Aöf Türk Dili 1 Ders Notları 3. Ünite

AOFDESTEK

ADMİN
Yönetici
Admin
Katılım
9 Şub 2011
Mesajlar
6,041
Tepkime puanı
25
Puanları
48
Bölüm:
İşletme
Şehir:
Bursa
TÜRK DİLİ 1

III. ÜNİTE

TÜRK DİLİNİN GELİŞİMİ VE TARİHSEL DÖNEMLERİ

TÜRKÇENİN YAŞI
Yeryüzündeki diller, çeşitli ölçülere göre sınıflandırılmışlar ve bu sınıflandırma sonucunda “dil aileleri” kavramı ortaya çıkmıştır.
Bugünkü bilgilerimize göre Türkçenin Altay dillerinden ne zaman ayrılıp bağımsız bir dil olarak kullanıldığına dair kesin yargıda bulunmak mümkün değildir. İlgi çekici bir konu olan bu “yaş” meselesi üzerine bazı görüşler vardır, ancak herkesçe benimsenmiş bir tarih şimdilik söz konusu değildir. Çünkü konuyla ilgili elde bulunan bilimsel veriler, kesin bir yaş belirlemek için yeterli görülmemektedir. Türkiye’de pek çok bilim adamınca kabul edilen bir görüş; Türkçenin yaşının bugünden en az 8500 yıl geriye gittiği şeklindedir. Söz konusu olan bu süre, Türkçenin, bugün yeryüzünde yaşayan diller içerisindeki en yaşlı dillerden biri, belki de birincisi olduğunu gösterir. Bu şekilde MÖ 6500’lü yıllara tarihlenen Türkçenin ilk yazılı izlerine, MÖ 4000’li yıllarda tarih sahnesine çıkan ve insanlığa yazı yazmayı armağan eden Sümerlerden kalan tabletlerde rastlanır.
İnsanlık tarihi için son derece önemli olan Sümerler, oldukça önemli ve kendilerinden sonraki bütün medeniyetleri etkileyen bir medeniyet kurmuşlar, ayrıca medeniyetin taşıyıcısı kabul edilen yazıyı kullanmışlar ve pek çok yazılı belge bırakmışlardır.

Sümercenin bugün yaşayan birtakım dillerle ilişkisi çok tartışılan konulardandır. Bu tartışmalara konu olan dillerden biri de Türkçedir ve bu tartışma uzun zamandır yapılmaktadır. Atatürk de bu tartışmalara ilgisiz kalmamış, 1935 yılında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ni kurdurarak bu tür konuların araştırılmasını istemiştir. Konuyla ilgili önemli bir çalışma yayınlayan Tuna, Sümerce ve Türkçe ile Sümerler ve Türkler arasındaki ilişkiler konusunda yaptığı araştırmaların sonuçlarını birkaç madde halinde şöyle sıralar:


1. Sümerce ve Türkçede 168 ortak kelime vardır ve bu kelimeler, akrabalıktan ya da kelime alışverişinden kaynaklanmış olabilir. Diller arasındaki ortaklıklar, ya akrabalık ya da komşuluk ilişkisi sonucunda oluşur. Sümerce ile Türkçe arasında bir ilişki olduğu konusu, bu ortak kelimelerin tespit edilmesiyle kuşkuya yer bırakmayacak biçimde ispat edilmiş, ancak ilişkinin niteliği henüz netlik kazanmamıştır.


2. Türklerin en az MÖ 3500’lerde Türkiye’nin doğu bölgesinde bulunduğu tespit edilmiştir.


3. Türk dilinin zamanımızdan 5500 yıl önce bağımsız ve iki kollu bir dil olarak varlığı ispatlanmıştır. Türkçenin bilinmeyen zamanlarda Doğu ve Batı Türkçesi olarak adlandırdığımız iki kola ayrıldığı pek çok bilim adamının benimsediği bir görüştür. Burada bu görüşe temel olacak bir zaman belirtilmiştir.


4. Bugün, yaşayan Dünya dilleri arasında, en eski yazılı belgelere sahip olan dil, Türk dilidir. Bunun kanıtı, çivi yazılı Sümerce tabletlerdeki alıntı kelimelerdir.

Osman Nedim Tuna’nın tespit ettiği 168 kelimeden birkaçı şunlardır:
SÜMERCE TÜRKÇE
adakur adak (ayak)
agar agır (ağır)
dingir teŋri (Tanrı)
kaş- kaç-
men men (ben)
sag sag (sağ)

İki dil arasındaki ilişkiyi ispatlamak için bazı bilim adamları, üç-dört kelimenin ses ve anlam olarak örtüşmesini yeterli görürken, yukarıda belirtilen kaynakta 168 kelimenin yanı sıra bazı eklerin de ortak olduğu gösterilmiştir.

Türkçenin yaşıyla ilgili sorunlar tartışılırken doğal olarak Türklerin ana yurdunun neresi olduğu sorusu da gündeme gelmektedir. Herkesçe kabul edilmemekle beraber Altay dağları çevresi, Baykal gölü çevresi ya da Karadeniz ile Hazar arasındaki bozkırların Türklerin ana yurdu olduğu şeklinde görüşler vardır. Sümerce ile Türkçenin ilişkisi, bu konuda yeni fikirlere ve tartışmalara yol açabilecek niteliktedir. Sümerlerin Mezopotamya’ya nereden geldikleri konusunda da çeşitli görüşler vardır. Bunlardan dikkate değer olanı, bu halkın kökenini Orta Asya’ya götüren görüştür.
Tarihin bilinmeyen zamanlarında atı ehlileştiren ve demiri işlemeyi öğrenen Türkler, bu iki tekniği kullanarak komşularına üstünlük sağlamışlar; yönetici ve aynı zamanda da “medeniyet kurucu” kavim konumuna yükselmişlerdir. Türklerin çok erken devirlerde yaşamaya başladıkları bu hareketli, bir başka deyişle atlı konargöçer hayat tarzı, ana yurt konusundaki belirsizliğin temel nedenidir.

Konuşma dili olarak yaşı kesin rakamlarla ifade edilemeyen Türk yazı dilinin tarihini izleyebilmekteyiz. Bugünkü bilgilerimize göre Türkçenin ilk yazılı belgesi MS 687-692 yıllarına tarihlenen Çoyr yazıtıdır. Bu yazıttan 1200 yıl öncesine giden Esik kurganlarından çıkan bir taş üzerinde Köktürk yazısına çok benzeyen 26 karakter tespit edilmiştir, ancak bugüne kadar tam olarak çözülememiştir. Bu yazı tam çözüldüğünde Türk yazı dilinin tarihi MÖ 5-4. yüzyıllardan başlatılacaktır.


Tarihi bilinen ilk belgeyi Çoyr yazıtı olarak kabul edip diğer bazı dillerin ilk belgeleriyle karşılaştırdığımızda şöyle bir durumla karşılaşırız:

Türk dili : MS 687-692, Çoyr yazıtı.
Japonca : MS 712, Nihon Şoki.
İngilizce : En eski belgesi MS 8. yüzyıla aittir.
Fransızca-Almanca : En eski belgeleri, 843 yılında iki kardeş arasında bir antlaşmadır.
İtalyanca : 17. yüzyılda oluşmuştur.
Macarca : Tihanyi Vakıfnamesi MS 1057.
Türk yazı dilinin yaşı konusundaki çalışmalarıyla tanınan dil bilimci Doğan Aksan, Köktürk Yazıtları’nda bulunan eş anlamlıları, çok anlamlıları ve ileri öğeleri dikkate alarak yazı dilinin yaşının çok eskilere gitmesi gerektiğini belirtir.

TÜRKÇENİN TARİHSEL DÖNEMLERİ

Türkçenin çok erken devirlerde Eski Doğu Türkçesi ve Eski Batı Türkçesi diye adlandırılan iki kola ayrıldığı genel kabul gören bir durumdur. Bir dilin konuşurları, bölünüp farklı coğrafyalarda yaşamaya başladığında dillerinde de önceleri çok önem arz etmeyen, ancak zamanla çoğalıp fark edilir duruma gelen değişiklikler görülür. Zaman geçtikçe artan bu değişiklikler, kolların başka başka dillerle ilişki içinde olmasıyla daha da artar. Türklerin hareketli, daha doğru bir ifadeyle konargöçer bir hayat yaşamaları, sürekli yer değiştirmelerine ve parçalanmalarına yol açmıştır. Yaşadıkları hayat tarzından kaynaklanan bu bölünmeler, dillerinde de erken zamanlarda belirgin farklılıkların oluşmasına yol açmıştır.
Türkçenin tarihsel dönemleri, özellikle yazıyla izlenemeyen karanlık diyebileceğimiz dönemlerin adlandırılmasında bilim adamları arasında birtakım farklılıklar görülmektedir. Ancak yazılı dönemlerin adlandırılması hemen bütün bilim adamlarınca benzer biçimde ve benzer ölçütler dikkate alınarak yapılmıştır. Yazıyla izlenemeyen dönemlerin adlandırılmasında Altay Çağı, En Eski Türkçe Çağı, İlk Türkçe Çağı gibi terimler kullanılmıştır.

