Aöf Türkiye Ekonomisi Ders Notları 3. Ünite

AOFDESTEK

ADMİN
Yönetici
Admin
Katılım
9 Şub 2011
Mesajlar
6,041
Tepkime puanı
25
Puanları
48
Bölüm:
İşletme
Şehir:
Bursa
TÜRKİYE EKONOMİSİ

ÜNİTE 3

KAMU EKONOMİSİNDE GELİŞMELER: Kamu ekonomisi, ekonominin bir alt dalıdır ve devletin ekonomi içindeki temsil ettiği pay ile ölçülür. Devletin harcamaları, gelirleri, borçları ile ilgili uygulamaların nedenleri sonuçları ve etkilerini incelemektedir.

KAMU EKONOMİSİ VE TÜRKİYEDEKİ GELİŞİMİ: Kamu ekonomisi, yukarıda ifade edildiği gibi, devletin harcamaları, gelirleri, borçları ile ilgili uygulamaların nedenleri sonuçları ve etkilerini inceler. Kamu kesiminin büyüklüğü ve ölçülmesi kamu ekonomisinin analizi açısından önemlidir. Kamu harcamalarının ya da bu harcamaların finansmanını sağlayan kamu gelirlerinin GSYH ‘ya oranları kamu kesiminin büyüklüğünü ölçmede kullanılan ölçütlerden biridir. Kamu kesimi genellikle tam kamusal ve yarı kamusal ve hizmet üretiminin yanında özel mal ve hizmette üretmektedir.

Tam ve yarı kamusal mal ve hizmetlerin üretimini üstlenen kamu kesimi bunları piyasa fiyatlarından satma olanağı genellikle olmadığından, finansmanı vergi ve benzeri gelirlerle karşılamaktadır. Kamu kesiminin büyüklüğünü dar anlamda kamu bütçesi içinde görebiliriz. Geniş anlamda kamu kesimi ise yerel yönetimleri, kamu iktisadi kuruluşlarını fonları, sosyal güvenlik kuruluşları ve döner sermayeli kuruluşları da kapsamaktadır.

Kamu Kesiminin Büyüklüğü: Kamu kesiminin milli hasıladan aldığı pay dünyada ve Türkiye’de yıllar itibarıyla büyük değişiklikler göstermiş ve tartışma konusu olmuştur. Kamu kesiminin büyüklüğü ülkelerin siyasal sistemlerinin de belirleyicisi olmaktadır. Devletin milli hasıladan aldığı payın küçültülmesi gereği son yıllarda ekonomik etkinlik açısından daha fazla önerilmektedir. Kamu harcamaları açısından optimum (en uygun) oranının sağlanması önemlidir. Toplum kamudan talep ettiği mal ve hizmetleri karşılayan harcama oranı optimum ölçüt olmalıdır.
Kamu harcamaları ile kamu gelirleri arasındaki oluşan fark kamu harcamalarının daha yüksek olması şeklinde geliştiğinde kamu açığı oluşacaktır ve bu açık borçlanma yoluyla karşılanmaktadır.
Kamu açığı: Toplam kamu harcamalarının toplam kamu gelirlerini aşan kısmıdır.

TÜRKİYE’DE KAMU HARCAMALARI:
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan günümüze kadar olan süreçte kamu harcamalarının GSYH’ya oranında genel eğilim, tüm dünyada olduğu gibi, artış yönündedir. 1930’lu yıllarda devletçi sanayileşme politikaları neticesinde kamu harcamaları hızla artmıştır. 1939-1945 yıllarında (İkinci Dünya Savaşı döneminde) kamu harcamalarının GSYH’ya oranı giderek düşmüştür. 1950’li yıllarda ise ciddi dalgalanmalar olmamıştır. Bahsettiğimiz dönemlerde kamu gelirleri de harcamalarla benzer bir seyir izlemiştir. 1970’lerin ilk yıllarına kadar bütçe denkliği genel olarak önemsenirken, bu tarihlerden sonra belirgin bir şekilde açık bütçeler söz konusudur. 1990’lı yıllar kamu harcamaları ve kamu gelirleri arasındaki farkın iyice açıldığı yıllardır. Kriz yılı olan 2001’de ise kamu harcamaları ile gelirleri arasındaki fark maksimum (en yüksek) seviyeye ulaşmıştır.

