Aöf İnsan ve Toplum Ders Notları 7.Ünite

AOFDESTEK

ADMİN
Yönetici
Admin
Katılım
9 Şub 2011
Mesajlar
6,041
Tepkime puanı
25
Puanları
48
Bölüm:
İşletme
Şehir:
Bursa
İNSAN VE TOPLUM

7. ÜNİTE

Sağlık, Hastalık ve Toplum

Sağlık ve hastalık sosyolojisi olarak da bilinen sağlık sosyolojisi, sağlığı bir toplumsal kurum olarak ele alır ve sağlık, hastalık gibi kavramların, tamamen biyolojik gerçekliklerin ifadesi değil, toplumsal olarak inşa edilmiş kavramlar olduğunu varsayar. Sağlık sosyolojisi’ terimi ilk olarak 1894’te Charles McIntyre kullanmıştır. Klasik sosyoloji kuramları içinde Engels’in “İngiltere’de işçi Sınıfının Durumu” adlı çalışması ve Durkheim’ın intihar çalışması, öne çıkan çalışmalardır. Modern sosyoloji içinde de sağlıkla ilgili sayılabilecek en ünlü çalışma, Parsons’ın tıp mesleğine ve hasta rolüne önemli bir verdiği yer verdiği “Sosyal Sistem” adlı eseridir.

Sağlık sosyolojisinin gelişimi, üç dönemde incelenebilir:

(a)Tıpta sosyoloji dönemi, sağlıkla ilgili sosyolojik çalışmaların 1960’lara kadar olan kısmını kapsar. Bu dönemde, tıbbın kendi paradigması ve ‘sağlığın ve hastalığın biyomedikal modeli’ baskındır. Sosyoloji, tıp yanlısıdır ve ikincil konumdadır. Bu dönemde yapılan sağlık sosyolojisi çalışmaları tıp kurumunu eleştirmemiş, sadece tıbbın sorun olarak gördüğü konuları çalışmış, toplumun diğer kesimleri tarafından sorun olarak görülen konuları ihmal etmiştir.

(b)Tıp sosyolojisi dönemi, bu alanda 1960’lar ve 70’ler boyunca yapılan çalışmaları kapsayan dönemdir. Bu dönemde yapılan çalışmalarda tıp eleştirilmeye başlanmış; modern tıbbın meşruiyeti, tıp mesleğinin sınırları ve tıbbi örgütlerin işlev ve işleyişleri sosyolojik olarak sorgulanmış, sağlığa ve hastalığa ilişkin, tıbbi iktidarın görüşleri yerine, sıradan insanların yaklaşımlarına odaklanılmıştır.


(c)Sağlık ve hastalık sosyolojisi dönemi, 1970’lerin sonlarından itibaren başlayan dönemdir. Bu dönemde yapılan çalışmalar eğitim, din, siyaset gibi diğer toplumsal kurumlara ve sağlıkla bu kurumların ilişkilerine odaklanarak önceki dönemin sınırlılıklarını aşmıştır. Sağlık ve hastalık sosyolojisi döneminde sosyologlar, genel olarak, sağlığa ve hastalığa ilişkin biyomedikal modeli sorgulamaya başlayarak sosyal modeli geliştirmiş, biyolojik zemin ile kişilerin sağlığa ve hastalığa ilişkin toplumsal deneyimleri arasında tek yönlü bir ilişki olmadığını göstermişlerdir.


SAĞLIK NEDİR: Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), sağlığın “hastalığın yokluğu”na veya özürlülük durumuna indirgenmesine karşı çıkmış ve 1948 yılında sağlık kavramını “fiziksel, zihinsel ve sosyal açılardan tam bir iyilik hali” olarak tanımlamıştır.


Sağlığın ve Hastalığın Biyomedikal ve Sosyal Modelleri

Yaklaşık olarak 1950’lere kadar, dünya genelinde insanların ölümüne neden olan hastalıklar enfeksiyonlar, salgınlar ve akut hastalıklardı. 20. yüzyılın ikinci yarısında, ölüme neden olan en önemli hastalıklar kanser, kalp, şeker gibi hastalıklar oldu. İnsanların en önemli ölüm nedenlerinin enfeksiyonlar ve akut hastalıklardan kalp hastalığı, kanser gibi kronik hastalıklara doğru dönüşmesi epidemiyolojik dönüşüm ya da epidemiyolojik eşik olarak bilinmektedir. Sağlık ve hastalığın biyomedikal modeli, Batı tıbbında uzun zaman hakimiyetini korumuş olan bir paradigmadır. Bu model, tıbbi bilginin nesnel ve yansız olduğunu, zihnin ve bedenin birbirinden ayrı olduğunu ve bedenin makineler gibi tamir edilebilecek mekanik bir şey olduğunu varsayar. Hastalıkların, genellikle parazit, virüs, bakteri ya da gen gibi belirli ve tanımlanabilir aracılar yüzünden oluştuğunu ileri süren doktrini kabul eder ve hastalıklara neden olan sosyal, ekonomik, politik, psikolojik faktörleri görmezden gelir.

Biyomedikal model, özetle şu noktalarda eleştirilmiştir:

• Bedeni kişiden izole etmekle, sosyo-çevresel bağlam içinde yerleştirememekle, biyolojik değişimlere odaklanmakla ve hastalığın toplumsal ve ekonomik nedenlerini görmezden gelmekle eleştirilmiştir.

• Tek doğru bilgiyi kendisinin ürettiğini kabul etmekle, sağlık ve hastalığın tanımını sadece tıbbın yapabileceğini, öznel yorumların yersiz olduğunu savunmakla eleştirilmiştir.


• Tıbbın, tarihi, kendi başarılarıyla doluymuş gibi gösterdiği ileri sürülmüş; halbuki, toplumların artık daha uzun yaşamasının tıbbi uygulamalardan çok beslenme, temizlik ve doğum kontrolü gibi faktörlerden kaynaklandığı ortaya konmuştur.


• Biyomedikal modeli benimseyen tıp, tedavi ettiği hastaları ‘bütün’ insanlar yerine, edilgen nesneler olarak tedavi etme eğilimi nedeniyle de eleştirilmiştir. Bu eğilim, tıp eğitiminde kazandırılmaktadır. Tıp eğitimine yeni başlayan öğrencilere verilen ilk görevler arasında, insanları parçalara ayırmak vardır ve eleştirilere göre bu görev, öğrencilere çalışmalarının nesnesinin insan değil, beden olduğunu ima etmektedir. Bu çerçevede, tıbbın merkezine ‘insan onuru’ kavramının yerleştirilmesi gerektiği, tedavi ve bakımın daha etkili olabilmesi için sağlık görevlilerinin, hastalarının algıları, duyguları ve düşünceleri konusunda duyarlı olmaları gerektiği savunulmuştur.


• Tıp mesleğinin bilimsel bilginin sınırları temelinde değil, sosyo-politik mücadelelerin sonucunda ortaya çıkmıştır. Meşru kabul edilen tıbbi bilgilerin ve uygulamaların neler olduğuna, meslek üyelerinin kesin bilgiye sahip oldukları doğal nesneler tarafından değil, toplumsal süreçler tarafından karar verilmektedir.

