Aöf Türk Dili 1 Ders Notları 2. Ünite

AOFDESTEK

ADMİN
Yönetici
Admin
Katılım
9 Şub 2011
Mesajlar
6,041
Tepkime puanı
25
Puanları
48
Bölüm:
İşletme
Şehir:
Bursa
TÜRK DİLİ 1

II. ÜNİTE

DİL KÜLTÜR İLİŞKİSİ
KÜLTÜR NEDİR?
Kültür konusu antropologlar, toplumbilimciler, tarihçiler, halkbilimciler ve insani bilimlerin diğer disiplinlerine mensup olan araştırmacılar tarafından ele alınmış ve farklı yönleriyle tanımlanmıştır.
Kültür kavramının Türk Dil Kurumu’nun yayımladığı Türkçe Sözlükte altı ayrı anlamı verilmiştir. Bunlardan ilki ve en kapsamlı olanı şöyledir:
“Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü, hars, ekin”.
Farklı kaynaklarda aşağıdaki örneklerde olduğu gibi kültürün değişik biçimlerde tanımlarına da rastlamaktayız.
“Kültür, beşerin içtimai yoldan tevarüs ettiği maddi ve manevi her unsurdur”.
“Toplumun üyesi olarak insanoğlunun öğrendiği ya da kazandığı bilgi, sanat, gelenek-görenek vb. yetenek, beceri ve alışkanlıkları içine alan karmaşık bir bütün”.
“İnsan başarılarının tümü”.
“Bir topluluğu, bir cemiyeti, bir milleti millet yapan, onu diğer milletlerden farklı kılan hayat tezahürlerinin bütünü”.
“Bir milletin uzun bir tarih içerisinde ortaya koyduğu, geliştirdiği ve tecrübe ile sağlamlaştırıp kesinleştirdiği maddi ve manevi değerler bütünü”.
“İnsanın kendini kendi evinde duymasını sağlayacak bir dünya ortaya koyması”.
“Toplumların eğitim, teknoloji, siyaset, hukuk, iktisat, sanat ve dine ilişkin sorunlarını çözdükleri kendilerine özgü yola, o toplumun kültürü denir”.

Bu tanımlarda yer alan ortak özellikleri dikkate alarak diyebiliriz ki kültürel davranışlar, toplum tarafından üzerinde uzlaşı sağlanan davranışlar bütünüdür ve bu nedenle bu davranışlar bütünü, toplumlar için bir çeşit “ortak bilinç” de oluşturur. Fransız sosyolog Durkheim’e göre “ortak bilinç” bir toplumda “ortak” olanların temsilidir. Bir toplum için kültür, herkesin nefes alabildiği, konuşabildiği ve üretebildiği alan olduğuna göre bilgi, inanç ve ahlaktan ayrı düşünülemez.
Kültür, maddesi ve üslubu ile hayatın bütünüdür. Bir milletin ortak faaliyetlerinin ve iş yapma biçimlerinin tümünü ifade eden kültür; bir şeyleri algılama, değerlendirme ve davranışları yönlendirme açısından zihnî çaba ve bunun tarihî eylem alanına yansıma biçimidir. Öz bir deyişle kültür, bir milletin hayat tarzıdır ve maddi, manevi değerlerinin tümüdür.
Fransızca “cultura” kelimesinden gelen kültür kavramının algılanışı, dönemlere göre de farklılıklar göstermiştir. Örneğin, 19. yüzyılda Batılı sosyal Filozoflar ve tarihçiler, kültürü bir toplumun etik değerlerini oluşturan, onu diğer toplumlardan ayırt eden düşünce veya manevi değerler bütünü olarak görme eğilimindeydiler. 20. yüzyılda ise kültür kavramı, daha geniş kapsamlı olarak ele alınmaktadır. İngiliz antropolog Tylor, kültür kavramını “bilgiyi, sanatı, etiği, hukuku, gelenekleri ve bireylerin o toplumda edindiği alışkanlık ve yetileri içine alan bir bütünlük” olarak tanımlar. İngiliz tarihçi A. Toynbee kültürle uygarlık kavramlarını birbirinden ayırmış ve uygarlığı “bütün insanlığın, herkesi kapsayan tek bir ailenin üyeleri olarak, tam bir uyum hâlinde yaşayabilecekleri bir toplum durumunu yaratmak için girişilmiş bir çaba” şeklinde tanımlamıştır.

