Aöf Sosyolojide Yakın Dönem Gelişmeler Ders Notları 1. Ünite

AOFDESTEK

ADMİN
Yönetici
Admin
Katılım
9 Şub 2011
Mesajlar
6,041
Tepkime puanı
25
Puanları
48
Bölüm:
İşletme
Şehir:
Bursa
Sosyolojide Yakın Dönem Gelişmeler

Ünite 1

Pratik, Kültür, Sermaye, Habitus ve Alan Teorileriyle Pierre Bourdieu Sosyolojisi

Bourdieu sosyolojisi, birbirine zıt görünen birçok kavram ve kuramı bir araya getirme çabasını içerir. Var olan tüm ikiliklere eleştiri getiren Bourdieu, her kavram ve kuramın, incelenen olgu ve olaya göre açıklayıcılığının değişebileceğini, bu yüzden hiçbir kavram ve kuramın dışlanamayacağını, aynı zamanda hiçbirinin de genel geçer kabul edilemeyeceğini ısrarla vurgular. Salt yapıya veya salt bireye vurgu yapan çalışmaların, vurgu yapmadıkları gerçeklikleri sürekli olarak gözden kaçırdıklarını belirten Bourdieu, ikili yönünü ya yapısalcı inşacılık ya da inşacı yapısalcılık olarak belirtir. Ona göre, incelenen olay veya olgunun tüm tarihsel geri planının bilinmesi gerekir. Teorik ve tarihi altyapının tek başlarına açıklayıcı olmadığını öne süren Bourdieu, kurulan teorinin pratiğe dökülmesi gerektiğini ve pratiği olmayan teorinin doğrulanamaz olduğunu belirtir.Salt yapıya veya salt bireye vurgu yapan yaklaşımları eleştiren Bourdieu epistemolojik konumunu yapısalcı inşacılık ya da inşacı yapısalcılık olarak belirler.

BOURDIEU SOSYOLOJİSİ

Düşünümsellik (Reflexivity) Bourdieu sosyolojisi, toplumsal aktörlerin sürekli olarak rasyonel ve ekonomik çıkarlara göre hareket ettiklerini savunan rasyonel eylem kuramına karşı aktörlerin içkin bir pratik mantığa, sezgiye ve de bedensel yatkınlığa göre hareket ettiklerini savunan, bu bakımdan da toplumsal dünyada beden ile pratiklerin mantığına önem veren bir sosyoloji olarak bilinmektedir. Pierre Bourdieu, kuram ve metodolojinin iç içe bir süreç olduğunu sıklıkla vurgular. Ona göre kuram, pratiği olduğu gibi yönlendiren bir süreç değildir. Pratik ve kuram arasındaki bu dönüşümlü süreç Bourdieu sosyolojisinin “düşünümsel” (reflexive) özelliğini temsil eder.( Düşünümsel (reflexive) neden ve sonuç arasında iki yönlü dönüşlü dairesel ilişkileri ifade eder. Bu çerçevede sosyolojide ve genel olarak sosyal bilimlerde düşünümsel arka planda kendisini harekete geçiren faktörleri dönüşümlü olarak etkileyen bir toplumsal eylem olarak tanımlanabilir.) Söz konusu düşünümselliğin temellerini Bourdieu’nün yaşam öyküsünde görmek mümkündür.

