Aöf Sosyolojide Yakın Dönem Gelişmeler Ders Notları 4. Ünite

AOFDESTEK

ADMİN
Yönetici
Admin
Katılım
9 Şub 2011
Mesajlar
6,041
Tepkime puanı
25
Puanları
48
Bölüm:
İşletme
Şehir:
Bursa
Sosyolojide Yakın Dönem Gelişmeler

Ünite 4

Kendisiyle YüzleşenToplum: Risk Toplumu

Günümüzde yaşamın neredeyse tüm alanlarında hızı giderek artan bir değişim ve bu değişimle birlikte pek çok sorun yaşanmaktadır ve bu sorunların temeline inildiğinde küreselleşmenin izleri sürülebilir. İşte risk de, küreselleşme süreciyle birlikte kullanıla gelen bir kavramdır. Bir ülkede meydana gelen bir afet sadece o bölgeyi ve o ülke insanlarını değil, aslında dolaylı olarak tüm dünyayı etkisi altına almaktadır. Dünyada bugüne kadar kaydedilen en büyük deprem Şili’de 22 Mayıs 1960 tarihinde meydana gelmiş ve büyüklüğü 9.5 olarak ölçülmüştür. 2011 yılının Mart ayı başında Japonya’nın Fukuşima bölgesinde yaşanan 8.9 büyüklüğünde deprem Japonya adasını 2.4 metre hareket ettirmiş ve ardından gelen tsunami afeti binlerce insanın hayatını kaybetmesine neden olmuştur.

RİSK KAVRAMI
Risk fikri ilk kez dünyanın dört bir yanına yolculuklar yapan Batılı kâşifler tarafından kullanılmıştır. İngilizcede bilinmeyen sulara yelken açmak anlamında kullanılan bu sözcük İspanyolcaya Portekizceden girmiştir. Köken açısından başlangıçta “mekân”a yönelik olan bu sözcüğün anlamı, daha sonra bankacılık ve yatırım alanlarına girmesiyle beraber “zaman” düzlemine taşınmıştır. “risk”, istenmeyen sonuçlardan kaçınma anlamını taşıdığı sürece olumsuz bir çağrışıma sahiptir. Diğer taraftan, sorunlu bir gelecek karşısında cesur atılımlarda bulunma söz konusu olduğunda risk olumlu bir anlam taşıyabilir. finans ya da tehlikeyle aynı şey olmayan risk gelecekteki olasılıklar düşünülerek etkin biçimde değerlendirilen tehlikeleri ifade etmektedir. Risk, geleceğini kendisi belirlemek isteyen bir toplumu harekete geçirici bir dinamiktir. Geleneksel toplumda risk esas olarak doğa güçlerinin müdahalesi ile tanımlanırken, modern toplumlarda riskleri azaltma amacına dönük olarak teknoloji yardımıyla insanların doğaya müdahalesi, hükümet politikaları ve ekonomik faaliyetler aracılığıyla topluma müdahalesi önceden öngörülmeyen ve denetimi zor olan tehlikelere yol açabilmektedir.

Tüm eski kültürlerde, günümüzde riskle ifade edilen durumlar yazgı, talih ya da Tanrıların isteği olarak görülmüştür ve risk kavramına rastlanmamaktadır, çünkü bu kavrama ihtiyaç duyulmamaktadır. Risk kavramı, temelde kontrol etme özellikle de geleceği kontrol etme fikriyle birlikte biçimlenmiştir. İki tür risk arasında ayrım yapılmalıdır:
(1) dışsal ve
(2) imal edilmiş risk.

Dışsal risk, bireyleri beklenmedik bir anda (dışarıdan) vuran olayların yarattığı risktir. Yine de bu olaylar, bütün nüfus içinde az çok öngörülebilir olmalarına ve sigorta edilebilmelerine yetecek kadar düzenli ve sık meydana gelirler. Dışsal risk son derece etkili bir şekilde hesaplanabilir; zaman ve risk çizelgelerine bakılarak insanların nasıl sigortalanacağına karar verilebilir. Sanayi toplumunun ilk iki yüzyılı dışsal riskin egemenliği altındaydı.İmal edilmiş risk, bizzat insanlığın gelişim sürecindeki değişimler, özelikle de bilim ve teknolojideki ilerlemeler tarafından yaratılır. İmal edilmiş risk, karşılarında tarihin bize çok az deneyim sunduğu yeni risk ortamlarına karşılık gelir, bu risklerin hesaplanması bir yana, neler olduğu bile çoğu zaman bilinememektedir. İmal edilmiş risk, kişisel ve toplumsal hayata doğrudan girmektedir ve daha kolektif bir risk çerçevesi tarafından sınırlandırılmamıştır. İmal edilmiş risk yayıldıkça, riskin yepyeni bir risklilik durumu söz konusu olmaktadır.