Amerikalı antropolog Edward Sapir, kültürün üç ayrı tanımından bahseder: Bunlardan ilki, etnologlar ve kültür tarihçileri tarafından da kabul gören, kültürün “bir insanın yaşamında miras edindiği, babadan oğula geçen maddi veya manevi unsurlar” olduğudur.
Sapir’e göre, kültür teriminin ikinci anlamı “bireysel gelişmede yetkin örnek olma” ile ilgilidir. Burada kastedilen kültürlü olma durumu, insanların eğitim ve yaşantılar sonucu, düşünce dünyalarında, estetik anlayışlarında, zevklerinde ve dünya görüşlerinde meydana gelen olumlu gelişmelerle de ifade edilebilir.
Sapir’in üzerinde durduğu üçüncü kültür tanımı ise sözü edilen bu iki tanımın kesiştiği bir anlama denk gelir. Buna göre kültür “Bir toplumun diğer unsurlara göre daha değerli görülen, daha belirgin, manevi anlamda daha önemli olan unsurlarıdır.” Bu kültür tanımı, maddi olandan çok manevi unsurları kucaklar ve bu nedenle, uygarlıkla ilgili unsurlar bu yaklaşımın dışında kalır. Sapir’in kendi kültür tanımı ise mensubiyet kavramıyla yakından ilgilidir ve millî kültür anlayışıyla örtüşür. Buna göre kültür, “Belirli bir grup insanı diğerlerinden farklı kılan, ayıran genel davranışlar ve yaşam tarzlarıdır ve o toplumun ürettiği uygarlığın belirgin, tipik göstergelerini de içine alır.” Aynı kültüre sahip olan insanlar, zaman içerisinde düşünce tarzlarında ve tepkilerinde benzerlikler gösterirler.

KÜLTÜRÜ OLUŞTURAN ÖĞELER
Kültür, bir toplumun kimliğini oluşturan, onu diğer toplumlardan farklı kılan maddi ve manevi öğelerin bütünü; o toplumu çevreleyen ve onun hayatını, düşünce yapısını, dünya görüşünü şekillendiren bütün gerçeklikler ve uygulamalar olduğuna göre kültürü oluşturan öğeler de oldukça çeşitlidir. Toplumların, geçmiş yaşamlarından ve tarihten günümüze taşıdıkları ve güncel hayatın içinde de yer bulan gelenek ve görenekleri; doğruyu, yanlışı, haklıyı, haksızı ayırma biçimleri olan ahlaki değerleri ve anlayışları; öğretileri, değer yargıları, sembolleri, dünya görüşleri, dinleri, deneyimleri, ilişki örüntüleri ve davranış kalıpları, uygulamaları, teşkilatlanma biçimleri, dilleri, edebiyatları, halk dansları, el sanatları, heykel, resim, musiki, minyatür gibi o toplum tarafından üretilen ve kendi millî kimlikleri çerçevesinde belirli bir estetik ve tarz kazanan sanat dalları kültürü oluşturan unsurlardan belli başlılarıdır. Kültürel birikimin nesilden nesile aktarılması gelenekleri oluşturur. Toplumların kendi geleneklerine dayanan uygulamaları ise âdetleri ve görenekleri meydana getirir. Konuşması geciken çocuklara kanaryanın içtiği sudan içirilmesi, yeni gelinin evine girmeden önce önünde küp kırılması, önüne urgan konulması, bebeğin kırkının çıkarılması, diş hediği pişirilmesi, nazardan korunmak için göz boncuğu takılması, kurşun döktürülmesi gibi uygulamalar Türk görenek ve âdetlerinden yalnızca birkaçıdır.

Kültürü oluşturan öğeler, genel anlamda maddi ve manevi veya somut ve somut olmayan biçiminde sınıflandırılabilir. Maddi kültür öğeleri mimari, el sanatları, geleneksel kıyafetler, araç-gereçler gibi elle tutulur, gözle görülür, somut olan öğelerdir. Manevi kültür öğeleri ise inançlar, dünya görüşleri, ahlak anlayışı, davranış kalıpları, ilişki örüntüleri gibi toplumsal hayatı çevreleyen öğreti ve değerlerdir. Somut olmayan, manevi kültürel öğelerin aktarımında dil, önemli bir rol üstlenir. Maddi ve manevi kültürel öğeler, toplumların kimliklerini oluşturarak onların yaşam tarzını, hayata, sanata, estetiğe, etik değerlere vb. yaklaşımlarını, anlayışlarını yansıtmaktadır. Söz gelimi, manevi kültür öğelerinden olan atasözlerine bakıldığında toplumun hangi renkleri hangi duygu değerleri ve ahlak anlayışıyla birleştirdiği görülür. Türkçe deyimlerdeki kara haber, kara çalmak, kara kara düşünmek, aralarından kara kedi geçmek, karalar bağlamak, kara baht, kara kaplı kitap, kara kalem, kara kış, kara kutu, kara mizah, kara liste, kara para, kara sevda, kara yazı vb. renk tasarımlarına bakılarak Türk kültüründe karanın kötülük, uğursuzluk, sıkıntı, terslik, yas, ölüm, gizlilik gibi kötü duygular çağrıştırdığı görülür. Ak gün ağartır kara gün karartır, ak köpek kara köpek geçitte belli olur, ağı kürekle atarlar karayı dirhemle satarlar, ak giyen ağa gerek, ak koyunu gören içi yağ dolu sanır, ak şeker kara şeker bir damarı soya çeker, ak yaşmak leke götürmez vb. atasözlerinde ise ak rengin aydınlık, parlaklık, temizlik, namuslu ve dürüst olma, saflık vb. bildirdiği anlaşılarak kültürel kimliğimiz ve kolektif bilinçaltımıza dair ipuçları elde edilmiş olur. Ancak renkler farklı kültürlerde farklı sembolik değerlere sahip olabilmektedir. Örneğin kara/siyah renk Türk kültüründe kötülük, uğursuzluk, sıkıntı, terslik, yas, ölüm, gizlilik vb. bildirse de Çin kültüründe güven ve kaliteyi, Yeni Zelanda’da yurtseverliği temsil etmekte; kültürümüzde aydınlık, temizlik, dürüstlük, saflık vb. bildiren beyaz renk ise İtalya’da ölüm ve cenaze, Hindistan’da mutsuzluk ve yas, Etiyopya’da hastalık anlamlarına gelebilmektedir.