Aldığı felsefe eğitiminin üzerine yaşadığı Cezayir deneyimi ve bu deneyim sırasında yaptığı görüşmeler, aldığı notlar ve çektiği fotoğraflar kendi metodolojik çerçevesinin de oluşmasını sağlamıştır. Bu çerçeve o kadar iç içe geçmiş bir haldedir ki, tek tek tanımlanmaya başlandığında düşünümsel sosyolojinin kavramlarından hiçbirinin diğerinden bağımsız ele alınamayacağı görülür. İçlerinden birisi tek başına ele alınmaya çalışıldığında, diğer kavramlar olmadan çok da işlevsel olmadığı rahatlıkla görülebilecektir. Bu yüzden Bourdieu her zaman alan, habitus, doxa, illusio, sermaye gibi kavramları hep bir arada ele alarak tanımlama yoluna gitmektedir. Öte yandan “düşünümselliğin önündeki engeller, epistemolojik olmaktan ziyade toplumsaldır. Bourdieu’ya göre düşünümsellik, bireysel olandaki toplumsalı, mahremin altında gizlenen kişisel-olmayanı, özeldeki evrenseli keşfettirerek entelektüeli yanılsamadan kurtarabilir”. Bourdieu’nun düşünümsel sosyolojisinin en önemli özelliklerinden birisi yapı ve birey arasındaki diyalektik sürece odaklanması ve bu odaklanma sürecinde araştırmacının kendisine de incelenen olayın/olgunun bir parçasıymış gibi bakmasını öğütlemesidir. Araştırmacı bu sayede incelediği olayın/olgunun hangi tarihsel şartlar altında ve hangi karşılıklı etkilerle içinde bulunduğu duruma ulaştığını ve kendisinin de hangi noktadan olaya yaklaştığını kendi tarihsel kültürel ve toplumsal arka planını hesaba katarak rahatlıkla görebilecektir.

Bourdieu sosyolojisinin düşünümsel temelini en açık şekilde Bourdieu’nun araştırmacının kendisine de incelenen olayın/olgunun bir parçasıymış gibi bakmasını öğütlemesi sürecinde görmek mümkündür. Böylelikle düşünümsel yöntem aracılığıyla araştırmacı kendisinin de hangi noktadan olaya yaklaştığını kendi tarihsel, kültürel ve toplumsal arka planını hesaba katarak rahatlıkla görebilecek ve sonuç olarak bu geri dönüşlü süreçte araştırmacı nesnelliğini bozabilecek kendi konumundan ve yargılarından kaynaklanabilecek etkilerin bilincinde olacaktır. Daha önceki eserlerinde söylediği şeylerin bilindiğini varsayarak hareket edemeyeceğiniPratik Nedenler isimli eserinde ifade etmektedir. Büyük kısmı Japonya’da verdiği bir konferanstan derlenen bu metinde Bourdieu, sık sık daha önceki örneklerine dönerek izleyiciler/okuyucular için hatırlatmalar yapmakta, bu sayede öğrenmeyi de kolaylaştırdığını düşünmektedir. Bourdieu’ye göre bu totolojik bir tekrardan ziyade araştırmayı güçlendiren bir durumdur . Okuyucu ya da dinleyicinin sözü edilen herşeyi bildiğini veya o konuya dair bir önbilgisi olduğunu varsaymak Bourdieu’nün düşünümsel sosyolojisinin mesafeli durduğu yaklaşımlardandır.

TEMEL KAVRAMLAR: OYUN METAFORU
Buna göre oyunun oynandığı yer alandır ve oyuncular oyuna dahil olmak için o oyundan elde edilebilecek bazı çıkarlara sahip olmalıdırlar. Bu çıkarları illusio kavramı karşılar ve oyunun oynanmaya değer bulunması ve kuralların (yani doxanın) sorgulanmaması şeklinde karşımıza çıkar. Oyuna dahil olmak demek onu oynanmaya değer bulmak demektir. Oyuna dahil olarak bu değer sorgulanmadan alanın yerleşik düzeni (kuralları, doxası) tanınmış ve benimsenmiş olur. Her oyuncu oyunda kullanılmak üzere elinde bazı kozlar bulundurur ve bu kozları da Bourdieu’nün sermaye kavramı karşılar. Ekonomik (maddi kaynaklar), kültürel (özellikle eğitim yoluyla edinilmiş olan kültürel kodlar), toplumsal (ilişkiler ağı) olmak üzere üç temel sermaye tipi vardır ve bu sermayeler içinde bulundukları şartlara göre farklı önemlere sahip olabilirler. Bu önem durumuna göre sermaye tiplerinin pratikteki yansıması ve/veya toplamı olarak adlandırılabilecek simgesel sermaye oluşur ve bu sermayeler bütünü oyuncuların ellerindeki kozlar olarak işlev görürler.