Alman sosyolog Ulrich Beck, risk kavramını günümüzde yaşanan toplumsal değişim ile ilgili analizin merkezine yerleşmiştir. Beck, gelişmiş ülke insanlarının bakışı ile kıtlık sonrası bir toplumda yaşadığımızı ifade etmektedir. İnsanoğlu, günümüzdeki koşullara ulaşana kadar çeşitli aşamalardan geçmiştir. Maddi kaynakların insanlara akışını en üst düzeye çıkarmaya çalışan teknolojik gelişmeler kaydedilmiştir. Bu modernleşme sürecinde insanlar maddi refah artışı karşılığında, bu artışı sağlayan teknolojik gelişmelerin insan sağlığı ve dünyanın ekolojik dengesi üzerinde yarattığı olumsuz etkileri göz ardı etmişlerdir. Bunun yanında, doğal zenginliklerin dünyanın kökünü kurutacak şekilde, bilinçsizce tüketilmekte olduğu konusunda da yaygın bir görüş birliği bulunmaktadır.

Üretim teknolojisinin yol açtığı yan etkilerin ortaya çıkardığı risk, Batılı toplumların baş etmek durumunda olduğu en önemli sorunlardan biridir. Günümüz koşullarında ortaya çıkan risk olgusunun en belirleyici özelliği toplumlar arasında karşılıklı olarak ortaya çıkmasıdır. Risk, modernizasyon sürecinin yol açtığı tehditlerle sistematik olarak karşı karşıya kalma olarak tanımlanmaktadır. Hem politik, hem de bilimsel olarak giderek daha fazla bilincine vardığımız riskler arasında, radyoaktif sızıntı, toksinler ve organizmalar üzerinde kalıcı, geri döndürülemez zararlara yol açan atıklar sıralanabilir.
(1) İlk olarak günümüzde riskin kaynağı sanayileşmedir.
(2) İkinci bir özellik sınaî üretim sırasında çevreye yayılan radyoaktif sızıntılar ve toksinler, duyularla anlaşılmaktadır.

Artık günümüzde risk, kıtlıktan değil, aşırı üretimden kaynaklanmaktadır.( Günümüz koşullarında risk kavramı genel olarak modernizasyon sürecinin yol açtığı tehditlerle sistematik olarak karşı karşıya kalma olarak tanımlanmaktadır.) Riskler, kendi kaynakları ile sınırlı değildir; doğaları gereği dünya üzerindeki her türlü yaşam şeklini tehdit etmektedirler. Yüksek riskli sanayilerin küreselleşmesi riskin ve sonuçlarının bilimsel olarak hesaplanmasını imkânsız hale getirmektedir.

RİSK TOPLUMU KAVRAMI VE KURAMI

(Ulrich Beck 1944 yılında Promenya’da dünyaya gelen Ulrich Beck, Almanya’nın en çok tartışılan sosyologlarından biridir ve özellikle 1986 yılında yayımlanan “Risikogeselschaft” (Risk Toplumu) adlı kitabıyla tanınmıştır.) “Risk toplumu” kavramı ilk olarak Alman sosyolog Ulrich Beck tarafından 1986’da Almanca yayınlanan ve daha sonra 1992’de İngilizceye “Risk Society: Towards a New Modernity” ismiyle çevrilen eserinde kullanılmıştır. Risk toplumu tezinin iki temel yaklaşımını ileri süren Ulrich Beck ve Anthony Giddens, risk ve geç modernite konularındaki yaklaşımlarını birbirlerinden ayrı olarak geliştirmekle birlikte, her iki kuramcının çalışmalarında ortak birtakım yönler bulunmaktadır.

Örneğin, her iki kuramcıda modernleşme süreci sonunda ortaya çıkan risk kavramını günümüzde merkezi bir ilgi alanı olarak görmektedirler.( Risk toplumu kavramı ilk olarak Ulrich Beck tarafından ileri sürülmüştür.) Beck ve Giddens, geç modernite döneminde belirsizlik ve güvensizliğe karşı gösterilen başlıca tepki olarak düşünümsellik kavramını ön plana çıkararak, riskin daha çok politik yönü üzerinde durmuşlardır. Her iki kuramcı da, halktan kimselerin riske bakış açıları üzerinde durarak, özellikle bu kimselerin uzmanlara, devlete ve sanayiye gösterdikleri tepkileri ele almaktadırlar.

Giddens ve Beck, zayıf bir toplumsal yapılaşmacı yaklaşım çerçevesinde risk konusunu ele alırlarken, dikkatlerini riskin nasıl üretildiği, makro düzeyde toplumda riskin üstesinden nasıl gelindiği, riskin toplumsal ve politik alanda yaptığı etkiler üzerine yöneltmektedirler.( Beck’e göre risk toplumu; “insanların bilgi ve teknolojileri yanlış ya da kötü amaçlı kullanmalarıyla bütün dünyayı tehlikeye sokmaları sonucunda ortaya çıkan yapıyı” ifade etmektedir.) Risk toplumu, özellikle Soğuk Savaş dönemi sonrası toplumların değişen güvenlik ve risk algılamasını anlamaya yönelik olarak geliştirilen yaklaşımlardan biridir. Tehditlerin ve mağduriyetlerin değişen kitlesel boyutuna vurgu yapan risk toplumu yaklaşımı, özellikle yayılmacı bir ekonomi anlayışıyla alternatifsizmiş gibi gösterilen sanayi temelli modernleşmenin, yine modernliğin kendi dinamikleri tarafından ters yüz edilmesine dayanmaktadır. Beck’e göre, “çevresel kazalar, toplumdaki geleneksel gelir ve refah eşitsizliğini kırmıştır.

