Eski Türk Edebiyatına Giriş: Biçim ve Ölçü

asah

GOLD Üye
Katılım
14 Eki 2012
Mesajlar
2,943
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Bölüm:
Türk Dili ve Edebiyatı
Şehir:
Zonguldak
Eski Türk Edebiyatına Giriş: Söz Sanatları


Ünite: 1
Eski Türk Edebiyatında İfade Şekilleri ve Anlam Sanatlarına Giriş


Îcâz ve İtnâb
Belâgatte bir cümlede kullanılan sözcüklerin ifade edilmek istenen maksada göre azlık ya da çokluğunu veya cümlenin uzunluk ya da kısalığını belirtmek için üç ayrı ölçüt vardır:
Îcâz (sözü kısaltmak)
İtnâb (Sözü uzatmak) ve
Müsâvât (Sözü güzel ve maksada uygun olarak ifade edebilen birinin, muhatabının durumunu göz önünde bulundurarak maksadını sıradan insanların günük hayatta kullandıkları sözlerle ifade etmesidir)
Belâgatte îcâza büyük önem verilmiştir.
Bir ibarenin uzunluk ve kısalığını belirlemenin ölçütü, günlük dildir. Sözün muktezâ-yı hâl (= sözün gereği)e uygun olarak ifade edilmiş olup olmaması da bu konuda esas alınan ikinci derecede başka bir ölçüttür.


Îcâz
Şiir dilinin en önemli özelliklerinden biri, kısa ve eksiltili anlatımdır (az sözle çok anlam ifade edebilme gayreti).


Bir düşünceyi ifade etmede kullanılan az sayıda kelime ya da kısa bir ibare asıl söylenmek isteneni ifadeye yetiyorsa bu îcâz söze güzellik katar; yetmiyorsa, îcâz-ı muhill (=anlamı bozan îcâz) ya da ihtisâr-ı muhill (=anlamı bozan kısaltma) adını alır ve bir kusur sayılır.


Îcâz, îcâz-ı hazif ve îcâz-ı kısar olmak üzere ikiye ayrılır.

  1. Îcâz-ı Hazif (=Eksiltmeyle yapılan îcâz)
Sözden kelime ya da cümle çıkarma yoluyla yapılır. Bu tür îcâzda, ibarede eksiltme yapıldığının belli olması, anlaşılması gerekir. Darb-ı meseller, îcâzın bu türünün en iyi örnekleridir.

  1. Îcâz-ı Kısar
Az ve öz söz söyleyerek yapılan îcâzdır. Sözün az, anlamın çok olmasıdır. Veciz sözler bu türün örnekleridir.


Îcâz, belâgatte söz ve anlam ilişkisinin konu edildiği i’tilâf ve haşvin yanı sıra sanatlı ifade yolları olan mecâz ve kinâye ile de yakından ilgilidir.


İtnâb
Maksadı ifadede alışılagelen ibareden fazla kelime kullanıldığında, eğer bu kelimelerin cümledeki anlama katkısı varsa ya da muhatabın durumu bunu gerektiriyorsa, bu itnâb kusur değildir; söze güzellik katar. Fakat bu fazlalık bir yarar sağlamıyorsa tatvîl (=sözü uzatma) kabul edilerek itnâb-ı mümill (=bıktırıcı uzatma) adını alır ve kusur sayılır. Anlama olumlu bir katkısı olmayan tekrîr (=yineleme) de bu açıdan tatvîl sayılır.