Özetlemek gerekirse; alan oyunun (ya da sosyolojik anlamda mücadelenin) sürdüğü yerdir. Bireyler ellerinde bulundurdukları sermaye, sorgulamadan kabul ettikleri kurallar (doxa) ve oyunun sonunda elde edeceklerine inandıkları çıkarlar (illusio) doğrultusunda kendilerini sonuca götürecek bazı yollara zaman içerisinde aşina olmaya başlarlar. Nasıl sonuca gidileceğine dair sahip olunan bu davranış kalıpları, karşılaşılan durumlar neticesinde bireylerin ortak bir yatkınlıklar bütünü oluşturmasına yol açar. Bourdieu, bu yatkınlıklar bütününe habitus adını verir. Bourdieu, habitus ve alan arasındaki ilişkiyi ontolojik bir suç ortaklığı olarak tanımlar. Çünkü aralarında iki yönlü bir ilişki olduğunu varsayar. Alan habitusu yapılandırma eğilimindeyken, habitus da alana dair algıyı yapılandırma eğilimindedir. habitus; bilinçlilik gerektirmeyen bir bilme biçiminin, planlı olmayan bir niyetliliğin/yönelmişliğin, kişinin açıkça ifade etmeden de geleceğe yönelmesini mümkün kılan dünyadaki düzenliliklere pratik hakimiyetin bir ilkesidir. Yine Bourdieu’nun kendi ifadesiyle habitus; bir konumun içkin ve bağıntısal özelliklerini bütünleşik bir hayat tarzında, yani insanlar, mekanlar ve pratiklerle ilgili bütünleşik bir tercih dizisini dile getiren can verici ve birleştirici kökendir.

Alan
Bourdieu, alan kavramını tanımlarken bu kavramı “hem Weber’e karşı, hem de Weber ile” kurduğunu, yani Weber’den etkilendiğini, ancak yerine göre onu eleştirdiğini belirterek söze koyulur . Gerçekten de alan kavramını tanımlarken Bourdieu Marksizmden çok Weber’e yakındır. Daha açık bir ifadeyle Bourdieu toplumsal yaşamın sadece ekonomik faktörler ve sınıflar nezdinde incelenemeyeceğini, başta eğitim ve kültür olmak üzere ekonomik faktörler dışında kalan diğer faktörlerin de toplumsal yaşamda önemli bir rol oynadığını düşünür. Bu açıdan toplum analizinde ekonomik alt yapıdaki üretim ilişkileri ve sınıf kavramını kullanan Marksizmin aksine Bourdieu alan olarak adlandırdığı bu kavramı kullanır. Bu tanımlamada alan çeşitli sermaye türlerine sahip toplumsal konumların olduğu ve bireylerin sahip olmak için peşlerinde koştukları bir mücadele alanı olarak tasvir edilir.