Bu alanlarda çağdaş dünya, herkese eşit biçimde zarar veren nükleer ve kimyasal kirlenme ile karşı karşıyadır. Bu risk ve zarardan payını alanlar, gelir ve refahla ilgisi olmayan yeni kalıp ve eşitsizliklerin oluşturduğu toplumsal kategorilerden oluşmaktadır.” Bu görüşlerden açıkça anlaşılacağı gibi, Beck için küreselleşmenin itici gücü modernizasyondur. Küresel riskler ise, küresel sanayileşmenin sonunda ortaya çıkmaktadır. Riskin kendisi de küreselleşmektedir. Riskin küreselleşmesi, yani dünyanın tehdit altında olması küreselleşme sürecinin hızını artırmaktadır. Risk küreselleşmektedir, çünkü risk dünya üzerindeki herkes için eşittir. Dünya üzerindeki bireylerin tümünü, mekân ya da sınıf farkı gözetmeksizin aynı ölçüde etkilemekte ve hiçbir sınır tanımamaktadır.

Risk yaratan faaliyetlerin kontrolü, ulus devletlerin gücünü aşmaktadır. Riskli faaliyetleri engelleyebilmenin tek yolu, uluslar üstü yaptırım gücü yüksek örgütler oluşturmaktır. Ülkelerin bir araya gelip çeşitli risk içeren faaliyetlere çözüm bulmak için yaptıkları stratejik silahsızlanma tartışmaları, dünya zirveleri, atıkların azaltılması, CFC’lerin (Kloroflorokarbon) kullanımının yasaklanması ve nükleer silahlarla ilgili anlaşmalar bu tür çabalara birer örnektir. Dolayısıyla yüksek teknolojik düzeyde beliren, “risk iklimi” giderek herkesi kapsamakta ve kimsenin kaçışına izin vermemektedir. Dünya toplumu farklı gruplar, farklı ve eşit olmayan tehditler nedeniyle “ortak riskler” altında bulunmaktadır. Terör tehdidi ile yaşamak, toplumsal yaşamın “sigorta edilemez” bir konusudur. Beck, çalışmasında “Dünya Risk Toplumu” dediği yapıda “nükleer tehlike, iklim değişimi, Asya ekonomilerinin çöküşü ve yiyeceklerin anatomik yapısının değiştirilmesi gibi sigorta edilemez risklerin ortaya çıktığını” ifade etmektedir. Beck, risk içeren faaliyetlerin zararlı etkilerinin tıpkı bir bumerang gibi geldiği yere geri döndüğünü anlatmaktadır. Modernizasyonun başlangıç dönemlerinde, güçlü ve zengin olanlar kendilerini zararlı etkilerden korumanın bir yolunu bulmuşlardır.

Günümüzde ise riskli faaliyet ne kadar uzaklaştırılırsa uzaklaştırılsın, etkileri gelişmiş merkezleri vurmak üzere geri gelebilmektedir. Bu, özellikle sınaî tarımda görülmektedir. Hormonlu gübre ile üretilen ürünler, tüm dünyada tüketilmektedir. Risk, sadece üretim konusunda ortaya çıkmamaktadır. Üretilenleri zararlı hale sokabildiği gibi, yer aldığı çevrede mülkiyet konusu nesnelerin değerlerinin düşmesine, hatta o ülke devletinin meşruiyetinin sarsılmasına bile yol açabilmektedir. Beck, belirli bir bölgede ekolojik tehdit içeren bir değişiklik nedeni ile, mülk fiyatlarının düşmesini ekolojik istimlak olarak tanımlamaktadır. Diğer taraftan, burada Beck, aykırı bir formülasyonla, gelişmekte olan ülkelerin sanayileşme isteğinin, riski göze almalarına neden olduğunu açıklamaktadır. Uluslar arası sınıf sisteminden söz etmektedir. Sınaî üretimin yol açtığı zararlar konusunda bilinç arttıkça, gelişmiş ülke toplumları bunların kapatılması yönünde baskı yapabilmektedirler.