Sağlık ve hastalık sosyolojisi, hastalığın ve sağlığın toplumsal olarak modellendiğini, tekrar tekrar belirtmiştir. Sağlık durumu, biyoloji dışındaki faktörlerin sonucudur, ve tesadüfi olarak oluşmadığı kanıtlanmıştır. Biyomedikal modelin eleştirisinden doğan sağlığın ve hastalığın sosyal modeli, biyomedikal modelin antitezidir. Sosyal modelin özellikleri, kısaca şu şekilde özetlenebilir:

• Tıpta, içsel olan zihin-beden ikiliğine karşı çıkar. Böyle bir ayrımın “en iyi ihtimalle yanlış, en kötü ihtimalle ise öldürücü” olduğunu ileri sürer. İnsanlar hem bedendirler, hem de bir bedene sahiptirler, zihin ve beden birbirinden ayrı düşünülmemelidir.


• Fiziksel beden, bireyin bütününden bağımsız bir şekilde “onarılabilecek” bir makine değildir. Tıp, insanı bir bütün olarak ele almalıdır.


• Sağlık ve hastalık, sadece biyolojik değişimlerle ilişkili değildir. Daha geniş sosyal, ekonomik ve politik bağlam içerisinde biçimlendirilirler. Örneğin, toplumda güce ve kıt kaynaklara daha fazla sahip olanlar, olmayanlara oranla daha uzun yaşamakta ve daha az hastalanmaktadırlar. Bu nedenle, sağlığı ve hastalığı anlayabilmek için öncelikle, toplumdaki güç ilişkilerini ve toplumsal eşitsizlikleri kavramamız gerekir.


• Son olarak, tıbbi bilgi, hiçbir şekilde objektif olamaz; bilimsel bilgi de dahil olmak üzere, bütün bilgiler, içinde üretildikleri bağlama bağlıdır. Tıp öğrencileri, eğitimlerinde bedeni nasıl “görmeleri” gerektiğini öğrenirler. Bu görme şekli, bedenin “görülebileceği” ya da anlaşılabileceği çok çeşitli yollardan sadece biridir. Beden, yani tıbbi uygulamaların merkezdeki nesnesi toplumsal olarak inşa edilmiştir; ama tıp onu sadece kendi tanımladığı açıdan ele almaktadır. Bu sonuncu eleştiri çok önemlidir. Çünkü sağlık sosyolojisinin kuruluşu, tıbbi bilginin ayrıcalıklı kabul edilmemesiyle birlikte başlamaktadır. Bu açıdan, sağlık sosyolojisi bilgi sosyolojisinden doğmuştur denebilir.


Sağlıkta ve tıpta yaşanan çağdaş dönüşümler

Hastalık → Sağlık
Hastane → Topluluk
Akut → Kronik
Tedavi → Önleme-koruma
Müdahale → Görüntüleme
İyileştirme → Bakım
Hasta → İnsan

Sağlığın Toplumsal Belirleyicileri

Sağlık düzeyleri, çok çeşitli değişkenlerle ölçülebilse de bu konuda en sık başvurulan ölçütler, doğumda beklenen ortalama yaşam süresi, ölüm oranı (mortalite) ve hastalanma oranıdır (morbidite). Bireylerin sağlıkları, önemli ölçüde, içinde bulundukları toplumsal koşullar tarafından biçimlendirilmektedir. Toplumsal eşitsizliklerin bir sonucu olarak sağlık, toplumda eşitsiz bir şekilde dağılmaktadır. Sağlığı etkileyen faktörlerden bazıları, toplumsal faktörlerdir.

Sağlık sosyolojisi çerçevesinde, bu faktörlerin, sağlık üzerindeki etkisi ile ilgili yapılan çok sayıda çalışma, bireylerin sağlıklarının:

• yurttaşı oldukları ülkenin gelişmişlik düzeyinden,
• yönetim şekli ve sağlık politikasından,
• yaşadıkları alanın kentsel mi kırsal mı olduğundan,
• toplumsal sınıflarından,
• toplumsal cinsiyetlerinden,
• ırkları ve etnik gruplarından,
• gelir düzeylerinden,
• çalışma koşullarından,
• eğitim düzeylerinden
• ve sosyal statülerinden etkilendiğini ortaya koymaktadır.

İşlevselci Yaklaşım

Tıp Mesleği: Parsons’a göre çağdaş toplum, ‘kapitalist’ olarak nitelendirilmemelidir çünkü, bu toplumun sadece ekonomisi kapitalisttir. Ekonomi dışındaki kurumlar ekonomi gibi kâr peşinde koşan çıkara dayalı kurumlar değildir. Kapitalist olmayan toplum yapısını mümkün kılan bu toplumsal kurumlar meslekler, özellikle de tıp mesleğidir. Parsons’a göre tıp mesleği, özgeciliğe ve etiğe dayalıdır ve piyasa ilişkilerinin rekabetçiliğini ve bencilliğini kırma işlevini üstlenir. Tıbba verdiği değere rağmen Parsons tıbbı eleştirmiş, tıbbın bilimselliğini, hem sosyal bilimsel açıdan, hem de tıbbın kendi paradigması açısından sorgulamıştır. Parsons’a göre, iyileşme süreci sadece bir sistem meselesidir. Bu sistem bilim olduğu kadar sihir ya da din de olabilir. Önemli olan tedavi başarılı olursa sistemin meşruluk kazanacağı; tedavi başarısız olursa sistemin ne olduğuna bağlı olarak bu başarısızlığın bilgi eksikliğine, doğaya ya da şeytana atfedileceğidir.

Hasta Rolü: Parsons, hastalığın fiziksel bir varlık değil, toplumsal bir olgu olduğunu savunur. Bireyler, gündelik yaşamda uymaları beklenen normlara uymak istemedikleri ya da genel kültürel ölçütlere ulaşamadıkları zaman, ‘hasta’ rolüne girerek bu rollerden ve beklentilerden kaçarlar. Kişi, ancak, toplum onu meşru olarak hasta kabul ederse hasta sayılır. Hasta rolünün meşru sayılması ise iki koşula bağlıdır. İlk olarak, hastanın hasta rolünün sağladığı hakları en kısa sürede terk etmeyi istemesi gerekir. Diğer bir deyişle hasta, iyileşmeyi istemelidir. İkinci koşul ise hastanın, iyileşmek amacıyla doktorla ve ilgili diğer profesyonellerle işbirliği yapması ve onlara itaat etmesidir. Bu koşulları yerine getiren kişi, meşru olarak hasta kabul edilir.

Bu zorunlulukları yerine getirerek hasta rolüne giren kişi, bu role girerek iki avantaj elde eder. Bunlardan birincisi kötü sağlığından ötürü kişisel olarak sorumlu tutulmamaktır. İkincisi ise, bu rol içinde olduğu sürece normal toplumsal rollerden muaf tutulacak olmasıdır. Parsons, modern yaşamın yarattığı gerilimler yüzünden insanların toplumsal rollerinin sorumluluklarından kaçmak istediklerini ve bunun için de “hasta rolüne” büründüklerini belirtir, ama çok sayıda insanın bu role bürünmesi toplumun işleyişi açısından sakıncalıdır, bu nedenle tıp kimin bu role girip kimin giremeyeceğini kontrol etmelidir.