2001 krizi sonrasında uygulanan istikrar programı (Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı) sonrasında bu oranlarda büyük düşüş sağlanmıştır.
1990’ların ortasından 2000’lerin başlarına kadar kamu harcamalarının GSYH oranı ile kamu giderlerinin GSYH oranı arasındaki fark %10’ların üzerinde seyrederken bu fark 2011 yılında %1,36’ya düşmüştür.
Kamu Harcamalarının Sınıflandırılması Ve Türkiye’deki Durum: Kamu harcamalarının sınıflandırılması devlet hizmetlerinin yapısını , biçimini ve ekonomik kaynaklarının kullanımını belirlemek açısından önemlidir. Bu amaç kamu harcamaları idari (Kurumsal) , işlevsel(fonksiyonel) ve ekonomik sınıflandırmalara tabi tutulur. Türkiye’de kamu harcamalarında 1950’lere kadar sadece idari sınıflandırma yapılmıştır. Bu tarihten sonra ekonomik sınıflandırma mevcuttur.

İdari sınıflandırmada 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’na göre genel bütçe, özel bütçe ve düzenleyici denetleyici kurum bütçelerinden oluşan bir sınıflama mevcuttur. idari (kurumsal) sınıflama ekonomik analizlere uygun bir sınıflama değildir. Bu sınıflama harcamayı yapan yönetim birimlerini esas almaktadır. Kurumların yaptıkları fonksiyonlara göre düzenlenmiş fonksiyonel (işlevsel) sınıflama ise ekonomik kaynakların kullanımını belirlemek açısından daha belirleyici olmaktadır.


Harcamalarla ulaşılmak istenen hedefler birleştirilmektedir. İşlevsel sınıflandırma da savunma, sağlık, eğitim gibi hizmetler, o hizmetleri hangi kuruluşların yaptığı dikkate alınmaksızın harcamaların hangi amaçları gerçekleştirdiğine bakılır. Kamu harcamalarının ekonomik sınıflandırılması, devlet hizmetlerinin ekonomik faaliyet düzeyi üzerindeki etkilerini ölçmeye yardımcı olur. Ekonomik sınıflandırma ile ilgili olarak Türkiye’de 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu ile bütçede kamu harcamalarının sınıflandırılması yeniden yapılandırılmıştır.

Sosyal güvenlik harcamaları: da bütçedeki payı yıllar itibarıyla önemli ölçüde artan harcamalardandır.

Cari harcamalar: Kısa dönemde doğrudan üretim artırıcı etkisi olmayan ve faydası bir dönemle sınırlı olan harcamalardır.

Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu (5018 sayılı Kanun) ile performans esaslı bütçelemeye geçilmiş ve bütçedeki sınıflandırma sistemi de yeniden yapılandırılmıştır. Yeni yapılandırılan ekonomik sınıflandırma bize uluslararası karşılaştırmalara imkan vermesi ve diğer ülkelerle aynı yöntemleri kullanma açısından yararlar getirmektedir.
Türkiye’de Kamu Gelirleri: Kamu bütçesinde harcamaların finansmanında kullanılan kamu gelirlerinin en önemlisi vergi geliridir. Bunun dışındaki gelirler vergi dışı normal gelirler, özel gelirler ve fon gelirleri, diğer gelirler ve katma bütçe gelirleri olarak sınıflandırılmaktadır. Bu dar anlamda kamu gelirlerini oluşturur.
Geniş anlamda kamu gelirleri ise devlet , il özel idareleri , belediyeler ve sosyal güvenlik kuruluşlarının gelirlerinden oluşur.
Vergi dışı gelirleri içinde teşebbüs ve mülkiyet gelirleri, faiz, pay, ceza gelirleri, sermaye gelirleri yer almaktadır. Gelir vergileri dolaysız vergilerin en önemli bölümünü oluşturmaktadır. Bu açıdan bakıldığında Türk Vergi Sisteminde dolaysız vergileri payı düşerken, dolaylı vergilerin payı artmıştır. Bu, bizi gelir dağılımı tartışmalarına götürecektir.