Türkçenin özellikle yazıyla izlenebilen dönemleri şöyle açıklanabilir:


Hun Dönemi

Büyük bir imparatorluk olan Hun Devletinin içerisinde pek çok halk bulunmakta ve pek çok dil konuşulmaktaydı; ancak devletin kurucuları ve hakim unsuru Türklerdi. Çin yazmalarında karşılaşılan kişi, yer ve eşya adları Çincenin ses sistemine göre değiştirilerek yazıldıkları için Hun dili ile ilgili tam bilgi vermemektedir. Fakat bilim adamları Çin kaynaklarında karşılaşılan bu kelimelerin pek çoğunu Türkçe ile açıklamaktadırlar.
Çin kaynaklarında, Çince söyleyişle kaydedilmiş olan iki cümle vardır ki MS. 329 tarihli bu kayıt, Türkçenin şimdilik ilk cümle örneğidir. Çin kaynaklarında tespit edilen ve Hunlara ait olan bazı kelimeler ise şunlardır: Tengri, kut, il, törü, yabgu, ordu, sü, börü, temir, kural (silah), kapagçı (bekçi), bitigçi (yazar). Görüldüğü üzere kelimeler; inanç, devlet, töre ve askerlikle ilgilidir.

Köktürk-Uygur Dönemi (Eski Türkçe)

Türkçenin MS 5-10. yüzyıllarını Eski Türkçe Dönemi olarak adlandırmak hemen herkesçe kabul edilmektedir. Eski Türkçe Dönemi, kendi içinde Köktürk ve Uygur dönemleri olmak üzere ikiye ayrılır.
Köktürkler, Türkçenin bilinen ilk ve hacimli yazılı belgelerini bıraktıkları için kültür ve dil tarihimiz açısından son derece önemli bir yere sahiptir. Orkun ırmağı kıyısında bulunan ve bengü (sonsuz) taş olarak adlandırılan granit üzerine yazılmış olan bu yazılar, 1893’te Danimarkalı bilgin V. Thomsen tarafından okunmuştur.
Hem Çin kaynaklarındaki hem Bizans kaynaklarındaki kayıtlardan 1. Köktürk Kağanlığı döneminde Türkçenin yazı dili olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Türklerin kendi yazdıkları belgelerle ilgili olarak sürekli yeni bilgiler ortaya çıkmakta ve yayınlar yapılmaktadır. En hacimlileri Kül Tigin, Bilge Tonyukuk ve Bilge Kağan adına dikilmiş olan bu yazıtlarla ilgili Türkiye ve Türkiye dışından pek çok bilim adamı çalışmış ve çalışmakta ve ayrıca sürekli yeni yazıtlar da bulunmaktadır.

Bu yazıtlardan Tonyukuk adına dikilmiş olan 725-726 yıllarında, Kül Tigin’e ait olan 21 Ağustos 732’de, Bilge Kağan yazıtı da 24 Eylül 735’te dikilmiştir. Orhun Abideleri adlı eserde Ergin bu yazıtların özelliklerini şöyle belirtir: Türk adının, Türk milletinin isminin geçtiği ilk Türkçe metin... İlk Türk tarihi... Taşlar üzerine yazılmış tarih... Türk devlet adamlarının millete hesap vermesi, milletle hesaplaşması... Devlet ve milletin karşılıklı vazifeleri... Türk nizamının, Türk töresinin, Türk medeniyetinin, yüksek Türk kültürünün büyük vesikası... Türk askerî dehasının, Türk askerlik sanatının esasları... Türk gururunun ilâhi yüksekliği... Türk feragat ve faziletinin büyük örneği... Türk edebiyatının ilk şaheseri... Türk hitabet sanatının erişilmez şaheseri... Yalın ve keskin üslûbun şaşırtıcı numûnesi... Türk milliyetçiliğinin temel kitabı... Bir kavmi bir millet yapabilecek eser... Türk dilinin mübarek kaynağı... İnsanlık âleminin sosyal muhteva bakımından en manalı mezar taşları...

Eski Türkçe olarak adlandırılan dönemin ikinci yarısını Uygur Türklerince yaratılan zengin edebiyat ürünleri oluşturmaktadır. Köktürklerdeki geleneğe uygun olarak Uygurlarda da her ne kadar anı taşları dikme yaygınsa da Uygurlar daha çok kâğıtlara yazılmış edebî ürünler bırakmışlardır.

Türk medeniyet tarihinde çok önemli bir yere sahip olan Uygurlar, Köktürkleri ortadan kaldırarak 745 yılında Orhun Uygur Kağanlığını kurdular. Bu devlet ise 840 yılında Kırgızlar tarafından ortadan kaldırıldı. Bu olay üzerine ülkelerini terk edip güneye göç eden Uygurlar, güneyde siyasi açıdan değil ama kültür tarihi açısından büyük önem taşıyan Kansu Uygur Devleti ve Hoço Uygur Devleti’ni kurdular. Uygurların kuzeyden güneye göç etmeleri, millî hafızada yer etti ve Göç Destanı bu olay üzerine oluştu.

Güneye göçüp küçük devletçikler kuran ve tam olarak yerleşik hayata geçen Uygurlar, bozkır hayatlarına ait pek çok gelenekten uzaklaştılar. Orhun bölgesinde yaşarken kullandıkları Orhun yazısını bırakıp dillerini çeşitli alfabelerle yazıya geçirdiler, ayrıca eski dinlerini de bırakıp Maniheizm’i, Budizm’i, Nasturilik’i kabul edenler oldu. Bu dinlerin etkisiyle dinî bir edebiyat gelişti ve Çince, Tibetçe gibi komşu dillerden pek çok eser Uygurcaya tercüme edildi. Ağırlıklı olarak tercümeye dayalı ve dinî bir edebiyat olan Uygur edebiyatında hayatın farklı alanlarına dair metinler de vardır. Uygurlardan günümüze yalnızca düz yazı metinler değil, şiirler de kalmıştır. Bazı şair adları da günümüze ulaşmıştır.
Türk edebiyatının bilinen ve Uygurlardan kalan ilk aşk şiiri, Aprınçur Tigin’e aittir ve şiirin ilk dörtlüğü şöyledir:

Uygur Türkçesi Türkiye Türkçesi

Kasınçıgımın öyü kadgurar men Yavuklumu düşünüp dertlenirim
Kadgurdukça Dertlendikçe
Kaşı körtlem Kaşı güzelim
Kavışıgsayur men. Kavuşmak isterim.
Karahanlı-Harezm Dönemi (Orta Türkçe)
İslam dininin Türkler arasında hakim duruma gelmesi, dili de etkiler ve hem din değişikliğinden, hem de dilin iç bünyesindeki bazı değişmelerden dolayı Eski Türkçe döneminin kapandığı, Orta Türkçe döneminin başladığı kabul edilir.
10. yüzyılda başladığı kabul edilen bu dönem de kendi içerisinde Karahanlı Türkçesi ve Harezm Türkçesi olmak üzere ikiye ayrılır.

Karahanlı döneminden günümüze, sayı olarak çok olmamakla birlikte Türk dil ve kültür tarihi açısından son derece önemli eserler kalmıştır. 1069 yılında Yusuf Has Hacip tarafından yazılmış 6645 beyitten oluşan Kutadgu Bilig, Kaşgarlı Mahmut tarafından 1072 yılında başlanıp 1077 yılında tamamlanmış, 7000’den fazla Türkçe kelimenin Arapça karşılığı verilmekle kalınmayıp şiirlerle, atasözleri ve deyimlerle örneklendirilerek zenginleştirilmiş, Türk kültürünün hazinesi olarak değerlendirilen Divanü Lügati’t-Türk, Edip Ahmet Yükneki tarafından yazılan Atebetü’l-Hakayık, Ahmet Yesevi’nin şiirlerinin toplanmasıyla oluşturulan Divan-ı Hikmet ve kim tarafından yazıldığı tam olarak bilinmeyen Kur’an Tercümesi gibi eserler bu dönemin ürünleridir.

