başkalarıyla
ilişkilerinde değil, kendisiyle ilişkilerinde de bir yere sahiptir. İnsan kendisini de başkasının
bir aracı olarak görmemeli, kendisindeki insanlığa da saygı duymalıdır. Kant bundan
kişinin kendisine karşı olan bazı ödevlerini türetecektir.
İnsanları amaç olarak görmenin sonucu olan eylemler doğrudur.

Ödevler
Kant’a göre kesin buyruktan bir takım ödevler çıkar. O, ödevleri iki gruba ayırır. Biri,
kişinin kendine ve başkalarına karşı tam ödevlerinden oluşur. Bu ödevler, her koşul altında
yerine getirilmelidir ve onları yerine getirmeyenler kınanır.
Bunlar arasında intihar etmeme (kendine karşı bir ödev), masum insanları öldürmeme,
yalan söylememe, verilen sözden dönmeme gibi (başkalarına karşı) ödevleri içerir. Bu
ödevleri çiğneyen maksimler-örneğin, bazı durumlarda yalan söyleyebilirim maksimi
evrenselleştirilemezler.

Diğeri kişinin kendine ve başkalarına karşı tam olmayan ödevleridir. Bunlar arasında
kişinin kendi yeteneklerini geliştirme ve muhtaç olanlara yardım etme ödevlerini sayabiliriz. Kişinin bu ödevleri her zaman yerine getirmesi gerekmez, bazen yerine getirmesi yeterlidir.
Tam ödevler her şart altında yapılmalıdır. Tam olmayan ödevler her şart altında
yapılmayabilir.

Kant, ahlaklılığın özünü yakalamıştır. Rölativizmden, sonuççuluktan uzaktır. Sonuçların
olumlu olması koşuluyla her şey yapılabilir görüşüne karşı belirli eylemleri (öldürme, çalma, insan
onuruna saygısızlık) yapmanın gerçekten her zaman, her yerde ve herkes için ahlaksızlık olduğunu
savunmuştur.

İkincisi, eleştirileriyle, yalan söylememe, masuma zarar vermeme, öldürmeme gibi olağan
ahlak kurallarının çiğnenmesini haklı çıkarmak için ileri sürülen sonuçların olumlu olacağı
düşüncesine olan güveni sarsmış, olağan ahlak kurallarına uyulması gerektiğinde ısrar
etmiştir. Son olarak, kişilere ya da insanlara saygıyı kuvvetle vurgulamıştır.

Kantçı Etiğe Eleştiriler

Fakat Kant’ın etik teorisine yöneltilmiş bir takım ciddi eleştiriler de vardır.
1. Kant’ın etik teorisi, sonuçlar karşısında kördür. Kant, sana sığınmış bir dostunu
öldürmek niyetiyle arayan biri, evine gelip sana dostunun nerede olduğunu sorarsa ona yalan
söylemeyeceksin der. Oysa, eylemlerimizin sonuçlarını-doğru söylememizin arkadaşımızın
ölümüne yol açacağını-bazı durumlarda kestirebiliriz. Eylemin sonuçları bilinemez diye,
ortaya çıkma olasılığı yüksek bir felakete meydan vermek sorumsuzluktur.

2. Bir eylemi haklı çıkarmak için, sadece iyi niyet yeterli değildir. Örneğin, eğer bir insanın
kaş yapma konusunda becerisi yoksa, iyi niyetle bile olsa kaş yapayım derken göz çıkarması hoş
karşılanabilir bir şey değildir. Hekimlik konusunda herhangi bir eğitimi, tecrübesi veya
becerisi olmayan birinin ne kadar iyi niyetle olursa olsun, hastaları tedavi etmeye kalkışması
ahlaksal bakımdan doğru olmaz.

3. Kant, duyguları ve eğilimleri etiğin dışına sürer. Fakat duygusuz bir etik, bir zombi
etiğidir.Eğilimler, erdem etiğinde olduğu gibi, doğru olanı yapmaya eğilim ise, kötü değildir, tam
tersine arzu edilir bir özelliktir.

4. Ahlaksal çatışmaları reddeder. Fakat ahlaksal çatışmaların olduğu da bir gerçektir.
Yalan söylememek ile masum bir insanın canını kurtarmak arasında bir çatışma olabilir.

5. Sıradan şeyler evrenselleştirilebilir ve böylece bir ahlak yasası olduğu ileri sürülebilir:
"Sol ayakkabımın bağcıklarını bağlamadan önce sağ ayakkabımın bağcıklarını bağlamalıyım."
Buna da şöyle itiraz edilebilir: "Sağ ayakkabımın bağcıklarını bağlamadan önce sol ayakkabımın
bağcıklarını bağlamalıyım" da evrenselleştirilebilir. Dolayısıyla bu bir yükümlülüğü dile
getirmez, söz konusu eylemin izin verilebilir olduğunu gösterir. Bu itiraz da doğrudur.
a. Iyi isteme nedir?
b. Ödev nedir?
c. Koşullu ve koşulsuz buyruklar arasındaki ayrım nasıldır?

Erdem Etiği
Erdem etiği, Antik Çağ ve Ortaçağ felsefesinde baskın ahlak teorisidir. Hatta Frankena’nın belirttiği gibi, tarihi boyunca ahlak insanlarda belirli erdemlerin geliştirilmesi ile ilgilenmiştir. Platon ve Aristoteles böyle düşünürler. Faydacılık ve deontolojik teoriler ancak modern zamanlarda ortaya çıkar. Bununla birlikte, 20. yüzyılda, 1958’de
Anscombe’nin “Modern Moral Philosophy” (Modern Ahlak Felsefesi) adlı makalesinin yayınlanmasından sonra erdem etiği yeniden bir canlanma dönemine girmiştir

Gerek deontolojik etikler gerekse sonuççu etikler kurallar veya ilkeler ve tek tek eylemler üzerinde odaklaşır. Onlara göre, Ne yapmalıyım sorusu önemlidir, erdem etiğine göre nasıl yaşamalıyım, nasıl bir yaşam sürmeliyim, nasıl bir insan olmalıyım soruları önemlidir. Birinde yapmak, diğerinde olmak önem kazanır. Deontolojide ve faydacılıkta ilgi odağı ya da değerlendirilen şey, kişinin tek tek eylemleridir.
Değerlendirme standardı da ahlaklılığın ölçüsünü sağlayan kuraldır. Ahlak belirli kuralları izleme meselesidir. Erdem etiğinin odağında ise tek tek eylemlerden çok, eylemde bulunan kişinin karakteri bulunur. Yargılarken, tek tek eylemleri değil, kişinin karakterini yargılar. Kişi hakkında edepli, dürüst, iyi, melek… vs. gibi olumlu veya alçak, terbiyesiz, dejenere vb. gibi olumsuz yargılarda bulunur.