Marksist Yaklaşım

Marksist yaklaşım, sağlık bakımını ve tıbbı, kapitalizmin bir parçası olarak ve kapitalizmle ilişkisi üzerinden açıklar. Hastalıklar da tedaviler de kapitalist ekonomik sistemin ürünüdür. Marksist yaklaşıma göre tıp, kapitalist ekonominin bir parçasıdır ve tedavi açısından bir faydası olmasa da kâr amacıyla teknolojik gelişmeleri desteklemektedir. Bu yaklaşıma göre, tıbbi bilgi de kapitalist sistemin verdiği zararları doğal ve biyolojik göstererek, hastalıkların politik ve ekonomik nedenlerini gizleyen bir ideolojik araçtır. Bu yaklaşım içinde sağlığa değinen ilk eser, Engels’in

İngiltere’de “İşçi Sınıfının Durumu” (1844) adlı eseridir. Engels, bu eserde tifo, verem, raşitizm gibi hastalıkların, doğrudan kapitalist üretim koşullarıyla ilişkili olduğunu, bu nedenle tek başına tıbbi müdahalenin, bu hastalıkların ortadan kaldırılması için yeterli olmayacağını savunmaktadır. Marksist yaklaşıma göre, çağdaş kapitalizm içindeki sağlık bakımı örgütleri (hastaneler, klinikler), sağlığı insanların işgücü piyasasında emeklerini satmaya devam edebilmeleri açısından ihtiyaç duyulan zindelik durumuna indirger ve hastalıkları sigara, içki, hareketsizlik gibi bireysel yaşam faktörlerinin sonucu gibi göstererek dikkati toplumsal, politik, ekonomik, mesleksel ve çevresel nedenlerden uzaklaştırırlar.

Bu yaklaşıma göre, sağlık bakımı örgütleri üç ideolojik işlevi yerine getirirler:

• İlk olarak, yetersiz de olsa sağlık bakımı sağlayarak, temelde toplumsal olan problemleri bireysel düzeye aktararak statükoyu meşrulaştırırlar.

• İkincisi, sağlık bakımını, hastane bakımı ve ilaç tüketiminden ibaret görerek kapitalist üretim tarzını yeniden üretirler.


• Üçüncüsü, hem sağlık işçilerinin örgütlenişiyle hem de yarattığı tüketim desenleriyle kapitalist sınıf yapısını yeniden üretirler.


Marksist yaklaşımın temel ilkesi, sağlık hedefi ile kâr hedefi arasında bir çelişki olduğudur. Günlük yaşamın parçalarının, piyasada mal olarak satılması süreci olan metalaştırma, sağlık sektöründe giderek artmış, sağlık sektöründe, son yıllarda ücretsiz olarak bireylerin erişimine açık olan alanlar giderek azalmış ve sonuçta ‘tıbbi-endüstriyel kompleks’ olarak adlandırılan yapı ortaya çıkmıştır. Sağlık bakımı, alınıp satılan bir mal haline geldikçe, yani metalaştıkça, ‘girişimci’ ve ‘şirketleşmiş’ tıp gelişmiştir. ‘Şirketleşmiş tıp’, sağlık hizmeti veren kuruluşların, mal piyasasındaki diğer şirketler gibi, sadece kâr amacına yöneldiğini vurgulamak için kullanılan bir terimdir.

Ivan Illich, Sağlığın Gaspı adlı eserinde tıbbın, yararsız tedavilerle hastalara yarardan çok zarar verdiğini, toplumu sağlıksız kılan koşulları iyileştirmek yerine kötüleştirdiğini ve bireylerin kendi kendilerini iyileştirme, acı çekme ya da ölme özgürlüklerini ellerinden aldığını savunur. Illich ölüm ve hastalanma oranlarındaki iyileşmenin, tıbbi müdahalelerden çok, çevresel faktörler sayesinde gerçekleştiğini, tıp kurumunun çıkara dayalı teşhis ve tedavilerinin yarardan çok zarar sağlayarak ölüme, hastalığa, ağrıya ve acıya neden olduğunu belirtir. Illich, sağlığın, doktorların yanlış teşhis ve tedavileri, aşırı ilaç yazmaları ve benzeri müdahalelerle kötüleştirmesini klinik iatrojenez olarak adlandırır.

Sağlık politikalarının, ilaç firmaları gibi sağlıksızlık yaratan endüstriyel kuruluşları desteklemesi ya da devlet bütçelerinin, halk genellikle yararlanamadığı halde, ağırlıklı olarak tıbba aktarılması da sağlığı kötüleştirmektedir. Bu durum, sosyal iatrojenez olarak ifade edilir. Illich ayrıca, tıbbın acıya ve ölüme karşı verdikleri tepkileri de engellediğini, bireylerin kendi bedenleri, acıları, hatta ölümleri üzerindeki kontrollerinin, tıp tarafından ellerinden alındığını belirtir ve bu durumu da kültürel ve simgesel iatrojenez ile ifade eder.


Eleştirisi: Marksist yaklaşım, kapitalist gelişimle birlikte tıbbın, yaşam süresi ve kalitesinde sağladığı faydaları ve bireylerin öznel etkilerini görmezden gelmekle, toplumsal yapılara gereğinden fazla odaklanmakla eleştirilmektedir.


Örnek: 1963 yılında, kimyasal maddeler üreten bir şirket olan Dow Corning, içi silikon jelle dolu olan göğüs implantları üretmeye başlamıştır. 1980’ler ve 1990’ların ilk yılları boyunca, çoğu göğüs kanseri olan bir milyona yakın kadının bu implantlardan taktırdığı ve 1994 yılına gelindiğinde on binlerce kadının implantlardan kaynaklanan yaralanmalar rapor ettiği bilinmektedir. Yapılan araştırmalar bu implantların bazı kadınların ölmesine neden olduğunu ortaya koymuştur. 1992’de FDA bu silikonların sınırlı kullanımı dışında genel kullanımını yasaklamıştır. 1988 yılında Mariann Hopkins, bir dava açmış ve şirket kendisine davadan vazgeçmesi için 1,8 milyon dolar teklif ettiği halde davadan vazgeçmemiştir. Bu davanın sonunda şirket, dolandırıcılık ve kötü niyetten suçlu bulunarak 7,3 milyon dolar tazminat ödemeye mahkum edilmiştir.


Yorumlayıcı Yaklaşım

Yorumlayıcı Yaklaşım içinde, Sağlık ve Hastalık Sosyolojisi’ne en önemli katkı, köklerini fenomenolojiden alan toplumsal inşacılık yaklaşımından gelmiştir. Toplumsal inşacılık yaklaşımı, tıbbi bilginin toplumsal inşası üzerinde durmuş, tıbbın pozitivist paradigma içinde doğa bilimi olmasından kaynaklanan ayrıcalıklı pozisyonunu, eleştirmiş, tıbbın sosyolojinin inceleme konusu olmasına büyük bir katkı sağlamıştır.