Öz olarak alan “incelenen toplumsal uzayın üstüne bina edilen bir kavram/nesnedir” Alan, kendi belirlenimlerini içine girenlere dayatan bir güç alanıdır. Örneğin bilim insanı olmak isteyen birisi o alandaki bilimsel sermayeyi Zalanın kurallarına bağlı kalmak zorundadır. Alan kavramı sosyolojik çözümleme anlamında ele alındığında alanın, Ekonomik alanda duygusallıktan uzak, iş ve işe dair nitelikler önemliyken, sanat alanında ekonomik çıkarın sorgulandığı bir yapı mevcuttur ve bu durum bağıntıların bütününe bakıldığında alanlar arasında farklılıklar olduğunu gözler önüne serer. Peki alanın sınırları nasıl çizilir? ona göre her alanda sınır, o alanın kendi mantığına göre belirlenir. Bu sınırlar genelde başkalarını dışlama üzerine kurulur ve yazılı belgeler ya da yasalarla belirlenmemiş soyut bir aidiyet tanımı dayatırlar.(Örneğin X ya da Y’nin, algıladığımız şekliyle alanın temel yasasında yazılı gereklere uygun bir sosyolog olmadığını ya da gerçek bir sosyolog olmadığını söylediğimizde yaptığımız budur. şu ya da bu uzmanlık ve aidiyet ölçütleri dayatma ve kabul ettirme çabaları, konjonktüre göre başarılı ya da başarısız olabilir. şu halde, alanın sınırları, ancak deneysel bir araştırmayla belirlenebilir. Alanlar her zaman söylenmemiş ya da kurumlaşmamış “giriş engelleri” içerseler de, bunlar çok nadiren hukuksal sınırlar (örneğin numerus clausus) biçimini alır.

( Numerus Clausus: Bir grup insanın bir görevde ya da bir meslekte yer almalarının belli bir sayıyla sınırlanması. Eski kullanımıyla Yahudi öğrencilerin sayısının sınırlı tutulması anlamına gelirdi.) alan hem simgesel mekanizmalar tarafından dışarıdan sınırlandırılan hem de eyleyiciler tarafından üzerinde mücadele edilen iki boyutlu bir yapıdır. Sınırlar ve dinamik kuvvetler anlamında şu tanımı vermek yerinde olacaktır; her alan, mücadele halindeki bireylerin nihai sınırlara ulaşmak için çaba harcadığı ancak tam da bu yüzden sürekli hareketli sınırlara sahip olan (yani mücadelenin hiç bitmediği) bir oyun mekanı oluşturur. Yeni alternatifler doğması yoluyla yeni bir alanın oluşumu ise 3 aşamada gerçekleşir.

Sanatın Kuralları adlı eserinde Bourdiu’nün yazınsal alan üzerinden örneğini verdiği bu 3 evre sırasıyla
(i) özerkliğin kazanılması (yani içinde bulunulan alanın yapısına direniş gösterilmesi),
(ii) ikici yapının ortaya çıkması (yani iki cepheli bir çatışmanın doğması) ve son olarak
(iii) simgesel sermayenin oluşması (yani kendine has bir sermayeyle yeni bir alanın ortaya çıkması) evreleridir.

Bourdieu, alan kavramıyla ilgili tanımlamaları yaparken sistem ya da aygıt kuramcılarına da bazı eleştiriler getirir. Althusserci anlamda “aygıt” ya da Luhmanncı anlamda “sistem” algısı bazı amaçlara ulaşmaya programlanmış bir cehennem makinası tahayyül eder. Bourdieu’ya göre bu düşünce eleştirelliği engelleyen bir yapı sergiler. Çünkü aygıt ya da sistem olarak adlandırılan tüm gerçeklikler, farklı konumlar için sürekli mücadele halinde bulunan eyleyicileri ve kurumları içlerinde barındırırlar. Bourdieu alanı incelerken nelere dikkat edilebileceğine dair üç temel uğrak belirlemektedir.
Bunlardan
(i) ilki alanın konumunun iktidar alanına göre çözümlenmesi gerekliliğidir. İlgili alanın iktidar alanıyla olan ilişkisi ve onun karşısındaki konumu mutlaka hesaba katılmalıdır.
(ii) İkinci uğrak alandaki eyleyicilerin ya da kurumların konumları arasındaki bağıntıların nesnel yapısının kurulması gerekliliğidir.
(iii) Üçüncü olarak da eyleyicilerin habituslarının çözümlenmesi gerekliliğidir.