Deontolojik ve sonuççu teoriler ahlak eğitiminin önemini ve ahlaksal eylemlerde duyguların rolünü görmezden gelirler ya da duyguları ahlaklılık açısından ya ilgisiz ya da zararlı görürler.
Örneğin, Kant merhametten kaynaklanan yardımseverliği ahlaksal bulmaz. Ona göre kişi merhamet duygusundan dolayı değil, ödevden dolayı yardım etmelidir. Erdem etiği ise duyguların duygular içinde yerini teslim eder.
Erdem etiğine göre ahlak belirli huyları ya da kişisel özellikleri kazanma, belirli karakter özelliklerine sahip bir insan olma meselesidir. Mesela bir kişi, kendi reklamını veya firmasının reklamını yapmak için yoksullara yardımda bulunursa ve bu eylemi en çok sayıda kişinin mutluluğuna hizmet eden bir eylem ise, faydacılık açısından doğru bir eylemde bulunmuştur. Yine bir başka kişi yardım edeceği yoksul insanların perişan durumundan dolayı hiçbir merhamet hissi duymaksızın, salt ödevden dolayı eylemde bulunursa eylemi deontolojik ahlak açısından doğrudur. Fakat birinci kişinin eylemi erdem etiği açısından, ahlaksal bakımdan yardımsever, dolayısıyla iyi bir karakterden kaynaklanmaz.

Çünkü cömertlik, yardımda bulunurken çıkar gözetmemeyi gerektirir. İkinci kişinin eylemi de kuru ve duygusuz bir kişilikten kaynaklanır. Erdem etiğine göre ise, Aristoteles’in belirttiği gibi, güzel eylemlerden hoşlanmayan kişi, iyi de değildir. Başka deyişle, bir insanın karakterinin iyi olabilmesi için güzel eylemlere eğiliminin olması gerekir. Aristoteles, haklı iş görmekten hoşlanmayana adil, cömertçe eylemlerden zevk almayana cömert denmez,
der.

Yaşam Tarzları
Aristoteles, üç tür yaşam tarzı ayırt eder: Haz yaşamı, siyaset yaşamı ve teori (temaşa) yaşamı.
Birincinin amacı tensel, fiziksel hazlardır.
Siyaset yaşamının amacı, onurdur. (Onurlandıranlara bağımlı olduğu için daha az değerli.)
Teori yaşamı-Aristoteles’in ve arkadaşlarının yaşam tarzı-kimseye bağlı değil, tanrılara özgü yaşam. Erdemler olumlu karakter özellikleridir. Her şeyin erdemi onun fonksiyonuna göre değişir. İyi bıçak erdemli bıçaktır. O da bir bıçaktan beklenen fonksiyonu, kesme işini, en mükemmel bir biçimde yerine getiren bıçaktır. En iyi insan da insanın fonksiyonlarını en iyi yerine getiren kişidir.

İnsanın fonksiyonu nedir?
Aristoteles’e göre iyi bir insan yaşamı sürmektir. Fakat iyi yaşam nedir? Aristoteles bunu insan doğasından çıkarır. Ona göre insanı diğer varlıklardan ayırt eden temel özellik akıllı olmasıdır.
Dolayısıyla entelektüel erdemlere sahip olması ve teori yaşamıdır. Bu nedenle, Aristoteles teori yapma yaşamını en yükseğe koyar.
Üç tür yaşam tarzı vardır: Değersiz haz yaşamı, değerli politik yaşam ve en değerli teori yaşamı.

İkinci iyi yaşam biçimi Aristoteles’e göre politik yaşam, özellikle siyasal liderin yaşamıdır. O adalet ve ruh yüceliği gibi şeyleri en çok karakterinde barındırır. Pratik bilgeliği ve ahlaksal erdemleri tam olarak kullanır. Bu yaşam tarzının kusuru, felsefi anlayışa ve etkinliğe yeteri kadar yer vermemesidir.. Hem politik hem felsefi etkinliği birleştirin birisi, sadece politik yaşamla karşılaştırıldığında, daha iyi bir hayat sürer. Fakat belirttiğimiz gibi
saf teori yaşamı hepsinden üstündür.

İyi Yaşam ve Erdemler
İnsan yaşamının amacını eudaimonia olarak görür. “Eudaimonia” Onun sözcük anlamı, iyi ruh veya ilah ya da kişinin kendini çekip çevirmesi için iyi bir tanrıcığa sahip olması demektir.
Aristoteles’e göre insan yaşamının amacı eudaimoniadır. Sözcük diğer dillere mutluluk olarak çevriliyor. Fakat mutluluk daha çok hazzı çağrıştırdığı için iyi yaşama, başarılı yaşama gibi çeviriler daha doğru olabilir.
Yaşanmaya değer, iyi yaşam nedir? Bu konuda birkaç yorum var. Birincisi, iyi şeyleri içeren ve onların toplamı bir yaşam. Böyle bir yaşam fiziksel hazzı, eğlenceyi içerir, (teorik ve pratik) erdemleri, onuru, yeteri kadar zenginliği, iktidarı, aşırı derecede çirkin olmamayı, dostluğu ve şanslı olmayı içerir. birlikte ortaya çıkardıkları yaşamdır. Bu
öğelerin her biri de kendi başına değerlidir. Birlikte oluşturdukları yaşam da eudaiomonik bir yaşamdır.

İkincisi, tek bir en üstün iyiyi gerçekleştirmeye yönelmiş yaşam. Bu tek en üstün iyi de, Aristoteles’e göre teori yapmadır. Erdemler, zenginlik, sağlık vs. hep bu teori yapmaya adanmış yaşama hizmet edecektir.
İster iyi şeyleri içeren yaşam anlamında isterse teoria yaşamı anlamında olsun, Aristoteles’in iyi yaşam anlayışında erdemler önemli bir yer tutar. Hatta o, insansal iyiliği (eudaimonia’yı) "ruhun-yaşamın sonuna kadar-erdeme uygun etkinliği” olduğunu ileri sürer. Erdemlere göre yaşam, mutlu ya da iyi yaşam ile aynı anlama gelir. Bu nedenle, erdemler Aristoteles’in etiğinin merkezindedir.

Peki erdem nedir?
Erdemler, kişinin alışkanlık haline gelmiş davranışlarında kendini gösteren olumlu karakter özellikleridir. Karakter özelliği, belirli durumlarda belirli biçimlerde davranma, hissetme, arzu etme eğilimi olarak görülebilir. Örneğin, dürüstlük erdemini alalım.
Doğruyu ara sıra ya da işine geldiği zaman söyleyen bir kişinin dürüst olmadığı, onda dürüstlüğün bir karakter özelliği haline gelmediği söylenebilir.Aristoteles’in tanımı ile, erdem “alışkanlıklarımız tarafından harekete geçirilen uygun duygulara sahip olma eğilimi ya da yatkınlığıdır.