Toplumsal inşacılık yaklaşımın temel argümanları özetle üç başlıkta toplanabilir.

1) Bedenin ve Hastalığın Toplumsal İnşası: Toplumsal inşacı yaklaşım, hastalıkların basit gerçekler olmadığını, toplumsal muhakemenin ve toplumsal pratiklerin sonucu olduğunu iddia eder. Bu yaklaşıma göre beden, bedene ilişkin tanımlara bağlıdır. Hastalıkların gerçekliği de sorunludur, örneğin RSI (Tekrarlanan Zorlama Yaralanması ve Tekrarlayan Gerilim Deformasyonu) hastalığı, işverenlere göre işçilerin zinde olmamasından ve yanlış durmalarından; sendikacılara göre çalışma koşullarının uygunsuzluğundan, işin kontrolünün işçide olmamasından ve işlerin ağırlığından kaynaklanan bir hastalıktır. Psikiyatrlara göre ise tazminat nevrozunun ve/veya histerik sendromların bir biçimidir. Yani RSI’nin hastalık olup olmadığı, hatta hastalık haline gelip gelmeyeceği biyolojik faktörlerin değil, toplumsal ilişkilerin sonucudur ve politik bir konudur. Toplumsal inşacılık yaklaşımı içinde, çeşitli hastalıklar için benzer analizler yapılmıştır. Bu yaklaşıma göre, bilginin kendisi, inşa edilen bir şey olduğu için tıbbi inanç sistemi, diğer inanç sistemlerinden farklı değildir. İçerikleri de uygulamaları da kültürel ve toplumsaldır.

2) Tıbbi Bilgilerin ve Uygulamaların Toplumsal Bağlamı: Yorumlayıcı yaklaşım, tıbbi bilginin, bilimin rasyonel ilerleme sürecinden çok, toplumsal ilişkiler tarafından üretildiğini ileri sürer ve bu süreci, tıbbi kozmolojiler kavramıyla açıklar. Tıbbi kozmoloji, tıbbi bilginin üretilmesindeki toplumsal ilişkilere gömülü, toplumsal etkileşim biçimleridir. Beş tip tıbbi kozmoloji vardır:



• Birinci kozmoloji, yatak yanı tıbbıdır. 1770’lerden 1800’lere kadar sürer. Hasta, doktorun patronu konumundadır. Doktorun yaptıklarını değerlendiren hastanın kendisidir. Bu nedenle, müşterinin doktor üzerinde önemli bir etkisi vardır. Doktor, rekabet ortamı içinde diğer doktorlara yönelmemesi için müşterisinin kişisel isteklerini dikkate almaktadır. Bu dönemde tıbbi uygulamalar, doktorların ücretlerini ödeyebilecek derecede zengin olan, küçük bir azınlık tarafından kontrol edilmektedir. Bu dönemde hasta, tüm yönleriyle bir bütün olarak görülür. Hastalık sadece bedene değil, bütün olarak insana olan bir şey olarak, hem fiziksel hem de manevi öğeleri içeren insan dengesindeki bir eksiklik ya da bozulma olarak kabul edilir.

• İkinci kozmoloji, 1800’lerde hastanelerin doğuşuyla başlayan ve 1840’lara dek devam eden hastane tıbbıdır. Bu dönemde, hastanelerin doğuşuna bağlı olarak hasta doktora bağımlı hale gelmiş, doktorlar kendi tasarruflarında bulunan fakir bir hasta kitlesine sahip olmuşlardır. Tıbbi bilginin kontrolü artık, hastadan doktora geçmiştir, hasta doktora itaat etmezse tedavi hakkını kaybedecektir. Bu dönemde hastalık, bireyin bir bütün olarak var oluşundan ayrılır, belirli bir organın patolojisi olarak, organik yaralar ve işlev bozuklukları olarak görülür. Yatak yanı tıbbı, doktor bireye bir bütün olarak yöneldiği için özneyönelimli bir kozmoloji olarak; hastane tıbbı ise doktor hasta bireyin sadece belirli bir fiziksel bölgesine yöneldiği için, nesne yönelimli bir kozmoloji olarak tanımlanabilir.


• Üçüncü kozmoloji, laboratuvar tıbbı dönemidir. 1840’lardan 1870’lere kadar sürer. Bu dönemde tıbbi bilgiyi artık bilim insanları, yani ‘laboratuvardakiler’ kontrol etmektedir. Doktorun da hastanın da yerini, bilimsel testler almıştır. Bu dönemde artık hastanın duygusal varlığı tamamen kapsam dışındadır. Hasta, analiz edilecek maddi bir ‘şey’ haline gelmiş, hastalık da doktorlardan çok, biyolog ve kimyacıların alanına giren ve laboratuvarda saptanabilecek biyolojik ve kimyasal bir süreç olarak görülmeye başlanmıştır.


• Dördüncü kozmoloji, 20. yüzyılda gelişen gözetim tıbbı dönemidir. Bu dönemde nüfusun sağlıkla ilgili bilgileri, anket gibi tekniklerle toplanmaktadır. Tıbbi bilgi büyük ölçüde sağlığa yönelik risklere odaklanmakta ve bu risklerden korunmak adına, doğumdan ölüme kadar insan yaşamının tamamı, medikalize edilmektedir. Bu dönemde hastalık, henüz gerçekleşmemiş ama her an gerçekleşebilecek bir potansiyel, bir risk olarak görülmektedir.


• Son kozmoloji ise yeni bilgi ve iletişim teknolojilerinin algı ve yorumlarımızı değiştirdiği internet tıbbı kozmolojisidir. Tıbbi bilgiye artık internet üzerinden ulaşılması, bir yandan bilginin farklı biçim ve yorumları nedeniyle tıbba olan güveni azaltmakta, bir yandan da hastalarla doktorlar arasındaki ilişkinin niteliğini değiştirmektedir. Bu dönemde, kendi sağlığı için tıbbi bilgi arayan, önceki kozmolojilere kıyasla kendi bedeni ve sağlığı hakkında çok daha fazla bilgiye sahip olan “uzman hasta”lar söz konusudur.


Örnek: 19. yüzyılla birlikte, iş bölümüne katılma fırsatları gelişip arttıkça kadınlar, öğretmen ya da hemşire olarak çalışmak gibi çeşitli yeni fırsatlara sahip olmuş ve ev dışında ücretli işlerde çalışmaya başlamışlardır. Diğer taraftan, ataerki, kadınları geleneksel ev içi rolleriyle sınırlamaya çalıştığı için, erkeklerle kadınlar arasındaki kesin farkları vurgulayan bir tıbbi sistem gelişmiştir. Bu bakış açısına göre erkeklerde beyin, kadınlarda ise sinir sistemiyle yeniden üretim sistemi, özellikle yumurtalıklar ve rahim baskındır. Bir insanda ya beyin ya da yeniden üretim sistemi çalışmakta, ikisi aynı anda çalışamamaktadır. Bu dönemde kadın olduğu, yani baskın sistemi beyin olmadığı halde çalışmaya kalkışan kadınlara “histeri” teşhisi konmuş, ücretli işlerde çalışan ya da çalışmaya kalkışan kadınların, biyolojik yeniden üretim zorunluluklarını inkâr ederek kendilerini “histeri” riskine attıklarına inanılmıştır. Ayrıca, beyin ve yumurtalıklar aynı anda gelişemediği için, eğitim görmenin de kadınların hastalanmasına neden olduğu düşünülmüştür.