NOT: Devletin dolaylı vergilere yönelmesinin en önemli sebepleri bu vergilere karşı tepkinin düşük olması, vergi maliyetinin düşük olmasından kaynaklanmaktadır.
NOT: Gelir Vergisi, Kurumlar Vergisi, Katma Değer Vergisi (KDV) ve Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) vergi sisteminin dört temel ayağını oluşturmaktadır.

Kişisel gelir vergisi artan oranlı tarifeye tabi iken, harcamalar üzerinden alınan vergiler sabit oranlı tarifeye göre alınmaktadır. Kişisel gelir vergisi hem artan oranlı olma hem de gelir üzerinden alınma özellikleri nedeniyle gelire karşı esnek bir vergidir. Kişisel gelir vergisi, gelir adaletini sağlamada daha etkin bir vergidir. KDV ve ÖTV ise gerek harcamalar üzerinden alınması gerekse sabit oranlı olması nedeniyle esnekliği düşük vergilerdir. Ekonomik etkinlik açısından ise harcamalar üzerinden alınan vergiler daha avantajlıdır. Çünkü harcamalar üzerinden alınan vergiler artan oranlı olmadığı, üretim üzerine değil, tüketim üzerine konuldukları için tasarrufları negatif yönde etkilemezler ve hatta sermaye birikimine olumlu katkıda bulunurlar. Ayrıca yatırım kararları üzerinde harcamalar üzerinden alınan vergilerinin etkisi objektif ve tarafsızdır.

NOT: Türkiye’de dolaylı vergilerin dolaysız vergiler aleyhine gelişmesi ekonomik etkinliğin, gelir dağılımından daha öncelikli olduğunu gösterir.

Türkiye’de Vergi Yükü: Verginin ödenmesi mikro açıdan gerçek ve tüzel kişilerin gelirlerinin, makro açıdan toplumun gelirlerinin özel kesimden kamu kesimine aktarılmasıdır. Vergi doğrudan toplum gelirlerinin özel kesimden kamu kesimin e aktarılmasıdır. Vergi doğrudan karşılığı olmayan bir ödemedir ve ödeyenin şimdiki ve gelecekteki harcanabilir gelirinde bir azalmaya yol açar. Bu durumdan mükellef hem maddi olarak hem de psikolojik olarak etkilenmektedir. Verginin ödenmesi mükellefler ü zerinde ölçülemeyen (Sübjektif) veya ölçülebilen (objektif) bir yük yaratır.

Vergilemede adalet ve eşitlik kavramı temel vergi prensiplerindendir . Kamu hizmetlerinden sağlanan faydaya göre mi vergi alınması gerektiği yoksa vergi ödemek dolayısıyla katlanılan fedakârlık ve ödeme iktidarlarına göre mi alınacağı sorununu ele alan fayda ve ödeme iktidarı teorileri de vergi yükünün bireyler arasında nasıl dağıtılacağını incelemiştir. Bunun yanında vergilerin tüm ekonomiye etkisi yine vergi yükü ile ilgilidir. Yani hem vergi teorisi hem de kamu maliyesi vergi yükü sorunu ile ilgilenmektedir. Bireysel Vergi Yükümlülüğü: Bireyin ödediği vergilerin bireyin gelirine oranıdır. (Bireyin ödediği tüm vergiler / bireyin geliri ) Net Vergi Yükü: (Ödenen tüm vergiler kamu hizmetlerinden sağlanan yarar) / Gelir.
Toplam Vergi Yükü:Ödenen vergilerin toplum gelirine (milli gelire) oranıdır.(Ödenen vergiler/ milli gelir).

TÜRKİYE’DE İÇ BORÇLANMA VE BORÇ YÖNETİMİ: Kamu ihtiyacı olan kaynakları ya borçlanma yada vergi gelirleri yoluyla elde edecektir. Devletin diğer bir ifadeyle kamunun borçlanmasını vergilerden ayıran en önemli özellik ise borçlanmanın kişinin (v eya tüzel kişinin) oluruyla yapılmasıdır. Kamu (devlet) iç borçlanmada bazen gönüllülüğü ortadan kaldırabilmektedir. 1962 Yılından sonra Türkiye’de uygulanan Tasarruf Bonoları zorunlu olarak kamu borç vermeye iyi örnektir.

Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan borçlar ve borç yönetimindeki sorunlar nedeniyle borçlanma konusunda oldukça temkinli davranmıştır. İkinci Dünya Savaşı döneminde iç ve dış borçlanma konusunda gelişmeler yaşanmıştır. İlk defa bütçe açıklarının finansmanı için iç borçlanmaya gidilmiştir. Bütçe açıkları 1950-60 arasında iç borçların önemli sebeplerinden biri olmuştur. 1960 sonrası dönemde, vergi gelirlerinin hedeflenen kalkınma için yapılan kamu harcamalarını karşılamada yetersiz kalması, iç finansman açığını büyütmüştür. Cumhuriyetin ilk yıllarından 1970’li yıllara kadar iç borçlanmaya çok fazla başvurulmamıştır. Açıklar genellikle Merkez Bankası kaynaklarına başvurularak finanse edilmeye çalışılmıştır. 1980 sonrası dönemde kamu açıkları ağırlıklı olarak iç borçlanmayla karşılanır hâle gelmiştir. Yüksek iç borçlanma, borçların sürdürülemez hâle gelmesine yol açmıştır. 2001 yılında yaşanan ekonomik krize bağlı olarak yaşanan daralma ve yüksek kur ayarlamaları gerçekleşmiştir.
Şubat 2001’de yaşanan ekonomik krizin faizler ve borçlanma vadeleri üzerinde yarattığı olumsuz etkiler sonucunda iç borç stoku büyük bir artış göstermiştir. 2001 krizini izleyen yıllarda iç borç stoku nominal olarak artmış olmakla birlikte artış hızı düşmüş, büyüme hızının da yüksekliği sonucunda GSYH içindeki payı azalmıştır. Mali istikrarın sağlanmasında borç yönetimi önemli bir politika aracıdır.
NOT: Borç yönetimi mali istikrarı etkilediği gibi faiz oranlar› vb. parametreler üzerindeki etkisi nedeniyle para politikalarını da etkilemektedir.

Kamu finansmanında verginin yerine iç borçlanmanın tercih edilmesi, belirli kesimlere kaynak transferi sağlamıştır. Diğer yandan kamuya borç verenler zenginleşirken, borç vermeyenler fakirleşmiştir. Borçlanmanın gelir dağılımını bozmaması için reel faiz oranının büyüme hızının üzerine çıkmaması gerekir.
Türkiye’de özellikle yüksek enflasyonist dönemde kamunun daha rahat borçlanması için yüksek tutulan reel faiz oranları, özel sektörü yatırım yapmak yerine, kamuya borç vererek risksiz ve yüksek getiri sağlamaya yönlendirmiştir.
NOT: Borç yönetiminde temel amaç faiz oranları, döviz kurları ve likidite dalgalanmalarını minimum düzeyde etkileyecek borç yüküne sahip olmak ve bunu sürdürebilmektir.
NOT: Borç yönetiminin birincil amacı borç yükünün azaltılmasıdır.

Kamu İç Borçlanmasında Vade Ve Maliyet: Türkiye ekonomisinde yaşanan krizlerle birlikte iç borçlanmada vade yapısı giderek kısalmıştır. 1994 Yılında yaşanan ekonomik kriz neticesinde iç borçlanmanın vadesi yıllık ortalama vadesi 119 gündür. Bir önceki yılda iç borçlanmanın yıllık ortalama vadesi 257 gündür. Ekonomide yaşanan sıkıntılarla birlikte kredibilite (güven) sorunu borçlanmada vadeyi yarı yarıya kısaltmıştır. 5 Nisan 1994 Kararlarının ardından nispeten sağlanan istikrar, vadeyi 1999 yılında 479 güne kadar çıkartmıştır. Şubat 2001 Krizi ile birlikte iç borçlanma vadesinde keskin bir düşüş gerçekleşmiştir. 2001 yılında ortalama iç borçlanma vadesi 148 gün olarak gerçekleşmiştir. 2010 sonunda iç borçlanmada vade 48 aya çıktıktan sonra, Avrupa’daki borç krizinin etkisiyle 2011 sonunda gerileme kaydetmiş ve 27 aya inmiştir. Türkiye’nin iç borç stokunda vade bakımından önemli bir performans gösterildiği söylenebilir.