Erdemlerle ilgili şu noktalara da dikkat çekmemiz gerekir.
(1) Erdemler sigara, çay, kahve tiryakiliği gibi alışkanlıklar değildir. Onlar, kişinin karakterinin bir parçası olmuş,
derinlere kök salmış, kişiyi tanımlayan alışkanlıklardır.

(2) Erdemler, utangaçlık, dışadönüklük, iyimserlik gibi kişilik özelliklerinden ayrılır.

(3) Erdemler, doğuştan değildir, eğitim ve alıştırma yoluyla kazanılır. Onlar, kişinin içinde büyüdüğü toplumun adet ve alışkanlıkları tarafından şekillendirilir. Bir insan cesurca davranarak cesur olur, cesur olduktan sonra da cesurca davranır. Bir özellik-örneğin, doğru söyleme özelliği-kişi, doğruyu söylemekten hoşlanmaya başladığı andan itibaren o kişinin erdemi haline gelmiştir. Ne zaman cesur bir insan oluruz? Cesurca davranmaktan hoşlandığımız zaman.
Erdemlice davrana davrana erdemli olunur, erdemli olununca da erdemlice davranılır.
Erdemler kullanılmazlarsa kaybedilir.

Erdem Türleri
Aristoteles iyi karakter özellikleri olan erdemleri ikiye ayırır.
Birincisi entelektüel erdemlerdir.
İkincisi de ahlaksal erdemler veya karakter erdemleridir.

Entelektüel erdemler, insanın ruhsal yanının düşünen kısmının erdemleridir (ruhun diğer kısmı, düşünmeyen fakat aklı izleyen kısımdır). Entelektüel erdemler, ruhun düşünen kısmının işini mükemmel biçimde
yapması halidir.
Başlıca entelektüel erdemler şunlardır:
Teknik bilgelik ya da tekne, teorik bilgelik (bilim veya episteme), bilgelik (sophia), anlayış(nous) ve pratik bilgelik (pronesis). Entelektüel erdemler herkese lazım, fakat filozofik hayat sürmek isteyenlere teorik bilgelik, bilgelik ve
anlayış erdemleri daha lazımdır.
Ruhun rasyonel olmayan kısmının işini mükemmel biçimde yapması da ahlaksal erdem veya karakter
erdemidir. Rasyonel olmayan teorik akıl yürütme ve pratik düşünüş ile ilgili erdemlerdir
Entelektüel erdemler arasında ahlak açısından en önemlisi, pratik bilgeliktir (pronesis). Bu bilgelik sayesinde, her bir durumda yapılması ve yapılmaması gerekeni bilebiliriz.

Erdemlerin diğer türü ahlak ya da karakter erdemleridir. Karakter, kişinin farklı durumlarda neler hissedeceğini, nasıl düşüneceğini, nasıl tepkide bulunacağını, ne tür seçimler ve ne tür eylemler yapacağı ile ilgili yatkınlıklardır. Dürüst insan, belki çok az istisnalar dışında, doğruyu söyleyen kişidir. Başlıca ahlaksal erdemler arasında dürüstlük, sadakat, cömertlik, cesaret, itidal, vicdanlılık, iyi yüreklilik, adil olma, nezaket sayılabilir.
Ahlaksal erdemlerin en ayırt edici özelliği, Aristoteles’e göre, onların iki ahlaksal kusur ya da iki aşırılık arasında bir orta olmalarıdır. Erdem iki aşırılık olan ifrat (olması gerekenden çok fazla) ile tefritin (olması gerekenden çok az) ortasıdır. Fakat orta, aritmetik bir ortalama değildir. Ne kadarın ifrat ne kadarın tefrit olduğu kişinin durumuna göre değişir.

Yoksul bir çoban bir dostuna bir çam sakızı armağan ederse cömertlik etmiş olur. Fakat sürü sahibi dostuna çam sakızı, armağan ederse cimrilik etmiş olur. Ölçülü bir insan, hem aşırı derecede çok hem de aşırı derecede az yemekten ve içmekten kaçınacaktır. Ortayı (mesotes’i) bulacaktır.
Duygular söz konusu olduğunda ise, bir şeyi çok arzulama ile hiç arzulamama ifrat ve tefrit durumlarıdır. Hissetme orta olmalı, davranma orta olmalı. “Gerektiği zaman, gereken şeylere, gereken kişilere karşı, gerektiği için, gerektiği gibi yapmak orta olandır ve en iyidir, bu da erdeme özgüdür. Aynı biçimde eylemlerde de aşırılık, eksiklik ve orta söz konusudur.”

Cesaret de bir orta haldir. Cesur kişi, her tehlikeden kaçan ve aşırı korku hissine kapılan kişi ise korkak veya ödlek kişi ile gözünü hiç budaktan sakınmayan, hiç korku hissetmeyen düşüncesiz bir manyak kişi arasında bir yerdedir. O, korkulması gereken şeylerden gerekli nedenlerden dolayı gerektiği şekilde ve gerektiği zaman korkan; cesaret edilmesi gereken şeyleri yapmaya cesaret eden kişi yiğittir. Yiğit kişi yakışan biçimde ve aklın gösterdiği şekilde etkilenir ve eylemde bulunur. Kuşkusuz duruma göre belirli bir korku hissedebilir. Yiğitçe
işlerden hoşlanır.

Erdem Etiğine Eleştiriler
1. Hangi erdemler geliştirilecek? Hangi davranma, arzulama ve hissetme tarzları erdem olarak görülecek? Erdem etikçileri, iyi bir yaşam sürmek için gerekli olanlar diye cevap verecektir.
Fakat birbirinden çok farklı iyi yaşam anlayışları vardır. Dolayısıyla her bir iyi yaşam anlayışına göre erdem listeleri farklı olacaktır. Örneğin, itaatkarlığı askerler bir erdem olarak göreceklerdir.
Aristoteles kibri bir erdem olarak görür, fakat bugün pek az kişi için bir erdemdir bu.

2. Erdem etikçilerinin, kendi kültürlerinin onlara empoze ettiği önyargıları (arzu edilir duyma,düşünme ve davranma biçimleri olarak gördüğü yatkınlıkları) erdem olarak vaftiz etme kuşkusu vardır. Aristoteles’in ahlaksal erdemleri, yaşadığı dönemde Atina’da soylu sınıfın arzu edilir bulduğu karakter özellikleridir.

3. Bir başka eleştiri, Aristoteles’in etiğinin belirli bir insan doğası anlayışına dayanmasıdır.Bu doğanın bütün insanlarda ortak olduğunun varsayılması sebebiyle bütün insanlar için iyi olan ortak bir takım davranma, hissetme ve arzulama tarzlarının olduğunun varsayılması. Hepsi için bir iyi yaşam idealinin olduğunun varsayılması. Fakat insan doğası diye bir şeyin olduğu tartışma konusudur. İnsan doğası, muhtemelen verilmiş bir şey değil, yapılan bir şeydir.