Bu eserlerden Kutadgu Bilig; Türk devlet anlayışını ve Türk’ün dünya ile ilişkisini, insanlar arası ilişkileri, Türk’ün tabiat algısını, bilgi karşısındaki tavrını bizlere aktaran bir eserdir. Divanü Lügati’t-Türk ise yine Türk kültürü ile ilgili bilgiler vermekle birlikte esas olarak Türkçeden Arapçaya bir sözlüktür ve Türkçenin 11. yüzyıldaki söz varlığını bize aktarır.

Harezm-Altınordu Türkçesi olarak da adlandırılan Harezm Türkçesinden günümüze çoğu dinî ve edebî olmak üzere pek çok eser kalmıştır. Harezm döneminden kalan eserler içerisinde Türkçenin önemli sözlüklerinden biri olan ve ünlü bilgin Zemahşeri tarafından yazılan Mukaddimetü’l-Edeb de vardır. Bu dönemden kalan diğer bazı eserler Muinü’l-Mürid, Hüsrev ü Şirin, Muhabbetname, Nehcü’l- Feradis’dir.

12. yüzyıl sonlarına kadar değişik coğrafi bölgelerde farklı lehçelere ayrılmış olan Türkçe, tek yazı diline sahipken bu tarihten sonra birbirinden oldukça uzak coğrafyalarda üç ayrı yazı dili halinde gelişmeye başlamıştır. Bu yazı dilleri a. Kuzey (Kıpçak) Türkçesi, b. Doğu (Çağatay) Türkçesi c. Batı (Eski Oğuz ya da Eski Anadolu) Türkçesidir.
Kuzey (Kıpçak) Türkçesi
Kuzey Türkçesi, Kıpçak Türkçesinin yazı dilidir ve Altınordu döneminde oluşan edebî dilin devamıdır. Asıl Kıpçak sahasında, yani Karadeniz’in kuzeyinde bu lehçeyle oluşturulan en önemli eser Avrupalılar tarafından yazılmış olan Codex Cumanicus’dur. Kıpçak Türkçesinin asıl eserleri Mısır’da Kölemenler zamanında yazılmıştır.

Doğu (Çağatay) Türkçesi

Müşterek Türkistan Türkçesi olarak da anılan Çağatay Türkçesi; esas dil malzemesi bakımından Uygur, Karahanlı çizgisinin devamıdır. Ancak bu yazı dillerinde fazla görülmeyen yabancı öğeler, İslam dininin yaygınlaşıp kökleşmesi dolayısıyla Çağatay Türkçesinde çokça görülür. Çağatay Türkçesi; içinde barındırdığı Arapça ve Farsça öğeler bakımından Osmanlı Türkçesini andırır. Bu lehçenin Osmanlı Türkçesiyle başka bir benzerliği de büyük bir edebiyat, bilim ve diplomasi dili olmasıdır.
14. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar devam eden Çağatay edebiyatı;
Klasik Öncesi Devir, bu edebiyatın oluşup gelişme devridir. Bu dönemde Lütfi ve Sekkaki gibi önemli şairler yetişmiştir.

Klasik Devir (Nevayi Devri), için tek başına Nevayi devri de denilmektedir. Ali Şir Nevayi, hiç şüphesiz Türk edebiyatı için son derece önemli bir şahsiyettir. Otuzun üzerinde eser yazmış olan Nevayi, pek çok konuda öncü ve kurucudur. Nevayi, ilk şairler tezkiresi Mecalisü’n-Nefayis’in, Farsça ile Türkçeyi karşılaştırarak Türkçenin daha üstün bir dil olduğu sonucuna ulaştığı Muhakemetü’l-Lügateyn’in, Türk kültür tarihi açısından çok önemli olan Nesayimü’l-Mahabbe’nin, dört adet divanın, beş adet mesnevinin, Türk edebiyatının ilk biyografi örneklerinin yazarıdır. Klasik dönemin iki önemli edebiyatçısı da aynı zamanda hükümdar olan Hüseyin Baykara ile Babür’dür. Babür, hatıra türünde yazdığı eseriyle Türk nesrinin önemli örneklerinden birini vermiştir.

Klasik sonrası devirde de başta dinî ve edebî olmak üzere pek çok eser yazılmıştır.
Çağatay Türkçesinin günümüzdeki devamı olarak Özbek Türkçesi kabul edilir.

Batı (Eski Oğuz) Türkçesi

Anadolu’da Türklerin Bizans aleyhine sürekli genişlemesi ve buranın bir “İslam diyarı” durumuna gelmesiyle Türk olmayan başka pek çok halk da Türklerin arkasından gelip bu coğrafyaya yerleşti. 13. yüzyılda Cengiz Han’ın önünden kaçan Türklerin de Anadolu’ya gelip yerleşmesiyle bölge büyük ölçüde Türkleşmiş oldu ve aynı yüzyılda burada Oğuz Türkçesi bir edebî dil olarak kullanılmaya başlandı. Özellikle Anadolu Selçuklularının yıkılıp Beylikler’in kurulmasıyla Oğuz Türkçesi, yazı dili olarak Anadolu’da tam bir hâkimiyet kurmuş oldu. Oğuz Türkçesi, bu hâkimiyete hem Doğu Türkçesi yazı geleneğiyle hem de Farsça ve Arapçaya karşı mücadele ederek ulaştı. Nitekim Eski Oğuzca ile yazılmış ilk eserlerde Karahanlı Türkçesinin ses ve şekil özellikleri yer yer karşımıza çıkar. Bilim adamları bu tür Doğu Türkçesi özellikleri barındıran eserleri “karışık dilli eserler” olarak adlandırmışlardır.
Batı Türkçesinin ilk dönemine Eski Oğuz Türkçesi ya da Eski Anadolu Türkçesi denilmektedir. Bu dönem 12. yüzyıl sonlarında başlar ve 15. yüzyıl sonlarında tamamlanır. 16. yüzyılda Batı Türkçesinin Osmanlı Türkçesi dönemi başlar. Eski Oğuz Türkçesi yalnızca Anadolu’da değil, Azerbaycan, Irak ve Suriye’de de kullanılmıştır. Eski Oğuz yazı dilinin siyasal sınırları ise Anadolu Selçukluları, Beylikler, Karakoyunlu ve Akkoyunlu Devletleriyle Osmanlı’nın ilk dönemidir.
Eski Oğuz Türkçesine ait, kaynaklarda kayıtlı olup da bugüne ulaşamayan ve adları bilinen birtakım eserler vardır. Bu eserler bulundukça dönemin dil özellikleri daha iyi aydınlanacaktır. Bu dönemde eser veren önemli bazı isimleri şöyle sıralayabiliriz: Mevlana’nın oğlu Sultan Veled, Yunus Emre, Ali, Şeyyad Hamza, Gülşehri, Aşık Paşa, Ahmet Fakih ve Hoca Mesut.
16. yüzyıl başlarında yazıya geçirildiği düşünülen Dede Korkut Kitabı da dil ve üslup özellikleriyle Eski Oğuz Türkçesine ait bir eser olarak kabul edilmektedir.


TÜRKÇENİN YAZIMINDA KULLANILAN ALFABELER
Birtakım kaya resimleriyle başlayan yazının macerası izlendikçe insanoğlunun ürettiği medeniyetin macerası da ortaya çıkmaktadır. Kaya resimlerinin elbette bir yazı iddiası yoktu; insan varlığının işaretlenmesi, belki de bir bellek oluşturma, ya da kalıcı olma düşüncesinin ilk yansımaları olarak değerlendirilmelidir. Bu kaya resimleri gelişerek zamanla insan dilinin, daha doğru bir anlatımla insanın kalıcı olmasına hizmet etmeye başladı. Yazı, bu kısa tarihine rağmen kalıcı ve görünür olmasından dolayı etkili olmuş ve zaman zaman dilin yerini aldığı bile düşünülmüştür.
Tarihte Türkler kadar dillerini farklı alfabelerle yazmış başka bir millet olmadığını söylemek abartı olmaz. Belgelerle izlenebilen yaklaşık 1350 yıllık süre boyunca Türkçe, 13 değişik alfabe ile yazılmıştır. Dünya dilleriyle kıyaslandığında durum daha iyi anlaşılacaktır:

Avrupa dilleri başlangıçtan bu yana Latin alfabesiyle, Slav dilleri baştan beri Slav (Kiril) alfabesiyle, Arapça baştan beri Arap alfabesiyle yazılmış ve yazılmaya devam edilmektedir. Türkçe ise değişik dönem ve coğrafyalarda Köktürk, Soğd, Uygur, Mani, Brahmi, Tibet, Süryani, Arap, Grek, Ermeni, İbrani, Latin ve Slav (Kiril) alfabeleriyle yazılmıştır. Bunlardan Soğd, Mani, Brahmi, Tibet, Süryani, Grek, Ermeni ve İbrani alfabeleri belli tarihî dönemlerde kısa süreli olarak ve oldukça sınırlı çevrelerde kullanılmıştır. Geriye kalan Köktürk, Uygur, Arap, Latin ve Kiril alfabeleri ise uzun sürelerle ve geniş coğrafyalarda kullanılmıştır.