Yeni sanayileşen ülkeler ise, ekonomik bağımsızlıklarını elde edebilmek uğruna riski ülkelerine davet edebilmektedirler. Gelişmemiş ülkelerde riskli faaliyetlerle ilgili yasal önlemler ya yoktur ya da yeterli değildir. Bu ülkelerin insanları, zararlar konusunda yeterince bilgilendirilmemiş olmakta ya da zararlı faaliyetlerin engellenmesi için kamuoyu oluşturmak güç olabilmektedir. Riskli faaliyetlerin zararları bulaşıcıdır; toksinler, tarımsal ürün satan ülkelerden ithal edilen gıda maddeleri ile geri gelmektedir. Sülfür emisyonu, yağmuru aside dönüştürmektedir. Gelişmiş ülkelerden ihraç edilen atom reaktörleri, radyoaktif madde içeren sızıntılara neden olmakta ya da bu reaktörlerin ürünleri nükleer silah üretme gücünü gelişmekte olan ülkeler için de olanaklı kılmaktadır. Bumerang etkisi, zengini de fakiri de aynı kefeye koymaktadır. Giderek artan riskler, dünya toplumunu tehlike toplumuna dönüştürmektedir.

Düşünümsel Modernleşme
Beck ile Giddens’in risk ve geç modernite konularındaki yaklaşımlarında önemli bir yere sahiptir. Literatürde önemli bir etki yaratan bu kavramı Beck ve Giddens geç modernite döneminde belirsizlik ve güvensizliğe karşı gösterilen temel bir tepki olarak ele alırlar. Bir başka ifadeyle, her iki kuramcı modernitenin günümüzde küresel bir risk toplumuna dönüşümünü düşünümsel modernleşme kavramıyla tanımlamaya çalışırlar. Burada düşünümsel modernleşmeden kastedilen esas itibarıyla moderniteyi sarsan ve öngörülemeyen sonuçlarından kaynaklanan belirsizlik nedeniyle toplumun kendisiyle karşı karşıya gelmesidir.

Örneğin, Beck’in yaklaşımı içerisinde kullanılan düşünümsel modernleşme kavramı ile kastedilen, analitik anlamda düşünüm değil, toplumun kendi kendisiyle karşı karşıya gelmesi, yüzleşmesidir. Risk toplumu yapıları, insanlarla kurumların düşünce ve eylemlerinde sanayi toplumunun alışkanlıkları halen baskın olduğu için meydana getirilmektedir. Risk toplumu, siyasal tartışmalar sırasında seçilecek ya da vazgeçilecek bir seçenek değildir. Risk toplumu, modernleşme süreçlerinin kendiliğinden dönüşümü sırasında oluşmaktadır. Açık ve gizli olarak sanayi toplumunun temellerini sarsan, ortadan kaldıran, değiştiren ve tehditleri oluşturan; bu süreçlerin kendileridir.

( Nalçaoğlu Beck’in çalışmalarına dayanarak düşünümselliği “bireylerin içinde yaşadıkları toplumda, yapılarla girdikleri ilişkide tek yönlü bir belirlenme ve boyun eğme pratiğinden çıkıp, yapı-eylem diyalektiğinin karşılıklı kurulma mantığının ayırdına varmaları ve araçsal rasyonalitenin hâkimiyetinde dayatılan toplumsal, bilimsel ve teknolojik yapıları sorgulamaları” şeklinde tanımlamaktadır.) Modernleşmenin yaratmış olduğu sonuçlarla modernleşmeye ait temellerin kendi kendileriyle bu biçimde yüzleşmesi, modernleşmenin öz-düşünümü anlamındaki bilgilenme ve bilimselleşme sürecinden belirgin olarak ayırt edilmelidir. Sanayi toplumundan risk toplumuna geçişe düşünümsel yansıma, düşünüm üzerindeki yansıma adı verilirse, “düşünümsel modernleşme” kavramı, sanayi toplumu sistemi içinde kurumsal ölçütlerle işlenememiş, risk toplumuna özgü sonuçlarla karşı karşıya gelme anlamı taşımaktadır. Bu durumun, ikinci bir aşamada kamusal, siyasal ve bilimsel düşünümün bir nesnesi haline gelmesi, bir toplum yapısından diğerine geçişin düşünümsüz, refleks benzeri “mekanizması”nın gözden kaçırılmasına neden olmamalıdır.

Risk toplumu terimi, refleks ve düşünüm arasındaki bu ilişkiyi kavramsallaştırmaktadır. Toplum kuramı ve kültür araştırmacılarının anlayışı çerçevesinde bu kavram, sanayi toplumunun şimdiye kadar izlediği yolda yaratılan tehditlerin ağır bastığı bir modernlik evresi anlamına gelmektedir. Böylece, bu gelişmenin kendisini nasıl sınırlayacağı sorusu ortaya çıkarken, aynı zamanda şimdiye kadar sorumluluk bilinci, güvenlik, denetim, zararların sınırlandırılması ve zararların paylaşımı konularında ulaşılan düzeyi tehdit potansiyeli açısından yeniden değerlendirmek gerekmektedir. Bir başka deyimle, modern toplumlar değişmedikleri, kendi sonuçlarını düşünüm konusu etmedikleri, sanayide sürekli büyüme politikası güttükleri ölçüde, kendi modellerinin temelleri ve sınırlarıyla karşı karşıya geleceklerdir. Beck’in çalışmalarında modernleşme
(1) basit ve
(2) düşünümsel olmak üzere iki aşamalı bir süreç olarak belirir. Basit ve düşünümsel modernleşmeyi birbirinden ayırt etmek gerekir. Basit modernleşme eski tip, tek çizgi üzerinde ilerleyen bir modernleşme iken, düşünümsel modernleşme modern düzenin çelişkilerini ve sınırlarını kabul etmeyi ima eder. Transit yolların yapımına karşı protestolarda, hayvan haklarına dair gösterilerde, yiyecek maddeleriyle ilgili yaşanan korkularda bunlar apaçık karşımızdadır. Düşünümsel modernleşme, daha genel anlamda risk için söz konusu olduğu üzere, tümden olumsuz bir beklenti değildir, hatta olumlu politik katılımlar için birçok fırsat sunmaktadır.