KÜLTÜR DEĞİŞMELERİ
Kültürel değişmeler çok çeşitli nedenlerle gerçekleşebilir. Başka kültürlerle karşılaşma ve etkileşim kültürel değişmeleri motive edebileceği gibi ekonomik, sosyo-politik ve teknolojik değişmeler de kültürleri çeşitli açılardan etkilemektedir.
Her kültür, insanların topluma ve doğaya uyma stratejisidir. Uzun vadede bu stratejiler ekonomik, politik ve teknolojik değişmelerde karşılık bulur. Kültürel davranışlar, bir çeşit iç dinamizmle bu değişmelerden etkilenerek güncellenir. Avrupa’da en dikkat çekici kültürel değişmeler sanayi devriminden sonra gerçekleşmiştir. Bu durum, ekonomik ve teknik gelişmelerin kültürel değişmeleri motive ettiğinin tipik bir örneğidir. Yeni nesillere artan oranda yeni eğilimler nüfuz etmektedir. Bu nedenle, nesiller değiştikçe kültürler ve dünya görüşleri de değişmektedir.
Kültürel değişmeleri yaratan motiflerden biri de kültürlerarası etkileşimdir. Kültürlerarası etkileşim, farklı kültürlerin karşılaşması sonucu ortaya çıkar ve genellikle kültürel sistemlerden birinin ya da her ikisinin değişmesiyle sonuçlanır. Bu değişmeler, etkileşimin derecesine göre kültürel etkileşim, kültürel asimilasyon veya karma kültürlülük biçiminde ortaya çıkabilir.

Türk kültür tarihinde meydana gelen kültürel değişme ve gelişmeleri farklı motiflerin yönlendirdiği görülür. Örneğin eski Uygur Türklerinde dinî motifli kültürel değişme süreçleri yaşanmıştır. 840 yılında Orhun vadisinden Tarım havzasına göç eden Uygur Türkleri, eski Türk inanç sistemi olan Gök Tanrı dininden Maniheizm ve Budizm dinî sistemlerine geçmişlerdir. Uygur Türklerinin, yeni dinleriyle birlikte, dâhil oldukları kültürel çevreler ve benimsedikleri öğreti sistemleri de değişmiştir. Yeni bir dinin kabulü, Uygurların yeni bir hayat anlayışı ve dünya görüşünü benimsemelerini, yeni dinlerinin öğretileri ile hayatlarının yeniden düzenlenmesini sağlamış ve kültürel değişmeleri de motive etmiştir. Maniheizmin öğreti sistemi, konar-göçer hayat tarzı ile uyuşmayan, fiziksel dinamizmden çok iç dinginliğe önem veren, et yemeyi yasaklayan ve sebze yemeyi motive eden bir sistemdi. Maniheizmin kabulü, Uygur Türklerinin konar-göçer hayattan yerleşik hayata geçmelerini; ticari faaliyetlerde, ilim, sanat ve edebiyatta gelişmelerini sağlayarak kültürel hayatları üzerinde belirgin bir etki oluşturmuştur.
Kültürel değişme süreçlerinde tercümeler de yadsınamaz bir öneme sahiptir. Dünyadaki büyük kültür devrimlerinde, kültürel etkileşim süreçlerini takiben tercüme faaliyetleri gerçekleştirilmiş; tercüme faaliyetleriyle ortaya çıkan fikrî uyanışlar bir sonraki süreçte özgün fikirlerin yaratılması için basamak oluşturmuştur. Büyük uyanış devirleri tercüme ile açılmıştır.