Dolayısıyla, histeri hastalığı
(a) erkeklerin, işgücüne katılmaya çalışan kadınları sınıflandırmalarını sağlamış,
(b) toplumsal rollerine aykırı davranan kadınlara aktif ve saldırgan bir rol yüklemiştir.


3) Medikalizasyon (Tıplaştırma): Medikalizasyon, tıbbın önceden tıbbi sayılmayan alanlarını tıplaştırması ve önceden tıbbi olduğu düşünülmeyen konularda uzman olduğunu iddia ederek tıbbın kapsamını bu alanları da içine alacak şekilde genişletmesi olarak tanımlanabilir. Medikalizasyon tezine göre tıp profesyonelleri, günlük yaşamın ya da toplumsal sorunların ‘normal’ olan yönlerini, tıbbi sorunlar olarak kavramsallaştırarak bunlara tıbbi ya da teknik çözümler önermeye eğilimlidirler. Medikalizasyon, tıbbın modern toplumda sahip olduğu toplumsal kontrol mekanizması işlevini yürütmesini sağlayan bir araçtır. Neyin hastalık olarak tanımlanacağına karar verme konusunda doktorlar, sıradan insanlardan çok daha fazla güce sahiptir. Bu durum, sıradan insanları tıp profesyonellerine bağımlı kılmakta, kendi sorunlarını çözme becerilerini ellerinden almaktadır.

Örneğin yüzyıllarca, doğal bir kadın deneyimi olarak kabul edilen doğumun modern tıp tarafından “tıbbi bir sorun” olarak tanımlanması, doğumun medikalize edilmesi, yani tıplaştırılmasıdır. Bu medikalizasyon, hamileliğin ve doğumun kontrolünün, erkeklerin baskın olduğu tıp profesyonellerinin elinde toplanmasına ve kadınların doğumlarını hastanede yapmaya teşvik edilmelerine neden olmuştur. Oysa yapılan çalışmalar, kadınların doğumu evde yapmalarının enfeksiyon ve teknolojik müdahale riskini azalttığı için, daha güvenli olduğunu göstermektedir. Bir toplumsal kontrol mekanizması olarak tıp, medikalizayon sayesinde normal davranışı kendi politik görüşleri doğrultusunda tanımlar ve teknolojik alandaki hakimiyeti sayesinde bireyleri kendi tanımladığı bu normlara uymaya zorlar.


Örnek: Drapetomania hastalığı 19. yy A.B.D.’de görülen bir ‘hastalık’tır. Bu hastalığa sadece tarlalarda çalışan siyah köleler yakalanıyordu. Hastalığın belirtisi ise kölenin tarladan kaçmaya çalışmasıydı. Yani, eğer bir köle sahibinden, çalışmak zorunda olduğu tarladan kaçmaya çalışırsa, ona drapetomania teşhisi konuyor ve tedavi ediliyordu. Bu hastalığın tedavisi ise hasta kölenin her iki ayağının başparmaklarının kesilmesiydi. Parmakları kesilen köle artık koşamadığı için tarladan kaçmaya çalışmıyordu. Bu sayede, iyileşmiş sayılıyordu. Görüldüğü gibi beyazların hakim olduğu ve siyahlara boyun eğdirdiği, ekonomik sistemi kölelik olan ırkçı bir toplumda, belirli toplumsal ve politik koşullardan ötürü, kölelerin çiftlik sahibinden ya da tarladan kaçması, profesyonel tedavi gerektiren gerçek bir hastalık olarak kabul edilmiş, tıp kitaplarında bu hastalığın, sadece doktorlar tarafından teşhis ve tedavi edilebileceği belirtilmiştir.


Eleştirisi: Toplumsal inşacılık yaklaşımı, dış gerçeklikleri tamamen göz ardı ettiği için eleştirilmiştir.


Post-Yapısalcılık

Foucault, tıbbın bilgiyi biçimlendirişi ile ilgilenir. “Kliniğin Doğuşu” adlı eserinde, hastalıkların bedene bakışın ürünü olduğunu, hastanın bedenini görme biçimi değiştikçe tıbbi uygulamaların yeni biçimlerinin ortaya çıktığını gösterir. Foucault, sağlıkla ilgili düşüncelerinde daha çok, hastalık kategorisinin gelişimine ve tıp mesleğinin üretilmesine odaklanmıştır. Foucault, modern tıp da dahil olmak üzere birçok akademik disiplinin Avrupa’da kapitalizmin geliştiği, nüfusun ve kentleşmenin arttığı bir dönemde doğmasının tesadüfi olmadığını savunur. Foucault’ya göre tıp, bürokratik yönetici devletin lehine insanları hasta, deli, suçlu, sapkın gibi çeşitli kategorilere sokan normalleştirici bir kurumdur. Tıp, normal davranışın tanımlanması yetkisini kendi kontrolünde tutar ve ‘normale’ uyulması için insanları zorlamak amacıyla da modern akademik disiplinlerden doğan meslek gruplarını kullanır.

Feminist Teori

Sağlık ve hastalık sosyolojisi açısından feminist çalışmaların en önemli işlevleri, cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasındaki farkı ortaya koyarak kadın bedenini ikincil olarak inşa eden toplumsal süreci tanımlamak, eleştirmek ve sağlık alanında cinsiyete dayalı eşitsizlikleri analiz etmektir. Feministler temel olarak, toplumda kadın ve erkek rollerine bağlı şekilde toplumsallaştığımızı ve bu rollerin, sağlığımız ve hastalığımız üzerinde etkili olduğunu, tıbbın da toplumsal cinsiyete dayalı rollere uyum konusunda çok kritik bir pozisyonu olduğunu savunurlar. Sermayenin mirası açısından, kapitalist toplumda çocukların meşruiyetinin sağlanması gerekir. Bu nedenle, ataerkil kapitalist toplumda, kadınların yeniden üretim becerilerinin kontrol edilmesi çok önemlidir ve bu kontrol işlevini de tıp üstlenmektedir.