RİSK TOPLUMUNUN ÖZELLİKLERİ

Risk toplumunu sanayi toplumundan analitik açıdan ayıran çizgi, alınan kararların sonucunda ortaya çıkan tehlikeler karşısında güvenlik normları sistemlerinin işlemez olduğu noktadır ve risk toplumu bu aşamada karşımıza çıkmaktadır. Bu tanımdan yola çıkarak, risk toplumunun sahip olduğu özellikler şöyle sıralanabilir:

1.)
Güvensizlik veya tehditlerin aslında modern bir sorun değil, bütün kültürlerde ve dönemlerde görülen eski bir sorunu oluşturduğu ima edilmektedir. Modern dönemdeki tehditlerin özelliği; ekolojik, kimyasal ya da genetik mühendisliğiyle ilgili tehlikelerin bir takım kararlar sonucu meydana gelmesi olgusudur. Bu anlamda, tehditler, üzerinde egemenlik kurmanın mümkün olmadığı doğa güçleri, tanrılar ve cinlere atfedilip, onların üzerine atılamaz.

2.) Risk toplumunun sahip olduğu diğer özelliklerden biri ise yerleşik norm sistemlerinin başarısızlık göstermeleridir. Bu bağlamda, daha önceleri tekniğin egemen olduğu tartışmalarda baskın olan ögeler, yani belirli büyük teknolojik sistemlerde ya da gündelik pratiklerde kendini gösteren, kaza istatistikleri ya da senaryolarıyla belgelenebilir sözde “nesnel” tehdit biçimleri (örneğin sigara içmek veya bir nükleer santralin yakınında ikamet etmek gibi) tartışma dışı kalır.

3.) Risk toplumunda tehditlerin denetlenebilirliği sorunu da üzerinde durulması gereken bir başka konudur. Tehditlere rağmen, kâr elde eden bir nükleer santralin ya da hormonlu yiyecek üreten bir şirketin üretimlerini durdurmasının sağlanıp sağlanamayacağı sorunu önem taşımaktadır. Burada, insan sağlığı ve çevrenin geleceğini ön planda tutan ekonomi-politik uygulamalara ihtiyaç vardır. Japonya’da 2011 Mart ayı başında meydana gelen afetin boyutları bir süre sonra deprem, tsunami ve nükleer sızıntı biçimde yayılarak, etkisini sadece bu afetlerin yaşandığı bölgelerde değil çevre ülkelerde de göstermeye başlamıştır.



4.) Sanayi döneminden risk dönemine geçiş modernliğin arzu edilmeyen veya öngörülemeyen bir sonucudur. Risk toplumu kendi etkilerine ve tehditlerine kör ve sağır olan modernleşme sürecinin bir sonucudur. Risklerin ve tehditlerin tahmin edilemezliği sosyal bütünleşmeye zarar vermektedir. Sınıf toplumları bir dereceye kadar eşitlik fikrine dayanırken, risk toplumunda emniyet önem kazanmıştır. Eşitsiz ve adaletsiz toplum yerini emniyetli olmayan toplumun değer sistemine bırakmıştır. Eşitlik, olumlu hedefler ve çağrışımlar yaparken, risk toplumu olumsuz ve savunmacı bir temele dayanmaktadır. Artık insanlar ve devletler iyi bir şey sağlamaktan çok, en kötüyü engellemeyi hedeflemektedir. Sınıf toplumun rüyası herkese pastadan az ya da çok pay verebilmekken, risk toplumunun rüyası herkesi zehirlenmekten kurtarmaktır. Sınıf toplumunun temel dürtüsü “açlık” iken, risk toplumunun temel dürtüsü “korku”dur.