4. Erdem etiğinde eylem, yapanın kişiliğine bağlıdır. Eğer K1 kişisinde E1 olarak tanımlayabileceğimiz belli bir davranma, hissetme, arzu etme eğilimi yoksa, D1 davranışını erdemlice bir davranış olarak göremeyiz. Fakat K2 kişisinde E1 olarak tanımlayabileceğimiz davranma, hissetme ve arzulama eğilimi varsa ve K2 D1 davranışını yapmışsa, onu erdemli olarak tanımlayabiliriz. “Adil ve ölçülü kişinin yapacağı gibi yapılanlara adil ve ölçülü
denir; bunları yapan değil, adil ve ölçülü kişilerin yaptıkları biçimde yapan kişi adil ve ölçülü oluyor.”

Burada bir kısır döngü vardır: Adil ve ölçülü davranış, adil ve ölçülü kişinin davranışı gibidir ve adil ve ölçülü davranan kişi, adil ve ölçülü bir biçimde davranır. Kişiden önce adil ve ölçülü davranışın kriterleri belirlenmelidir. Bu da kuralları formüle etmeyi gerektirir.
a. Erdem etiği ile deontolojik ve sonuççu teoriler arasında temel fark nedir?
b. Erdem etiğine göre bir eylemi doğru yapan şey nedir?
c. Aristoteles’in yaşanmaya değer gördüğü bağlıca yaşam tarzları nelerdir?

METAETİK TEORİLERİ
Metaetik ya da üst etik ahlaksal yargıların statüsü ve metodolojisi üzerinde odaklaşır. "Ödev", "iyi", "kötü", "doğru", "yanlış" gibi terimlerin anlamları, ahlaksal yükümlülüğün doğası, insanların kanaatlerinden bağımsız bir ahlaksal gerçeklik ve doğrular alanının olup olmadığı, ahlaksal bakımdan doğru veya yanlış olanla ilgili inançların akılcı bir biçimde nasıl savunulabileceği gibi sorunları ele alır.

Örneğin, “Kürtaj cinayettir” diyen birisi ne demek istiyor? Kendisinin, kendi kültürünün, kendi dininin kürtajı tasvip etmediğini mi yoksa kürtajın her zaman, her toplum ve herkes için yanlış olduğunu mu? Yoksa “Kürtajı tasvip etmiyorum sen de yaptırma” mı demek istiyor? Kürtaj eyleminin kendisi mi yanlış yoksa insanlar mı onu yanlış görüyor? Ahlaksal yükümlülüğün temeli nedir? Tanrı mı, insanın mutlu olma arzusu mu, insan aklı mı,
toplumsal yaşam mı?Bu soruların yanıtlarını verme çabası metaetik olarak adlandırılır.

Doğalcılık
Rönesans sonrası bilimin, ya da başka deyişle modern bilimin, inkar edilemez bir başarısı olmuştur. Öte yandan, felsefi, dinsel ve metafizik iddialar ise çok çeşitli açılardan eleştirilmiştir. Geleneksel olarak etiğin köklerinin bulunduğu düşünülen alan, doğaüstü, bir kenara bırakılmış, bırakılmasa bile kuşkulu hale düşmüştür. En önemlisi, insan Darwin’den sonra, gittikçe daha çok doğal bir varlık ve doğanın bir parçası olarak görülür
olmuştur. Bu ruh hali, bazı filozofları etiğin de doğal bir olgu olduğu, dolayısıyla etiğin de doğal bir açıklamasının yapılması gerektiği fikrine sevk etmiştir. Etiğin doğallaştırılmasının başlıca stratejisi olandan olması gerekeni çıkarmaktır ve olması gerekene indirgemektir.

Örneğin, insanlar yaşamlarında hazzı arıyorlarsa, bundan hazzı aramalıdırlar ya da haz iyidir sonucu çıkarılır ya da insanların hazzı araması gerekir deniyorsa bunun olana indirgenmesi lazımdır. Başka deyişle, olgulardan olması gerekene ve değerlere ve olması gerekenden ve değerlerden olgulara geçilir.İyi veya kötü, ahlaktan bağımsız, doğal bir durum olarak tanımlanır.Ahlaksal yargılar da doğal olgular hakkında önermeler olarak alınır.

Doğalcılıkta "iyi", "kötü", "doğru", "yanlış" gibi etik kavramları, etik olmayan, etik alanı dışından,doğada veya doğal düzende bulunan olguları gösteren kavramlarla tanımlanabileceğine inanılır ve tanımlanır. Örneğin, “X iyidir”, “X arzulanan bir şeydir” biçiminde tanımlanabilir. “İyi” nesnelerin maddi, biyolojik, psikolojik özellikleri bakımından da anlaşılabilir. Örneğin, çocukları dövmek kötüdür demek, çocukları dövmek, çocuğun psikolojik işleyişinde ve çevresini algılamasında sağlıklı olmayan gelişmelere neden olur anlamına gelir.

Bu anlayışa göre ahlaksal olgular doğal olgulardır, ahlaksal terimler olguları gösterir ve ahlaksal yargılar da açık ya da üstü örtük bir biçimde olgular hakkındaki yargılardır. Etik terimler ve yargılar böyle anlaşılınca, onların doğrulanması ya da yanlışlanması da, tıpkı olgusal önermelerin doğrulanması yanlışlanması gibi, mümkün hale gelir. Örneğin, “iyi” = “arzulanan bir şey” diye tanımlandığında, “X iyidir” gibi bir önerme, X arzulanan bir
şeyse doğru, değilse yanlış demektir.

Doğalcılığa Eleştiriler
1. Olgu-değer ayrımını ihlal eder. Doğalcılara göre ahlaksal terimler doğal özellikleri gösterir.
Fakat olgularla değerler, olanla olması gereken arasında geçilemez bir uçurum olduğunu söyleyen bir Hume yasası vardır. İnsanların hazzı aradıkları doğru olabilir, fakat bundan insanın hazzı en çoğa çıkarması hatta haz peşinde koşması gerektiği sonucu çıkarılamaz. Aynı şekilde etik alanına ait terimler de etik dışı doğal terimlerle veya özelliklerle tanımlanamaz. Böyle yapmaya çalışmak doğalcı yanıltmacaya düşmektir.

2. Soruya açıktır. İyinin herhangi bir doğal özelliğe indirgenmesi George Moore’un ifadesiyle,“soruya açık”tır. Örneğin, “iyi”yi faydacıların yaptığı gibi “en çok sayıda insan için en çok mutluluk” olarak tanımladığımızı varsayalım. Bir K kişisi, mevcut alternatifler içinde “en çok sayıda insan için en çok mutluluğu getiren” E eylemini yaptı. Eğer “en çok sayıda insan için en büyük mutluluk” ifadesi “iyi”nin anlamını verseydi, K’nın E eylemi en çok sayıda insan için en büyük mutluluğu sağlıyor, fakat E iyi midir” diye sormak anlamsız olurdu. Tıpkı, “annenin
erkek kardeşi” şeklinde tanımlanan “dayı” için “X annesinin erkek kardeşi, fakat dayısı mı” diye sormanın anlamsız olması gibi. Fakat E eylemi için soru anlamsız değildir. Bu da bu tanımın soruya açık olduğunu gösterir.

