Aöf Kültür Tarihi Ders Notları 9. Ünite

AOFDESTEK

ADMİN
Yönetici
Admin
Katılım
9 Şub 2011
Mesajlar
6,041
Tepkime puanı
25
Puanları
48
Bölüm:
İşletme
Şehir:
Bursa
KÜLTÜR TARİHİ

9. ÜNİTE

20. Yüzyıl: Savaşlar ve Değişimler Yüzyılı

Dört yıl süren Birinci Dünya Savaşı ilk topyekûn savaştır ve geride yaklaşık dokuz milyon ölü, yedi milyon kayıp, yirmi milyonun üstünde yaralı bırakmıştır. İkinci Dünya Savaşı (1939-1945) ise tüm Gezegenin savaşıdır. İnsanlığın tanımış olduğu en geniş çaplı savaştır. 100 milyon asker ve sivil, 61 devlet, 22 milyon kilometre karelik bir alanda savaşmıştır. Elli milyon ölü vardır ve bunların yarısı sivildir.

Bu yüzyılın buluşları ve icadları çarpıcıdır: İlk yapay ipek (1903), elektrokardiografi (1903), otomatik şişe yapım makinesi (1907); İngiltere’de tank yapımı (1916); Verem Aşısı (1921), ilk Televizyon aygıtları (1923); ilk renkli fotoğraf denemeleri (1925-1935); Sentetik kauçuk (1927); ilk antibiyotikler (1928); Naylon (1930); Yapay Radyoaktivite, Frederic ve Irene Jolie-Curie tarafından, (1934); ilk tükenmez kalem (1938, ama seri üretimi 1958’de); ilk bilgisayar çalışmaları, (1941); ilk mikro dalga fırın (1946); ilk elektronik alet, transistor, (1947); ilk uydunun uzaya gönderilmesi (Sovyetler) (1957); ilk enformatik uzak bağlantı, (1965); Hepatit B aşısı (1975); İlk hızlı tren, (1981).


Yeni İdeolojiler: 1917 Ekim Devriminin kuramcısı ve lideri Lenin, yeni politikalar üretecek ve bunda da başarılı olacaktır. Ancak Lenin’den sonra 1922’de devlet başkanı olan Stalin’le birlikte sıkı bir rejim ülkede topyekûn yükselişi getirir. Stalin, hem SSCB’de, hem sosyalist ülkelerde ve sosyalist partilerde kendisinin de yönlendirdiği diplomasiyle kült bir kişilik olur. Fakat, Stalin’in uyguladığı rejimin ikiyüzlülüğü, 1956’da Kruşçef Raporuyla açıklandığında, Dünyada sosyalizme inanmış ve gönül vermiş birçok emekçi, aydın, yazar, sanatçı hayal kırıklığına uğrayacak ve komünizmin de totaliter bir rejim olduğu ortaya çıkacaktır. Amerika Birleşik Devletleri ise huzur ve refah içindedir. Bilimsel buluşlar, yenilikler süregitmektedir. Otomobil endüstrisi hızla yaygınlaşmakta, radyo ve bazı elektronik aletler günlük hayata girmiş, bankalar halka hizmet vermeye başlamıştır. Fakat bu liberal kapitalist ideoloji 1929’da önemli bir krizle karşılaşır: Halkın bankalardan kredi çekerek ve borçlanarak Borsaya katılımı, sonunda felaketi getirir. 1929’da sistemin tamamı birkaç gün içinde çöker. Bankalar iflas eder, fabrikalar kapanır, hammaddeler depolarda çürür. Milyonlarca insan işsiz kalır. Dünyanın yaşadığı en büyük ilk ekonomik krizlerdendir bu.

Almanya’da ise 1920’lerden itibaren Sovyet Devrimini ve Kapitalizmi Yahudi Musevi girişimi olarak lanse eden Nasyonalist Parti, güçlü iş dünyasının da desteğini kazanarak 1933’de Hitler’le iktidar koltuğuna oturur. Faşizmin yeşerdiği bir başka ülke İtalya’da, Mussolini, 1922’de nasyonalist hükümetin başbakanı olur. Bu iki faşist rejimin üçüncü yandaşı ise ülkesinde iç savaşı başlatmasıyla ünlü İspanyalı

Franco’dur. Franco rejimine karşı Cumhuriyetçilerin destansı direnişi, edebiyata ve sanat eserlerine konu olur.

İkinci Dünya Savaşının insanlık hayatını ve kültürünü altüst eden manzaraları vardır. İlk kez bu savaşta kentler havadan bombardımana tutulur: Hitler, Varşova, Leningrad, Rotterdam, Londra’yı, Müttefikler ise Berlin, Hamburg, Dresten’i bombalarlar. Çocuklarıyla, yaşlılarıyla, tarihi eserleriyle, kentlerin hayatı altüst olur. Ünlü İtalyan yönetmen Visconti, bu enkazlar arasında unutulmaz filmler çekmiştir. Hiroşima’da, inanılmaz sayıda sivil çocuk kadın yaşlı yurttaş ölür, yaralanır, yıllarca radyasyonla yaşamak zorunda kalır. Nazım Hikmet’in Hiroşima çocuklarına adadığı “Kız Çocuğu” şiiri bugün dünya dillerinde bestelenmiş bir şarkı olmuştur.


BAĞIMSIZLIK SAVAŞLARI

Mustafa Kemal Hareketi: Kurtuluş Savaşının başladığı 1919’dan itibaren Türkiye olağanüstü olaylarla yüzleşmiştir. 1920’de Sevr Antlaşması Osmanlı Devletini parçalamıştır ve aynı yıl Şeyh’ülislam Mustafa Kemal için ölüm fetvası vermiş, bağımsızlık savaşı kazanılınca önce saltanatlık, sonra Cumhuriyetin ilanıyla halifelik dönemi resmen sona ermiştir. Ardı ardına gelen yenilikler ise yeni bir Türkiye kimliğinin doğacağının kesin göstergeleridir: Medeni Kanun kabul edilir, Arap alfabesinden Latin alfabesine geçilir; eğitim-öğretim kurumları birleştirilir.

Kültürel alanda 1932’de açılan Halkevleri (Halkodaları) kısa zamanda ülke çapında yaygınlaşır. İstanbul Üniversitesi’nde yeni reformlar yapılarak özellikle Hitler rejiminden kaçan yüz elli dolayında yabancı öğretim üyesine kucak açılır. Yeni bilim kürsüleri kurulur. Bunlar arasında Ankara Devlet Konservatuvarının kuruculuğunu yapan ünlü besteci Hindemith de vardır. Çok partili dönemde Demokrat Parti hükümeti uluslararası diplomatik arenada yerini Batı ve ABD’den yana belirler: Marhall Planını uygulamaya koyar; NATO’ya üye olur. ABD’nin yardımıyla yeniileri teknolojileri Türkiye’ye getirmeye başlar. Örneğin, önce Orta Doğu Teknik Üniversitesi, sonra Karadeniz Teknik Üniversitesi kurulur. Ama bu arada 1951’de Halkevleri, 1954’de de Köy Enstitüleri kapatılmıştır.