İtnâbın türleri:
a) Geneli ifade eden bir sözden sonra özeli ifade eden bir söz söylemek: “Hepiniz gelin, Osman sen de gel” cümlesinde olduğu gibi.
b) Özeli ifade eden bir sözden sonra geneli ifade eden bir söz söylemek: “Ayşe, Osman herkes bugün buraya geldi” cümlesinde olduğu gibi.
c) Kapalı bir ifadeden sonra söylenene açıklık getirmek: “İnsanın iki şeyin değerini kaybetmeden bilmesi lazım; biri sağlık diğeri de ölümlü olduğunun idraki”.
d) Tekrîr/tekrâr: Bir kelime veya kelime gurubunu anlamı güçlendirmek amacıyla tekrarlamaktır.
e) Cümle-i mu’terize kullanmak: Bir cümle içerisinde ara cümle kullanmaktır. Uzun metrajlı hemen bütün cümlelerde karşımıza çıkabilir.
f) Ekleme: Cümle tamamlandıktan sonra o cümleyle ilgili ayrı bir cümle daha söylemektir.
İtnâbda muhatabın durumu ve vurgulanmak istenen husus önemli rol oynar. Bu ihtiyacı karşılayan itnâb, üsluba güzellik katan bir özelliktir. Bir söze itnab niteliği veren söz ya da sözlere haşiv (/haşv) denir.


Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum”
Necip Fazıl​
Her iki mısrada da asıl anlam ilk kelimelerle verilmektedir. Bununla birlikte “sokakta” ve “yürüyorum” sözcükleri kapalı ifadelerdir, açıklanmaya ihtiyaçları vardır. Bu sözcüklerden sonra gelen ifadeler bu iki sözcüğü anlamlandırmaktadır. Şairin önce kapalı bir söz söyleyip daha sonra da buna açıklık getirmesi (=îzâh ba’de’l-ibhâm) ise mısralara etkileyicilik kazandırmaktadır.


Beyân
Asıl anlamı “ortaya çıkmak, görünmek, zahir olmak, açıklamak, maksadı ortaya koymak”tır. Beyân söz ile anlam arasındaki ilginin niteliklerini ele alır ve araştırır. Söz ile anlam arasındaki bu ilgiye delâlet denir ve delâlet beyânın özüdür.


Delâlet
Delâlet, herhangi bir söz, durum ve hareketin belli bir anlam ve hükümle bağlantısını ifade eden bir kavramdır. Bir şeyin anlaşılmasının başka bir şeyin daha anlaşılmasını gerektirmesi durumudur. Şu halde iki unsur söz konusudur: Bu iki unsurdan ilkine dâll (=delâlet eden, gösteren, işaret eden)
İkincisine de medlûl (=delâlet edilen, gösterilen, işaret edilen) denir.


Delâletin türleri:

  1. Lafzî delâlet
a) Aklî delâlet (=akla dayalı delâlet): Gösteren ile gösterilen arasındaki ilişkiden dolayı doğrudan bilgiye ulaşılan söz dizimleridir. İnsan seslerinden söz ettiğimizde insan varlığı sonucuna ualaşabilmemiz buna örnek olabilir.
b) Tabî’î delâlet (=doğal delâlet): Gösteren gösterilen arasındaki psiklojik ve fizyolojik ilişki aracılığıyla bilgiye ulaşılması durumudur: “Off!” nidasının sıkıntı halini belirtmesi buna örnek olabilir.
c) Vaz’î delâlet (=uzlaşıya dayalı delâlet): Gösteren ile gösterilen arasındaki anlam ilişkisinin gelenekler çerçevesinde yerel çerçevede, bilgiye dönüşmesi durumunu tanımlar. “Özel kalem” dendiğinde yazı gereci olan kalemin değil de özel sekreter manasındaki görevlinin anlaşılması buna örnek olabilir.