Çağdaş kapitalizmde tıp mesleği, kadınların ‘özel’ alanda ev içi rollerin meşrulaştırılması işlevini yüklenmiş, doğurma ve besleme işlevlerine odaklanarak kadınların ev içi rollerini, doğanın bir ‘gerçeği’ gibi sunmuştur. Böylece tıp, bir yandan kapitalist sınıf için yeni işçi nesillerinin doğmasını ve beslenmesini minimum maliyetle garantilemiş olur, bir yandan da nüfusta ekonomik açıdan “kâr getirmeyen” çocukların ve yaşlıların bakımından kadınları sorumlu tutarak devletin “masraflarını” azaltır. Radikal feminist tartışmaların merkezinde beden kavramı ve bedenlerinin erkekler tarafından kontrol edilmesinin, bütün kadınların paylaştığı ortak bir deneyim olduğu düşüncesi yer alır. Radikal feministler, ataerkinin kadınlar üzerindeki baskıyı temel olarak üreme (biyolojik yeniden üretim) üzerinden kurduğunu ileri sürerler. Bu nedenle, bazı radikal feministler kadınların ataerkinin tahakkümünden kurtulmak için teknolojiyi kullanarak üreme işlevinden kurtulmaları, yani çocuk doğurmayı bırakmaları gerektiğini savunurlar. Radikal feminizm, erkek bedenine karşı kadın bedenine güçlü bir pozisyon sağlamakta ve onu erkek bedenine üstün kılmaktadır.


EKONOMİ POLİTİKALARI, NEO-LİBERALİZM VE SAĞLIK

Endüstri devrimi sonrasında gelişen endüstriyel işçi sınıfının sağlığının çok kötü olması, hem işgücü potansiyelini hem de savaş dönemlerinde askeri potansiyelini tehdit etmiştir. Bu amaç doğrultusunda yapılan devlet reformları, Sosyal Refah Devleti’nin başlangıcını oluşturmuş ve İkinci Dünya Savaşı sonrasından 1970’lerin sonuna dek, devlet müdahaleleriyle işçilerin ücretleri de yaşam koşulları da, sonuç olarak sağlıkları da iyileşmiştir. Ancak, 1970’lerin sonlarından itibaren uygulanmaya başlanan neo-liberal ekonomi politikaları nedeniyle, sağlık alanında elde edilen kazanımların bir kısmı kaybedilmiş ve toplum sağlığı kötüleşmeye başlamıştır.

Neo-liberal politikalar işsizliğin artmasına, ücretlerin düşmesine, elektrik, su, ulaşım hizmetlerinin özelleştirilmesine, devletin küçülerek, eğitim ve sağlık hizmetlerinden çekilmesine neden olmuştur. Neo-liberalizm, bir yandan özelleştirme, taşeron çalışma, atipik istihdam biçimleri ve iş güvencesinin azalması gibi mekanizmalarla, bir yandan da işsizlik nedeniyle kötü koşullarda yaşayıp çalışan göçmen işçilerin sayısını artırarak işçi sağlığını kötüleştirmektedir. Bunun yanında IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların, sağlık hizmetlerinin sunumu konusundaki dayatmaları ve sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi, çok sayıda insanın sağlık güvencesinden mahrum kalmasına ve sağlık hizmetlerine erişememesine neden olmaktadır. Neo-liberalizm, hak kavramından çok, birey ve karşılıklı sorumluluklar kavramlarını vurgulamaktadır. Bu çerçevede neo-liberalizm, bireyleri yurttaştan önce tüketiciler olarak, sağlık bakımını da satılıp tüketilecek mallardan biri olarak görmektedir.

Günümüzde epidemiyoloji, neo-liberalizmin temel varsayımlarını yansıtacak şekilde bireysel faktörlere odaklanmakta, toplumsal faktörleri ya hiç dikkate almamakta ya da çok az vurgulamaktadır. Epidemiyoloji, hastalıkların toplumda görülme sıklığını ve nasıl yayıldıklarını inceleyen tıp dalıdır. Sigara-alkol kullanımı, tuzlu-yağlı ya da şekerli yiyecekler yemek ve hareketsiz bir yaşam tarzının, sağlık üzerinde olumsuz etkileri vardır. Ancak hastalıklara neden olan bu davranışlar, hem hastalıkların yegâne nedeni değildir hem de sonuçta, bireylerin kendi kişisel tercihlerinden çok, yapısal faktörlerden kaynaklanmaktadır.

lbek, düşük gelir gruplarındakilerin yüksek gelir gruplarındakilere oranla daha sık sigara içmelerini şöyle açıklamaktadır: “Çünkü yoksullar tütünün zararları hakkında daha az farkındalığa sahiptirler, tütün endüstrisinin politikaları karşısında korunmasız durumdadırlar. Stres yönetiminde zorluk yaşarlar, maddi yoksunlukla başa çıkmanın getirdiği güçlüklerle hayatlarını sürdürürler ve yazık ki kötü giden hayatlarında tütün kullanımını kendileri için tek “ödül” olarak tanımlarlar. Hatta, yapılan çalışmalarda, tütün kullananlarda bağımlılığa neden olan nikotinin düzeyinin diğer gruplara oranla yoksullarda daha yüksek olduğu gösterilmiştir”.


SAĞLIĞIN VE HASTALIĞIN TOPLUMDAKİ DAĞILIMI

Sağlık eşitsizlikleri “...yoksulların, etnik ya da ırksal azınlıkların, kadınların ya da sürekli olarak sosyal dezavantaja veya ayrımcılığa maruz kalan diğer grupların daha avantajlı sosyal gruplara oranla, sistematik olarak, daha kötü sağlığa sahip olmaları ve daha fazla sağlık riskine maruz kalmalarıdır”.

Toplumsal Sınıf, Gelir ve Sağlık

Sınıfsal eşitsizliklerle sağlık arasındaki ilişkiyi ortaya koyan ve açıklamaya çalışan en önemli eserlerden biri, 1982’de yayınlanan Kara Rapor’dur. Bu raporda, sağlıktaki eşitsizlikleri birbirinden farklı şekilde açıklayan dört yaklaşıma yer verilmiştir. 1990’larda bunlara iki yeni yaklaşım daha eklenmiştir:


(a) Yapaylık açıklamaları: Bu açıklamalar, istatistiksel araçlara odaklanan ve bu eşitsizliklerin hastalık ve sınıfı kullanmak için kullanılan ölçüm araçlarının ve bunların kullanılış şeklinin bir sonucu olduğunu, yani yapay, sadece görünürde olan eşitsizlikler olduğunu ileri süren açıklamalardır.

(b) Sağlık seçilimi açıklamaları: Bu açıklamalara göre sağlık, bağımsız değişkendir, toplumsal sınıf farklılıkları sağlığı etkilemez. Sağlık durumu, bireylerin toplumsal sınıflarının farklılaşmasına neden olur. Sağlıklı olanlar yukarı doğru toplumsal hareketlilik, sağlıksız olanlar aşağı doğru toplumsal hareketlilik gösterecektirler. Bu açıdan hastalıklar doğal veya toplumsal seçilimin sonucudurlar.


(c) Kültürel-davranışsal açıklamalar: Bu açıklamalar sağlığın bağımlı değişken olduğunu, beslenme tarzı, egzersiz, sigara ve içki içme faktörleri gibi davranışsal ve kültürel faktörlerin bir sonucu olduğunu savunur. Aslında bu davranışların çoğu sosyal ve ekonomik pozisyonla ilişkilidir ama bu açıklamalara göre bu yaşam tarzı faktörleri, bireylerin kendi kontrollerindeymiş gibi görüldüğü için davranışını değiştirmenin ve daha sağlıklı bir tutum içine girmenin, bireyin elinde olduğu kabul edilir.