Dünyada Bağımsızlık Hareketleri: Bağımsızlık hareketleri özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında hızlanır. 1947’de Pakistan ve Hindistan doğar. Hindistan’da bağımsızlığın lideri ülkesinin kendisine yakıştırdığı adıyla Mahatma Gandhi, etnik grupların arasında ayrımcılığa karşı mücadele etmiş, bu gruplar arasında dayanışma ve kardeşlik duygularının gelişmesine önemli katkıda bulunarak farklı din dil ve kültürlerin yan yana yaşama gerekliliğini savunmuştur. Gandhi, 1930’da, dört yüz kilometrelik ünlü Tuz Yürüyüşünü düzenlemiş ve uygarca Britanyalıların ülkesini terk etmesini istemiştir.

Diğer yandan, 1948’de İsrail devletinin kurulmasıyla Orta Doğu tekrar kaynamaya başlar. Kutsal toprak Kudüs özel bir statü kazanır. Arap devletleri artık silahları ellerindedir. 1956 Sina Savaşından sonra bölgede Arap Milliyetçiliği gelişir. 1969’da Yaser Arafat’ın Filistin Kurtuluş Örgütünü (FKÖ) kurmasıyla bağımsızlık mücadelesi hız kazanır ve hatta dünya ilk kez bu örgütle uluslararası terörizmi tanır. 1973 savaşından sonra on Arap ülkesi (OPEC) birleşerek petrolün fiyatını iki kat artırır ve dünya ciddi bir ekonomik krizle yüzleşir. Geleceğin politikaları artık enerji üstüne biçimlenecektir ve Orta Doğu düğüm noktasıdır. Birleşmiş Milletler, Filistin’de Arap ve Musevi devletinin varlığını ancak 1988’de onaylar.


Bağımsızlığını kazanan ülkeler arasında Tunus, 1957’de Türkiye’yi örnek alarak Habib Bourgiba’yla Cumhuriyet rejimine geçer. Yine bağımsızlığını kazanan İngiliz kolonileri Sri Lanka, Bangladeş, Birmanya, Endonezya İngilizce konuşmaya ve İngiliz eğitim sistemine devam eder. Aynı şey Fransız sömürgeleri Fildişi Sahili, Yukarı Volta, Madagaskar, Mali, Moritanya, Senegal için de geçerlidir. Yerli zenci kimlikleri altında aynı zamanda sömürgeci fatihlerin dilini ve kültürünü istemeseler de öğrenmek, benimsemek ve ana dilleri gibi konuşmak zorunda kalmışlardır. Bütün bu ülkeler kültürleşme ve kimlik sorunlarını barındıran bir edebiyat ve sanat kültürü geliştirmişlerdir. Tunus 1957’de Cumhuriyet rejimine geçen tek Kuzey Afrika İslam ülkesidir; Dünyanın en kalabalık ülkelerinden olan Endonezya 1945’de bağımsızlığını kazanmıştır. Pakistan’ın bağımsızlığını kazandığı tarih 1947’den 1969’a dek Pakistan’ın eyaleti Doğu Pakistan olarak anılan Bangladeş, 1971 yılında Müslüman Halk Cumhuriyeti olur. Afrika’daki İngiliz sömürgeleri Somali, Tanganika, Kenya, Tanzanya; Fransız sömürgeleri Fildişi Sahili, Yukarı Volta, Madagaskar, Mali, Moritanya, Senegal, Çad 1960 sonrası bağımsızlıklarını kazanmışlardır.


SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİ

Soğuk Savaş, iki süper güç olan SSCB ile ABD arasındaki ve haliyle onların müttefikleri arasındaki gerilimleri, siyasal ve ideolojik çatışmaları içeren ve İkinci Dünya Savaşının hemen bitiminde başlayıp SSCB’nin dağılma tarihi 1991’e dek devam eden dönemdir. Bu dönem ülkelerin kendi kaderlerini kendi tayin etme hakkını engelleyen ideolojik, diplomatik ve askeri kararlarla doludur. Amerika Birleşik Devletlerinin, 1947’de, on altı Avrupa ülkesiyle imzaladığı uzun vadeli yardım Marshall Planı, hem askeri hem ekonomik bir bağımlılık yaratma planı olarak eleştirilmektedir. Türkiye’nin NATO’ya üye olduktan sonra 1953’de Kore (1950-53) Savaşına katılması ülkede şaşkınlık yaratmıştır. Sosyalist cephede ise, 1955’de SSCB önderliğinde NATO’nun karşısında yer alan Varşova Paktı kurulur. Silahlanma yarışı hızlanır. Dünya siyaset sahnesine istihbarat teşkilatları Sovyet KGB ve Amerikan CIA çıkar.

İdeolojiler Döneminde Sanat Kültür Edebiyat: Nazi Almanya’sında sistematik bir kıyım uygulamıştır: Sol düşünceli yazarlar ve sanatçılar cezalandırılmış, bilim adamları ülkeyi terk etmiş, yazarların kitapları yakılmış, bestecilerin eserlerinin çalınması yasaklanmıştır. Daha doğrusu Hitler sanatı yasaklamıştır. Sovyet Rusya’da ise devrimin ilk yıllarından itibaren Anna Akhmatova, Pasternak, Nabukov, Soljenitzin gibi yazarlar, Shostokovich gibi kompozitörler, Tarkovski, Paradjanov gibi film yönetmenleri ve geniş bir aydınlar topluluğu eserleri yüzünden yargılanmışlar, yasaklanmışlar ya da sürgüne gönderilmişlerdir. Ama Stalin rejimi resmi yazarları ve ressamları, zorluklarla mücadele eden halkı güçlü bir proleter gibi resmetmeye, Stalin’e övgü şiirleri yazmaya, KGB de demokrasi yanlısı aydınları fişlemeye devam eder. ABD’de ise, senatör McCarty‘nin başlattığı sosyalizm sempatizanı olan aydınları, Hollywood aktörlerini, yazarları, yönetmenleri hedef alan “Cadı Avı” on yıl sürmüş, yüz elli dolayında yazar, istihbarat teşkilatı FBI’nın kayıtlarına girmiştir. Listede Charlie Chaplin, Ernest Hemingway, John Steinbeck, Arthur Miller, William Faulkner, Henry
Miller, Tennessee Williams gibi ünlü isimler vardır.

Yakın zamanda, İsrail de oldukça sert sansürcü bir devlet olmuştur: Bir dönem Gazze Şeridinde yazı makinesi ve faks kullanılmasını yasaklamış, Filistin tarihiyle ilgili yazılara sansür koymuştur. Hatta bir kitap sergisini bombalamıştır. Ülkemizde Nazım Hikmet, gençliğinin en verimli yıllarını 15 yıl hapiste ve 12 yıl sürgünde geçirmiştir ama kendi sözleriyle şair” tepeden tırnağa hasret ve ümitten ibâret” tir. Nazım Hikmet 1925’den itibaren yazdıklarından dolayı yargılanır; 1938-1941 yıllarında cezaevlerinde kalır ve şiirleri yasaklanır; 1950’de aftan yararlanır, ama yurt dışına çıkış yasağı konur. İngiltere’de, ünlü mantıkçı ve matematikçi filozof Bertrand Russel, silahlanmaya karşı tutumlarından dolayı birkaç kez tutuklanmıştır. Bertrand Russell ilk kez 1914’de savaş karşıtı tutumundan tutuklanır ve mesleğinden uzaklaştırılır; 1969’da 89 yaşındayken nükleer silahlanmaya karşı bir eylemde yine tutuklanır ve serbest bırakılır. Ama bütün bunlar hayatını dünya barışına adayan bu filozofun Nobel Barış Ödülünü almasına engel olamamıştır.