  1. Gayr-ı lafzî delâlet
a) Aklî delâlet: Tüten bir dumanın ateşin varlığını göstermesi gibi.
b) Tabî’î delâlet: yüzü kızaranın utanmış olduğunun anlaşılması gibi.
c) Vaz’î delâlet: belli işaretlerin, mimiklerin belli değer ve hükümleri anlatması durumudur.
Delâlet ilişkisinin daha iyi anlaşılabilmesi için:

  1. Belirti: İletişim amacı taşımayan, sebep – sonuç ilişkisi taşıyan özellikteki işaretlerdir.
  2. Görüntüye dayalı gösterge-ikon: İletişim amaçlı, bilgi taşıma görevi olan işaretlerdir, resim ve fotoğraflar gibi.
  3. Simge-sembol: Sebep-sonuç ilişkisi değil ancak anlaşmaya yarayan ifadelerdir, bir dili oluşturan sözcükler bu durupta sınıflanır.
Dâll kendi dışında bir şeyi haber eden, işaret eden, o şeyi gösteren bir unsurdur. Belagât bu unsurun söz olanı ile ilgilenir. Medlûl bu sözün gösterdiği şey yani gösterilendir. Gösteren ile gösterilen arasındaki ilişkiye de delâlet denir (oldu şimdi tam anlamıyla göstergebilim).


Beyân lafzî-vaz’î delâleti mutâbakat, tazammun ve iltizâm olmak üzere üç kısmda inceler.
a) Mutâbakat: Bir sözcüğün asıl anlamı yerine kullanılmasıdır.
b) Tazammun: Bir sözcüğü, ifade ettiği anlamlardan sadece birisini öne çıkararak kullanaktır; cesaretli birisi için aslan derken, o kişinin sadece aslan gibi cesur olduğunu ifade etme durumu buna örnek olabilir.
c) İltizâm: Sözün, fiziki bir durumun zihindeki yanısmasını ifade etmek için kullanılması. Kıskançlıktan benzi sarardı dediğimde karşımdakinin sararıp sararmamasıyla değil utancıyla ilgi bir anlamı işaret ederken yaptığım şey mecaz değil iltizâm olarak kabul edilir.


Lafız-Mana İlişkisinde Hakikat ve Mecâz
Sözün gerçek anlamda kullanılması hakikat, bir ilgi dolayısıyla bu anlamın dışında kullanılması mecâz, gerçek anlamda kullanılması mümkün olduğu halde zihinde çağrıştırdığı başka bir anlamı da içermesi kinâye, hiçbir ilgi bulunmaksızın bir başka anlamda kullanılması ise galat’tır.
Hakikat, bir lafzın kendisi için konulmuş olan anlamda kullanılmasıdır ve bu anlam onun lügavî (temel/gerçek) anlamıdır.


Belgâtte sözün sonradan kazandıkları anlamlara me’ânî-i sevânî (ikinci anlamlar) denir. Me’ânî-i sevânî için ma’ne’l-ma’nâ (anlamın anlamı) terimi de kullanılmıştır.
Edebi metinler yan anlamlı sözcüklerin yoğun olduğu metinlerdir.
Hakikat ile mecaz arasındaki fark, hakikatin gösterdiği anlam için bir karine(=ipucu)ye ihtiyaç duymaması, mecazın ise bu karineye ihtiyaç duymasıyla ortaya çıkar.