5.) İnsanlar giderek artan biçimde farklı toplumsal kimlikler, yaşam biçimleri, kanaatler ve gruplar ya da alt kültürler düzeni içinde seçim yapma riskini almak durumundadır. Düşünümsellik, sanayi toplumundaki toplumsal ve siyasal kurumlara ve örgütlere dayanan sınıf kültürü ve aile gibi “kolektif vicdan biçimlerine” son vermektedir, böylelikle toplumsal cinsiyet ve aile rolleri değişmektedir. Toplumsal sınıflara bağlılık gün geçtikçe zayıflamakta, insanlar aile ya da komşuluğun sağladığı geleneksel destek ağlarından kopmakta ve çalışma bir çatışma ve kimlik oluşumu olarak önemini yitirmektedir. Bu geleneksizleşme de bireyselleşmeyi artırmaktadır. Bireyselleşmiş bir toplumda eşitsizlik ve bunun getirdiği sosyal ve siyasi sorunlar ortaya çıkmıştır.(NOT SAYFA 91 DEKİ TABLOYA MUTLAKA BAKILMALI)

6.)
Tehlikelerle ilgili kültürel algılama (değerlendirme) farklılıklarının göz ardı edilmesi. Yaşamlarını tehdit eden ve kişisel olarak etki edemeyecekleri tehlikelerle yüzleşmek insanların ellerinde değildir. Algılama farklılığı bağlamında, birileri, gıdalardaki zehirli maddeleri kendisi için bir tehdit olarak görürken; diğerleri gıdalardaki zehirli maddeleri gündeme getirenleri kendine bir tehdit olarak görmektedir.

7. )Risk toplumunun başka bir göstergesi, kişisel sigorta korumasının bulunmaması, hatta sınai ve teknik-bilimsel projelerin sigortalanamaz oluşlarıdır. Risk toplumu “güvensizleştirilmiş” bir toplumdur. Sigortalamanın sağladığı koruma, bu toplumda tehlikenin büyüdüğü oranda azalır. Luhmann’ın analiziyle, risk ve tehlike arasındaki ayrım şu şekilde ifade edilebilir: Gelecekte meydana gelecek olası zararlar, eğer insanların verdiği kendi kararlarına bağlanabilirse, riskten söz edilir. Uçağa binmeyen bir kimse uçak kazası geçiremez. Tehlikelerse, buna karşıt olarak, kaynağı dışarıda olan zararlardır. Örneğin; bir uçağın düştüğü yerde bulunan insanların ölümü gibi. Önceden bilinen tehlikeler -depremler ve volkan patlamaları, yağış sonucu otoyolların kaygan hale gelmesi ve evlilikler bu tehlikelere maruz kalmamak için, hangi kararların alınması gerektiğinin bilinmesi ölçüsünde risk kavramına girerler. Risk ve tehlike arasındaki ayrım, toplumsal düzeni böler. Kimileri için risk olan şey, başkaları için tehlikedir. Riskli bir biçimde sollama yapan sürücüler, atom santrallerinin yapımı ve işletilmesinde çalışanlar, gen teknolojisi alanında araştırma yapanlar sayısız örneklerden birkaçıdır. Neyin felaket olarak kabul edileceğini, karar verenler ve karardan etkilenenler farklı yanıtlayacaktır.

8. )Her kültürün kendine özgü riskleri vardır. Almanlar için ormanların ölümü, dünyanın da sonu demektir. Britanyalılar, sabah kahvaltısında zehirli yumurtalarla karşılaştıklarında şok olurlar. 11 Eylül 2001 küresel terör saldırısından sonra, uçağa binme riski ve şarbonlu mektup riski, başta Amerikalılar olmak üzere bütün toplumları etkilemiştir.

9. )Risklere bağlı olarak, ufkumuz da kararır. Çünkü riskler, neyin yapılmaması gerektiğini ifade eder. Dünyayı bir risk olarak tasarlayan kimse, sonunda eylem yeteneğini yitirir. Bu durum, paranoyak bir ruh halini oluşturmaktadır. Bu bağlamda, “11 Eylül küresel terör sendromu”, çoğulculuk, demokrasi ve hoşgörüyü olumsuz etkilemiştir. İçine kapanma, paranoya, “biz” ve “öteki” ayrımının keskinleşmesi, kabile psikolojisi ve benmerkeziyetçilik (etnosentrizm) artmaktadır.

10.) Risk toplumunda, yaratılan hesaplanamazlığa ve düzensizliğe karşı, daha çok teknoloji, daha çok piyasa, daha çok devlet gibi eski sanayi toplumunun olanaklarıyla mı mücadele edilecektir? Yoksa iki-yanlılığı, muğlâklığı kabul eden ve olumlayan bir zihniyet ve eylemsellik değişimi mi başlayacaktır? Bu seçenek çok anlamlılık, belirsizlik, rastlantı kısaca “ve”nin merkezi bir konuma yerleştirilmesi ile geliştirilebilir. Bilişim çağında ve risk toplumunda, teknolojiye ulaşmada ülkeler arasında adaletsizlik bulunmaktadır. Bu gerçekten hareketle ABD, Britanya, Almanya, Fransa, İtalya, Kanada, Japonya ve Rusya’nın oluşturduğu G-8 grubu “Enformasyon Teknolojisi şartı” bağlamında, Üçüncü Dünya Ülkelerinin de bilişim teknolojisine kavuşmalarının önemini benimsemiştir. Ancak, bu karara karşılık şu soru sorulmaktadır: “Gıda, eğitim ve sağlık sorunları çözülmeden, yani bu insanlar 35 yaşına bile varamadan ölürken, değil İngilizce, kendi dilinde okuma-yazma bile bilemeyenlere internet götürmenin anlamı nedir?”