POLİTİKA, KÜLTÜR VE İLETİŞİM

20. yüzyıl tam bir iletişim yüzyılıdır. Yazılı basının altın çağı 1858-1950 olarak söylenir. Basında, 20. yüzyılın ilk yarısında tekeller doğar. Basın dünyasının artık Joseph Pulitzer, William Randolph Hearst, ve yakın zamanda da Rupert Murdoch gibi ünlü patronları, baronları vardır. Gazeteler yanında, haber toplayan, onu görsel ve işitsel medyaya dönüştüren gazetecileri barındıran basın ajansları önemli bir enformasyon işlevini yerine getirir. Bugün France Presse, Associated Press, CNN, gibi uluslararası ajanslar; Anadolu Ajansı (resmi), Doğan, İhlas Haber Ajansı gibi yerli ajanslar vardır. Bunlardan ünlü ABD ajansı Associated Press (AP) 1848’de kurulmuş olup bugün yetmişin üzerindeki ülkede hizmet vermektedir.

ABD medya imparatorlarından Avustralyalı Rupert Murdoch, yüzün üzerinde çoğu uluslararası televizyon kanalları, reklam şirketleri, dergi ve gazetenin patronudur. Sahip olduğu sermayeyle global medya pazarına egemen olmuş ve dünyanın en güçlü otuz şahsiyeti arasında yer almıştır. 1997-2007 yılları arasında Murdoch’un sahip olduğu medya, 175 gazetede Irak Savaşını destekler tarzda yayın yapmış ve önemli medya kuruluşları aracılığıyla dünya kamuoyunun gözlerini vahşete kapattığı iddia edilmiştir.


Radyo ve Televizyon: Yüzyılın başında Manconi’yle gelen Radyo, hem haberleri, hem müziği hem de dansı evlerin içine taşıyacaktır. 1930’lardan itibaren ticaret dünyasında farklı ekonomik amaçlarla kullanılmaya başlar. 1945’de FM’ler kurulur, arabalar radyolarla donatılır. Ama İkinci Savaş sonrası salonlara televizyon yerleşirken, radyolar yan odalara taşınacaktır. İlk macerası 1926’da İngiltere’de John Logie Baird’le başlayan ve başta Fransa ve ABD’de kısa aralıklarla hızla gelişen televizyon, İkinci Savaş sonrasında evlerdedir. 1960’lı yıllarda kullanım doruk noktaya ulaşarak radyonun elinden hem prestijini hem de reklam gelirini alacaktır. Televizyon teknolojisi durmak bilmez teknolojisiyle ülkelerin kültürel manzarasını değiştirir; dilsel birliği sağlar, “küresel kasabanın” ilk örneğidir.


Türkiye’de Basın: Ülkemizde Milli Mücadele öncesi de aktif olan İstanbul basını, Kurtuluş Savaşının başlamasıyla iki farklı düşünsel kutupta (Tanin, Tevhidi Efkar, Osmanlı İmparatorluğu yanlısı; Akşam, İkdam ve İleri gibi gazeteler Milli Mücadele yanlısıdır) yerini belirler. Bu gazetelerin ünlü yazarları arasında Hüseyin Cahit Yalçın, Ahmet Emin Yalman, Falih Rıfkı Atay, Yakup Kadri sayılabilir. Tek partili rejim döneminde İstiklal Mahkemelerinde gazeteciler de yargılanmış, solcu ve aşırı dinci gazeteler kapatılmış, güdümlü basın desteklenmiştir. Çok partili rejimde ise basın siyasal yerini belirlemiş ve buna göre iktidar yanlısı, muhalif ve opportünist gazeteler oluşmuş ve artık Türkiye’ninde ünlü gazete patronları olmuştur. (Hürriyet Gazetesi gibi).

Gazeteler yanında dergiler de önemli bir okur kitlesine sahiptir. İlk mizah dergisi Diyojen’den sonra (1870) haftalık siyasi ve mizah dergisi Akbaba (1922) doğar. Onu sonraki yıllarda Marko Paşa ve Gırgır izleyecektir.

Yusuf Ziya Ortaç, Orhan Seyfi Orhon gibi edebi kimliklerin 1922’de çıkarttığı Akbaba Dergisi, 1933’den sonra yeni harflerle yayınlanır. Tek partili dönemde iktidar yanlısı tutum izleyen, zaman zaman muhalif olan dergi, 1977’de yayın hayatına veda etmiştir. Fıkralardan, rüya tabirlerine, eleştiri yazılarından karikatürlere dek geniş bir yelpaze sergileyen ve Ercüment Ekrem, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz gibi sonradan ünlenecek genç yazarları da barındıran ve bir okul özelliğinde olan Akbaba, ülkemizin en uzun soluklu mizah dergisidir. 1946’da çıkmaya başlayan ve kısa zamanda büyük tiraja ulaşan Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz’ın birlikte çıkardığı Markopaşa dergisi, toplumcu ve gerçekçi siyasal mizahıyla hem güldüren hem düşündüren önemli bir mizah dergisidir. Markopaşa birçok kez kapatılmış, yazarlarına birçok davalar açılmış ve hatta tutuklanmış bir dergidir.

O nedenle “Toplatıldığı zamanlarda çıkar” veya “Yazarları hapishanede olmadığı zamanlar çıkar” sözleriyle de ünlenmiştir. 1972-1989 yılları arasında yayınlanan Oğuz Aral’ın çıkardığı Gırgır dergisi, yarattığı mizah karakterleriyle, karikatür çizgi anlayışında yenilikçi bir karikatür okulu olmuş ve ayrıca çok satmasıyla efsanevi özellikte bir mizah dergisi olmuştur. Günümüzün ünlü karikatüristleri ve mizah yazarları Gırgır ekolünden gelmektedir. Magazin dergiciliğinde ise 1956’da Şevket Rado’nun çıkardığı Hayat Mecmuası dergisi kültür tarihimizde bir dönüm noktasıdır. Hayat Mecmuası 1970’lerde siyasal olaylarla etkisini yitirmiş, okur kitlesi azalınca 1978’de kapanmıştır. Hayat Tarih, Resimli Roman, Hayat Spor dergileri de zamanın ünlenen dergileridir.


BİLİMSEL GELİŞMELER VE YANSIMALARI

Yüzyılın olayı Einstein’ın rölativite teorisiyle, zaman ve mekâna dair fizik anlayışlarımız kökünden değişmeye başlar. 1930-40 yılları atomun yapısının araştırıldığı yıllardır. Nükleer fizik, enerji alanında ve askeri alanda kullanım kazanır; hidrojen bombası yapılır; lazer bulunur. Astrofizikçiler, yıldızların ve gezegenlerin, uzak Galaksilerin özelliklerini incelerler. Ekstrasoler gezegenler tanınır. Yeryüzünün ayrıntılı bir yapısı ve hatta tarihi çıkarılır. Arkeoloji, etnoloji, antropoloji ve prehistorya araştırmaları hızla gelişir.