Örneğin, belirli bir anda K kişisinin yanlış haber yayması, en çok sayıda insan için en büyük mutluluğa yol açabilir. Fakat bu durumda “K’nın yanlış haber yayması en çok mutluluğa yol açtı, fakat gerçekten iyi midir” diye sormak saçma değildir.
a. Soruya açık olma ne demektir?
b. Hume yasası nedir; olgu değer ayrımı nedir?

Görecilik (Relativism)
“Rölativizm”, Türkçede “görecilik” olarak karşılanır. Anlamı, bir şey, bir şeye ya da başka şeylere göredir. Örneğin, nesnelerin görünüşü, insanın psikolojik durumuna göre değişir. “X, Y’ye göredir”dediğimizde, Y’den bağımsız olarak X’in belirli bir şey olmadığını söyler ya da ima ederiz.

Ahlak alanında rölativizm ise şu anlama gelir: Ahlaksal kurallar ve ilkeler nesnel ve evrensel şeyler değildir; her ahlaksal yargı, örneğin, “kürtaj yanlıştır” yargısı, kendi başına ne doğrudur ne de yanlış; onu doğru ya da yanlış yapan şey, onun dışındaki başka bir şeydir. Peki o şey nedir? Ahlak neye göredir ya da Y yerine ne koyabiliriz? Mesela koşullara bağlıdır demek, görecilik demek değildir. Koşulların şöyle ya da böyle olması, bir eylemin ahlaksal bakımdan doğru olup olmamasını değiştirir. Örneğin, bir insana yardım edip etmeyeceğin senin durumuna, yardıma muhtaç kişinin durumuna ve aranızdaki bağlara göre değişir. Bunu herkes kabul eder.

Görecilik başka bir şey söyler. O, ahlaksal yargıları insanların ortaya koyduğunu ve bütün ahlaksal yargıların, insanların görüşlerinden ibaret olduğunu ileri sürer. İnsanların görüşleri dışında ve ötesinde, onlardan bağımsız biçimde var olan nesnel bir ahlaksal gerçeklik yoktur. Ahlaksal doğruluk ve yanlışlık insanların görüşlerine bağlıdır. Dolayısıyla Y’ nin yerine kişileri, insan gruplarını veya kültürel grupları koyabiliriz. Ahlaksal rölativizme göre bunlardan bağımsız olarak bir eyleme doğru ya da yanlış diyemeyiz.Ahlaksal yargılar, insanların ürünüdür ve insanların kanaatlerine göre değişir.

Göreciliğin bir başka tezi ya da içermesi şudur: Ahlaksal yargılar, insanların görüşleri dışında ve ötesinde bir gerçekliğe işaret etmediğinden çeşitli kişi veya grupların görüşlerini gerçeklikle karşılaştırma imkanı da reddedilir ve bir kişi veya grubun görüşünün diğer kişi veya grupların görüşlerinden daha doğru veya daha yanlış olduğunu söylemenin imkansız olduğu ileri sürülür. Kürtaj, x kişisine, grubuna veya toplumuna göre doğrudur veya yanlıştır. Hepsi bu. Başka deyişle, kişi veya grupların ahlaksal konulardaki görüşünün tartışılmaz olduğu, her görüşün eşit ölçüde geçerli olduğu kabul edilir. Bunlardan da normatif bir yargı çıkarılır: Her görüşün diğer görüşlere hoşgörülü olması gerektiği tavsiye edilir.

Öznel Görecilik Y’nin yerine konabilecek iki gözde aday vardır. Bunlardan biri kişiler ya da öznelerdir. Y yerine kişi ya da özne konduğunda öznel görecilik elde edilir. Öznel görecilik, farklı kişilerin (veya grupların) farklı ahlaksal görüşlere sahip olduğu görüşü değildir. Ahlaksal görüşlerin farklı olduğu, herkes tarafından kabul edilen bir olgudur.

Öznel görecilik, eylemin doğruluğunun veya yanlışlığının bireye göre ya da bireye bağlı olduğunu ileri sürer. Bir kişi x eyleminin doğru olduğuna inanırsa x doğru, yanlış olduğuna inanırsa x yanlıştır. Başka deyişle, eylemi doğru yapan şey, bir kişinin o eylemi tasvip etmesidir. K kişisi kürtaj eylemini tasvip ederse kürtaj doğru etmezse yanlıştır. Öznel görecilik açısından bakıldığında her insan ahlaksal bakımdan yanılmazdır ve kişiler arasında ahlaksal anlaşmazlık da yoktur. K2 kişisi de örneğin, K1’in tersine “Küçük çocuklar istismar edilebilir” dese bu da “K2 küçük çocukların en azından bazı durumlarda istismar edilmesini onaylar” anlamına gelir. Bu iki önerme birbiri ile çelişmez. İkisi de doğrudur. Çünkü biri gerçekten K1’in söz konusu eylemi onayladığını, diğeri
onaylamadığını ileri sürer. Ki gerçekten de öyledir. Dolayısıyla Birinin doğruluğunu diğerinin yanlışlığını tartışmak anlamsızdır.

Öznel rölativizm, zevklerle renkler tartışılmaz anlayışını, ahlaksal yargılar alanına da genişletir. E eylemini-örneğin kürtaj yaptırmayı veya yapmayı-doğru buluyorsa doğrudur, K2 kişisi yanlış buluyorsa yanlıştır. Bu görüşlerin ikisi de eşit ölçüde geçerlidir.Kürtaj K1 kişisine göre doğru, K2 kişisine göre yanlıştır. Bu bakış açısından K1 kişisi
“Küçük çocukları istismar etmek yanlıştır” derse, bunun anlamı, “K1, küçük çocukları istismar etmeyi tasvip etmiyor” demektir. Bunun ötesinde bir şey ifade etmez. İddia herkes için ileri sürülmemiştir. Nesnel bir durumu da ifade etmez.
Eylemin doğruluğu ve yanlışlığı bireyin onu onaylayıp onaylamamasına bağlıdır.Herkesin ahlaksal yargılarının eşit ölçüde doğru olduğunu varsayması-ya da eşitlikçiliği-öznel relativizmin olumlu tarafıdır.

Öznel Göreciliğe Eleştiriler
1. Herkesin ahlaksal konularda yanılmaz olduğunu varsaymasıdır. X kişisi masum insanlara işkence yapılmasını doğru buluyor ve işkence yapıyorsa, onu eleştirmek, kınamak veya cezalandırmak için sebep yoktur. Çünkü o öyle diyorsa öyledir ve hiç kimsenin yargısı onun yargısından daha doğru değildir.