(d) Materyalist açıklamalar: Materyalist açıklamalara göre, sınıf ve hastalık ilişkilidir; hastalık, üretimin örgütlenme tarzına ve toplumda yiyeceklerin dağıtımı gibi yapısal faktörlere bağlıdır. Toplumsal yapının sağlık üzerindeki etkilerini vurgulayan bu yaklaşım yoksulluk, gelir dağılımı, işsizlik, barınma koşulları, kirlilik ve çalışma koşulları gibi faktörlerin, sağlık üzerindeki etkisine odaklanır. Örneğin, kötü barınma koşullarıyla çeşitli hastalıklar arasında bir ilişki vardır. Yani barınma koşulları kötüleştikçe hastalanma sıklığı artmaktadır, üstelik sigara içme veya istihdam edilme faktörleri kontrol altında tutulduğunda bile, bu ilişki görülmeye devam etmektedir.


(e) Psiko-sosyal açıklamalar: Bunlar, sağlığın toplumsal deseninin sadece maddi yoksullukla açıklanamayacağını ileri süren, sağlığı eşitsizlik ve toplumsal statünün etkilediğini savunan açıklamalardır. Örneğin, Wilkinson’ın yaptığı çalışmaya göre, uluslar daha zengin oldukça değil, ama daha eşitlikçi oldukça nüfusları daha sağlıklı olmaktadır. Çalışma yaşamında da aynı toplumsal sınıfa mensup olan astların sağlıkları, üstlerinin sağlıklarından daha kötüdür. Yani toplumsal statü, toplumsal sınıftan bağımız olarak sağlığı etkilemektedir.


(f) Yaşam süreci açıklamaları: Bu yaklaşım, bireyin biyolojik statüsünü, geçmişteki toplumsal pozisyonunun bir damgası olarak görür ve sağlık seçilimi argümanının tam aksini yansıtır. İnsanların sağlık statülerinin onların sosyal statülerini etkilediğine odaklanmak yerine, zaten toplumsal olarak dezavantajlı olan insanların, genellikle, “dezavantajların birikimi”ne maruz kaldığını ve sağlıklarının da bu nedenle kötü olduğunu ileri sürerler.


Örnek: Meslek hastalıkları, işçilerin yaptıkları işten kaynaklanan nedenlerle ortaya çıkan tekrarlayan, sürekli hastalıklardır. Türkiye’de son zamanlarda kamuoyunun dikkatini çeken ‘silikozis’ de kotların silika içeren maddelerle taşlanması sonucu oluşan ve bu işi yapan işçilerin ölümüne neden olan bir hastalıktır. “İki kardeşini de silikozisten kaybeden, kendisi de silikozis hastası olan Lokman İncirli, kendisinin çalıştığı dönemde lazer teknolojisinin olduğunu ancak, pahalı olduğu için işverenler tarafından tercih edilmediğini söylüyor.


Toplumsal Cinsiyet ve Sağlık

Kadın ve erkeklerin ölüm ve hastalanma oranları birbirinden büyük ölçüde farklıdır. Bu farklılıklar, cinsiyet rolleri arasındaki etkileşimin, maddi kaynaklara erişim düzeyinin ve psiko-sosyal stres kaynakların bileşiminin sonucudur. Bunun dışında, sağlıktaki cinsiyet eşitsizliklerinin birçok boyutu vardır:
• Erkeklerle kadınlar, biyolojik olarak farklı oldukları için, sağlık sistemlerinden beklentileri farklıdır. Ancak bu farklı talepler, adil bir şekilde karşılanmamakta, sağlık sistemleri büyük ölçüde erkeklerin ihtiyaçlarına göre şekillenmektedir.

• Küresel olarak, erkeklerin ortalama yaşam süreleri 65, kadınlarınki ise 70 olarak kabul edilmektedir. Bununla birlikte, kadın ve erkeklerin ortalama yaşam süreleri arasındaki fark, cinsiyete dayalı eşitsizliklerin az olduğu ülkelerde daha az, cinsiyete dayalı eşitsizliklerin fazla olduğu ülkelerde ise daha fazladır.


• Kadınlar, dünya genelinde, sağlık sigortasına erişim açısından dezavantajlıdırlar. Ücretli bir işte çalışmayan kadınlar, genellikle eşlerinin ya da babalarının sosyal güvencesinden yararlanmakta, ücretli bir işte çalışan kadınlar ise genellikle enformel sektörde, düşük ücretle, iş güvencesi ve sosyal güvence olmadan çalışmaktadırlar. Böylece, kadınların sağlıkları hem çalışma koşullarının kötülüğü nedeniyle, hem de sağlık hizmetlerine maddi nedenlerle erişemedikleri için kötüleşmektedir.


• Gelişmekte olan ülkelerde, kadınların sağlıkları erkeklere, oranla daha kötüdür. Bu eşitsizliğin bir kısmı, kadınların ekonomik ya da kültürel-ataerkil nedenlerle sağlık hizmetlerinden erkekler kadar faydalanamamalarından kaynaklanmaktadır. Diğer bir deyişle, kadınlar maddi kaynaklara erişseler bile tek başlarına sokağa çıkmalarının, toplu taşıma araçlarına binmelerinin yasak olduğu ya da eşlerinin “izin vermediği” durumlarda, sağlık hizmetlerinden faydalanamayabilmektedirler.


• Birçok çalışma, sağlık personelinin cinsiyetçi algılara sahip olduklarını, hasta tercihlerinde ve tedavi süreçlerinde bu algının etkisi altında kaldıklarını, kadın hastalara erkekler kadar saygı göstermediklerini, tedavi süreci hakkında erkekleri bilgilendirdikleri kadar kadınları bilgilendirmediklerini ve kadınlara daha az ilgi gösterip daha özensiz tedaviler uyguladıklarını göstermektedir.


Bölgesel Eşitsizlikler ve Sağlık

Dünya nüfusunun %85’ini oluşturan alt ve orta gelir grubundaki ülkeler, dünyadaki toplam hastalık yükünün %92’sine sahiptir. Ancak, dünyada sağlık araştırmalarına ve sağlık iyileştirmelerine yapılan harcamaların sadece %10’u, bu ülkelerdeki sağlığı iyileştirmeyi amaçlamaktadır. Gelişmekte olan ülkelerdeki nüfusun yaklaşık %80’i kişisel sağlık hizmetlerine erişimden yoksundur. 50-100 milyon arası kişinin öldüğü tahmin edilen, 1918-19 yılları arasındaki İspanyol Gribi salgınından beri ilk kez, 2000’lerde, salgınların toplumu bu derece tehdit ettiği belirtilmektedir.