Türkçenin bu kadar farklı alfabelerle yazılmasının nedeni, Türk milletinin yaşadığı hayat tarzıyla doğrudan ilgilidir. Bütün tarih boyunca din, kültür ve medeniyet çevresi değişiklikleri, alfabe değişikliklerinin başlıca nedeni olmuştur. Tarihi tecrübe özellikle din ile alfabenin birbiriyle çok ilişkili olduğunu gösterir. Türkler şu anda da dillerini farklı coğrafyalarda üç ayrı alfabe ile yazmaktadırlar.

Bu alfabeler; Latin, Kiril ve Arap alfabeleridir. Türklerin tarihte ve bugün kullandıkları alfabeleri genel hatlarıyla şöyle tanıtabiliriz:

Köktürk Alfabesi

Bugünkü bilgilerimize göre Türkçenin metinlerle izleyebildiğimiz tarihi boyunca, kullandıkları ilk düzenli, kuralları yerleşmiş yazı sistemi Köktürk alfabesidir. Bu alfabe yabancılarca Run harfleri, Yenisey Run harfleri, Runik alfabe, Türk Run yazısı gibi terimlerle adlandırılmıştır. Ancak bu esrarengiz yazıyı okumayı başaran ilk araştırmacı olan V. Thomsen, “Türk alfabesi” olarak adlandırmıştır. Bugüne kadar Köktürk alfabesiyle yazılan metinlerin ilk örneklerinin 7. yüzyıla kadar gidebildiği kabul edilmişken, yeni araştırmacılar çok daha eski tarihlere giden yazıtlar bulmuşlar ve yazının dağıldığı coğrafyanın sınırlarının da yeniden çizilmesini gerektiren sonuçlara ulaşmışlardır.
Bugünkü Kazakistan sınırları içerisindeki Esik kurganlarında çıkan dört bin civarındaki buluntu içerisinde, üzerinde Köktürk harflerinin ilkel şekilleriyle yazılmış 26 harflik ibare olan bir tas vardır. MÖ 5.-4. yüzyıllara ait olan bu yazı, Köktürk harflerinin kullanılma tarihini Orhun yazıtlarından yaklaşık 1200 yıl, bugünden ise 2500 yıl geriye götürmektedir.

Köktürk yazılı belgelerle Asya ve Avrupa’nın çok büyük bir bölümünde karşılaşılmaktadır. Bu durum, Köktürk yazı sisteminin oldukça uzun bir süre ve çok geniş bir coğrafyada kullanılmış olduğunun kanıtıdır. Köktürk yazısı, Uygur Kağanlığı ve Kırgız Kağanlığı dönemlerinde de kullanılmıştır. Bu yazı çoğunlukla taşlar üzerine kazınarak yazılmış olmakla birlikte Irk Bitig adlı eser gibi kağıda yazılmış ve günümüze ulaşmış metinler de vardır.

Köktürk yazısının kökeni konusunda bugüne kadar pek çok kuram ortaya atılmıştır. Fakat bu kuramların hiç biri de bugün için herkesçe kabul görecek bir durumda değildir. Konuyla ilgili uzmanlar tarafından bu yazının kökeniyle ilgili olarak şu görüşler ileri sürülmüştür:
1. İskandinavyalıların ve Germenlerin kullandığı Runik yazıdan doğmuştur.
2. Grek yazısıyla ilişkilidir.
3. Küçük Asya’daki Yunan yazı sistemiyle ilişkisi vardır.
4. Sami yazısının etkileri görülmektedir.
5. Arami ya da onunla aynı kaynaktan çıkmış olan Pehlevi veya Soğut alfabesine dayanır.
6. İskandinav Run sistemiyle Arami sisteminin karışımıdır.
7. Arami yazısı ve Türk damgalarının karışımından çıkmıştır.
8. Türk damgalarından çıkmıştır.
9. Sogut ve Pehlevi yazısı etkileriyle beraber Türk damgalarından kaynaklanmıştır.
Köktürk yazısının kökeniyle ilgili tartışmalar sürmektedir ve henüz bir sonuca bağlanmamıştır. Ancak bu yazı yukarıda belirtildiği üzere Türkler tarafından oldukça uzun bir süre ve çok geniş bir coğrafyada yaygın olarak kullanılmıştır. Ayrıca bu yazı sistemi, Türkçenin seslerini yazıya geçirebilme özelliği bakımından bugün kullandığımız Latin kökenli alfabe bir yana, tarih boyunca kullandığımız bütün alfabelerden daha yeterlidir.


Mani Alfabesi
Uygur kağanı Bögü 762 yılında Mani dinini kabul edip halkına da kabul ettirince Mani alfabesi, bu dini benimseyen Türkler tarafından kullanılmaya başlanmıştır. Bu alfabeyle yazılmış metinler Doğu Türkistan’da Turfan civarında bulunmuştur. Mani alfabesiyle yazılmış Türkçe metinler, genellikle dini içeriklidir ve fazla da değildir. Uygurlardan adı bugüne ulaşan şair Aprınçur Tigin, Maniheist Uygur çevresine mensuptur ve Mani alfabesiyle yazılmış bazı şiirleri günümüze kadar gelmiştir. Türkçenin yazımı için çok yetersiz olan bu alfabe, dar bir çevrede ve 8-9. yüzyıllarda kısa süre kullanılmış din yoluyla gelen ilk alfabedir.

Soğut Alfabesi

Birinci Köktürk kağanlığı zamanında 6. yüzyılda dikilmiş olan Bugut yazıtının Soğut diliyle yazılmış olması, Türkler üzerindeki Soğut etkisinin açık göstergelerinden biridir. Soğutlar, Fars kökenli bir kavim olup Köktürkler ve Uygurlar devrinde bölge ticaretinde söz sahibidirler. Bugünkü bilgilere göre Soğut alfabesi 9. yüzyıla ait olduğu düşünülen Karabalgasun yazıtında Soğutça bölümün yazılmasında kullanılmıştır.
Türkçenin yazımında son derece yetersiz olan bu alfabe, 22 harften oluşur ve sağdan sola yazılır.
Bu alfabe Türklere 8. yüzyılda gelmiş ve kısa zamanda birtakım değişikliklerle Uygur alfabesi olmuştur. Türkçenin seslerini yazıya geçirmek bakımından çok yetersiz olan bu yazının Türkler tarafından kullanılmasının nedeni ticaridir.

Uygur Alfabesi

Ötüken bölgesindeki Uygurlar, Köktürk alfabesinin yanında Soğut alfabesinden esinlenerek yaptıkları Uygur alfabesini de kullanmışlardır.
Budist, Manici ve Hristiyanlığa ait metinler, mektuplar, hukuk belgeleri, yarlıklar (fermanlar), astronomi ile ilgili metinler, takvim ve tıp metinleri, Türk halk edebiyatı metinleri gibi çeşitli alanlara ait eserlerin yazıya geçirilmesinde kullanılan Uygur alfabesi, köken olarak Soğut alfabesinden türemiş olsa da kullanım alanları ve süresi dikkate alındığında bir Türk alfabesi kimliğini kazanmıştır.
Uygur alfabesi; Hitaylar, Moğollar, Mançular, Kalmuklar, Buryatlar gibi halkların alfabelerine de kaynaklık etmiştir.
Moğol İmparatorluğu, sadece Uygur yazısını benimsemekle kalmamış, devlet kademesindeki danışmanlar hep Uygurlardan oluşmuş ve komşu devletlerle haberleşmede Uygur Türkçesi kullanılmıştır.
Uygur alfabesi, Fatih ve II. Bayezit devirlerinde Osmanlı sarayında da bilinen ve kullanılan bir yazı sistemidir. Fatih’in, Uzun Hasan’a yolladığı iki mektup bu alfabeyle yazılmıştır.
Özellikle 11-15. yüzyıllarda Çağatay, Altınordu ve Kıpçak sahalarına ait bazı eserlerin Uygur harfleriyle yazılmış olması, bu alfabenin kullanılma süresinin uzunluğunu ve kullanılma alanının genişliğini gösterir.