Mecâz
Kelimenin hakiki anlamının anlaşılmasına karîne-i mâni’a (=engelleyici ipucu) adı verilen
Aklî bir engel vardır. Bu delil bazen sözün içinde bazen de sözün öncesi ve sonrasındaki ifadede karşımıza çıkar.
Aklî mecâz: Failler arasındaki ilişki nedeniyle, fiilin asıl failiyle değil de başka diğer faille ilişkilendirilmesidir. “Size duyduğum sevgi beni buraya kadar getirdi” dediğimde sevgi’nin binek olmadığını bildiğim halde, bu manada kullanıyor olmam aklî mecaz yoluyla anlaşılabilen bir durumdur.
Mecâz-ı hazfî: Aklî mecâz türü olan mecâz-ı hazfî de fail sözcük öbeğinden düşürülmüştür;
“bu adresi bir de kahveye sor” dediğimde kahve sözüyle işaret edilen muhatap ‘insanlar’ sözcük sözcük öbeğinden düştüğü için, kahve sözcüğü mecâz, sözcük öbeği de mecâz-ı hazfî olarak değerlendirilmiştir.
Lügavî mecâz: Bir kelimenin bir ilgi sebebiyle asıl anlamının dışında kullanılmasıdır. Lügavî mecazın mecâz-ı mürsel ve isti’âre denen iki türü vardır.
Mecâz-ı mürsel: Üç şartla gerçekleşir. A) Kelimenin gerçek anlam dışında bir anlamı kastetmesi. B) gerçek anlam ile mecâzî anlam dışında bir ilgi olması C) gerçek anlamın anlaşılmasına bir engel (karîne-i mâni’a) bulunması.
Mecâz-ı mürselde gerçek anlamdan mecâzî anlama geçişi sağlayan alakalar:
a) Parça bütün (=cüz’iyyet-külliyet) ilişkisi: “saçımı kestirdim” dediğimde saçımın tamamını değil bir kısmını kestirdiğimi ifade ediyor olmam buna örnektir.
b) Mahal ilgisi: “Bardağı bir dikişte içti” dediğimde içilen bardak değil, bardaktakidir, burada bardak, mahal işlevi görevi görmektedir.
c) Sebep-sonuç ilişkisi: Lafzın mecâzî anlama sebep olması, “saçımı boşuna ağartmadım” derken, tecrübe sahibi olduğumu ifade etmem bu duruma örnektir.
d) Genel-özel (=umum-husus) anlam ilişkisi: Özel bir anlamı ifade etmek için geneli ifade eden bir sözcük kullanmak veya bunun tersi durumlar buna örnektir.
e) Mazhariyet ilişkisi: “bütün ev onun eline bakıyor” sözü buna örnektir.
f) Âlet olma ilgisi: Bir kelimenin gerçek anlamının mecazî anlama vesile olması, “Türk dili” dediğimizde “dil” kelimesiyle sakatat değil de sözcükleri ifade ediyor olmamız buna örnektir.
g) Öncelik-sonralık ilişkisi: Bir şeyi geçmişteki haliyle ya da gelecekte alacağı hal ile ifade etmektir; eşşek kadar adamdan “bizim çocuk” diye söz eden ebeveynlerin lafzı bu duruma örnektir.


Bir mecazın sanat olarak kabul edilebilmesi için, kullanılan mecazın dildeki hazır bir malzeme olmaması, eser sahibi tarafından bilerek kullanılmış olmasına dikkat edilir.


Teşbîh
Teşbîhte maksat, asıl olarak müşebbeh ile ilgilidir.
Aralarında benzerlik bulunan iki şeyden birini diğerine benzetmektir. Benzeyene müşebbeh, benzetilene ise müşebbehün bih denir.
Teşbîhte iki unsurun ortak niteliklerine (benzer yanlarına) vech-i şebeh (=benzetme yönü) denir. Bazı durumlarda bu benzetme benzetme edatı (=edât-ı teşbîh) kullanılarak yapılır.
Teşbîhte birden fazla nitelik tek bir şeye benzetilebileceği gibi bunun tersi de mümkündür.
Teşbîhte benzeyen ve kendisine benzetilen olmak üzere iki asıl unsur vardır. Bu iki unsurdan biri kaldırılırsa teşbîh mecaza dönüşür ve istiare adını alır.
Teşbîhte vech-i şebeh söylenirse o teşbîh mufassal,
Söylenmezse mücmel,
Teşbîh edatı söylenirse mürsel,
Söylenmezse mü’ekked olarak adlandırılır.
Mufassaf ve mürsel teşbîh: Ali cesarette aslan gibidir.
Mücmel ve mürsel teşbîh: Ali aslan gibidir.
Mufassal ve mü’ekked teşbîh: Ali cesarette aslandır.