Etiyopya’da üç buçuk milyon yaşında iskelet bulunur ve Lucy adı verilir. Biyolojide, 1944’de genlerin DNA’dan yapıldıkları kanıtlanır ve bu şekilde moleküler biyoloji ve genetik biyolojinin
temelleri atılmış olur. Tıp alanında 1940-1950 yılları zorlu yıllardır. Savaş milyonlarca insanın sağlığını bozmuş hatta yıkıma uğratmıştır. Çiçek hastalığı, tetanos, tifo ve paratifo, difteriye karşı aşılar ve ilaçlar geliştirilir. Manyetik rezonanslarla, elektronik mikroskoplarla insan beyninin içi görülür. Deniz ürünleri kontrolsüzce gitgide tükenir ya da tükenme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Buna karşılık kültür balıkçılığı büyüyen bir sanayi sektörü olur.


Modern Bilimler, Teknoloji ve Kalkınma: 20. yüzyılın en önemli buluşlarından biri olarak kabul edilen ve elektronik devrelerin can damarı olan transistorlar, 1947 yılında yapılmış ve teknolojide yepyeni bir çığır açılmıştır. Atomun çekirdeğinden elde edilen nükleer enerji, çağın enerji konusunda giriştiği en çözümleyici ama aynı zamanda riskli siyasal, kültürel bir olay olur. Bilgisayar teknolojisi, yazılım ve programlama alanında hızlı gelişimler gösterir.


Sovyetler, 1957’de ilk yapma uyduyu uzaya gönderir. 1961’de Youri Gagarin ve arkadaşları uzayda beyaz bayrakla yürürler. 20 Temmuz 1969’da ABD Apollo uzay aracı Ay’a ayak basar. İlk yürüyen insan Neil Armstrong’dur. Ay’ın verimsiz topraklarına bol yıldızlı ABD bayrağı dikilir ve bundan böyle yeryüzü insanlarının Ay’a ve yıldızlara bakışı değişecektir. 1976’da insansız uzay aracı Viking, Mars gezegenine iner. Voyager 2 ise Satürn gezegenin halkalarını resimler.


DÜŞÜNCELERİN EVRİMİ: FRANKFURT EKOLÜ, VAROLUŞÇULUK, YAPISALCILIK

1930’lardan itibaren Walter Benjamin, Theodor W. Adorno ve daha sonra da Jürgen Habermas ve Herbert Marcuse gibi düşünürlerin başını çektiği Frankfurt Ekolü’ne göre, kültür ve iletişim alanında farklı bir sürece girilmektedir. Rus Devrimi Stalinizmle yozlaşmıştır. Sosyalist gerçekçilik estetik kuramları hantallaştırmıştır.
Ekolün önemli düşünürlerinden T. Adorno, sanat eserinde biçim ve içeriğin birbirinden ayrılamayacağı konusunda estetik analiz yöntemi geliştirirken, Walter Benjamin yeni teknolojilerin kültürel hayatı ve sanatın işlevini değiştirdiğine ilişkin önemli eserler verir. Örneğin röprodüksiyon (yeniden üretim) sanatın biricikliğini ortadan kaldırmıştır ama sanat sinemayla, yeni teknolojilerle modernleşmenin yeni bir aşamasındadır.

Yine Franfurt Ekolünden, 1960’lı yılların etkileyici ismi Herbert Marcuse ise, sanat eserinin gerçekçiliği ve politikliği yüceltme gibi bir kaygısı olmaması gerektiğini, “sanatın hayatı değil, hayatın sanatı taklit ettiğini savunmuştur. Edmund Husserl’ın öncülük ettiği fenomonolojinin amacı, bilginin temeline ulaşabilmek için kesin olanı, gerekli olanı ve mutlak olanı sorgulamaya dayanır. Varlıkların (insanların) varoluş nedenlerini tanımlamayı, bunun anlamını ve yapısını sorgulamayı amaçlayan varoluşçuluk, Alman Martin Heidegger ve Karl Jaspers’in düşünceleriyle zenginleşir. Ama modern varoluşçuluğun babası, romanları, oyunları ve aydın kimliğiyle, özellikle 1968 olaylarındaki eylemleriyle ünlenen Paul Sartre’dır. Sartre, 1943’de yayınladığı “Varlık ve Hiçlik” adlı kitabında, varoluşun insanın maddi özünden önce geldiğini; insanın dünyaya gelip var olduktan sonra kendi özünü yarattığını ve bu süreçte insanın ancak insana yol gösterebileceğini savunmuştur.

İşviçreli dilbilimci Ferdinand de Saussure, dil konusundaki incelemeleriyle yapısalcılığa öncülük eder. Ona göre “dil toplumsal bir kurum olarak, hiçbir biçimde kuralları mantıksal olarak bilinerek öğrenilen bir kurum değildir ve özü bakımından, dil bir biçimdir”. Ayrıca dil bir “göstergeler sistemidir” ve her gösterge, işitme-ses ile ilgili olan imge (gösteren) ve anlam ve kavram ile ilintili olan imge (gösterilen)’den oluşur. Claude Lévi-Strauss dilbilim çalışmalarından etkilenerek geliştirdiği yapısal antropolojide, kültürel ikili karşıtlıklar sisteminden yola çıkarak (erkek/dişi, pişmiş/çiğ; çıplak/giysili gibi) bunları kültürel durumları barındıran yani bize kültür hakkında bilgilendiren yapıları oluşturduğu düşüncesindedir. Buna göre, pişmiş’in kültürel anlamda ne olduğunu anlamak için o dönemde çiğ’in kültürel anlamda ne olduğunu bilmek gerekir, çünkü çiğ de alışılmış kültürel bir yaşantıdır. Bu durumda birini bilmek önemli değildir, tersine ikisini karşılaştırarak ilişkileri anlamak, kültürün formunu ve anlamını ortaya koyacaktır. Tahsin Yücel, incelemeleriyle uluslararası boyutta tanınan bir göstergebilim uzmanıdır.


Roland Barthes, “Çağdaş Söylenler” (Mitolojiler) adlı kitabında, günümüzü kuşatan reklamlardan (araba, deterjan reklamları) film yıldızlarına (Charlot, Greta Garbo, Marlon Brando filmleri), yiyeceklerden (biftek, kızarmış patates) içeceklere (süt ve şarap) kadar uzanan gündelik hayatın nesnelerini ve olaylarını birer söylen (mitos) olarak ele alır, çünkü söylen bir sözdür. Buna göre televizyonda görüntüsünü izlediğimiz sıvı deterjan reklamları beyazlatma söylemini amaçladığı halde şiddet içermektedir: “Çamaşır suyu, sıvı bir ateştir, kirleri öldürür” ; “Omo’nun derinlemesine yıkadığını söylemek çamaşırın bir derinliği olduğunu var saymaktır”; sevgililer gününde sunulan gül “içi tutkuyla aşkla doldurulmuş yani çiçek olmanın dışında başka bir şey olarak anlamlandırılmıştır”; Afrika tenli, yani zenci bir askerin Fransız ulusal askeri giysisiyle yani Fransız vatandaşı olarak Fransız Bayrağı altında selam duruşunu gösteren ünlü fotoğraf, düz anlamda bayrağı selamlama gösterisidir, ama ikinci anlamı bir zamanların emperyalist Fransız Sömürge İmparatorluğunun evlatlarının, daha doğrusu bir zamanların kölelerini yüceltme ve yurttaş kabul etme gösterisidir”. Barthes bu örneklerinde burjuva değerlerinin yarattığı ideolojik kültürel söylemi eleştirmektedir.