2. Ahlaksal sezgilerimize göre ahlaksal sorunlar zevk meselesi değildir.Öznel göreciliğe göre, Nethanyahu Gazzeli çocukların öldürülmesini doğru buluyorsa, Gazzeli çocukların öldürülmesi doğru mudur?

Kültürel Görecilik
Çok eski zamanlardan beri toplumların yaşam pratiklerinin çeşitliliği ve neyin ahlaksal bakımdan doğru veya yanlış olduğu konusundaki yargılarının farklılığı gezip görenlerin bildiği bir şeydir. Örneğin, Pers Kralı Darius, bunu fark etmiştir. Kallatiai denilen Hintlilerin babaları öldüğü zaman çocuklarının babalarının cesedini yemeyi ahlaksal bir ödev saydıkları, Yunanlıların da babaları öldüğü zaman cesetlerini yakmayı ahlaksal bir ödev saydıkları bilinir. Darius, Yunanlılara, kaç para verilirse babalarının ölülerini yiyeceklerini sorar. Onlar da ne kadar para verilirse verilsin böyle bir şeyi asla yapamayacaklarını söylerler ve bir daha böyle tekliflerin yapılmamasını isterler. Bu kez Hintlileri çağırır ve onlara, kaç para karşılığında babalarının ölülerini yakacaklarını sorar.

Hintliler bunun para ile olacak bir şey olmadığını, bir daha böyle tekliflerin yapılmamasını ister.
Kültürel rölativizme göre bir eylemi doğru yapan şey, o eylemi yapan kişinin ait olduğu kültürün o eylemi tasvip etmesidir.
Öznel görecilik, ahlaksal konularda kişileri yanılmaz kabul ediyordu. Kültürel göreciliğe göre ise bireyler yanılabilir fakat kültürler yanılmaz. Ona göre ahlaksal konularda en yüksek otorite kültürdür.Ahlak yasalarını o koyar. Fakat bir tek kültür yoktur. Kültürler çok ve çeşitlidir. Biraz yakından incelenince görülür ki evlilik biçimleri, ebeveynlerle çocuklar arasındaki haklar ve sorumluluklar farklılıklar gösterir. Bazı kültürlerde örneğin Müslüman ülkelerde-polijini (bir erkeğin birden çok kadınla evlenmesi) uygulaması genellikle ahlaka aykırı değildir, bazı kültürlerde-örneğin, batı toplumlarında-ise aykırıdır.

Bir kültürde şiddetle yasaklanan şey, diğer kültürler de izin verilir bir şey olabilir. Bu gözlemlerden hareketle, bir kültürde doğru kabul edilen bir eylem, bir diğer kültürde yanlış kabul edilebilir. Salt olguları dikkate alarak, kültürel göreciler ahlaksal doğruluğun kültürden kültüre değiştiğini ve kültürler üstü ya da bütün kültür için geçerli olması gereken ahlak standartlarının olmadığı sonucuna varırlar.Bu görüş, nasıl öznel görecilik bireyler arasında eşitliği savunuyorsa, bu görüş de kültürler veya toplumlar arasında eşitliği savunur.

Kültürel görecilik, batılıların kendi kültürlerinin en doğru ve en ileri kültür olduğunu kabul ederek, diğer kültürleri yanlış ve geri kültür olarak nitelemelerine-başka deyişle, etnosentrizme ya da budunmerkeziliğe-ve kendi kültürlerini başka kültürlere dayatmalarına bir karşı çıkıştır. Kültürel göreciliğe göre bir kültürün ahlaksal değerleri ve normları diğerininkinden daha iyi, daha üstün, daha ileri veya daha özel değildir. Hepsi eşittir. Bütün kültürler birbirine saygı duymalıdır, hoşgörü göstermelidir derler.

Ahlaksal görecilik birkaç bakımdan çekicidir. Birincisi, ahlaksal görecilik, toplumlar ve bireyler arasındaki ahlaksal inançların çeşitliliğini açıklayabiliyor. İkincisi, ahlakın çevre koşullarına göre nasıl uyum sağladığını da açıklayabiliyor. Örneğin, sosyolojide fonksiyonalizm ile fevkalade uyumlu. Son olarak, hoşgörünün bir erdem olduğunu açıklar. Nesnel açıdan bakıldığında, bir kişinin kendi değerleri veya toplumunun değerleri “gerçekten” doğru değilse, diğerleri ile eşit ölçüde değerli ise, o zaman insanın "yaşa ve yaşat" ilkesine göre davranması kolaylaşır. Bu bakımdan, Batı’nın kültürünü ve değerlerini üstün göre Avrupa merkezci anlayışın sarsılmasında önemli bir rol oynamıştır.

Kültürel Göreciliğe Eleştiriler
Fakat kültürel göreciliğin bu olumlu telkininin yanında birçok sorunları da vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz.
1. Kültürün sınırları belirsizdir. Bir kültür sınırları belli ve homojen bir bütün değildir, içinde alt kültürler vardır. Örneğin, Türk kültürünü alalım. İçinde birçok yerel kültür vardır. Namus cinayetleri bazı alt kültürlerde onaylanır, hatta bu kültürler onu gerektirir. Bazı alt kültürler ise onu şiddetle yasaklar. O zaman namus cinayetlerini Türk kültürü hem doğru hem yanlış bulur mu diyeceğiz?

2. Hem diğer kültürleri hem de kendi kültürümüzü eleştirmek imkansız hale gelir. Örneğin,
(1) A kültürü de B kültürü kadar doğruysa ve A kültürü köleliği onaylıyor ve A’da insanlar köle olarak alınıp satılıyorsa, insanların köleleştirilmesini yanlış gören B kültürünün A kültürünü eleştirmesi imkânsızdır. Çünkü A kültürünün savunucuları, B kültürünün savunucularının eleştirileri karşısında “Bizim kültürümüz de sizin kültürünüz kadar doğrudur; “daha doğru” kültür diye bir şey yoktur” diyebileceklerdir.

(2) Bazen kendi kültürümüzü de eleştirmek isteriz. Fakat kültürel görecilik, ahlaksal sorunlar söz konusu olduğunda kültür her zaman haklıdır der. Bu da bir topluluğun kendi kültüründe reform girişimini imkânsız hale getirir.

3. Hoşgörü ile ilgili olarak da sorunları vardır.
(1) Kültürel relativizm, hoşgörüyü evrensel değer kabul eder gibidir. Bu da göreci bir bakış açısından haklı çıkarılamaz. Çünkü göreciliğe göre hoşgörünün de göreli bir değer olması gerekir. Dolayısıyla evrensel olduğu ve herkesin ona uyması gerektiği iddia edilemez.