11. )Sanayi toplumlarının karşılaştığı temel problemler de nitelik değiştirecektir. Genel olarak sanayi toplumlarının karşılaştıkları üç büyük problem,
(1) iktisadi durgunluğun yol açtığı işsizlik;
(2) uluslararası sorunların yol açtığı savaşlar ve
(3) her türden diktatörlükler olarak sayılır.

Bilişim toplumlarını bekleyen tehlikeler ise,
(1) çok hızlı seyreden toplumsal dönüşümlere ayak uyduramamaktan kaynaklanan gelecek korkusu;
(2) bireysel ve örgütlü terörün yaygınlaşması;
(3) özel hayatın mahremiyetine tecavüzlerin artması ve
(4) özellikle bireylerin mahremiyetine devletin sınırsız müdahalesine imkân veren teknolojilerin yaygınlaşması gibi tehlikelerdir.

12. )Bilişim çağında ve risk toplumunda ortay çıkan bir başka problem, internet ile sunulan bilişim bombardımanının beraberinde “bilgi kirlenmesini” getirmesidir. Denetimsiz sunulan bilgilerin, bilimsel olup-olmamas›, doğru olup olmaması bağlamında sorun bulunmaktadır. Değerli-değersiz her türlü bilginin bir arada bulunduğu bir ortamda, işe yarar bilgiyi seçebilme yeteneği olan bireylerin yetiştirilmesi yanında, bu seçim sürecinin bir zaman alacağı da sorun olmaktadır .

RİSK TOPLUMUNDA BİREYLERİN PSİKOLOJİSİ

Teknolojik gelişmeler sonucunda gerçekleşen oluşumların ne gibi riskler taşıdığının tam olarak bilinemiyor olması tüm insanlığı tedirgin etmektedir. Bu tedirginliğin daha da artması beraberinde belirsizlik olgusunun yükselmesine neden olmuştur.“Belirsizliğğin topluma geri dönüşüyle kastedilen; giderek daha çok sayıda toplumsal çatışmanın bir düzen sorunu olarak değil de, bir risk sorunu olarak ele alınmasıdır. Bu türden risk sorunlarının alamet-i farikası (özel işareti), bunlar için belirli bir çözümün var olmayışıdır; belirgin özellikleri, çoğu kez olasılık hesaplarıyla dile getirilmekle birlikte böylece bertaraf edilemeyen ilkesel bir belirsizliğe sahip olmalarıdır”. Risk toplumundaki bu belirsizlik olgusu, bireylerde bir güvensizlik duygusunun oluşmasına neden olmaktadır. Söz konusu güvensizlik duygusu başlangıçta dış dünyanın karmaşasına, belirsizliğine yöneliktir.

Kendi özel yaşantısını yücelten birey, zamanla dış dünya ile bağ kurmaktan korkar hale gelmiştir, çünkü dışarıda hep tehlike vardır ve orada incinecektir. Bu ‘içe kapanma ve dışarıda sürekli bir tehlikenin olduğu duygusu’ bazı bireylerin ruh sağlığına ciddi hasarlar verebilmekte ve bu kişilerin günlük yaşamını olumsuz etkileyebilmektedir. Guntrip de bu yönde, modern bireylerde olağan gibi görülen birçok davranışın aslında “flizoid” belirtiler gösterdiğini ve toplumda sanıldığından çok daha fazla kişinin “flizoid” olduğunu iddia etmektedir. Kopukluk, kapatılmışlık, temassızlık, kendini ayrı ya da yabancı hissetme, her şeyin bulanık olması ya da gerçek dışı gelmesi, kendini insanlarla bir hissetmeme ya da yaşamın anlamını yitirmesi, ilgi azalması, her şeyin boş ve anlamsız görünmesi gibi şikâyetlerin hepsi çeşitli yönlerden bu ruhsal durumu betimler. Hastalar bunu ‘depresyon’ olarak adlandırırlar.