TOPLUMSAL HAREKETLER: KADINLAR, GENÇLER VE ÜÇÜNCÜ YAŞ

Yüzyılın önemli olaylarından biri de ABD ve Avrupa’dan başlayarak tüm kıtalara yayılan kadın hareketleridir. Bunu Birleşmiş Milletler bünyesinde alınan bağlayıcı kararlarla kadınlara ilişkin hukuksal düzenlemelerin yapılması izler. Birleşmiş Milletler 1995 Kalkınma Programı çerçevesinde ise cinsler arasındaki ayrımın kaldırılması hedeflenmektedir. 1950’lerden itibaren tüm ülkelerde yeni davranış biçimleri geliştiren ve yeni kültürler yaratan genç bir kuşak vardır. Batıda hippiler özgürlük, barış ve aşk adına uzun saçları alışılmadık giysileri ve aşırı alkol tüketimleriyle ilgi çekse de kısa sürede kaybolur. 1964’de, Berkeley Üniversitesi öğrencilerinin örgütlediği ilk öğrenci hareketi büyük yankı bulur. Bunu besleyen protest müzik kültürü Bob Dylan, Joan Baez gibi şarkıcılarla gençlik Vietnam Savaşına büyük tepki gösterir.

Öğrenci hareketleri Atlantik’ten Avrupa’ya sıçrar. 1968’de, Fransa’da öğrenciler üniversite anfilerini, tiyatro salonlarını, sanat merkezlerini işgal eder; barikatlar kurulur. Türkiye’de ise 1968’lerde başlayan kitlesel öğrenci ve sendikal hareketler neredeyse çeyrek yüzyıl devam eder ve trajik sonuçlar yaratır. Dünyada özellikle 1970’lerden itibaren işsizlik yükselişe geçer ve tabii önce gençliği vurmaktadır. Kendilerini dışlanmış hisseden genç kuşak, mutluluğu alt kültürlerde arayacaktır.



Örneğin bazıları skinhead (dazlak kafa) modasıyla şiddete başvurarak ırkçı aşırı sağcı düşüncelere yönelir, ülkelerindeki göçmenlerin evlerini ateşe verirken (Almanya’da Türklere karşı olduğu gibi) anarşist gruplar ise agresiftir ve gösterilerde her şeye saldırıp yakıp yıkarlar. Bazı gruplar da çevreci ve barışçı (Greenpeace gibi) hareketlerde yer alır. Birleşmiş Milletler, 1969’da yaşlı insanları evrensel bir kültürel miras olarak ilan etmiş ve sosyal güvencelerini sağlamak ve onları korumak konusunda Evrensel İnsan Hakları Maddesini yenileştirmiştir. Üçüncü yaşa tüm dünyada seyahat, ulaşım, sağlık hizmetlerinde kolaylıklar sağlanır.

SANAT, KÜLTÜR, EDEBİYAT, SİNEMA

Dünya sanatına yön veren Kübizm, Dada, Sürrealizm akımları Paris’te doğar. Bu hareketlilikten anti-romanlar, soyut sanat eserleri, atonal müzik parçaları doğacaktır. Fütüristler ve konstrüktivistler Rusya’da, yeni plastik soyut sanat anlayış (De Stijl) Hollanda’da boy gösterecektir. 1950’lerde Paris’in yerini alan New York’ta ise Pop-Art yeşerecektir. Birinci savaş öncesi, Fransa, yeni bir isim ve yeni bir akımla tanışır. Picasso’nun Avignonlu Kadınlar adlı eseri sanatta alışılmış normları altüst eder: Figürler geleneksel anlayışa baş kaldırış içindedir; kadınların bedeni geometrik çalışılmış, sanki baltayla yontulur gibi çizilmiştir; yüzlerdeki biçimlendirme Afrika sanatlarının etkisini taşır. Geometrik ve üç boyutlu izlenimi veren bu eserde perspektifin göz yanıltıcı ilkesi çiğnenmiştir. Picasso bir bakıma gerçekleri başka türlü sorgulamaktadır. Kübizm böyle doğar ve Picasso, Braque ve Juan Gris’nin eserleriyle zenginleşir. Savaş bitiminde, sanat ortamlarında hiçlik duygusu ve başkaldırı egemendir. 1920’lerde Paris’te Tristan Tzara’nın öncülüğünde biçimlenen Dada hareketi Batı uygarlığına ve geçmişin sanat anlayışına karşı çıkar, ilkel uygarlıkları model alır.

Her türlü siyasal ve sanatsal ideoloji ve uzlaşmaya karşı çıkarak ironiyi, mizahı, aşırılığı öne çıkarır. İlk kez kolaj (kağıt, karton tel gibi malzemelerin tuvalde kullanımı) kullanılır. 1950’lerden itibaren post-modern sanatın ilahı olacak olan Marcel Duchamp, sanatta ilk ready-made (hazır yapım) olan “Bisiklet Tekerliği” (1915) sergiler. Ayrıca, bir pisuarı ters çevirerek “Çeşme” adıyla sergilemesi (1917) ve Leonardo da Vinci’nin Mona Liza’sına bıyık takması postmodern sanatın temellerini atacaktır yıllar sonra. 1924’te Fransız yazar André Breton, Louis Aragon, Paul Eluard Gerçeküstülük Bildirgesiyle, zamanın yeni bilimi psikanalizin babası Freud’un “İnsanın dış dünyadaki istekleri bilinçaltında toplanır” tezinin etkisi altında, bilinç ile bilinçaltını birleştirmeye yeltenirler. Otomatik yazı pratiğiyle uyanıkken gördükleri düşleri kaleme alırlar. Sürrealizm bütün sanat dallarında yüzyıla damgasını vuracak ve sinemada ünlü İspanyol yönetmen Luis Bunuel’in filmleriyle yeni bir ekol ve fantastik bir dönem başlayacaktır.

Sovyet yakasında devrim heyecanını yaşayan Mikhaïl Cholokhov realist sosyalist edebiyatın örneğidir. Şair Vladimir Mayakovski ise şiirde fütürist yeni bir form yaratıcısı olarak ün salmış, devrimin dinamiğini dile getirmiştir. Aynı yıllarda Fransız romancı Marcel Proust yedi ciltlik devasa eseri “Kayıp Zamanın İzinde” ile romanda kurgu ve öyküleme tekniğini değiştirecek ve dünya roman sanatına damgasını vuracaktır. Britanya adasında İrlandalı James Joyce ise “Ulysses” ile bir kentin 24 saatini Homeros tarzında dokur gibi sayfalara işleyecek ve eser iç diyaloglarıyla bilinç akışıyla roman geleneğini değiştirecek, belki de en derin etkisini Virginia Woolf’da gösterecektir. Nitekim Woolf erişilmesi olanaksız heyecanları yakalamaya çalışan bir yazı ustasıdır. Franz Kafka dünya edebiyatında dönüm noktası olacaktır. Ünlü eseri “Dava”nın başkahramanı Josef K. tutuklanır ama ne suç işlediğini bilmemektedir. Bir başka eseri “Şato”da, kadastrocu K. ne yaptıysa bir türlü bir bilgi iletmek istediği şatoya ulaşamamıştır.