Teşbîhin türleri
Belîğ Teşbîh
Yalnızca müşebbeh ve müşebbehün bihle yapılan, bir başka deyişle vech-i şebeh ve teşbîh edatı bulunmayan teşbîhlere teşbîh-i belîğ denir; “Ali aslandır” cümlesi buna örnektir.
Teşbîhin belîğ kabul edilmesi aranan bir diğer nitelik de ba’îd-i garîp olması şartıdır: Ba’îd-i garîp, vech-i şebehin kolayca anlaşılmamasıdır. Bu kıstas, orijinalite için gereklidir (ba’îd-i garîp ölçütü nedeniyle yukarıda verilen “Ali aslandır” cümlesi, aslan sözcüğünün cesaret manasında kullanıldığının aşikâr olmasından mütevellit, teşbîh-i belîğ değildir).


Temsili Teşbîh
Teşbîhte, vech-i şebeh ayrıştırılamayacak kadar çok unsurdan meydana gelen bir tasavvur ise, buna temsilî teşbîh denir. Ancak bunu, vech-i şebehi birden fazla olan teşbîhlerle karıştımamak lazım. Temsilî teşbîhlerde vech-i şebeh hissî ve somut değil, aklî ve/veya hayalî bir tasavvurdur.
Îrâd-ı mesel ya da irsâl-i mesel adı verilen alatım biçimleri temsilî teşbîh olarak kabul edilirler.
Temsilî teşbîhlerde bir düşünce ya da duygu diğer bir ibare ile desteklenir, bir iddiaya delil getirilir. Bu destekleyici ifade bazen darb-ı mesel de olabilir.
Teşâbüh (=benzeşme): Teşbihteki tarafları bir özellikte birleştirmek için söylenen benzetmelere teşâbüh denir.
Teşbîh-i tehekkümî [(teşbîh-i temlîhi) ironi gibi düşünebiliriz bunu]: Aralarında bir vech-i şebeh olmadığı halde müşebbehin mizah, yergi ya da latife amacıyla müşebbehün bihe benzetilmesidir. Cimri birini cömertlik timsali birine benzetmek gibi.
Osmanlı Türkçesinde yaygın olarak kullanılan Farsça tamlamaların bir kısmı aynı zamanda birer teşbîhtir.
Müşebbehun bih olarak bilinen şeyler kimi zaman müşebbeh olarak karşımıza çıkabilir; “aslana bak Ali gibi” dediğimde aslanın Ali kadar cesur olduğunu söylemiş olurum. Hatta Ali’nin aslanı bile alt edeceğini ima ederim. Bu tarz teşbîhlere teşbîh-i maklûb denir.


İstiâre
Kelimenin asıl anlamı birinden bir şeyi ödünç isteyip almaktır.
İstiâre, bir kelimeye aralarındaki benzerlik sebebiyle asıl anlamının dışında yeni bir anlam vermektir.
İstiâre hem bir mecaz hem de bir teşbîhtir.
İstiâre, bir unsurun zihnimizde uyandırdığı başka bir unsur ile olan benzeyişini yakalayıp vermesidir.
İstiâre, kelimelerin temel anlamlarının sınırlarını aşma çabasıdır.
İstiâre ile soyut şeyler, duygu ve düşünceler somutlaştırır.
İstiâre tek bir sözcükle meydana gelmişse müfred, birden fazla sözcükten oluşmuşsa mürekkeb istiâre adını alır.
Müfred istiâre ikiye ayrılır:
a) İstiâre-i musarraha (=açık istiâre): Benzeyeni düşürülmüş teşbîhtir. Bu istiâreye “açık” denmesinin nedeni benzetilenin açıkça ifade edilmesidir.
Açık istiârede benzetilenin açıkça anlaşılması gereklidir.
b) İstiâre-i mekniyye (= kapalı istiâre): Kendisine benzetilenin açıkça söylenmediği istiârelerdir.
İstiâre-i mekniyyede lafzın gerçek anlamında kullanılmadığını gösteren “karine” istiâre-i tahyîliyye olarak adlandırılır.
İsim ve isim hükmündeki kelimelerle yapılan isti’âre-i asliyye, fiillerle yapılan istiârelere de isti’âre-i tebe’iyye denir.
Mürekkeb istiâre: Mürekkeb istiârede benzetmede unsurlar birer cümledir. Mürekkeb istiâreye temsilî istiâre de denir. Kararsızlık anlatmak için söylenen; “bir ileri bir geri gidiyor” buna örnektir.