Brahmi Alfabesi

Daha çok Budist Uygurlar tarafından kullanılan Brahmi alfabesi Hindistan kökenli bir yazı sistemidir. Din dolayısıyla kullanılan alfabelerdendir. Hintçeden, Budizm ile ilgili kitapların Türkçeye tercüme edilmesi sebebiyle Uygurlara gelmiş, ancak Türkçe için kullanışlı olmadığından yaygınlaşıp benimsenmemiştir. Bu yazıyla yazılıp da bugüne ulaşan çok az metin vardır.

Tibet Yazısı

Türklerle Tibetliler arasında çok eskilere giden bir ilişki olduğu Köktürk yazıtlarından anlaşılmaktadır. Türkler arasında Budizm’in yayılmasında da Tibetli misyonerler etkili olmuştur. Uygur kağanlığı döneminde Tibetlilerle ilişkilerin arttığının bir göstergesi olarak Tibet yazısının Uygurlar arasında kullanılmaya başlanması gösterilebilir. Tibet yazısı da Uygurlarca Brahmi yazısı gibi çok kullanılmamıştır.

Süryani Alfabesi

20. yüzyılın başlarında Doğu Türkistan’da yapılan araştırmalarda 17’si bugün yaşamayan 30 ayrı dilde, 24 farklı alfabeyle yazılmış binlerce metin bulunmuştur. Bu karışıklık ve çeşitlilik o coğrafyada pek çok halkın, kültürün, inancın birlikte yaşadığını gösterir. Bu yüzden de Uygur Türk Devleti, tarihin kaydettiği en hoşgörülü, düşünce ve inanç hürriyetine en saygılı devletlerinden biri olarak değerlendirilir. Belirtilen bu çeşitliliğin unsurlarından biri de Süryani alfabesinin bir kolu olan Estrangelo yazısıdır.
Hristiyan misyonerler Türkler arasına 2. yüzyılda girmeye başlamışlarsa da bu dinin Türklerce kabul edilen Nasturi mezhebi 7. yüzyılda yayılmaya başlamıştır.
Doğu Türkistan’ın Turfan şehri çevresinde araştırma yapan bilim adamları, bu bölgede pek çok Nasturi kilisesine rastlamışlardır. Farklı alfabelerle yazılmış olan bu dine ait metinler, daha çok bu kiliselerde bulunmuştur.


İbrani Alfabesi
Tarihteki Türk devletlerinin yöneticilerinden, Museviliği yalnızca Hazar Devleti yöneticilerinin seçtiği bilinmektedir. Uygurlarda olduğu gibi Hazarlarda da çok çeşitli dinler ve halklar engin bir hoşgörüyle bir arada ve barış içerisinde yaşamışlardır.
Köktürk Devleti’nin en batı ucundaki bir Türk boyu olan Hazarlar, bu devletin hâkimiyeti zayıflayınca Kafkasların ve Karadeniz’in kuzey bozkırlarında kendi devletlerini kurdular. Çok dinli ve çok dilli bir siyasi yapıya sahip olan Hazarlarda Köktürk alfabesi yanında İbrani alfabesi de kullanılmıştır. Ancak Hazarlardan günümüze bu alfabe ile yazılmış belge kalmamıştır. Bugün var olan İbrani harfli Türkçe belgeler, Hazarların torunları olduğu kabul edilen Karay Türklerinden kalmadır.
İbrani alfabesi, inanç sisteminin etkisiyle Türkler tarafından kullanılmış alfabelerdendir.

Ermeni Alfabesi

Ermeni harfli Kıpçak Türkçesi metinleri, özellikle Kafkaslarda ve Karadeniz’in kuzeyinde karşımıza çıkar. Bu metinlerin Kıpçak Türklerinin hakimiyetinde yaşayan ve Kıpçakçayı ana dili olarak benimsemiş olan Ermenilere mi, yoksa Hristiyanlığı benimsemiş ve kilise yazısı olarak Ermeni alfabesini kabul etmiş olan Kıpçaklara mı ait olduğu konusu tartışmalıdır. Son zamanlarda ikinci görüş, yani bu metinlerin Hristiyan Kıpçaklara ait olduğu görüşü ağırlık kazanmaktadır. Ermeni harfli metinler çoğunlukla dini konulu metinlerdir. Dar bir alanda din dolayısıyla ve kısa bir zaman diliminde kullanılan alfabelerdendir.

Grek Alfabesi

Bu alfabe, Anadolu’da Hristiyanlığın Ortodoks mezhebine bağlı Karamanlı Türkler tarafından 18-20. yüzyıllar arasında kullanılmıştır.
Kuzey Sami yazısından gelişen yazı sistemlerinden biri olan Grek alfabesi, Karamanlı Türkçesinin ses sistemini tam olarak yansıtmamaktadır. Sınırlı sayıda insan ve dar bir alanda kullanılmış olmasına rağmen Grek alfabesiyle çok sayıda eser verilmiştir. Anadolu, Suriye, Balkanlar ve Kırım’ın bazı bölgelerindeki Ortodoks Hristiyan Türkler tarafından kullanılmış olan bu yazı sistemi de din dolayısıyla gelen alfabelerdendir. Lozan antlaşmasıyla bu alfabenin kullanımı sona ermiştir.

Arap Alfabesi

Bu alfabe bir müddet Uygur alfabesiyle bir arada kullanılmıştır. İlk İslami eserler olan Kutadgu Bilig, Divanü Lügati’t-Türk, Atabetü’l-Hakayık gibi Türkçenin önemli eserlerinin yazarlarının elinden çıkan nüshaları günümüze ulaşmadığı için Uygur mu, yoksa Arap alfabesiyle mi yazıldıkları konusu tartışmalıdır. Ancak zaman ilerledikçe Arap alfabesinin kullanımı yaygınlaşmış ve gittikçe bu alfabe Türklerin en yaygın ve en uzun süreli kullandıkları alfabe konumuna yükselmiştir.
Arap alfabesinin Türkler arasında oldukça uzun bir süre kullanılması ve din yoluyla gelmiş olması Türk dünyasının çok büyük bir kısmında bu yazının kutsal olduğu düşüncesinin yerleşmesine yol açmıştır. Bu algı birbiriyle ilgisi olmayan bağımsız iki olgunun (din ve yazının) birbirine karıştırılmasının da sebebi olmuştur. Bu yüzden Tanzimat yıllarına kadar yazıya en ufak bir müdahaleden söz dahi edilememiş, ancak Tanzimat’tan sonra alfabe tartışmaları başlamıştır.
Türkçenin yazımında dünyanın çeşitli ülkelerinde bugün de kullanılan alfabelerden biri de Arap alfabesidir. Özellikle İslam coğrafyasında İran, Irak, Suriye, Afganistan gibi ülkelerde yaşayan ve ana dilleri Türkçeyi okuyup yazma imkanına sahip olan Türk toplulukları, dillerinin yazımında Arap alfabesini kullanırlar. Çin hakimiyetindeki Doğu Türkistan (Sincan Uygur Özerk Bölgesi) olarak adlandırılan ve Orta Asya Türk cumhuriyetlerine sınır olan bölgedeki büyük çoğunluğunu Uygurların oluşturduğu Türk halkları da kendi lehçelerini Arap alfabesiyle yazmaya devam etmektedirler.