Bu salgınların başında HIV/AIDS gelmektedir ama AIDS de, dünya nüfusunu tehdit eden diğer salgın hastalıklar da dünyada eşit bir şekilde görülmemektedir. Salgınlar Afrika, Asya ve Latin Amerika’nın yoksul bölgelerinde yaşayanları daha çok etkilemektedir. Japonya’da doğan bir bebeğin, yaklaşık 75 yıl yaşaması beklenirken Malawi, Nijer ya da Sierra Leone gibi ülkelerde doğan çocuklar, muhtemelen 30’lu yaşlarını göremeyeceklerdir. Yapılan çalışmalar, gelişmekte olan ülkelerde ilaçlara erişimin de zor olduğunu göstermektedir. Bu ülkelerde, devlet sektöründe ilaçların üçte birine, özel sektörde ise ancak üçte ikisine erişilebilmektedir ve ilaç fiyatları da uluslar arası referans fiyatlarının %250-650 katıdır. Gelişmekte olan ülkelerde ilaçlara erişim konusunda yaşanan sıkıntılarda, TRIPS anlaşmasının da önemli bir rolü vardır. Doğumda beklenen ortalama yaşam süresi ortalaması en düşük Afganistan (48), en yüksek Japonya (83). Ana ölüm oranı en yüksek Somali (12000), en düşük Danimarka (5).


TRIPS Anlaşması: TRIPS (Fikri Mülkiyetin Ticari Yönleri) anlaşması, 1995 yılında imzalanan ve Dünya Ticaret Örgütü’nün bütün üyeleri için bağlayıcı olan bir anlaşmadır. Bu anlaşma, patentli ilaçların ve ilaçların hammaddesi olabilecek bitkilerin üretim, satış, ithal ve kullanımını hak (patent) sahibine veren, böylece gelişmiş ülkelerde üretilen ilaçların gelişmekte olan ülkelerde daha düşük maliyetle üretilip satılmasını engelleyen fikri hakları koruma anlaşmasıdır. Gelişmiş ülkeler TRIPS’i güçlü bir şekilde desteklemektedir çünkü, patentlerin çoğu, bu ülkelerin elindedir. Gelişmekte olan ülkeler toplam patentin sadece %0,75’ine sahiptir. Brezilya ve Hindistan kendi ülkelerinde kendi gereksinimlerini karşılamak için TRIPS’e karşı gelerek eşdeğer (muadil) ilaç üretmeyi yasal kılmış ve ilaçları çok daha ucuza mal ederek diğer gelişmiş ülkelere satmışlarsa da bu yardımlaşma ilişkisi, çokuluslu şirketlerin açtıkları davalarla engellenmiştir.


Irk, Etnik Durum ve Sağlık

Irk ve etnik grup da sağlık eşitsizliklerine neden olmaktadır. ABD’de yapılan çeşitli çalışmalar, siyahların beyazlardan daha kısa yaşadıklarını ve yaşamı tehdit eden hastalıklara daha fazla yakalandıklarını göstermektedir. Yapılan çalışmalar, etnik grupların sağlıklarının, nüfus genelinden daha kötü olduğunu göstermektedir. Ancak bu durum, genler gibi biyolojik nedenlerden değil, yaşam koşullarından ve toplum kaynaklarının eşitsiz dağıtımından kaynaklanmaktadır.

Eğitim ve Sağlık

Yapılan bazı çalışmalar, sosyal statü ile sağlık arasındaki ilişkide eğitimin gelirden, meslekten ve sınıftan daha önemli olduğu sonucuna varmıştır. Eğitim görmek, insanların beşeri sermayeye sahip olmalarının temel bir yoludur. İnsan sermayesi (beşeri sermaye) teorisi, daha yüksek düzeyde eğitimin, daha fazla ve daha iyi istihdam fırsatları sağladığını, daha fazla ekonomik kaynağa ve sosyal ağa ulaşımı mümkün kıldığını, toplumsal hareketliliği hızlandırdığını ve fazla risk alınmayan ve daha iyi beslenilen yaşam tarzları geliştirmede etkili olduğunu ileri sürmektedir.

TÜRKİYE’DE SAĞLIK

Türkiye’de sağlık politikaları, Cumhuriyet’in ilk yıllarında koruyucu sağlık hizmetleri ve salgın hastalıklarla mücadeleye odaklanmıştır. 1950-60 arasında sağlık hizmetleri ticarileşmeye başlamış, koruyucu sağlık hizmetlerinden çok tedavi edici hizmetlere odaklanılmış, buna ek olarak, artan kentleşmenin de etkisiyle sağlık hizmetleri kentlerde yoğunlaştığı için, sağlıkta kentsel kırsal kesim arasındaki eşitsizlikler artmıştır. 1980’lerden itibaren, neo-liberal ekonomi politikalarının etkisiyle devlet, sağlık hizmetleri sağlayıcı rolünden vazgeçmeye başlamış, sağlık hizmetleri yerelleşmeye, özelleştirilmeye, taşeronlaştırılmaya ve metalaştırılmaya başlanmıştır. 1990’larda küresel düzeyde etkili olan yoksullukla mücadele stratejilerinin bir uzantısı olarak görülebilecek olan sağlıkta reform hareketleri, Türkiye’de de yankı bulmuş, çeşitli hükümetler tarafından Genel Sağlık Sigortası ve Aile Hekimliği Sistemi kurulmasına ilişkin kanun tasarıları hazırlanmış, ancak bu tasarılar yasalaşmamıştır.

Bu tasarıların yasalaşması, 2000’lerde mümkün olmuş, uluslar arası kuruluşların Türkiye’deki sağlık sistemine yönelik piyasalaştırma vurgusu taşıyan önerileri doğrultusunda tasarlanan “Sağlıkta Dönüşüm Programı” çerçevesinde sağlık sistemi neo-liberal ekonomi politikalarına her açıdan uygun hale getirilmiştir. Türkiye’de uzman doktorların yarısı Ankara, İstanbul ve İzmir’de bulunmakta, en düşük oranda uzman doktora sahip olan illerin ise en az gelişmiş iller olduğu görülmektedir.

Diğer bir örnek, hastane yatağı sayısı üzerinden verilebilir. Türkiye’de, illerin yarısından fazlası hastane yatağı başına düşen doktor sayısı açısından OECD ortalamasının üzerindedir. Örneğin Şırnak’ta yüz hastane yatağı başına 121, Hakkari’de de yüz hastane yatağı başına yüz on sekiz doktor düşmektedir. Ancak her bin kişiye düşen hastane yatağı ortalaması, OECD ülkelerinde altı iken, Türkiye’de 2,7’dir. Hastane yatağına erişimde zorluklar yaşanırken hastane yatağı başına çok hekim düşmesi tek başına sağlık hizmetlerini değerlendirmek için yeterli bir ölçüt değildir. Buradan da anlaşılacağı gibi, sağlık eşitsizlikleri sadece sağlık personeli sayısı ile ilgili değildir.

 

Çevrimiçi üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

REKLAMLAR

Forum istatistikleri

Konular
17,414
Mesajlar
134,310
Kullanıcılar
90,716
Son üye
Abdullah Kara
Üst