Bu inceleme sürecinde görülecektir ki, alanlar arasında bir benzerlik vardır. Nitelikleri ve içerikleri değişse de tüm alanlarda konum almalar benzerdir. Yani ezen ve ezilen, koruma ya da yıkma mücadelesi, yeniden üretim mekanizmaları vb. durumlar her alanda görülen (içerik açısından farklı) benzerliklerdir. Buradan da anlaşılacağı üzere alanla ilgili evrensel olan şey, tanım değil mücadeledir. Çünkü alanların evrensel bir tanımı olsaydı mücadeleye gerek kalmazdı .Bourdieu bu noktada bireyin konumuna dair kısa bir tanımlama yapar.Bunlar: birey başlı başına sosyal bilimin nesnesi değildir. Birey edilgen ve var olmayan bir yanılsama da değildir. Bireylerin bakış açılarının ve konum almalarının daha iyi anlaşılabilmesi için alanın bilgisinden yola çıkmak önemli bir gerekliliktir. bir alanda söz sahibi olmak için eyleyicinin o alana ait asgari sermayeyi edinme mecburiyeti vardır. Alanın incelenmesi ya da betimlenmesinde öne çıkan bir diğer nokta da bir alanın diğer alanlarla olan ilişkileridir. Bourdieu bu noktada özellikle ekonomik alanı başat konuma yerleştiren Marksist kuramcıları eleştirir ve alan kavramının en önemli üstünlüğünün alanın sınırının ne olduğu ve diğer alanlarla nasıl eklemlendiği gibi soruları sormaya zorlaması olduğunu belirtir.

Bourdieu, Loic Wacquant’la yaptığı ve Düşünümsel Bir Antropoloji İçin Cevaplar adıyla kitaplaştırılan söyleşisinde bir alan olarak “devlet” kavramına da değinir. Bourdieu devlet kavramının iyice tanımlanmış ve herkesçe kabul edilmiş bir gerçeklik olarak, tanımlamaya ihtiyaç duymaksızın ele alınmasını sorunlu bulur.( Bourdieu’nün önemli kavramlarından olan simgesel şiddet kısaca “insanların silah gücünden değil, aksine (yanlış)- anlamanın gücünden zarar görmeleri veya engellenmeleri” yani “şiddetin görünmez ve kibar bir formu” olarak tanımlanabilir.)

Habitus
Alan kavramının önemli tamamlayıcılarından olan habitus ise hem bireyi şekillendiren hem de bireyin eylemleri (pratikleri) tarafından şekillendirilen karşılıklılık durumudur. Birey habitusu sayesinde farklı ihtimaller karşısında çözüm üretme yeteneği kazanır.( Habitus, yalnızca pratikleri ve pratiklerle ilgili algıları organize eden ve yapılaştıran bir yapı değil, aynı zamanda kendisi de yapılaştırılmış bir yapıdır. Sosyal dünyayla ilgili algıları düzenleyen mantıki sınıflar içerisindeki bölünme prensibi sosyal sınıflar içindeki bölünmenin içselleştirilmesinin bir ürünüdür.) Kişi daha önce herkesin yaptığı birçok şeyi yeniden yaparak habitusu da yeniden üretmiş olur. Başka bir deyişle habitus; eylemi yapan kişinin çok da hesaplamadan yaptığı ve özünde toplum tarafından kabul görmek için pratiğe döktüğü bir gerçekliktir. Hesaplamadan yapmaktan kasıt, bireyin toplumca kendisinden beklenenin dışında bir şey yapmama eğiliminde olmasıdır.