Teşhîs ve İntâk
Teşhîs = kişileştirme, intâk da = konuşturma demektir. Her intâkta teşhîs olması gerekir.


(Şema)
1 Mecâz
1.1 Mecâz- Aklî
1.2 Mecâz-ı Lügavî
1.2.1 İstiâre
1.2.1.1 Teşbih
1.2.1.1.1 Teşbih-i Müekked​
1.2.1.1.2 Teşbih-i Mücmel​
1.2.1.1.3 Teşbih-i Mufassal​
1.2.1.1.4 Teşbih-i Mürsel​
1.2.2 Mecâz-ı Mürsel


Kinaye
Lügat anlamı gizlemek olan kinaye bir sözü gerçek anlamının da kastedilmiş olması mümkün olduğu halde farklı bir anlamda kullanmaktır.
Kinayeli söz bir açıdan mecaz, bir açıdan hakikattir. Mecazdan farkı, kinayede karîne-i mâni’anın bulunmamasıdır.
Kinaye, “sarâhat (=açıklık)”in zıddıdır.
Kinaye, hakikat ile mecaz arasında bir köprüdür.
Kendisinde kinayenin meydana geldiği lafza meknî bih; kastedilen anlamada meknî anh denir.
Maknî anh değil de işaret ettiği anlamlar üç kısma ayrılır:

  1. Mevsûf (=nitelenen varlık) olabilir: “Haset olan yerde huzur bulunmaz” cümlesinde o yer neresi sorusunun cevabı net değildir, bu durum mevsûfa örnek oluyor.
  2. Bir sıfat olabilir: “Mustafa’nın evinin kapısı herkese açıktır” cümlesiyle misapirperverliğin işaret edilmesi gibi.
  3. Nispet olabilir: Sıfat ve bu sıfatla nitelenen varlık açıkça belirtildiği halde aralarındaki nispetin kinaye yoluyla ifade edilmesidir. “Hatasını anlayınca elemanın yüzü kızardı / kızarmadı” gibi…


Ta’riz
Ta’rizi kinayeden ayrı düşünmemek gerekir.
Ta’riz, tenkid, alay doğruyu gösterme maksadıyla söylenmiş sözlerdir.
Kinaye tek bir sözcükte olduğu halde ta’riz cümlenin tamamında meydana gelir. Ta’rizde işaret edilen anlam bir sıfat ya da durumdur; ancak bu sıfata (ya da duruma) konu olan ta’rizde belirtilmez.


Ünite 2: Anlam Sanatları
Söz sanatları (=sanâyi’-i lafziyye) ve anlam sanatları (=sanâyi’-i ma’neviyye)


Bedî’
Asıl anlamı örneksiz ve modelsiz bir şey icat etmek olan bedî’, manaya delâleti açık ve durumun gereğine uygun olan sözü lafız ve mana yönlerinden güzelleştiren usûl ve maharetler (=muhassinat)i konu alan bir bilimdir.
Anlam sanatları:
Tenâsüb
İham-ı tenâsüb
Tezâd
Îhâm-ı tezâd
Mukabele
Cem’
Tefrîk
Taksim
Leff ü neşr
Tensîkü’s-sıfat
Rücû’
Tecrîd
İltifât
Tevriye
Müşâkele
Mübâlağa
Tecâhül-i ârif
Hüsn-i ta’lîl ve mezheb-i kelâmî şeklinde sıralanabilir.


Söz sanatları
Cinâs
İştikak
Seci
İrsâd
Reddü’l-acüz ale’s-sadr ve akis gibi sıralanabilir.