Her taraf her şey bir labirenttir. Aslında her iki kahraman da anlayamadıkları ve bir türlü kaçamadıkları çıkışsız bir dünyadadırlar. Dönüşüm’de ise başkahraman Gregor Samsa günün birinde, kendisini bir böceğe dönüşmüş olarak bulur ama insani düşünme özelliklerini kaybetmemiştir. Piet Mondrian, “Broadway Boogy-Woogy” adlı geometrik form ağırlıklı eserinde bir zenci dansını resmederken ritmi resim diliyle anlatmayı amaç edinir. Kandinsky ise “İzlenim” adlı eserinde ünlü besteci Schönberg’in bir müzik eserini resim diliyle betimler.

Marcel Proust: Kayıp Zamanın İzinde’yi yayınlatmak istediğinde eserini kimselere beğendirememiştir. Eserin birinci cildi tanınmayan bir yayınevinde çıkınca dikkat çeker ve birkaç yıla kalmadan Fransa’nın en büyük edebiyat ödüllerinden Goncourt Ödülünü kazanır.

Marcel Proust dünyada en çok incelenen yazarlar arasındadır. Marcel Proust, çocukluğu Fransa’nın şiddet dolu siyasi ortamında geçmesine rağmen romanlarında asla bunu yansıtmamıştır; kötü sağlığına rağmen (astım hastasıdır) Kayıp Zamanın İzinde’ye 1913 yılında başlamış ve ölüm döşeğinde bile yazmaya devam etmiştir. 1927’de yayınlanan eserinin son cildini görememiştir ve çelişkili biçimde romanının son cildinin adı Yeniden Bulunmuş Zaman’dır.


Virginia Woolf: Manik depressif hastalığından dolayı yüksek dozlu sakinleştirici ilaçlarla tedavi görür. Ünlü eseri Mrs. Dalloway, bir tek kentte, bir tek günde geçer. Kitaba adını veren Clarissa Dalloway, Londra sokaklarında dolaşırken, kitabın öteki kahramanı, savaş gazisi Septimus Smith aynı sokaktadır ama iki kahraman hiç yüz yüze gelmezler; hatta bir ara Londra’nın aynı sokağında bulunurlar, aynı sesi duyarlar, aynı şey için ürperirler. Ama günün akan saatleriyle birlikte Virginia Woolf’da birleşirler. Mrs. Dalloway, “bilinç akışı”adıyla anılan ve bir romanda bilincin bütün öğeleri, yani algılar, hayaller, fikirler, arzular ve duygular aralarında hiç bir ayrım yapılmadan bütünsel olarak isletilmesi ve betimlenmesine dayanan tekniği uygulamıştır. Woolf, 1941 yılında kendisini ırmağa atarak intihar eder ve cesedi on beş gün sonra bulunur. Nicole Kidmann’ın oynadığı son derece başarılı bir film olan “Saatler” yazarın bu son aylarını anlatır.


Yedinci Sanat Sinema: 1895’de Paris’te Lumière Kardeşlerin icadıyla gelen sinema, sessiz başladığı girişimine 1930’lardan itibaren sesli olarak sürdürecek ve ilk uzun metrajlı film 1935’de yapılacaktır. Birinci Savaş sonrasında SSCB’de kurulan Devlet Sinema Enstitüsü, ünlü yönetmen Sergei Eisenstein’ı dünyaya tanıtır, yönettiği “Potemkin Zırhlısı” dünya sinemasının ilk başyapıtlarındandır. 1930’lardan itibaren sesli filmlere geçiş sinema tarihinde olaydır. Bu yıllarda John Ford, (“Muhbir”, 1935, “Gazap Üzümleri”, 1941, “Vadim O Kadar Yeşildi Ki”,1941), Alfred
Hitchcock,“Rebecca”, 1940 ve Orson Welles, “Yurttaş Kane”, 1941) gibi unutulmaz filmler yaparlar. Bunu 1960’lardan itibaren bilim kurgu, korku filmleri izler.

Tabii bu arada Walt Disney yapımı animasyon filmleri dünya gişelerini ve televizyonlarını egemenliği altına alır. Avrupa’da, Fransız sineması yenilikçi ve yaratıcı yönetmenlerle (René Clair, Jean Vigo Jean Renoir) altın çağını yaşar; edebiyat eserleri sinemaya uyarlanır, köklü bir toplumsal eleştiri yepyeni çekim teknikleriyle ve oyunculuk anlayışıyla seyirciyle buluşur. İtalyan sineması ise Yeni Gerçekçilik akımıyla salon filmlerinden koparak, işsizlik, umutsuzluk ve ahlaki çöküş gibi ekonomik ve toplumsal temalara yönelir ve Avrupa sinemasının gözdesi olur. Luchino Visconti dönemin toplumsal gerçeklerini gerçek mekânlarda ve profesyonel olmayan oyuncularla filme çeker. Roberto Rosselini (Roma Açık Şehir, 1945), Vittorio de Sica (Bisiklet Hırsızları, 1948), Luchino Viskonti (Tutku, 1948) Federico Fellini (Sonsuz Sokaklar, 1954) bu türün unutulmaz filmleridir. İlk filmlerinde bu akımın izleri görülen Federico Fellini (Sekiz Buçuk) ve Michelangelo Antonioni (Cinayeti Gördüm, 1966), Pier Paolo Passolini (Mamma Roma, 1966), Bernardo Bertolucci (Son İmparator, 1987), kendilerine özgü sinema diliyle dünya sinemasının başyapıtlarını yaratacaklardır.

İtalyan Yeni Gerçekçi akımı Fransa’da Yeni Dalga yönetmenlerine de okul olacaktır. Yeni Dalga yönetmenleri klasik film formunu reddederek, yeni görsel kamera teknikleri ve sinematografik anlatımlarıyla, filmlerinde Fransa toplumunun yaşadığı toplumsal ve dönemsel değişimi işleme teknikleriyle sinema tarihinde bir kopuşu gerçekleştirmişlerdir. François Truffaut, (400 Darbe, 1959;), Jean Luc Godard (Serseri Aşıklar, 1960), Claude Chabrol (Yakışıklı Serge, 1959) önemli isimlerdir. Bu yönetmenler ünlü “Cahiers du Cinéma” adlı derginin film eleştirmenidirler ve bu nedenle Dünya Sinema Tarihinde bir sinema kuramı oluşturmuşlardır. Rus Sovyet sineması Tarkovski’yle; Japon sineması ise Japon kültürünü sinematografik anlatımla sergileyen Akira Kurosava’yla dikkat çeker.

Hindistan’da müzikli, şarkılı, dram ve macera filmleriyle tam bir film patlaması yaşanır. 1960’dan itibaren Üçüncü Dünya ülkelerinin (Güney Amerika, Afrika devletleri) sinemalarının yükselişine tanık oluruz. Bu yıllarda ABD sineması da kendisini yenilemek zorundadır. Arthur Penn, Stanley Kubrick, gibi sinemacılar politika, cinsellik, şiddet içerikli Amerika’yı eleştiren filmler yaparak Hollywood anlatımının dışına çıkarlar. Türkiye’de, Türk Sineması İstanbul’da Beyoğlu semtindeki Yeşilçam Sokağı, film şirketlerinin ve aynı zamanda oyuncu ve figüranların mekânlarının burada bulunmasından dolayı Yeşilçam olarak anılır. Bu aslında sinema sanatçılarımızın çoğunun macerasıdır. Gariptir, filmlerde zengin (Hulusi Kentmen) hain (Hayati Hamzaoğlu), acımasız (Erol Taş) rollerinde alıştığımız ve sanki öyle sandığımız oyuncularımız aslında sinema emekçileridir.