Kiril Alfabesi (Slav Alfabesi)

En eski Slav kitaplarının yazıldığı iki alfabeden biri olan Kiril alfabesi, 9. yüzyılda oluşturulmuştur. Bu alfabenin Rus topraklarına girmesi 9. yüzyıl ortalarında başlar. Rusların bu dini kabul etmelerinin önemli sonuçlarından biri alfabe ve yazı diline kavuşmalarıdır. Bu durumdan en çok etkilenenler ise hiç şüphesiz o coğrafyanın eski yerleşikleri olan Türk halkları olmuştur. Kiril alfabesi asimilasyon politikalarının bir aracı olarak kullanılmış ve alfabeleri Kirilleştirilen ilk Türk soylu halk Çuvaşlar olmuştur. Sibirya Türk halklarını Hristiyanlaştırmak amacıyla kurulan bir misyoner örgütü tarafından Yakut, Altay, Şor Türklerinin konuşma dillerine Kiril alfabesini uygulamış ve mümkün olduğunca küçük parçalara ayırma düşüncesiyle her birinin konuşma dili, yazı dilleri haline getirilmiştir.
1926’da yapılan Bakü Türkoloji Kongresi’nde bütün Türklerin Latin alfabesini kullanması yolunda bir karar alınmış ve Çuvaşlar dışında kalan bütün Türk toplulukları bu kararı uygulamışlardır. Eski Sovyetler Birliğinde yaşayan Türk halklarının Rus-Kiril alfabesini kullanmaları yolunda Moskova’nın aldığı karar üzerine 1939’da Azerbaycanlılar, Tatarlar, Yakutlar ve Hakaslar; 1940’da Kazak, Kırgız, Başkurt, Karakalpak ve Özbekler; 1943’te Tuvalılar ve 1957’de de Gagavuz Türkleri Latin alfabesini bırakıp Kiril alfabesine geçmişlerdir.
Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra bağımsız olan Türk Cumhuriyetlerinden bir kısmı yeniden Latin alfabesini kullanmaya başlamıştır. Bugün Rusya Federasyonu içerisinde yaşayan bütün Türk halklarıyla Kazakistan ve Kırgızistan Kiril alfabesini kullanmaya devam etmektedir.

Latin Alfabesi

Latin alfabesinin Grek alfabesinden doğduğu kabul edilmektedir. Bu alfabe, Türkçenin yazılmasında çeşitli coğrafyalarda 14. yüzyıldan beri kullanılmaktadır. Türklerin kendi dillerini bu alfabeyle yazmalarına ise 20. yüzyıl başlarından itibaren rastlanır. Avrupalılar 14. yüzyıldan başlayarak Latin alfabesiyle pek çok Türkçe metin oluşturmuşlardır.
Osmanlı İmparatorluğu’nda Latin harflerini kabul etme düşüncesi ilk olarak 1868’de ortaya atılmıştır, ancak çok sert tepkiler görmüştür. Latin alfabesinin kabul edilmesi yolunda olumlu düşüncelere sahip olan Sultan II. Abdülhamit’in şu değerlendirmesi dikkat çekicidir: “Halkımızın okuma yazma bilmemesinde şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü bizim yazımızın sırlarına alışmak kolay değildir. Latin alfabesini almakla belki halkımızın işini kolaylaştırabiliriz”.
Osmanlı devleti içerisindeki topluluklardan Latin harflerini ilk kullananlar Arnavutlardır. Arnavutlar bu alfabeyi 1880’lerde yaygın olarak kullanmaktaydılar.
1927’de alfabe değişikliği kararı alınır ve bu kararın uygulanması 1 Kasım 1928 tarihinde çıkarılan bir kanunla olur. Bu kararın alınmasında ve uygulanmasında elbette Bakü Türkoloji Kongresi’nde alınan karar da etkili olmuştur, çünkü o kongreye Türkiye’den de temsilciler katılmış ve kararlar birlikte verilmiştir.
Arap alfabesinin Türkçenin ses sistemini karşılamaktan uzak bir yazı sistemi olduğu gerçeği Osmanlının yetiştirdiği en büyük aydınlardan biri olan Katip Çelebi tarafından 17. yüzyılda ilk olarak dile getirilmiştir. Bu alfabenin yetersizliğini kabul eden bazı aydınlar da yazı reformundan bahsetmişler, ancak o dönemde bir sonuç alınamamıştır. Alfabe değişikliği ancak Atatürk’ün direktifleriyle ve TBMM’nin kararıyla gerçekleşebilmiştir.

TÜRKİYE TÜRKÇESİ

Ana diller başlangıçta belirli bir coğrafyada ve sınırlı sayıda bir insan topluluğu tarafından iletişim aracı olarak kullanılırken zaman ve yer değişiklikleri bu dillerden kollar oluşmasına yol açar. Bu kollar zaman geçtikçe kendi şartlarında gelişir ve ayrıldığı kaynak dilden farklılaşmaya ve kendisi de kollar doğurmaya başlar. Türkçe bu anlatılan durumu, insanlığın henüz yazıyla izlenemeyen devirlerinde yaşamış ve çok farklı coğrafyalara dağılıp çok çeşitli kollar halinde yaşar duruma gelmiştir. Örnek olarak Oğuz Türkçesi, ana dilden ayrılıp kendi şartlarında gelişti ve Türkçenin bir lehçesini oluşturdu. Daha sonra da Oğuz Türkçesinin Türkiye Türkçesi, Azerbaycan Türkçesi, Türkmen Türkçesi ve Gagauz Türkçesi gibi kolları ortaya çıktı. Etnik sınıflandırmada Türkiye Türkçesi, Oğuz Türkçesinin bir koludur.
Orhun yazıtlarında adı geçen Türk boylarından biri olan Oğuzlar, kuzeyden güneye inip devlet kuran ve dünya tarihine büyük etkileri olan kavimlerden biridir. Dandanakan Savaşında Gaznelileri yenen Oğuzlar Selçuklu Devleti’ni kurmuşlardır.

Selçuklulardan günümüze kalan Türkçe eser yoktur, ancak Beylikler devri, Oğuz Türkçesinin yazı dili olduğu ve pek çok eser bıraktığı dönemdir. Yaklaşık 700 yıldır kesintisiz devam eden ve eğitim, bilim, edebiyat, felsefe, din, askerlik gibi hemen hemen hayatın her alanına ait binlerce eser yazılan bu dil, Türkiye Türkçesi olarak adlandırılan dilin tarihi köküdür. Oğuz lehçesini esas alarak Anadolu’da gelişen Türk yazı dilini birtakım tarihi dönemlere ayırmak gerekmektedir. Bunlar; 15. yüzyıl sonlarına kadar Eski Oğuz Türkçesi, 20. yüzyıl başlarına kadar Osmanlı Türkçesi ve bu tarihten sonrası da Çağdaş Türkiye Türkçesi olarak adlandırılabilir.

16. yüzyılda Osmanlı Türkçesi olarak adlandırılan dönem başlar. Osmanlı Türkçesi döneminde yazı dilinin yalınlığı büyük ölçüde kayboldu ve özellikle edebî dilde Arapça ve Farsça kelime ve tamlamalar arttı. Ancak Osmanlı Türkçesiyle yazılan bütün eserler için aynı şey söylenemez. 17. yüzyıl gerek düz yazıda gerekse şiir dilinde en ağır örneklerle karşılaştığımız zaman dilimidir. Ancak 17. yüzyılın sonlarına doğru yavaş yavaş bir sadeleşmenin başladığı da görülür. 19. yüzyılda yayınlanan Tanzimat Fermanı, Osmanlı toplumu için pek çok konuda dönüm noktası olarak kabul edilir. Tanzimat’ın birinci nesli olarak adlandırılan Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşa, edebiyat eserlerinin hem içeriğinde, hem de dilinde birtakım değişiklikler başlatırlar. Bu değişiklikler hem yazılı edebiyatın, hem de eser konularının çeşitlenmesinde görülür. Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati topluluklarının Tanzimatçılardan da ağır olan dilleri, Osmanlı Türkçesinin son örnekleri olur.


Çağdaş Türkiye Türkçesi
1911’de Ömer Seyfettin ve Ali Canip’in başlattığı “Yeni Lisan” hareketi Osmanlı Türkçesinin sonunu getirdi. Ömer Seyfettin, Genç Kalemler dergisinde yazdığı yazılarda İstanbul halkının konuşma diline dayanan yalın bir dil teklif etti ve önceleri çok büyük tepkilerle karşılaşan bu görüşler, zamanla pek çok edebiyat, bilim ve fikir adamı tarafından benimsenip kullanılmaya başlandı. Özellikle Ziya Gökalp’ın de katılmasıyla “Yeni Lisan” hareketi çok güçlendi. Edebiyatta millilik ve dilde sadeleşme birkaç yıl içinde devrin bütün aydınlarınca kabul edilip uygulama alanına geçirildi. Halide Edip, Yakup Kadri, Reşat Nuri, Aka Gündüz gibi romancılar; Faruk Nafiz, Orhan Seyfi, Yusuf Ziya gibi şairler eserlerini yalın bir dille yazdılar. Devrin en büyük şairi olan Yahya Kemal ve sokaktaki insanın konuşma üslubuyla şiirler yazarak günlük konuşma dilini şiire sokan Mehmet Akif de sade dili benimsediler.
Cumhuriyet Döneminde Türk tarihinde bir ilk olmak üzere “dil” bir devlet meselesi olarak görüldü ve konuyla ilgili pek çok çalışma yapıldı.