Merkez Bankasının gecelik borç alma ve borç verme faiz oranları, kamu borçlanmasında referans alınan değerler arasındadır. Hazinenin borçlanmasındaki faiz düşüşleri, Merkez Bankası gecelik borç alma ve borç verme faiz oranlarına paralellik göstermektedir. Merkez Bankasının referans olarak kullanılan diğer bir enstrümanı da avans ve reeskont faiz oranlarıdır. Merkez Bankasının bankaların kırdırmak istedikleri borçlanma araçlarına uyguladıkları reeskont oranları (komisyon) ile avans isteyen bankalara uyguladıkları faiz oranlar› enflasyon ve Hazine borçlanmasına paralel düşüşler göstermiştir.

Kamu Kesimi Borçlanma Gereği: Kamu açığı, kamu gelir ve gider dengesinin giderler lehine gelişmesiyle oluşur. Diğer bir ifadeyle devlet elde ettiği gelirlerden daha fazlasını harcadığında kamu açığı meydana gelmektedir. Kamu açığın ölçme yöntemlerine göre geleneksel bütçe açığı, birincil açık, işlemsel açık, yarı mali açık, nakit açığı, nominal reel bütçe açığı gibi adlarla adlandırılır.

Ülkelerarası karşılaştırmalar yapabilmek ve bütçe açığı ölçümü ile ilgili sorunlardan kurtulmak, standartlara uyum sağlamak ve maliye politikasının sürdürülebilirliğinin analiz edilebilmesi için kamu kesimi borçlanma gereği (KKBG) bütçe açığı göstergesi olarak kullanılmaktadır.

Kamu Kesimi Borçlanma Gereği (KKBG): Kamunun toplam nakdi harcamamaları ile toplam nakdi gelirleri arasındaki farktır.

TÜRKİYE BÜTÇELEMESİNİN GELİŞİMİ: Türkiye’de kamu mali yönetimine ilişkin ilk düzenleme 1927 yılında çıkarılan 1050 sayılı Muhasebe-i Umumiye Kanunu’dur ve 2006 yılına kadar uygulanmıştır. 2006 yılından itibaren bütçeler 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’na göre hazırlanmıştır. Bu kanunla kamu idarelerinin tüm gelir ve giderlerinin bütçelerde yer alması sağlanmış ve bütçe dışında gelir elde edilmesi ile gider yapılması önlenmiştir.

Harcamalar konusunda esneklikler sağlanmıştır. Kamuda uygulanan muhasebe sistemi geliştirilmiş, mahalli idareler ve sosyal güvenlik kurumlarının bütçe büyüklüklerinin TBMM’nin bilgisine sunulması sağlanmıştır. Vergi muafiyeti istisna ve indirimleri ile benzeri uygulamalar nedeniyle vazgeçilen kamu gelirleri cetveli (Vergi harcamaları cetveli) bütçe kanunlarına eklenmeye başlanmıştır. Mali saydamlıkla ilgili yeni kamu mali yönetim yapısı, harcamacı kuruluşların ileriye yönelik bütçe tahminlerinin, yerel yönetimler ve sosyal güvenlik kurumlarının bütçe tahminlerinin bütçe kanunu tasarısına eklenmesi gibi parlamentoya ve kamuoyuna sunulacak raporların içeriğini zenginleştiren yenilikler getirilmiştir. Kamu kaynağının etkin kullanımı açısından hesap verme sorumluluğu getirilmiştir. 2006 yılında konsolide bütçe yerine merkezi yönetim bütçesi kavram› kullanılmaya başlanmış ve düzenleyici/denetleyici kurumların da harcama ve gelirleri bütçeye dahil edilmiştir. Ayrıca eskiden genel bütçe dışında tutulan ve sosyal güvenlik kuruluşlarının ve mahalli idarelerin bütçeleri de genel yönetim bütçesi şemsiyesi altına alınmıştır. Bütçede yer alan en önemli harcama kalemlerinden eğitim sağlık ve savunma harcamalarının cumhuriyet dönemi boyunca bütçeden aldıkları paylar içinde savunma 1970’lere kadar belirgin bir şekilde bütçedeki en büyük payı alırken, yıllar itibarıyla pay› azalmaya başlamış ve nihayet 2003 yılından itibaren eğitim harcamalarının altına düşmüştür. Eğitim harcamaları ve sağlık harcamalarının paylarında son yıllarda yükselme meydana gelmiştir.