Eski Uygur Türkleri, yeni kabul ettikleri dinlerin öğreti kitaplarını ve diğer metinleri Çince, Toharca, Soğdca, Sanskritçe ve Tibetçeden kendi dillerine çevirmişler; dinî içerikli tercüme edebiyatla ciddi bir mesafe katetmişlerdir. Prens Kalyanamkara ve Papamkara Hikâyesi, Maytrisimit, Altun Yaruk, Seküz Yükmek, Kuanşi İm Pusar o dönemde diğer dillerden Eski Uygur Türkçesine çevrilen eserlerden birkaçıdır.
İslam dininin kabulü, Türkleri bu dine ait öğretileri öğrendikleri Arap ve Farsların kültür dairelerine yaklaştırmış; dâhil olunan bu yeni kültürel çevreler Türk kültür hayatını pek çok açıdan etkilemiştir. Bu dönemde de tercüme faaliyetlerinin devam ettiği, Arapça ve Farsçadan dinî içerikli kaynakların, ilmihallerin, hadislerin, İslam hukukuyla ilgili teorik kaynakların, peygamber kıssalarının Türkçeye tercüme edildiği görülür. Anadolu sahasında, Türkçeye tercüme edilen ilk didaktik içerikli edebî eserler arasında Kul Mesut’un Farsçadan çevirdiği Kelile ve Dimne, Hoca Mesut’un Farsçadan çevirdiği Süheyl ü Nevbahar, Şeyhoğlu Sadrettin Mustafa’nın Farsçadan çevirdiği Marzubanname, Salebî’nin Arapçadan çevirdiği Kısas-ı Enbiya adlı eseri sayılabilir.

Türk kültür hayatının 18. yüzyıldan itibaren yüzünü Avrupa’ya çevirdiği görülür. Batı kültür ve medeniyetinde meydana gelen ilerleme 18. yüzyılda çeşitli Avrupa ülkelerine seyahat eden Osmanlı aydınlarının ve elçilerinin dikkatini çekmiş; bu aydınlar Viyana, Paris gibi büyük Avrupa şehirlerinde gözlemlediklerini anı tarzında kaleme alarak bizlere Batı kültür hayatından kesitler sunmuşlardır. Yirmisekiz Çelebi Mehmet’in kaleme aldığı Sefaretname, İbrahim Müteferrika’nın Avrupa’da tanıştığı matbaayı İstanbul’a taşıması bu anlamda dikkat çeken ilk faaliyetlerdendir.
Farklı kültürlerin karşılaşmasıyla ya da kültürlerarası etkileşimle ortaya çıkan kültürel değişmeler, en önce kendini dilin söz varlığında hissettirir. Toplumların kültürel etkileşimleri sonucu dilin ilk ve en hızlı etkilenen, en kolay değişen öğesi ise söz varlığıdır. Türk kültür tarihinde yaşanan değişmeler söz varlığımızı da etkilemiş, karşılaşılan kültürlere ait çeşitli sözcükler dilimize girmiştir.

19.yüzyılda Batı dillerinden özellikle de Fransızcadan Türkçeye yapılan ilk tercümelerin daha çok edebî içerikli olması edebiyatta bir yenilenme ve anlayış değişikliğini yaratmış, Türk edebiyatında ilk roman ve ilk tiyatro eseri bu dönemde yazılmış, gazetecilik faaliyetleri bu dönemde başlamıştır. 19. yüzyılda Batı dillerinden Türkçeye yapılan edebî çevirilerin ilk ürünleri arasında Münif Paşa’nın Voltaire, Fenelon ve Fontenel’den seçilmiş felsefi diyalogları içeren Muhaverat-ı Hikemiyye adlı eseri, Yusuf Kâmil Paşa’nın Fenelon’dan yaptığı Telemak çevirisi, Münif Paşa’nın Victor Hugo’dan Mağdurîn Hikâyesi adıyla yaptığı Sefiller çevirisi, Ahmet Lütfi Efendi’nin Daniel Defoe’dan Hikâye-i Robenson adıyla yaptığı Robinson çevirisi, Recaizade Mahmut Ekrem’in Chateaubriand’dan Atala çevirisi, Ziya Paşa’nın Rousseau’dan Emile çevirisi, Sıddık’ın Saint-Pierre’den Paul ve Virginie çevirisi, Teodor Kasap’ın Aleksandre Dumas Pére’den Monte-Cristo çevirisi sayılabilir. Bu dönemde, yeni kurulan eğitim kurumlarındaki ders kitabı ihtiyacını karşılamak üzere batı dillerinden ders kitapları da çevrilmiştir.

Kültürel değişim süreçlerinin toplumsal yaygınlık kazanmasında haberleşmenin de belirli bir etkisi vardır. Şerif Mardin toplumun alt sınıflarındakilerle üst sınıflarındakiler arasında hem haberleşme hem de iktisadi yapı açısından karşılıklı bir bağımlılık varsa o zaman toplumsal seferberliğin de oluşacağını belirtir. Tanzimat döneminde gazetecilik faaliyetlerinin başlaması ve giderek hız kazanması, Türk modernleşmesi ve dilde sadeleşme adına önemli bir aşamadır. O dönemde çıkarılan belli başlı gazeteler Ceride-i Havadis, Tercüman-ı Ahvâl, Tasvir-i Efkâr, Muhbir, İbret, Devir, Bedir, Tercüman-ı Hakikat, Hadika, Vakit, Sabah’tır. Tanzimat döneminde gazeteciliğin başlıca amaçlarından birisi, Batıdan alınan siyasi, kültürel, sanatsal, edebî kavramları topluma aktararak, farkındalık yaratmak ve değişime öncülük etmektir. Dönemin başlıca kitle iletişim aracı olan gazete, içerdiği düşünce yazılarıyla toplumun Batılılaşması ve değişimi yolunda önemli bir işlevi yerine getirir. Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi gibi pek çok Türk aydını gazeteler aracılığıyla halka ulaşmış, yenilik hareketleri kadar zihniyet değişiminin de öncüleri olmuştur. Dolayısıyla Tanzimat döneminde gazeteler değişimin en önemli araçlarındandır.