Habitus bu anlamda bireye “kim olsa aynı şeyi yapardı” mantığıyla hareket etme imkanı veren, küçük dönüşümler yaşasa da genel yapısını koruyan bir “yatkınlıklar bütünüdür” Yani habitus kişiyi toplumsal düzendeki yerine uygun hale getiren eylem eğilimleri setidir. Bireylerin hem psikolojik hem de biyolojik olarak oyuna dahil olabilecek hale gelmesini sağlar. Bir başka ifadeyle, Bourdieu’ya göre habitus, toplumsal dünyada karşılaştıkları durumlara karşı uyum sağlamada, bilinçten çok bedensel ve pratik mantığa dayalı olarak geliştirdikleri yatkınlıklar bütünü olarak tanımlanabilir.( Habitus kavramı, yapısal eşitsizliğe kültürel açıdan yaklaşmayı sağlayabilecek bir temel sunmakta ve eylemlilik üzerine odaklanmaya olanak tanımaktadır.”)

Habitus; bireyin zorunluluklar sonucu vardığı çıkmazlardan kurtulmasına, o bireyin sosyal yapıdaki yerini -hiyerarşideki yerleri, cinsiyetleri, yaş sıralaması açısından ailedeki konumları vb. göz önünde bulundurarak çözümler sunan bir ilkedir. Bu anlamda habitusun tarihsel de bir yönü vardır. Tüm bu süreci etkileyebilmesi için habitusun geçmişten gelen ve geleceğe uzanan bir yapısı olması gerekir. Bu durum “tarihe dayanarak bireysel ve kolektif pratiklerin üretildiği bir tarih üretimi” tanımında da ortaya çıkar. Dolayısı ile habitus geçmişin deneyimleri ile şimdinin etkinliklerini içerir ve bireyin sosyal sınıfının belirlenmesinde önemli ölçüde etkili olur. Aktörler kavramının işlevlerinden biri de eyleyiciler arasında üslup birliği sağlamaktır. Habitus, bir konumun içkin ve bağıntısal özelliklerini birlikçi (üniter) bir yaşam stilinde, yani insanların, malların/varlıkların, pratiklerin tercihindeki birlikçi bir bütünde dile getiren can verici ve birleştirici kökendir.

Habitusu gündelik yaşamdan bir örnekle de açıklayabiliriz. Örneğin, bir birey kendi evine, evindeki eşyalara ve odaların konumuna zaman içinde alışır ve daha sonra karanlıkta dahi kalsa tahmin ve el yordamıyla ev içinde yolunu bulabilir. Örneğin evinin karanlık koridorundan geçip tahmini bir hamleyle elini ışığı yakmak için elektrik düğmesinin üzerine ya da yakınlarına atabilir. Ancak misafir olarak ilk defa gittiği bir evde bir anda karanlıkta kalsa orada yaşayan insanların yaşamayacağı bir tedirginlik duyar. Çünkü zihninde o eve ve evin yerleşimine dair bir bilgi yoktur. Orada da rahatlıkla yolunu bulabilmesi için daha önce çok defa o eve gelmiş, o evin içyapısına dair bazı bilgileri aklının bir köşesine yazmış olması gerekirdi. İşte habitus insanın kendi evinde karanlıkta dahi yolunu bulmasını sağlayan bu bilgiler ve yatkınlıklar gibi, içinde bulunduğu toplumsal alanlarda zorluklar yaşadığında onu çözüme ulaştıran bilgiler ve yatkınlıkların tümüne verilen isimdir.

Habitus (Lat.) Kaynağını Aristoteles’in heksis’inden (huy; iyelik) alan ve ortaçağ felsefesinde“sürekli yinelenen, alışkanlık haline getirilmiş davranış biçimi” için kullanılan terim: “edinilmiş düşünce, davranış ya da beğeni kalıbı”. Çok sonraları, XX. yüzyıl toplumbiliminin önde gelen adlarından Pierre Bourdieu de habitus kavramını toplumsal yapılar ile toplumsal eylem ya da pratik arasındaki bağı oluşturan bir dizi edinilmiş düşünce, davranış ve beğeni kalıbını nitelemek için kullanmıştır. Bourdieu’nün kazanılmış eğilimler toplamı olarak habitus’u, örtük bir biçimde çocukluğun ilk yıllarında edinilir; ama aşı(lama) bir kez tuttu mu, bireyin yapıp etmelerindeki can alıcılığı sonsuza dek sürer gider. Habitus, içinden çıktığımız toplumsal dünyanın sınırlandırmalarına ayak uydurmamızı sağlar; yüz yüze geldiğimiz sonsuz sayıda durum için birçok strateji geliştirmemize olanak tanır. Başka başka toplumsal ard yörelerden gelen kişiler farklı farklı habitus’lar üretirler. Habitus’un en önemli işlevi ise oyunu hissetme duygusunu aşılamasıdır.