(2) Hoşgörünün göreli bir değer olduğunu, kendi kültürlerinin değerlerinin evrensel ve nesnel olduğunu düşünen toplumlar da vardır. Bu durumda, örneğin,hoşgörünün temel değer olduğu A kültürü, kendi ilkelerine sadık kaldıkça, kendi inançları ve yaşam tarzları dışındaki inanç ve yaşam tarzlarına karşı hoşgörüsüz olan B kültürüne
hoşgörü gösterecektir. Yani iki kültür arasında asimetrik bir ilişki olacaktır: Hoşgörülü A, hoşgörüsüz B’yi hoş görecek, fakat hoşgörüsüz B, hoşgörülü A’yı hoşgörmeyecektir. Bu da hoşgörüsüz kültürler için tam bir cennet demektir.

(3) Kültürler arasında hoşgörü ile karşılanabilecek farklılıklar vardır hoşgörü ile karşılanamayacak farklılıklar vardır. Örneğin, bir kültürde,kültürler arasındaki farklılıklardan göreli olarak Nelere hoşgörü gösterilecek?

4. Nihilizme kaymak mümkün ve muhtemeldir. Yaşamımıza yön veren ahlaksal normların diğer kişi veya toplumların ahlaksal normlarından daha iyi ve daha doğru olmadığına gerçekten inanırsak, kendi değerlerimiz için mücadele ve fedakârlık etmeyi mantıklı bulabilir miyiz?

5. Bu görüşün temelinde antropolojik incelemelerin değişik kültürlerde bir eylemin doğruluğuna veya yanlışlığına ilişkin yargıların çeşitli olduğunun görülmesi yer alır. Bazı antropologlar,kültürleri yargılamamak kaygısıyla, çünkü bir nesnel doğru kabul ettiğimizde pek çok kültürün yargısını yanlış kabul etmemiz gerekecektir, ahlaksal doğruluğun kültürden kültüre değiştiği ve kültürler üstü ya da her kültür için geçerli olması gereken bir ahlak standardının olmadığı sonucuna varmışlardır. Oysa var gibi görünüyor. Örneğin, bütün kültürler, uygulamadaki
farklılıklar ne olursa olsun, yalan söylemeyi ve cinayeti yanlış buluyor. Bebeklerin bakılmasını bir yükümlülük olarak getiriyor.
Kültürel göreciliğe göre insan hakları herkesi bağlayan evrensel
normlar mıdır?

DUYGUCULUK EMOTİVİSM
Duyguculuk, 1930’larda ortaya çıkan mantıkçı pozitivizmin etik önermelerin statüsüne ilişkin bir görüştür. Mantıkçı pozitivistlerin temel ilkesi, doğrulama ya da tahkik ilkesi idi. Bu ilkeye göre bir önermenin bilişsel olarak anlamlı olmasının gerekli ve yeterli koşulu onun doğrulanmasının veya yanlışlanmasının mantıksal olarak mümkün olup olmamasıdır. Bu koşulu yerine getiren iki tür önerme vardır. Biri analitik önermeler, diğeri empirik veya olgusal önermeler. Analitik önermeler, “Dayı, annenin erkek kardeşidir” gibi önermelerdir. “Dayı” sözcüğünün anlamının içinde “annenin erkek kardeşi” olma vardır demektir. Bu tür önermelerin doğru olup olmadığını bulmak için, onun içinde geçen sözcüklerin anlamlarını bilmek yeterlidir.

“K kişisinin boyu 1.75 cm’dir” önermesi ise, analitik değildir, empirik bir önermedir. Dünyanın durumu hakkında bir olguyu ifade etme iddiasındadır. Bu ise, empirik yollarla tahkik edilebilir. Dünyanın durumu önermede iddia edildiği gibi ise önerme doğru, değilse yanlıştır. Bunun için X’in boyunu ölçeriz. Eğer boyunun 175 cm olduğunu bulursak iddia doğrudur, değilse yanlıştır.

Bir önermenin anlamlılığının ölçütü doğru ya da yanlış olduğunun test edilebilmesidir.
Anlamlı önermeler ya analitiktir ya da empiriktir.
Tahkik edilebilirlik ilkesine göre önerme formunda olan fakat doğrulanması için bir yöntemi olmayan önermeler anlamsızdır. Dinin ve metafiziğin önermeleri ne analitik ne de empirik önermeler olduğundan anlamsızdır. Fakat bazı ifadeler ise hem olgular hakkında bir iddiayı içerirler hem de ifade eden kişilerin duygularını anlatırlar. Örneğin, K kişisinin “A, B’yi alçakça dövdü” cümlesini söylediğini varsayalım.

Bu cümle iki şeyi ifade eder.
(1) Dünyada olup biten bir olguyu, A’nın B’yi dövdüğünü,
(2) dünyada olup bitmeyen bir olguyu, özellikle "alçakça" sözcüğü de K’nın A’nın B’ye yaptığı karşısındaki duygularını tiksinti ve öfke duygularını-ifade eder.
Fakat K, “A, alçağın tekidir” deseydi, bu sadece bir tek şeyi, bu cümleyi söyleyen K’nın A karşısındaki tutumunu ve duygularını ifade ederdi. “Cinayet işlemek yanlıştır” gibi ahlaksal yargılar böyle önermelerdir. Tahkik edilebilirlik ilkesine göre ahlaksal doğruluk veya yanlışlıkla ilgili ifadeler, anlamsızdır. Onlar, gerçekte herhangi bir olgu ya da dünyanın ya da gerçekliğin durumu hakkında herhangi bir inancı ifade etmez. Bu nedenle onlar ne doğru ne de yanlıştır. Doğru olup olmadıkları da araştırılamaz.

“Cinayet işlemek yanlıştır” önermesi analitik olmadığından, onun doğru ya da yanlış olup olmadığına içinde geçen sözcüklerin anlamlarına bakarak karar verilemez. Herhangi bir empirik incelemede bunun doğru veya yanlış olduğunu gösteremez. Cinayetin üzüntüye ve acıya neden olduğunu, genellikle öfke sonucunda işlendiğini gösterebiliriz. Fakat cinayetin ahlaksal bakımdan “yanlış” olduğunu gösteremeyiz. Dolayısıyla, etik önermeler,
anlamsızdır.

Etik önermeler ne analitik ne de empirik önermelerdir. Fakat onların hiç mi işlevleri yoktur? Ayer’e göre, ahlaksal yargılar duyguları ifade eder. Eğer bir K1 kişisi, bir K2 kişisine "O parayı çalman yanlıştır" derse, onun bu sözleri, (1) K2’nin kendisine ait olmayan bir parayı sahibinin izni olmadan gizlice aldığı olgusunu ifade eder. Fakat K1’in
cümlesinde geçen "yanlıştır" sözcüğü, K2’nin parayı çalması olgusuna bir şey eklemez. Sadece K1’in, K2’nin bu eylemini tasvip etmediğini belli eder veya açığa vurur. Bu da “O parayı çaldın” cümlesini, eylemi onaylamadığını belli eder bir tonla söylemek gibidir.