Türk kültür tarihinde yaşanan belki de en önemli kültürel değişme aşaması, Cumhuriyetin kurulmasıyla, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinin devlet programı dâhilinde devrimlerle gerçekleşir. Cumhuriyet devrimleri eğitim, hukuk, yaşam, dil vb. kültür hayatımızı ilgilendiren pek çok alanda gerçekleştirilmiştir. Bu dönemde yapılan devrimler arasında kıyafet devrimi, takvim, saat ve ölçülerde değişiklik, harf devrimi, dil devrimi gibi bugünkü kültür hayatımızı da şekillendiren önemli atılımlar sayılabilir.
Kültürel değişme süreçleri belirli aşamalarla gerçekleşir. Bu aşamalar yenilik, seçici ayıklama, toplumsal kabullenme ve bütünleşme olarak sıralanabilir.

DİL VE KÜLTÜR
Dil ve kültür arasındaki ilişki, bu iki öğenin iç dinamiklerle birbirine bağlı olmasından kaynaklanan çok yönlü bir ilişkidir. Dil ve kültür arasında, birbirini yaratma, birbirinin varlığına ve devingenliğine kaynak ve ortam oluşturma yönünde organik bir ilişki bulunur. Bir toplumun kültürü, bireylerin o topluma kendini kabul ettirebilmek için bilmesi ve inanması gereken her türlü bilgi, değer ve uygulamadır. Somut olmayan pek çok kültür mirası, yüzyıllar boyunca yalnız dil aracılığıyla sonraki nesillere aktarılabilmiştir. “Çünkü dil, daha önceki kuşakların duygularından geçmiştir ve onların solukları dilde gizlidir”.

Dil, fiziksel nesnelerden duygulara kadar uzanan bir alanda farklı türden nesne ve olguları kavramlaştırıp terimlerle işaret etmekle onları düşünce alanı içine almakta, onlara varlık kazandırmakta, böylece, soyut veya somut pek çok kültürel öğe dilde varlık bularak kalıcı olmaktadır. Destanlar, halk masalları, atasözleri, deyimler, türküler, maniler vb. pek çok sözlü kültür öğesi, yazıya geçirilmeden önce uzun yıllar nesilden nesile söz ile aktarılmıştır. İlk Türkçe yazılı metinlerimizden olan Kül Tigin, Bilge Kagan ve Tonyukuk yazıtları, dilin görünümlerinden biri olan yazı ile korunup saklanmıştır. Bu nedenle dil, toplumların kültürel hafızası sayılmaktadır. Bugün, o dönem Türk boy ve teşkilatlarının yaşayış tarzını, kültürlerini, önemsedikleri ve öncelik verdikleri değerleri, deneyimlerini aradan geçen yaklaşık 1300 yıllık zamandan sonra, dilin koruyuculuğu sayesinde okuyup öğrenebilmekteyiz.
Yazılı veya sözlü kültürel öğeler, yalnız toplumların tarihsel dönemlerine ait tecrübeleri değil, inanma biçimlerini, değer yargılarını, anlayış ve algılayışlarını da günümüze taşımaktadır. Örneğin, eski Uygur Türkleri tarafından Türk Runik yazısı ile kitap biçiminde yazılan ve Runik yazı ile kâğıda yazılmış tek eser olarak günümüze kadar gelen bir fal kitabı olan Irk Bitig, fal geleneğinin eski Türk toplulukları arasında da yaşadığını, o dönemlerde nelerin uğurlu, nelerin uğursuz sayıldığını bizlere haber vermektedir. Fallardan, kötü talihten kurtulmak için kurban kesme, eve bağlılığın önemi, gördüğü zarardan ders almayanın daha kötü olacağı gibi inanma biçimleri ve değer yargılarının varlığını öğreniyoruz. Fal metinlerinde at, kuzgun, deve, hüthüt kuşu, tarla kuşu, öküz, koyun, kaplan, şahin, karınca, tavşan, geyik, tilki, turna kuşu, su kuşu, aygır vb. hayvan figürlerinin sıkça kullanılması, dönemin yaşam biçimi ve coğrafyası hakkında; tanrı ile konuşma ya da tanrının konuşması biçiminde olan fallarsa inanç sistemi hakkında ipuçları vermektedir.