Müzik ve Sahne Sanatları: Çoksesli klasik müzikte Arnold Schönberg, Anton Webern, Alban Berg gibi besteciler, atonal (ton dışı) müziğin temelini atarlar. Modern dans ise balenin değişmez kurallarına tepki olarak her tür müziğe uydurulabilen, hareket stili alanı özgür olan, düşünce ve kavramları somutlaştırmayı amaçlayan dans türüdür. Opera sanatında ise hem müzik hem sahne olanakları gelişir. Operanın ünlü divaları arasında dünya sahnelerinde yorumladığı La Traviata ve Madam Butterfly yorumlarıyla Leyla Gencer de bulunmaktadır. Müzik türleri içinde öne çıkan Caz Müziği köken olarak saf bir Amerikan müziği değildir. Bu ülkedeki zenci sanatçıların öncülük ettiği Afrika’nın töresel müzik ve danslarını, eğlencelerini, zaman zaman da sömürgeleştirmeden dolayı İngilizlerin ilahilerini barındıran müzik türüdür. Caz starları arasında trompetçi Louis Armstrong, piyanist şarkıcı Ray Charles ünlü isimlerdir. Pop müzik alanında ise, özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra müziğin kentlerde popüler şarkılarla hızla yayılması, radyo, kaset, plak kayıtlarıyla geniş kitlelere ulaşması, aynı zamanda dansı da içermesi Frank Sinatra, Elvis Prestley gibi isimler dünya yıldızı olur ve efsane şarkılar doğar. 60’lı yıllar ise Beatles dalgasıyla çalkalanır.


Adını İngilizcede ritim anlamına gelen “beat”’den alan 1960’ların bu popüler İngiliz müzik grubu, dünyanın dört bir yanında her yaştan kitlenin beğenisini kazanmış ve olağanüstü yaratıcılıktaki şarkılarıyla, satış rekorlarıyla, müzik tarihinde bir dönüm noktası olmuştur. Müzikleri kadar düşünceleri, yaşam ve giyim tarzları da dünyada hem olay hem de moda olmuştur. Örneğin Japonya’da ırkçı grupların spor yaptığı salonda verdikleri konser yoğun polis koruması altında gerçekleşmiş; 1966’da Filipinler turnesinde görkemli konser sonrası Devlet Başkanının resmi davetini kabul etmemeleri TV kanallarında yayınlanınca ülkede öfke uyandırmış ve polis koruması verilmediği için grup saldırıya uğramıştır.

John Lennon’un mizah yollu “Beatles İsa’dan daha popüler” sözü, ülkelerde plaklarının yakılmasına neden olmuş ve özür dilemesine rağmen öfke dinmemiş olay Vatikan’a yansımıştır. Grup en son konserini 1969’da izinsiz olarak bir çatıda vermiş ve polis tarafından indirilmiştir. Beatles 1970’de resmen dağılmıştır. “Let it be” adlı şarkıları bugün dünya filmlerinde, konserlerinde, televizyonlarında çalınan ve kültürel düşünsel çağrıştırımı özgün olan efsanevi bir şarkıdır.


Edebiyat: Sürrealizmin kurucularından Louis Aragon, direniş şiirleriyle milli şair, edebiyat ve kültür adamıdır. İkinci Dünya Savaşı çıkışında Yeni Roman akımı yazarları temel bir konusu ve olayı olmayan, karakterleri hafızadan yoksun romanlar yazarlarken, anlatı teniğinde ustalıklarıyla Nathalie Sarraute et Marguerite Duras bu yeni romanın ilk ve önemli kadın isimleridir. Aynı dönemde, Günther Grass Almanya’da, Taha Hussein Mısır’da ve tüm dünyada okunan yazarlar olurlar. Fas, Tunus, Cezayir, Senegal yakasından sömürgeleştirme ve bağımszlık hareketlerini konu edinen Tahar Ben Jelloun (Fas), Albert Memmi (Tunus), Léopold S. Senghor (Senegal) unutulmaz isimlerdir. ABD’de, Henry James, F. Scott Fitzgerald’s, Faulkner köleliğin mirasını açığa vuran romanlar kaleme alırlar. Amerika’nın güneyindeki sevgi yoksunluğunu dile getirirler. Henry Miller, modern toplumun lirik, anlatımcı temsilcisi olurken, Eugene O’Neill tiyatronun benzersiz temsilcisidir. Tennesse de Williams ise Arzu Tramvayı gibi eserleriyle alt tabakaların ruhsal ve ekonomik sorunlarını güncelleştirir.


POSTMODERN DURUM VE SANATTA BAŞKALAŞIM

Jean François Lyotard’a göre postmodern durum, İkinci Dünya Savaşı sonrası hem siyasal, hem düşünsel alanda bir inançsızlık ve kuşku halinin başladığı dönemdir. Lyotard’a göre bu kuşku, yenileşmeye (modernliğe) ve onun kaynaklarına yani bilimsel gelişmelere, akılcılığa, evrenselliğe karşı duyulan bir kuşkudur. postmodernizm kavramıyla bir akımdan çok, modernlik sonrası durum anlamaktayız. Postmodern düşünce, haliyle, belli bir merkezi olmayan; özneyi ve egoyu öne çıkaran, ifade alanında heterojenliği, çoksesliliği, bölünmüşlüğü benimseyen ileri teknolojiler çağı düşüncesidir.


Postmodern mimari ise yeni mimari tasarımlarla, eski mimari ögeleri (sütünlar, süslemeler, bezemeler) birarada kullanır. Las Vegas mimarisi buna örnektir. 1950’li yıllardan itibaren Fransa’da ortaya çıkan Yeni Gerçekçilik “ileri teknoloji varoluşumuzu nasıl etkilemektedir? sorusuyla yeni oluşan tüketim toplumu modelinde sanatın yerini sorgular. Hareketin önemli ismi Yves Klein, 1958’de Paris’te bir galeride galeriyi bomboş düzenleyerek boşluğu sergiler. Nu modellerini kendi patentini aldığı uluslararası Klein Mavisine boyayarak büyük tuvallerin üzerinde çalışır. Modeller sanki canlı fırçaya dönüşmüşlerdir. Yine gruptan Arman, 1960’da sanayi atıklarıyla bir sergi salonunu doldurur, izleyiciler bu atıklar arasında zorlukla dolaşır, serginin adı “Dolu”dur. 1962’de, bir Fluxus konserinde hayatlarında kemanı ellerine almamış beş keman vitüozu! konser süresi boyunca bir gam yaratabilmek için uğraşırlar. Joseph Beuys ise açtığı bir resim sergisinde kucağındaki ölü bir tavşana konuşur.