Anlam Yakınlığı ve Karşıtlığına Dayalı Sanatlar


Tenâsüb
Aralarında anlam bakımından tezad dışında bir ilişki bulunan iki ya da daha fazla sözcüğü bir ibarede toplamaktır. Gül, bülbül ve gül bahçesi sözcüklerinin aynı cümle/dize ya da beyitte yer alması buna örnektir.


“Aramazdık gece mehtâbı yüzün parlarken
Bir uzak yıldıza benzerdi güneş sen varken”
Faruk Nafiz​


Îhâm-ı Tenâsüb
Bir ibaredeki kelimelerden birinin ya da birden fazlasının kastedilmeyen anlamıyla o ibaredeki tenasüb ilişkisi içinde yer almasıdır. İki anlamı olan bir sözcüğün cümlede kastedilmeyen anlamıyla aralarında tenasüb bulunan diğer sözcüklerin anlamları aralarında tezad dışında bir ilişki bulunmasıdır.
Emir kipi olarak gül, gülmek ve bülbül aynı ibarede yer alırsa, gül sözcüğünün çiçek değil eylem manasında kıllanılmasından mütevellit îhâm-ı tenâsüb gerçekleşmiş olur.


“Titrerdi o bûsenle açan gonca gülünce”
Faruk Nafiz​


Leff ü Neşr (dürme, toplama ve yayma)
Bir ibarede iki ya da daha fazla sözcüğü veya hükmü zikrettikten sonra bunlarla ilişkili sözcük ya da hükümleri sıralamak yoluyla meydana getirilen bir ifade biçimidir.
Bir ibarede önce birtakım unsurları söylemek, sonra da bunların her biriyle ilgili başka unsurları sıralamak şeklinde de tarif edebiliriz.
İbarede önce söylenenler leff (=toplama) sonra söylenenler de neşr (=yayma) olarak tanımlanır.
Leff ü neşr, müretteb ve gayr-i müretteb olmak üzere ikiye ayrılır.
Müretteb (=düzenli, sıralı) leff ü neşr: İlk sırada söylenen kelime ya da hükümlerle bunların karşılığı olan unsurların aynı sırayla verilmiş olmasıdır.
Gayr-i müretteb leff ü neşr: Buna müşevveş leff ü neşr de denir. Dağınık, sırasız leff ü neşrlere denir.


“Sakın bir söz söyleme… Yüzüme bakma sakın
Sesini duyan olur, sana göz koyan olur.”
Faruk Nafiz​




Anlam Karşıtlığına Dayanan Sanatlar


Tezad
Zıt anlamlı sözcüklere ibarede yer vermek süretiyle gerçekleşir.
Bunun yanında, “baba” ve “oğul” gibi aralarında yakınlık bulunan ve birinin anlaşılması diğerine bağlı olan sözcükler arasındaki ilişki de tezad kapsamına dahildir.


“Cinayeti kör bir balıkçı gördü
Attila İlhan​


Fiiller arasındaki tezâd (=tıbâk)-> tıbâk-ı îcâb(olumlu fiiller arasındaki tezattır) ve tıbâk-ı selb (aynı kökten türemiş biri olumlu diğeri olumsuz olan iki fiil arasındaki tezattır) olmak üzere ikiye ayrılır.


Îhâm-ı Tezâd
İki anlamı olan bir sözcüğün cümlede kastedilmeyen uzak anlamı ile bir başka sözcük arasında zıtlık olması halinde gerçekleşir.


“Yani ne mi diyorum, çok kurak tarla
Çünkü asıl şiirler bekler bazı yaşları.”
Behçet Necatigil


Cem’-Tefrik-Taksim
Cem: Toplamak, birleştirmek anlamına gelen cem, ikş ya da daha fazla anlamı bir hükümde toplamaktır. İki sözcük cem edildikten sonra aralarını tefrîk (=ayırma/ayrım) etmeye cem’ ma’a’t-tefrik (=tefrikle yapılan cem) denir. Cem’den sonra cem’i meydana getiren şeylerin özelliklerini söylemeye de cem’ ma’a’t-taksim (=taksimle yapılan cem) denir.