Kırk yedinci fal:
Adamın biri konukluğa gitmiş. Yolda tanrıya rastlamış. Ondan şans dilemiş. (tanrı da ona) şans vermiş. Ağılında atların olsun, ömrün uzun olsun demiş. Öylece biliniz. Bu fal iyidir.
Kırk sekizinci fal:
Yol tanrısıyım. Senin kırıklarını onarırım. Çıkıklarını yerine oturturum. (Nitekim) ülkeyi de düzene sokmuşum. Hayırlısı olsun der. Öylece biliniz.
Benzer şekilde, Türklerin İslamiyet’i kabul etmesinden sonra oluşturulan edebî ürünler de yeni dâhil olunan kültürel çevreye ait yaşam tarzlarını, inanma biçimlerini, kabulleri; başka bir ifadeyle İslam dini ekseninde oluşturulan yeni kültür dairesinin, Türklerin yaşam tarzındaki yansımalarını bizlere aktarır. İlk Türkçe eserlerden biri olan Kutadgu Bilig’de, dürüst insanı tanımlamak üzere kullanılan “dışı içi gibidir içi de dışı/böyle olur o dürüst, erdemli kişi”, “Sözün faydası büyük/yerinde söylenirse insanı yüceltir” vb. ifadeler, o dönemin kabullerini, değer yargılarını, etik anlayışlarını bilmemize imkân verir.

Dil ve kültürel davranışlar ve düşünme biçimleri arasındaki ilişkiyi tartışan meşhur bir kuram, Whorf Varsayımı ya da Sapir-Whorf Varsayımı olarak bilinen kuramdır. Bu kurama göre dil; düşünceyi, toplumsal davranışları ve toplumsal davranış örüntülerini belirleyen bir kalıptır. Bu durumda bir dilin yapısı, o dili konuşanların dünya görüşlerini de belirlemekte ve biçimlendirmektedir. Lee Whorf’a göre dil, sadece düşüncelerin ifade edildiği bir araç değil, aynı zamanda düşünceyi şekillendiren, bireylerin zihinsel aktivitelerini yönlendiren bir program veya rehberdir.
Kültürlerarası iletişim konusunu ele alan dilbilim çalışmalarında, yabancı bir dili öğrenen insanların, yeni öğrendikleri dili ne kadar iyi konuşabilseler de kültürel farklılıklara dayalı bariyerlere takılabildikleri, iletişimde kültürel kaynaklı yanlış anlamaların gerçekleşebildiği belirtilir. Farklı kültürlerden gelen insanların dil davranışları, vücut dilleri, jest ve mimikleri dahi farklı olabilmektedir. Toplumlarda iletişimin arka planını oluşturan örtük kültürel değerler, bir dilin gramerini ve kelimelerini öğrenmekten çok daha farklı bir öğrenme süreci olan kültürel öğrenmeyle fark edilebilmektedir.
Kültürün dile yansıdığını gösteren en tipik örneklerden biri tabular ve örtmece sözlerdir. Kültürler, zaman zaman bazı kavramların konuşmada dillendirilmesine izin vermezler. Bu durum, söz konusu kavramların o toplumda olmamasından değil, konuşulması durumunda toplumun bundan zarar göreceği, uğursuzluk geleceği vb. inançlardan ya da konuşulmasının etik olmayacağı kaygısından ileri gelir. Bir kavramın söylenmesinin yasak olduğu durumlara tabu, dolaylı olarak söylenmesine ise örtmece denilmektedir.

DİL VE TOPLUM
Dilin toplumsal bir iletişim sistemi olması, toplumla ilgili birçok öğenin dilde de karşılık bulmasına sebep olur. Toplumsal statü, yaş, eğitim, toplumsal roller, cinsiyet vb. toplumsal öğeler, bireylerin dil davranışlarını da etkilemektedir. Dil, idrakî olduğu kadar toplumsal bir süreçtir. Toplum, dil kullanımını iki yönde kontrol eder. Birincisi bir dizi norm üretir. Bu normları az ya da çok öğrenir ve takip ederiz. İkincisi normlara uymak için motivasyon sağlar. Bu tür bir motivasyon, içinde bulunulan toplumsal duruma uygun konuşma biçimlerinin seçilmesine yardımcı olur. Toplumsal öğelerin, dil kullanımı üzerinde izlenebilen etkilerini toplumdilbilim incelemektedir.
İnsanlar farklı toplumsal ortamlarda, farklı amaçlar için, farklı dil biçimlerini kullanırlar. Konuşma ortamına ve iletişime katılanların durumuna göre tercih edilen bu konuşma biçimlerinin her birine durumsal dil türü denir. Dilde görülen bu tür çeşitlilikler çoğu durumda, iletişim içindeki bireylerin eğitimleri, statüleri, toplumsal rolleri, kültürel arka planları, toplumsal güçleri, cinsiyetleri gibi toplumsal öğelerin etkisi ile meydana gelir. Dil kullanımını etkileyen ve sözcelerin anlamlandırılmasında belirleyici olan tüm bu öğeleri genel olarak toplumsal bağlam diye adlandırmak mümkündür.
Toplumdilbilim çalışmalarında bölgesel diyalektlerin yanı sıra toplumsal diyalektlerin yani sosyolektlerin varlığına da vurgu yapılmaktadır. Bu bağlamda bir bölgeden diğerine farklılaşan konuşma biçimleri bulunduğu gibi bir toplumsal katmandan diğerine, bir cinsten diğerine ya da bir eğitim düzeyinden diğerine değişebilen konuşma biçimleri de vardır.