Depresyon aslında hastanın saldırganlığını kendine yöneltirken açıkça öfkeli ve saldırgan bir davranışa kapılmama mücadelesinin bir parçasını oluşturan daha dışa dönük bir ruhsal durumdur. Yukarıda sözü edilen durumlar ise daha çok ‘flizoid durumlar’dır. Giddens da buna benzer olarak bireyin psikolojisinde ciddi hasarların oluşmaya başladığını vurgulamaktadır. “İmal edilmiş risk sadece doğayla (ya da doğa olduğu düşünülen şeyle) ilgili değildir. Yaşamın diğer alanlarına da girmiştir. “Histeri 19. yüzyılda ruh doktorlarının karşılaştıkları en yaygın sorundu. Bu sinirsel düzensizliklerin varlık nedeni tutucu bir dönem olan Viktoryen dönemde cinsel iffetin de ötesinde bir şeydi; bu dönemin kültürel ortamında ailenin kültürel görüntülerinin korunması yönünde büyük bir baskı vardı; öyle ki kaos içindeki toplumda ailenin kendisi başlı başına bir düzen ilkesiydi. Bu görüntüler düzenlemesinin karşısında ise duyguların irade dışı dışa vurulmasına dair korku ve inanç yer alıyordu. 20. yüzyıla gelindiği zaman ise histerik durumlara ilişkin veriler zayıflamıştır. Bu yüzyılda ise bireyler genel olarak, belirsiz bir ruh hali içindedirler. Kişi bir sıkıntı içindedir, fakat bu tanımlanamayan ve somut bir niteliğe sahip olmayan bir sıkıntıdır. “Sıkıntı, kelimenin tam anlamıyla biçimsizlik halidir. Bir bağlantısızlık ya da dağılma, eylemlilikten kopma duygusu ki bunun aşırısı şizofrenik dili doğurur; rutin tarzında ise eylemliliğin tam ortasında bir anlamsızlık hissi vardı”.

Birey dış dünya ile bağını kopararak kendisine dönmüştür, dışarıyla ilgilenmektense kendi içine kapanmıştır. Fakat kendi içine dönen birey bir doyum yaşamaz aksine kendine zarar verir, bir boşluk içindedir, ne hissettiğini anlamlandıramaz. 21. yüzyılın bireyinde ise, sürekli olarak çeşitli risklerle yaşayan birey ne yapacağını, nasıl davranacağını, ne yemesi gerektiğini bilemez. Özellikle iletişim araçlarının yönlendirdiği yaşamın her alanında, sürekli bir tehdidin var olduğu ve kişilerin tehlike altında olduğu şeklinde haberler, ilanlar bireyleri daha fazla korkutmaktadır. Bireyler bu kadar çok tehdidin var olduğu bir ortamda en iyi davranışın hiçbir şey yapmamak olduğunu düşünmekte ve geçmişte bireylerin asli görevleri olarak kabul edilen birçok konuda uzmanlardan yardım istemeye başlamaktadırlar.

Risk toplumunun bireyi, daha önceden tek başına rahatlıkla yaptığı işleri artık bir uzman yardımı almadan yapmanın ciddi tehlikeleri olduğuna inanmaya başlamıştır. “Risk saplantısının nihai sonucu insanın çaresiz bir varlık olarak görülmesi ve insanın ilerleme potansiyelinin küçümsenmesidir. Kendisine güvenmeyen, çaresiz birey olgusu sürekli olarak medyada çeşitli haberler içinde vurgulanmaktadır, birey hemen her gün kendi ‘çaresizliği’ ile yüzleşmektedir. “Modern toplumda benlik hakkında yazan neredeyse bütün yazarların birleştiği bir tema varsa, o da bireyin farklı ve geniş toplumsal evrenle bağlantılı olarak güçsüzlük hissini yaşamasıdır”. Kendine güvenini yitirmiş bireylerin hızla arttığı toplumda artık ‘kahraman olmak’ değil ‘mağdur olmak’ daha önemlidir. “Toplum kendisini, kazananların değil, kaybedenlerin karşısında daha rahat hisseder.

Yeni idoller, kendi sınırları içinde yaşamayı öğrenmiş kişilerdir. Bu kişiler çocuklarını da aynı düşünce çerçevesinde yetiştirmekte ve bireyin çaresizlik duygusu yeni nesillere taşınmaktadır. Bu çaresizlik ve güvensizlik duygusu bireyin yaşamının her alanında kendini gösterir, bu da bireyin toplumsal rol ve görevlerini yerine getirmesine engel olabilmektedir. “Yöneticilerin yönetmekten korkması gibi, öğretmenler öğretmeye isteksiz, ana-babalar da çocuklarını nasıl yetiştirecekleri konusunda kararsız. Danışmanlık hizmetleri, yardım hatları ve profesyonellerin gündelik yaşamımıza müdahale ettiği diğer biçimler çaresizlik sorununun ne kadar yoğun olduğunun bir ifadesidir.

Güven sorununun kaynağı, kendimizi güvenilmeyecek derecede zavallı yaratık olarak görmemizdir”. Kendine güvenini yitiren birey, yardım almadan toplumsal rollerini ve görevlerini yapamayacağı duygusunun ağır basmasıyla birlikte bir danışmanın yardımına ihtiyaç duyar. Böylece psikologlardan ya da danışma hatlarından yardım alan kişilerin sayısı gittikçe artmaktadır. Sonuç olarak, kişilerin psikolojik durumlarının bir sonucu olarak ortaya çıkan fiziksel rahatsızlıklar veya akıl sağlığı ciddi biçimde bozulmuş bireylerin sayısı toplumda gittikçe artmaktadır.
 

Çevrimiçi üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

REKLAMLAR

Forum istatistikleri

Konular
17,414
Mesajlar
134,310
Kullanıcılar
90,716
Son üye
Abdullah Kara
Üst