Dolayısıyla “Para çalmak yanlıştır” önermesi doğru ya da yanlış olduğu gösterilebilecek olgusal bir önerme değildir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Duyguculuğa göre, ahlaksal yargılar kişinin duyguları hakkında da bir iddia ileri sürmez, bir şey söylemez. Böyle olsaydı doğru olup olmadıkları araştırılabilirdi. Ahlaksal yargılar, sadece olay karşısında duygusunu dışa vurur veya belli eder. Dolayısıyla doğrulanamazlar.

Duygucular, Moore’un doğalcılığın iddiasının-yani, ahlaksal yargıların dış dünyadaki olgular hakkında yargılar olduğu iddiasının-yanlış olduğunu gösterdiğini kabul ederler. Fakat sezgici Moore’a göre, ahlaksal yargılar analitik veya empirik olmasa da, onlar başka bir nesnel gerçeklik-yani ahlaksal gerçeklik-hakkında önermelerdir. Ahlaksal gerçekliği de duyularımızla değil, sezgilerimizle bilebiliriz.
Ahlaksal olgulardan oluşan gerçeklikle ilgili iddiaların doğru olup olmadıklarına sezgilerimizle karar verebiliriz. Dolayısıyla ahlaksal yargılar doğal olmayan ahlaksal özellikler hakkında oldukları için, onlar doğru veya yanlıştırlar. Doğru veya yanlış olup olmadıkları da sezgi yoluyla araştırılabilir. Onlara göre, önermelerde dile getirilen ahlaken doğruluğun ve yanlışlığın ölçütü sezgilerimizdir.

Ayer’e göre ise, eğer empirik olarak doğrulanamıyorsa böyle olgular yoktur. Çünkü insanların sezgileri birbiri ile çelişir. Birine kesin görünen bir sezgi, diğeri için şüpheli, hatta yanlıştır. Çatışan sezgilerden hangisinin doğru olduğunu belirleyecek bir yöntem bulmadıkça, sezgi bir tahkik aracı olamaz.
Ayer’e göre ahlaksal yargılar konusunda böyle bir ölçüt de verilemez. Sezgilerimiz sadece tasvip etme veya etmeme duygularıdır. Duygular, değerleri bilmek demek değildir, değerler de duygularımızdan bağımsız olarak var olmazlar. Sonuç olarak, ahlaksal terimler, doğalcıların ileri sürdüğü gibi doğal bir olguya işaret etmezler; fakat sezgicilerin ileri sürdüğü gibi doğal olmayan ahlaksal bir olguya da işaret etmezler. Onlar onları söyleyen
kişinin duygularını ifade eder. Tıpkı ağlamakla acımızı dışa vurmamız gibi, ahlaksal yargılarla da belirli durumlar karşısındaki duygularımızı dışa vururuz.

Bazı önermeler hem bir olguyu ifade eder hem de duygusunu dışa vurur ve Stevenson’a göre aynı zamanda başkalarını etkileme işini de yapar.Ayer’ın görüşlerini geliştiren Leslie Stevenson’a göre, iyi, kötü, doğru, yanlış gibi ahlaksal sözcükler, dünyada olup biten bir olguyu betimlemezler. Bu sözcükler analitik de değildir.
Onların anlamları duygusaldır. Ona göre de "O parayı çaldın" cümlesinin
(1) betimleyici bir anlamı vardır, yani sana ait olmayan parayı sahibinin onayı rızası olmadan aldın demektir. Fakat aynı zamanda
(2) bu cümleyi söyleyen kişinin, bu eylemi duygusal olarak tasvip etmediğini gösteren bir anlamı da vardır. Bu anlam nereden kaynaklanır? Çünkü birçok sözcüğün-çalmak, dürüstlük, saygı gibi-betimleyici anlamları yanında duygusal anlamları da vardır. Ahlaksal sözcükler söz konusu olduğunda, doğru, yanlış, iyi ve kötü gibi başlıca ahlaksal sözcüklerin sadece duygusal anlamı vardır. Stevenson, bir sözcüğün duygusal anlamını, o sözcüğün kullanımına bağlayarak analiz eder.
Ona göre ahlaksal yargıların amacı olguları ifade etmek değildir. “Cinayet işlemek yanlıştır” gibi bir ahlaksal yargı iki şey ifade eder:
(1) konuşanın onaylayıp onaylamadığını ve
(2) onaylayıp onaylamadığını gösteren ifadeler aracılığıyla muhatapların davranışlarını etkilemektir.

Başka deyişle, cinayet eylemini ben onaylamıyorum, sen de onaylama demeye gelir. Duygusal anlamı olan sözcüklerin yaptığı iş sadece budur. Başkalarını etkileme tarzları onları bir nevi buyruk yapar. Ahlaksal olgulara ilgi ile bakmamızı sağlayan şey ahlaksal sözcüklerin bu işlevleridir.

Duyguculuğa İtirazlar
1. “Bir cümle ancak analitik veya empirik olarak tahkik edilebilirse anlamlıdır” cümlesi kendisi ne analitik ne de empirik olarak doğrulanabilir bir cümledir. Mantıksal pozitivizmin kendisinin temel ilkesi olan bu tahkik edilebilirlik ilkesine göre, bu ilkenin kendisinin anlamsız olması gerekir. Oysa anlamlı gibi görünüyor. Öyleyse bu ilke bize etiğin iddialarının anlamsız olduğuna inanmak için herhangi bir gerekçe veremez.

2. Ahlaksal tartışmayı aşırı ölçüde basitleştirir. Birisi kürtaj yanlıştır, diğeri doğrudur derse, birisi tasvip ediyordur, diğer etmiyordur. Bundan kürtajın gerçekten doğru olup olmadığı konusunda hiçbir şey çıkmaz. Bir taraf kürtaja “yuh” diyor, diğer taraf “yaşa”. Herhangi bir tartışmanın ya da akıl yürütmenin imkanı yok. Başkalarının duygularını etkilerken de mantıksal kanıtlamalar getirmiyoruz, fakat onları manipüle ediyoruz.

3. Ahlaksal yargıların doğru yanlış olmadığı, sadece yargıda bulunan kişinin duygularını ifade ettiği görüşü, ahlaksal yakınmaların da önemsiz olduğunu ima eder. Böyle düşünen biri, bir seri katilin onlarca masum insanı öldürmesi karşısında sadece yuh demekle yetinecek, onun gerçekten yanlış bir eylemde bulunduğunu söyleyemeyecektir. Dolayısıyla duyguculuk ahlaksal hakikatleri reddetmekle, ahlakı sulandırıyor. Onu bir zevklerle renkler tartışılmaz meselesi haline getiriyor.

Sınavlarda Başarılar Dileriz...


 

Çevrimiçi üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

REKLAMLAR

Forum istatistikleri

Konular
17,414
Mesajlar
134,310
Kullanıcılar
90,716
Son üye
Abdullah Kara
Üst