Dil kullanımı üzerinde etkili olan toplumsal unsurlardan biri de konuşan bireyler arasındaki toplumsal mesafedir. Toplumsal mesafe, konuşur ve dinleyici arasındaki toplumsal sınırı derinleştirerek konuşurun otoritesine ve toplumsal statüsüne dinamizm kazandırır.
Toplumsal mesafe veya yakınlık bağlamında önemli bir kuram olan bağdaştırma kuramından da kısaca söz etmekte yarar var. İnsanlar birbirleriyle konuşurken konuşmaları birbirine benzer hâle gelir. Yani konuşurun tarzı konuştuğu kişinin stili ile birleşir. Bu süreç konuşma bağdaşması olarak adlandırılır. İnsanlar beğendikleri insanların konuşmaları ile kendi konuşmalarını bağdaştırdıkları gibi bunun tam tersini yaparak konuşmalarını farklılaştırabilirler. Farklılaştırma, genellikle konuşurların görüş ayrılığı yaşadığı durumlarda, politik nedenlerle ya da statü üstünlüğünü vurgulamak, ilgi çekmek gibi kaygılarla yapılabilir.

Dil ve toplum arasındaki ilişkinin bir başka görünümü de toplumsal nezakettir. Toplumsal nezaket mesafe, saygı, dayanışma, yakınlık vb. toplumsal ilişkilerin iletişim kodunda birtakım karşılıklar bulduğu ve birden fazla stratejisi olan bir olgudur. Dil bilimsel açıdan nazik olmak, kişilerle aramızdaki toplumsal ilişkinin gereklerine uygun biçimde konuşmaktır. Uygun olmayan dil bilimsel seçimler kaba olarak düşünülür. Levinson, nezaketin üç ana stratejisinden bahseder: Negatif nezaket, pozitif nezaket ve örtük nezaket. Bu stratejiler ‘onur’ kavramıyla yakından ilişkilidir.
Negatif nezaket, toplumsal statü ve mesafeye farkındalık gösterilen; konuşurun dinleyiciyle arasındaki toplumsal mesafeyi koruduğu, daha resmî stratejilerden oluşur: Kapıyı kapatabilir misiniz? Negatif nezaket dinleyici üzerinde baskı oluşturmamak ve istenilen işi yapıp yapmamak konusundaki özgürlük alanını daha geniş tutmak amacıyla gerçekleştirilen nezaket stratejilerini içine alır; konuşur ve dinleyici arasındaki toplumsal mesafenin fazla olduğu durumlarda kullanılır. Burada negatif, olumsuzluk anlamında değildir.
Pozitif nezaket ise, sosyal mesafenin azaldığı, yerini yakınlığın ve dayanışmanın aldığı, daha az resmî stratejilerden oluşmaktadır: Abla şunu ver.
Örtük nezaketle kastedilense konuşurun dinleyiciyi baskı altına almadan, isteğini örtük bir biçimde, sezdirerek anlatmasıdır. Sezdirmeler, genellikle doğrudan söylenmesi konuşur tarafından çekinceli görülen durumlarda tercih edilmektedir.

Toplum ve dil ilişkisini etkileyen öğelerden biri de toplumsal ağdır. Toplumsal ağ, bir kişinin diğer insanlarla yaşadığı ilişkiler toplamı ya da bireylerin etrafında oluşan ilişki örüntüleri biçiminde tanımlanabilir. İnsanlar arasındaki ilişkilerin yapısı ve türü farklılık gösterir.
Bireylerin toplumsal kimlikleri, bütün toplumsal rollerinden oluşan karmaşık bir yapıdır. Bu kimlikler bazen bireylere dayatılmakta; bazen de kendileri tarafından seçilmektedir. Kimlikler kişilerin milliyeti, eğitimi, yaşı, cinsiyeti gibi birçok unsurla ilgili olabilir. Toplumsal kimlikler dinamiktir. Eğitim, tecrübe gibi nedenlerle değişebilmektedir.
Dil, toplumsal kimliklerin şekillendirilmesinde de önemli roller üstlenir. Bağımsızlığını kazanan ülkelerde dil, bağımsız kimlik inşasının en temel aracı olarak görülür ve bu doğrultuda dil politikaları geliştirilir. Cumhuriyetin ilanı sonrasında, 1932 yılında Türk Dili Tetkik Cemiyetinin (Türk Dil Kurumu) kurulması ve Türk dil devrimi ile dilimizdeki Arapça ve Farsça sözcüklerin dilden ayıklanarak bu sözcüklerin yerlerini alabilecek Türkçe sözcüklerin türetilmeye çalışılması, ayrıca Arap alfabesinden Latin alfabesine geçilmesi, yeni kurulan Türk devletinin kimlik inşasının yönünü de göstermektedir. Dil ve alfabe, millî kimliklerin oluşturulmasında ve yönünün belirlenmesinde kritik öneme sahip unsurların başında gelir.