Artık sanatın hem malzemesi değişmiştir, hem de düşüncesi değişmiştir. 1950’lerde gerçek anlamda hareket edebilen üç boyutlu çalışmalar gerçekleştirilir. Heykellerdeki ağır hareketler, titreşimli hareketler korku, kaygı, ürperti gibi duyguları yaşatır. Jean Tinquely kendi kendini yok eden heykelleriyle kinetik sanatın önemli ismidir. Umberto Eco ise kinetik sanatta “formların renklerin ve düzlemlerin hareketiyle değişken bir plastik sanat form” yaratıldığı düşüncesindedir. Postmodern düşüncenin belki de en etkili olduğu sanat akımı pop-art’tır. Eserlerde modern dünyayı simgeleyen eşyalar alaycı tarzda sergilenir. Andy Warhol, Roy Lichtenstein, Claes Oldenbourg, gibi isimler sanatın gelenekleriyle bağları koparırlar, soyuta da sırt çevirirler. İlahlaşmış otomobilleri, alenileşmiş cinselliği, çizgi roman kahramanlarını, popüler kültür nesnelerini, konserveleri, Marilyn Manroe gibi ikonlaşmış sinema yıldızlarını resmederler. Sanatın merkezi artık Paris değil, New York’tur. Ünlü pop art sanatçısı Andy Warhol, Marilyn Monroe’yu resmeder. (Onun gözünde kitleler bu yıldızı da tüketmektedir); Coca-Cola şişelerini çalışır, (“Coca-Cola en zengin ve en fakirin birlikte tükettiği popüler bir içecektir”). Kavramsal sanatın önemli ismi Kosuth, “One and Three Chairs” isimli eserinde; bir katlanır sandalye, bir sandalye fotoğrafı ve bir sandalyenin sözlük tanımının büyütülmüş halini bir arada kullanarak eserini sergiler.


TÜRKİYE’DE CUMHURİYET DÖNEMİ KÜLTÜR, SANAT, BİLİM VE EDEBİYAT

1924’de kurulan Musiki Muallim Mektebi 1936’da Konservatuvara dönüştürülür ve müzik tiyatro opera eğitimine başlanır. Bale eğitimi ise resmen 1948’de başlayacaktır. Darülbedayi-i Osmani (Osmanlı Harikalar Evi) 1934’de İstanbul Şehir Tiyatrosuna dönüşür. Başına Muhsin Ertuğrul getirilir. Muhsin Ertuğrul, aynı zamanda 1931’de Türk Sinemasının ilk sesli filmi “İstanbul Sokaklarında” (ilk ortak yapım) ve “Bir Millet Uyanıyor” filmlerini çekmiştir. Türk sineması yıllarca film dili ve anlatımı sorunlarıyla yüzleşirken ilk kez 1953’de yönetmen Lütfi Ö. Akad’ın “Kanun Namına” adlı filmiyle yenileşme sürecine girer. Lütfi Akad’ı, Metin Erksan (Susuz Yaz filmiyle Türk sinemaya damgasını vurur), Atıf Yılmaz ve Yılmaz Güney (Umut filmi Türk sinemasında bir kırılma noktasıdır) izleyecektir.

Müzik alanında ise Cumhuriyetin ilanından sonra bazı yetenekli gençler Avrupa kültür kentlerine klasik müzik eğitimi amaçlı gönderilir. İleride Türk Beşleri adıyla anılacak olan bu bestecilerin isimleri ve bazı eserleri kısaca şöyle anılabilir: Cemal Reşit Rey: Cumhuriyetin Onuncu Yıl Marşı; Ulvi Cemal Erkin: Sinfonietta; Hasan Ferit Alnar: Kanun Konçertosu; Adnan Saygun: Yunus Emre Oratoryosu; Necil Kazım Akses, Senfoni 5: Atatürk Diyor Ki. Bu kuşağı Bülent Arel, İlhan Usmanbaş, İlhan Mimaroğlu gibi uluslararası boyutta tanınan bestecilerimiz izleyecektir. Popüler müzik ise Türkiye’nin politize olmaya başladığı 60’lı yıllarda, Barış Manço ve Cem Karaca gibi isimlerle gelişir; Rock müziğini Türkçe sözlerle ve türkülerin aranjesiyle toplumsal ve politik içerikli parçalarıyla yorumlayarak Anadolu Rock’ın temelini atarlar. Ama Halk türkülerinin (Nezahat Bayram, Muzaffer Akgün) ve Türk Sanat Müziğinin (Zeki Müren, Müzeyyen Senar) ve Pop müziğin (Ajda Pekkan, Nilüfer, Sezen Aksu) efsane isimleri vardır.

Edebiyat alanında, roman, şiir, öykü türlerinde önemli yazarlarımız yetişir. Onlarca isim arasında sayabileceklerimiz roman türünde Cumhuriyet’in erken döneminde Yakup Kadri Karaosmanoğlu (Yaban, 1931), Reşat Nuri (Çalıkuşu 1922, Yaprak Dökümü), Halide Edip (Ateşten Gömlek, 1923) dikkat çeker. Sonraki kuşak ise toplumsal gerçekçi, tarihsel olayları belgelendirici roman ve öyküler yazacaktır: Kemal Tahir (Devlet Ana, 1967), Orhan Kemal (Bereketli Topraklar Üzerinde, 1954) tezli romanlarla öne çıkarken, Yaşar Kemal İnce Memed’le (1955) ve Orta Direk’teki epik anlatımıyla Dünya edebiyatının da okunan isimlerinden olur. Romanlarında yarattığı Çukurova bölgesi imajı, yerel karakterler, birçok filme konu olmuştur. Toplumsal gerçekçiliğin dışında Yusuf Atılgan (Aylak Adam 1959, Anayurt Oteli, 1967) gibi varoluşsal sorunları dile getiren önemli romancılarımız da olmuştur.

Postmodern dönemler ise Nobel ödüllü Orhan Pamuk’u tanıyacaktır. Öykü türünde ise Sabahattin Ali, Mahmut Şevkat Esendal ve Sait Faik öyküleme tekniğinde getirdikleri yeniliklerle edebiyatımıza damgalarını vuracaklardır. Diğer yandan, 1941 yılında Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rifat’ın birlikte başlattığı Garip hareketi, şiirde klasik uyak düzenini reddetmiş ama ritim ve müzikaliteyi başka arayışlarla yaratmıştır. Ama asıl önemlisi, konuşma dilinin doğallığını, sokak dilini ve halk deyişlerini şiire taşımıştır. İkinci Yeni hareketi ise, şiir dilini zorlamayı ve anlamda kapalılığı tercih eder. Edip Cansever’in ünlü Masa şiiri buna örnektir.

Bu yıllar aynı zamanda büyük kültür insanı Sabahattin Eyüboğlu öncülüğünde MEB bünyesinde kurulan Tercüme Bürosu sayesinde hem Batılı büyük Klasiklerin hem de Doğulu Klasiklerin Türkçeye kazandırıldığı yıllardır. 1960’lardan itibaren toplumcu eğilimli edebiyat ve sanat görüşü güç kazanır. Ama aynı zamanda idealist Doğu Batı sentezini amaçlayan (Başta Yahya Kemal olmak üzere Tarık Buğra Küçük Ağa, Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur) gibi önemli yazarlarımız da vardır. Nurullah Ataç’la temelleri atılan deneme ve eleştiri türleri Fethi Naci, Adnan Benk, Tahsin Yücel’in eserleriyle eleştirel inceleme özelliği kazanır ve önemli eleştiri kitapları yayınlanır.


Nazım Hikmet Ran, “Kuvayı Milliye Destanı” ve “Memleketimden İnsan Manzaraları” yoğun belge ve kanıtlar içeren tarihsel destanlardır. Dünya emperyalizm tarihinden kesitler içeren “Benerji”, “Taranta Babu” gibi eserler yazmıştır.

 

Çevrimiçi üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

REKLAMLAR

Forum istatistikleri

Konular
17,414
Mesajlar
134,310
Kullanıcılar
90,716
Son üye
Abdullah Kara
Üst