Bourdieu, habitus kavramının anlamının, “alışkanlık” kelimesinden daha iyi bir biçimde, Aristoteles’teki “exis” edinme ve “yetenek” anlamlarını ifade ettiğine vurgu yapmaktadır). Görüldüğü üzere habitus, hem bir tortu özelliğindeki davranışları (Bourdieu bu kavrama düşünümsel bir özellik katarak) hem de değişme ve yeniliğe yatkınlığı ifade eden bir anlama sahiptir. Alan, varlığını sürdürmek için habitusu şekillendirir. Çünkü bir alan, yeniden üretimini sağlayacak eyleyicilere ihtiyaç duyar ve bu eyleyiciler habitusun varlığı sayesinde etkin olurlar. Bu anlamda, habitus yeniden üretimi sağlayarak alanın var olmasında etken rol oynar.( Habitus’a hem alanın yapısı tarafından şekillendirilmesi, hem de bireylerin eğilimleri aracılığıyla alanı şekillendirmesi açısından bakıldığında, Mouzelis’in yaptığı “habitus… yapısalcılık ve fenomenolojik/etnometodolojik yaklaşımlar arasında bir yerde durur” belirlemesine dikkat çekmek gerekmektedir) ...
Habitus ve alan arasındaki iki yönlü ilişki derinlemesine analiz edilebilir: Yapılaşmış bir uzay olarak “alan” habitusu yapılandırma eğilimindeyken, habitus da alana ilişkin algıyı yapılandırma eğilimindedir.

Sermaye

Bourdieu, ekonomik faktörlere öncelik veren Marksist analizi eleştirir. Nitekim ona göre toplumsal hiyerarşilerin ve egemen yapıların yeniden üretiminde toplumsal aktörler tarafından aktif olarak üretilen dilsel ve kültürel beceriler de önemli bir rol oynar. Bourdieu’ya göre bireylerin söz konusu bu toplumsal etkinlikleri toplumsal dünyada birbirinden görece özerk olan ve içlerinde belirli sermaye türlerinin rekabet ettiği, yukarıda kavramsal tanımı yapılan çeşitli toplumsal alanların oluşumuna yol açar. Bu noktada Bourdieu’nun Marksist yaklaşımla toplumsal çatışma ve mücadelenin önemini paylaştığı ancak bu çatışma ve mücadelenin toplumsal sınıflar arasında ekonomik bir çatışmaya indirgenmesi noktasında da ondan ayrıldığı görülmektedir.

Bourdieu, yukarıda kavramsal tanımı yapılan alanlar içerisinde, hakimiyet çabası sırasında elde edilmeye çalışılan sermaye tiplerini
(i) ekonomik,
(ii) toplumsal (ya da sosyal),
(iii) kültürel ve
(iv) simgesel sermaye olarak tanımlar.