TÜRKİYEDE ÖZELLEŞTİRME: Dar anlamda Özelleştirme, Kamu mülkiyetindeki ekonomik kuruluşların (KİTL’lerin) Yönetim ve mülkiyetinin özel sektöre devredilmesidir.
Geniş anlamda özelleştirme, devletin ekonomik faaliyetlerinin amacıyla kamu sektörünün denetimi altındaki kuruluşların özel sektöre devredilmesidir. KİT’lerin sermayesinin en az %51 inin özel sektöre devri gerekmektedir. KİT çatısı altında yer alan fakat devletin %50 den daha az paya sahip olduğu iştiraklerdeki kamu payının özel sektöre devrini ise kamunun elindeki menkul değerlerin satılarak paraya dönüştürülmesi ifade edebiliriz. Özelleşmede ilk şart mülkiyet devrinin gerçekleşmesidir. Çünkü bu sayede söz konusu kuruluş devlet kontrolünden çıkmakta ve bütçe üzerindeki yükü (varsa) azalmaktadır. Yönetim devride özelleştirmenin ikinci koşuludur. Türkiye’de özelleştirme ile ilgili önemli çalışmalar 1980 sonrasında başlamıştır.
Türkiye’de özelleştirmeye ilişkin kapsamlı düzenlemeler 1994 tarihinde 4046 sayılı Kanun’la düzenlenmiştir. Bu kanunla Özelleştirme Yüksek Kurulu ve Özelleştirme İdaresi Başkanlığı kurulmuştur. Özelleştirme ile devletin ekonomideki ticari faaliyetlerinin en aza indirilmesi hedeflenmektedir.
Sonuçta rekabete dayalı piyasa ekonomisinin oluşturulması, devlet bütçesi üzerindeki KİT finansman yükünün azaltılması, sermaye piyasasının geliştirilmesi ve atıl tasarrufların ekonomiye kazandırılması amaçlanmaktadır. Türkiye’de özelleştirme çeşitli yöntemlerle uygulanmıştır. Özelleştirme uygulamalarında blok satış yöntemi ağırlık taşımaktadır. 1986 yılından bu yana toplam 43.1 milyar dolar tutarında özelleştirme gerçekleştirilmiştir. Özelleştirme uygulamaları ile kamu kesimi, faaliyet gösterdiği birçok sektörden tamamen çekilmiştir.

TÜRKİYEDE’DE MAHALLİ İDARELERİN BÜTÇELERİ: Türkiye’de mahalli idareler bütçeleri belediyeler, il özel idareleri, İller Bankası ile su ve kanalizasyon idareleri bütçelerinden oluşmaktadır. Mahalli idare bütçelerinin %90’ı belediyeler tarafından gerçekleştirilmektedir. Türkiye’de son yıllarda mahalli idarelerin bütçe ve yetkileri arttırılmaya çalışılmaktadır. Mahalli idarelerin yetkileri, görevleri, gelir kaynakları ve harcamaları merkezi yönetim tarafından belirlenir. 1980 sonrası dönemde emlak vergileri ve bazı vergilerin toplanması belediyelere bırakılmış ve belediyelere genel bütçeden daha çok kaynak transfer edilmeye başlanmıştır. Bu gelişmelerin sonucu olarak 1980 yılında mahalli idarelerin gelirlerinin GSYH oranı %1 civarında iken, bu oran 2010 yılında %3,55 e kadar çıkmıştır. 2002 yılında genel bütçe gelirlerinin %6,6’sı mahalli idarelere aktarılırken, bu oran 2010 yılında %8,9’a yükselmiştir. Türkiye’de son on yılda hızlı bir şekilde kentlere göç gerçekleşmiştir. Bu durum mahalli idarelerin sunduğu hizmetlere olan talebi artırmıştır.
 

Çevrimiçi üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

REKLAMLAR

Forum istatistikleri

Konular
17,414
Mesajlar
134,310
Kullanıcılar
90,716
Son üye
Abdullah Kara
Üst