Türkçe şu anda okul öncesinden başlayarak yüksek öğrenimin en son aşamasına kadar bütün aşamaların eğitim dilidir. Her ne kadar ülkenin bazı eğitim kurumlarında yabancı dillerle eğitim yapılması önemli bir sorun olsa da Türkçenin hâkimiyetini sarsacak boyutta değildir.

Türkçe, günümüzde yaşayan diller içerisinde en eski yazı diline sahip dillerden biridir. Bu durum, Türkçenin bilim dili olarak da eskiliğinin bir göstergesidir. Türk dili, her ne kadar uzun tarihi boyunca komşu dillerden etkilenmiş ve ihmal edilmişse de pek çok bilim eseri ortaya koymuştur. Bu dille bugün de binlerce bilimsel eser yazılmaktadır. Dolayısıyla Türkçe bir bilim dilidir.
Türkçenin sanat eseri ortaya koymak bakımından da hiçbir dünya dilinden aşağı kalır tarafı yoktur, hatta Türkçenin en zengin yönü sanat yönüdür. Tarih boyunca binlerce sanatkâr tarafından sayısız eserde işlenen Türkçe, bugün de pek çok sanatkârın kaleminden eserler üretmektedir.
Türkçe bin yıldan daha fazla bir süredir İslam dini ve başka dinlerle ilgili pek çok eserin yazılabildiği bir dildir. Bütün din kavramlarını eksiksiz karşılayabilen bu dil, gelişmiş bir din dilidir.
İnsan ve ulus kimliğinin en belirgin göstergesi olduğu için dilin üzerine titrenilmesi ve özenilmesi gerekir.

TÜRK DİLİ ÇALIŞMALARI

Oğuz Türkçesinin Anadolu’da yazı dili olması, hem Arapça ve Farsça gibi yabancı dillere, hem de Doğu Türkçesinin yazı dili geleneğine karşı vermiş olduğu bir mücadelenin sonucunda mümkün olabilmiştir. Türkçe, Anadolu’da yazı dili olduktan sonra da zaman zaman ihmal edilmiş ve aydınların ilgisizliğine maruz kalmıştır. Bu ilgisizlik yer yer bazı şair ve yazarlar tarafından da kınanmıştır. Bu kınama ve tepkinin ilk örneğini 14. yüzyılın önemli şairlerinden biri olan Kırşehirli Aşık Paşa, Hoca Mesut ve 15. yüzyıl’da Devletoğlu Yusuf adlı bir şair de Türkçenin önemine ve insanların Türkçeye eğilim gösterdiklerine dair dizeler kaleme almışlardır.
15. yüzyılda da nispeten sade bir yazı dili sürdürülmüştür. II. Murat, Farsçadan çevrilen Kabusname adlı bir eserin dilini, sade olmadığı için beğenmez ve eser yeniden Türkçeye daha yalın biçimde çevrilir.
16. yüzyılda “Türkî-i basit” (Sade Türkçe) hareketi başlatılır, ancak güçlü sanatçılar bu akıma sahip çıkmadığı için çok etkili olamaz ve dil gittikçe Arapça ve Farsça kelime ve kurallarla dolarak ağırlaşır. 16. yüzyılda Türkçe açısından önemli bir olay, Bergamalı Kadri tarafından Müyessiretü’l-Ulum adıyla Türkçenin dil bilgisi kitabının yazılmış olmasıdır. Bu eser, Oğuz Türkçesinin ilk dil bilgisi kitabı olması bakımından oldukça önemlidir.
17. yüzyılda iyice ağırlaşan dil, 18. yüzyılın büyük şairlerinin yazdıkları daha yalın eserler sayesinde yeniden sadeleşmeye başlamıştır.

Tanzimat devrinde sadeleşme ihtiyacı çok hissedilmiş ve bunda gazete ve dergilerin katkısı büyük olmuştur. Gazete ve dergiler sanat endişesine kapılmadan mümkün olduğu kadar çok insana ulaşmayı amaçladıkları için halk dilini kullanma zorunluluğu duymuşlar ve bunu da devrin olanakları elverdiği ölçüde uygulamışlardır.

Tanzimatçılardan sonra birer edebî akım olarak ortaya çıkan Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati akımlarının mensupları, Tanzimatçıların başlattığı dili “anlaşılır kılma” çalışmalarına katılmayıp tam aksi bir yol izleyerek bir nebze sadeleşen dili daha da anlaşılmaz duruma getirmişlerdir.
Tanzimat döneminde dille ilgili çalışmalar, yalnızca dilin sadeleştirilme çabalarıyla sınırlı kalmamış, bazı dil bilgisi kitapları da yazılmıştır. Bunlar; Kavaid-i Osmaniyye, Mikyasü’l-Lisan Kıstasu’l-Beyan, Medhal-i Kavaid, Kavaid-i Türkiyye, Emsile-i Türkiyye, Sarf-ı Türkî vb.dir.

Dille ilgili çalışmalar içerisinde sözlük çalışmalarının önemli bir yeri vardır. Türkçe, 11. yüzyıldan beri farklı coğrafyalarda sözlükleri yazılan bir dildir. Osmanlı coğrafyasında da pek çok sözlük yazılmıştır. Önceleri Arapça ve Farsçadan sözlük çevirileri yapılırken 19. yüzyıl sonlarıyla 20. yüzyıl başlarında Türkçe sözlüklerde yazılmıştır. Bu dönemde özellikle Şemsettin Sami’nin çalışmaları oldukça önemlidir. Dil bilgisiyle ilgili eserleri de olan Şemsettin Sami’nin en büyük eseri, Türkçenin bugüne kadar hazırlanmış en iyi sözlüklerinden biri olan Kamus-ı Türkî’dir. Bu eser, adıyla bile öncü bir eser olmuştur, çünkü Şemsettin Sami’ye kadar sözlük ve dil bilgisi yazanlar hep “Osmanî” tabirini kullanırken Şemsettin Sami “Türkî” tabirini kullanmayı tercih etmiştir.

1890’larda Orhun Yazıtları’nın okunması, kısa sürede Osmanlı aydınları arasında da yankı bulmuş ve 20. yüzyılın başlarında bu metinler yayınlanmıştır. Yazıtlarla ilgili Osmanlı’da ilk yapılan yayın Pek Eski Türk Yazısı adıyla Necip Asım’a aittir.

İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra düşünce alanında yeni gelişmeler yaşandı. Sade Türkçe taraftarları Türk Derneği’ni kurdular ve görüşlerini yayınladıkları bir de dergi çıkardılar. Daha sonra Selanik’te bir grup aydın Genç Kalemler dergisini çıkardı ve millî bir edebiyatın ancak millî bir dille doğup gelişeceğini iddia eden görüşler ortaya konuldu. Bu grubun önemli isimleri Ömer Seyfettin, Ali Canip ve Ziya Gökalp idi. Başlangıçta çok büyük tepkilerle karşılanan bu “Yeni Lisan Hareketi” zamanla, benimsendi ve önceleri karşı çıkan pek çok aydın, şair ve yazar bu hareketin içinde yer aldı.


Yeni Lisan hareketinin temel ilkeleri şöyle sıralanabilir:

1. Yazı dilini konuşma diline yaklaştırmak, mümkün olduğu kadar İstanbul halkının konuştuğu gibi yazmak.
2. Dilimizdeki Arapça ve Farsça gramer kurallarını kullanmamak.
3. Tamlamaları, Türkçe kurallara göre yapmak.
4. Yabancı kelimeleri Türkçedeki söylenişiyle yazmak, bilim terimlerinde Arapça kelimelerden yararlanmak.
5. Öteki Türk lehçelerinden kelime almamak.
6. Bu kurallardan hareket ederek millî bir dil ve millî bir edebiyat meydana getirmek.

1912 yılında pek çok aydının bir araya gelerek kurduğu Türk Ocağı, Türk Yurdu dergisinin yanı sıra çok sade dille hazırlanan Halka Doğru ve Türk Sözü adlı dergileri yayımladı. 1917’de Ziya Gökalp ve arkadaşlarının çıkardığı Yeni Mecmua, sade Türkçe ve millî edebiyat akımının güçlenmesinde büyük bir görev yaptı.

Özellikle Genç Kalemler ve Türk Ocakları çevresinde toplanan aydınların yaptıkları çalışmalarla Cumhuriyet’in ilk yıllarında konuşma dili ile yazı dili birbirine oldukça yaklaşmış, Türkçe, Arapça ve Farsça tamlamalardan arınmış, yalın ve sade bir anlatım biçimine kavuşmuştur.