Ekonomik sermaye, salt ekonomik kaynakların elde bulundurulması anlamına gelir. Marx’tan alıntıladığı bu sermaye türü gelir ve mülkiyet sahipliğini ifade etmekle birlikte aynı zamanda ekonomik olanın diğer pratiklerle ilişkisi bağlamında anlaşılması üzerine kuruludur. Bourdieu’nün ekonomik sermaye kavramı ile Marks’ın sermaye sınıfı arasındaki farka bakacak olursak; Bourdieu’nun ekonomik sermaye kavramı, bireyin sahip olduğu gelir-mal-mülk ilişkisini tanımlarken Marks’ın sermaye sınıfı ekonomik açıdan üretim araçlarını elinde bulunduranları ifade etmektedir. Dolayısı ile Marx’taki sermaye sınıfının sınırları ve ölçütü kesindir. Üst sınıfa tekabül eden bir burjuva sınıfı betimlemesidir.

Toplumsal ya da sosyal sermaye ise bir eyleyicinin içinde bulunduğu alanda sahip olduğu ilişkiler ağına gönderme yapar. “Eyleyicinin diğerleriyle olan bağlantıları, grup üyelikleri, bu ilişkilerin getirdiği eyleyicinin üstündeki veya ona yönelik yükümlülükler, ayrıcalıklar ve itimat” gibi olgular bu sermayenin içeriğini oluşturur.Bourdieu’nun çalışmalarında çok temel bir yeri olan kültürel sermaye ise bir alanda gücü elinde bulunduranların eğitim yoluyla ailelere ve dolayısıyla bireylere aşıladığı yapıdır. Yani bir nevi “bilgi sermayesidir”. Başka bir tanıma göre kültürel sermaye, eğitimsel nitelikten, uyumlu tavır ve tarzlardan veya ilgi çeken ürün ve varlıklara hükmedilmesinden anlaşılabilen bir formdur.

Simgesel sermaye kısaca tüm sermaye türlerini çeşitli oranlarda içinde barındıran ve bu şekilde belli bir alanda söz sahibi olabilmek için geçerli hale gelen sermaye türüdür. Gösterge değeri olan soyut bir durumdur. Örneğin eğitimin sonucunda alınan diplomalar simgesel sermaye özelliği taşır. Antika eserlere sahiplik, kolleksiyonculuk vs. gibi durumlar simgesel sermayeye ilişkin örneklerdir. Bourdieu’yu kültürel yapısalcı olarak nitelendiren Turner, onun sınıf görüşünü anlamak için bu dört sermaye türü arasındaki farklılıkları tanımlamanın gerekli olduğunu belirtir.

Buna göre ekonomik sermaye (mal ve hizmet ürünlerini kullanabilen araçsal nesneler ve para) gibi değerli mal ve mülkiyeti; toplumsal sermaye grup ilişkilerini, sosyal ilişki ağları ve pozisyonlarını; kültürel sermaye kişiler arası informal becerileri, alışkanlıkları, tarzları, dili kullanma biçimini, eğitimsel başarıları, zevk ve beğenileri, yaşam tarzını; simgesel sermaye ise diğer üç sermaye türünün düzenlemelerini ve değişken seviyedeki yasal-meşru durumlarının kullanımlarını içerir. Kültürel sermaye üç halde varolur;
i) bedenselleşmiş (örneğin çocukluktan bu yana öğrenilmiş dil ve yazma alışkanlıkları ile bedenin kullanım tarz›) olarak,
ii) nesneleşmiş (örneğin kitap, resim, sanat ve bilim eseri gibi özel kültürel hüner gerektiren nesneler) olarak ve
iii) son olarak da kurumsallaşmış (örneğin eğitim kurumu aracılığıyla yaratılan eşitsizlik ve hiyerarşi) olarak.( Simgesel şiddetin bir diğer özelliği de egemenlik ve boyun eğme ilişkilerinin sevgi ilişkilerine, iktidarın karizmaya ya da duygusal bir hoşnutluk yaratabilecek bir cazibeye, yani gönüllü bir sömürü ilişkisine dönüşmesidir.)
 

Çevrimiçi üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

REKLAMLAR

Forum istatistikleri

Konular
17,414
Mesajlar
134,310
Kullanıcılar
90,716
Son üye
Abdullah Kara
Üst