Dil kullanımı üzerinde etkili olan bir diğer toplumsal olgu da toplumsal sınıf ve gruplardır. Bu konuda verilen en tipik örneklerden biri, toplumsal sınıf farklılıklarının keskin sınırlarla ve çok belirgin bir şekilde oluştuğu Hindistan’da, her bir kastın diğerinden farklı konuşma özelliklerine sahip olduğu, bir bakıma kast diyalektlerinin var olduğudur.
Toplumdilbilimin son zamanlarda üzerinde durduğu konulardan biri de kadın ve erkeklerin dillerinde yapı, söz varlığı, tarz gibi farklılıkların olup olmadığıdır. Söz gelimi kadınların, konuşmalarında leylak rengi, cam göbeği, vişne çürüğü gibi ayrıntı bildiren renk isimlerini erkeklere göre daha fazla kullanma eğiliminde olduğu söylenir. Diğer yandan, kadınların erkeklere göre daha dolaylı konuşma biçimlerini tercih ettikleri Lakoff’tan bu yana iddia edilegelmiştir. Lakoff, kadınların dolaylı biçimler kullanmalarını, sonraları çokça eleştirilen kadınların güçsüzlüğü teziyle açıklamıştır. Ancak dolaylılık her zaman güçsüz olmaya işaret etmeyebilir. Tannen, dolaylılığın salt cinsiyetle ilişkilenen ve kültürlerden bağımsız bir olgu olmadığı düşüncesindedir.

Dede Korkut Hikâyelerinde ortaya çıkan kadın tipi İslamiyet öncesi Türk toplumsal yapısını daha fazla yansıtmaktadır. Dede Korkut Hikâyelerinde kadın, dahil olduğu her toplumsal bağlamda çekinmeden konuşabilmekte, duygu ve düşüncelerini, tercihlerini açıkça dile getirmekte, evlilik kurumu içerisinde kadının görüşleri dikkate alınmaktadır. Örneğin Dirse Han Oğlu Boğaç Han hikâyesinde, Bayındır Han’ın verdiği büyük davette, evladı olmadığı için kara çadıra oturtulan Dirse Han’ın yaptığı ilk iş, otağına dönüp karısı ile konuşmak, fikirleşmek olur.
Dirse Han, hikâyedeki ifadeyle, dişi ehlinüŋ sözüyle hareket eder ve dileğine ulaşır. Kadın ve erkek arasındaki bu dayanışma, günümüz toplumsal yapısı içerisinde sıradan gibi gözükse de hikâyelerin biçimlendiği dönem için önemli olmalıdır. Çünkü, Dede Korkut Hikâyelerinden uzun yıllar sonra, 19. yüzyıl sonlarında yazılan Türk romanlarında bile kadınlar sıkça susma eğilimi göstererek bir roman dekoru gibi dururlar. Bu kadınlar, kendi kaderini çizme, tercihlerini yaşama geçirme gücüne sahip değillerdir. İstedikleri kişilerle evlenemez, birçok engelle karşılaşırlar (bkz. Següzeşt, İntibah). Oysa Dede Korkut Hikâyelerinde kadın, kiminle evleneceğine kendi karar verir. Evleneceği kişinin kahramanlığını, yiğitliğini sınar; onunla savaşır, güreşir. Örneğin Bay Büre Beyoğlu Bamsı Beyrek hikâyesinde Banı Çiçek; Kahlı Kocaoğlu Kan Turalı hikâyesinde de Selcen Hatun evlenme kararına bu yolla ulaşır.

Dede Korkut Hikâyelerinde erkeklerin kadınlara hitapları ve kadın-erkek konuşma parçaları, kadınların toplumsal rolüne, toplumsal organizasyon içindeki yerine ve dönemin aile yapısına dair ipuçları vermektedir. Kadının, erkeğin gözündeki konumunu algılayabilme noktasında Dirse Han’ın eşine hitabı önemlidir:
Berü gelgil başum bahtı, evüm tahtı!/ Evden çıkub yöriyende selvi boylum/ Toplugında sarmaşanda kara saçlum /Kurlu yaya benzer çatma kaşlum /Koşa badem sıgmayan tar agızlum /Güz almasına benzer al yanaklum /Kadunum, ziregüm, dölegüm.
Bu metinden de anlaşılacağı gibi Dirse Han için hanımı başının bahtı, evinin tahtıdır. Bu ifadeler kadına duyulan saygıyı tanıklamaktadır.
 

Çevrimiçi üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

REKLAMLAR

Forum istatistikleri

Konular
17,414
Mesajlar
134,310
Kullanıcılar
90,716
Son üye
Abdullah Kara
Üst