YAZI DEVRİMİ

Alfabe, kültür birikimi sağlamanın ve gelecek kuşaklara aktarmanın en başta gelen aracı olmakla birlikte Türkler, farklı coğrafyalarda çok farklı alfabeler kullanmışlar, dolayısıyla toplum hayatlarında da kesintiler yaşamışlardır.
Arap alfabesi Türkçenin yazımında en geniş coğrafyada ve en uzun süre kullanılan yazı sistemi olması, hem de din ile de ilişkilendirilmesi nedeniyle değiştirilmesi hiç de kolay olmamıştır. Üstelik Türkçeye uygun hâle getirilmesi için birtakım değişiklikler yapılması gereği bile uzun süre tartışılmıştır.
Osmanlı Devleti’nde Latin alfabesine geçme düşüncesi ilk olarak 1868’de dillendirilmiş, uzun süren tartışmalar yaşanmış, bu değişikliğe taraftar ve karşı olan aydın ve siyasetçiler altmış yıla yakın bir süre mücadele etmişlerdir. 1926’da yapılan Bakü Türkoloji Kongresi’nde bütün Türklerin Latin alfabesini kabul etmeleri yönünde tavsiye kararı alınmış, ancak Türkiye’de tartışmalar yine devam etmiştir. Hükümet 1927’de Latin harflerinin kabul edilmesi kararını almış ve 10 Haziran 1928’de Dil Encümeni adıyla bir komisyon kurulmuştur. Bu komisyon Latin yazısına dayalı 20 farklı alfabeyi inceleyerek şu esasları belirlemiştir:
1. Çift harfler bulunmayacak.
2. Millî bir Türk alfabesi olacak.
3. Seslerin uluslararası değerleri değişmeyecek.
4. İşaretli harflere mümkün olduğunca az yer verilecek.

Uzun süre devam eden reform tartışmalarından sonra, 1 Kasım 1928 tarihinde Latin harflerine dayanan Türk Alfabesi kabul edilir. Kanuna göre, 1929 yılı başından itibaren devlet ile yapılacak bütün yazışmalar ve basılacak her türlü malzeme Yeni Türk Alfabesi ile olacaktır. Bütün yurtta Millet Mektepleri açılır ve yeni alfabe herkese öğretilmeye çalışılır. Burada şu özellikle belirtilmelidir; harf değişikliği yapılırken Latin harfleri olduğu gibi alınmamış, Türkçenin yapısına uygun olarak yeni harfler de oluşturulmuş ve yazıya Türk kimliği kazandırılmıştır. Buna göre de yukarıda anlatılan 13 yazı sistemi içerisinde Türkçenin ses sistemine en uygun alfabe, bugün Türkiye Türkçesinin yazıldığı alfabedir.


ATATÜRK VE TÜRK DİLİ

Büyük Alman filozofu Nietzsche dili şöyle anlatır: “Dil atalardan bize kalan bir miras, bir emanettir. Kuşaktan kuşağa aktarılan bu emanete karşı, paha biçilmez, kutsal ve dokunulmaz şeylere karşı duyulan saygı gösterilmelidir”. Bu söz, her dilin konuşucusu için bir kılavuz olmalıdır. Çünkü milletler geçmişte ve bugün var olup, gelecekte de yaşamaya devam edecekse ancak dilleriyle var olmuşlar ve dilleriyle de yaşayacaklardır. Her insanın ve milletin millî varlığı ve kimliği, tarihte ortaya koymuş olduğu medeniyetle oluşur ve bu medeniyet de dilinde yaşar, diliyle de kuşaktan kuşağa aktarılır.

Tarihte Türkçe ile ilgili ilk uyarı Bilge Kağan’dan gelmiştir. Bilge Kağan, kardeşi Kül Tigin için dikilen yazıtın bir yerinde “Türk beyleri (aydınları) Türkçe olan adlarını bıraktılar. Çin’e tutsak olan Türk beyleri Çince adlar alarak Çin kağanına hizmet ettiler.” Burada Bilge Kağan’ın, Türk aydınlarının tarihte çok sık yaşadığı kendi kültürüne yabancılaşma konusundaki uyarısını görmekteyiz. Dili bir devlet meselesi olarak görüp bu konuda çeşitli tedbirler alan ve düzenlemeler yapıp kurumlar oluşturan ilk devlet adamı Atatürk olmuştur.

20. yüzyılın başlarında yalnız Osmanlı coğrafyasında değil, farklı Türk ülkelerindeki aydınların da dil ile ilgili çalışmaları, Osmanlı Türk aydınları üzerinde etkili olmuştur. Özellikle Kırım’da Gaspıralı İsmail Bey’in “Dilde, fikirde, işte birlik” sloganıyla yayınladığı Tercüman Gazetesi, hemen bütün Türk aydınlarını etkilemiştir.
Atatürk’ün birikimi Cumhuriyet’in ilanından sonra kurumlaşmaya dönüşmüştür. Bilhassa son yüz yılını savaşlarla ve büyük sıkıntılarla geçiren bir toplumda savaş sona erer ermez pek çok ihtiyaç olduğu halde kültürle ilgili kurumlar oluşturulması, pek çok insan için anlaşılması zor bir durumdur. Ancak Atatürk, kurucu bir lider olduğu için toplumu millet yapan unsurların gelişip kuvvetlenmesi ile ilgili etkinliklere öncelik vermiştir.

Cumhuriyet’in ilan edilmesinin hemen ardından 1924 yılında Türkiyat Enstitüsü kurulmuştur. Enstitü’nün kurulma gerekçesi olarak gösterilen “devleti ilmî temeller üzerine yükseltme” arzusu dikkat çekicidir. Çünkü Türkiyat Enstitüsü; Türk dili, tarihi ve kültürüyle ilgili bilimsel araştırmaları yapacak ve bu araştırmalardan çıkan sonuçlar devletin temellerini oluşturacaktır.

1926 yılında Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de toplanan Birinci Türkoloji Kongresi’ne Fuat Köprülü, Hüseyinzade Ali Bey ile o sıralar Türkiye’de çalışmakta olan Macar bilgin Mesaroş Yula’yı Türkiye’yi temsil etmek üzere göndermiştir. Bu toplantıda alınan Latin asıllı alfabe kabul edilmesi tavsiyesine uyulmuş ve 1 Kasım 1928’de Türkiye bu alfabeyi benimsemiştir.

12 Temmuz 1932’de Türk Dil Kurumu kurulmuş ve çalışmalara başlamıştır. Bu kurumun ilk faaliyeti olarak 26 Eylül 1932’de Dolmabahçe Sarayı’nda büyük bir dil kurultayı toplanmış ve dille ilgili politikalar bu kurultayda belirlenmiştir. Türk Dil Kurumu’nun 17 Ekim 1932’de yayınlanan bildirisinde şu konulara dikkat çekilmiştir:

1. Türk dilini millî kültürümüzün eksiksiz bir ifade aracı haline getirmek, Türkçeyi gelişmiş medeniyetin önümüze koyduğu bütün ihtiyaçları karşılayacak bir mükemmeliyete erdirmek.
2. Bunun için bugün yazı dilinde Türkçeye yabancı kalmış öğeleri atmak, halkçı bir idarenin istediği şekilde halk ve aydınlar arasında birbirinden içerik olarak ayrı iki dil varlığını ortadan kaldırmak, temel unsurları öztürkçe olan bir dil meydana getirmek.

Böylece dilde özleştirme hareketi başladı ve Türkçeye yabancı kalmış unsurlar yerine öztürkçe sözler koymak için derleme, tarama ve anket çalışmaları başlatıldı.Derleme ve tarama sözlükleri hazırlandı.

1936 yılına kadar süren özleştirme çalışmalarıyla Türkçeye pek çok yeni kelime kazandırıldığı gibi, teklif edilen pek çok kelime de dilde kendine yer bulamayıp unutuldu. 1936’da özleştirme çalışmalarının hızı kesildi, ancak terimlerin Türkçeleştirilme çabaları devam etti. Orta öğretimde kullanılan geometri terimlerini bizzat Atatürk Türkçeleştirerek dilimize kazandırdı. 1935 yılında Güneş-Dil Kuramı ortaya atıldı ve artık halkın bildiği, manasını anladığı kelimelerin yabancı dilden geliyor sanılarak feda edilmesi zarureti bu kuramla ortadan kalkmış ve dil kendi doğal gelişme seyrine dönmüş oldu.
 

Çevrimiçi üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

REKLAMLAR

Forum istatistikleri

Konular
17,414
Mesajlar
134,310
Kullanıcılar
90,716
Son üye
Abdullah Kara
Üst