“Bu gece yarısında iki yoldaş uyanık
Biri benim biri de serseri kaldırımlar.”
Necip Fazıl​
Uyanık olma hususunda iki yoldaş cem’ edilmiş.


Taksîm
Bir ibarede birden fazla unsuru andıktan sonra bunlara ait özellikleri, her birinin hangisine ait olduğunu belirterek söylemektir. Taksîm ile leff ü neşr arasında benzer yönler varsa da taksÎmde ilgili kelimeler ya açıkça ya da işaret yoluyla belirtilir. Leff ü neşrde ise bu sözcükler arasındaki ilişki belirtilmez.


Saçi yanağ üstinde kim vardur
Birisi bulut biri gülzârdur”
Bedr-i Dilşâd


Şair ilk mısrada “saç” ve “yanak”ı, ikinci mısrada da “saç”a karşılık “bulut”u, “yanak”a karşılık da “gülzar”ı anarak bir taksîm yapmıştır. Burada taksîmi leff ü neşrden ayıran unsur; “birisi” ve “biri” sözcükleridir.


Tensîkü’s-Sıfat (=sürekli niteleme)
Asıl anlamı bir varlığın niteliklerini sıralamaktır.
“Karadutum, çatalkaram, çingenem…”gibi


Rücû
Sözlük anlamı “dönme” olan rücû, söylenen sözden bir nükteye dayalı olarak geri dönme anlamında bir edebî terimdir.


“Zaman gelir ki cihân içre ins ü cân kalmaz
Degil degil yalınız ins ü cân, cihân kalmaz”
Yenişehirli Avni​


Tecrîd
Sözlük anlamı bir şeyin elbisesini çıkarmak ya da kabuğunu soymak olan tecrîd, insan dışındaki herhangi bir canlıya, eşyaya, nesneye insanmış gibi hitap etmektir.


İltifât
Sözlük anlamı dönmek, yüzünü çevirmek olan iltifat, manzum ya da mensur bir sözü birinci, ikinci veya üçüncü şahıs kiplerinden biri ile ifade ederken diğer bir kipe aktarmaktır.
Sözü fiil kiplerinin birinden diğerine çevirmek.
İltifât, söz bir düzen içinde devam ederken onu birdenbire, beklenmedik şekilde ve akla gelmeyen bir yöne çevirmek olduğu için bu ifade biçiminin en etkili olanı heyecan halinde söylenenidir. İltifatın rücû’ ve tekrîrde olduğu gibi zihni uyarma, dikkati çekme gibi işlevleri vardır.


“Ben ezelden beridir hür yaşadım hür yaşarım
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım
(acaba kim)​

Tevriye
Sözlük anlamı bir haberi gizleyerek bir başka söz ve haberi öne çıkarmak, şiir ve nesirde yakın ve uzak iki anlamı olan bir sözün zihne hemen gelen yakın anlamını değil, uzak anlamını kastetmektir.
İki anlamlı bir sözcüğün kastedilen anlamını yakın anlam ile gizlemek şeklinde de açıklanabilir.
Tevriyede sözün yakın anlamı açık, uzak anlamı ise gizlidir. Tevriyeye Îhâm açık da denir.


“Sordum nigârı didiler ahbâb
Semt-i Vefa’da Toğru yoldadur”
Hüsni


Şairin sevgilisini sorduğunda aldığı cevap, Vefa semtindeki bir sokak ismi gibi görünse de asıl anlam, doğru istikametin vefa olduğu şeklinde anlaşılmalıdır.


Müşâkele
Sözlük anlamı birden fazla unsurun birbirine benzemesidir. Bir sözü ikinci defa hem ilk kullanıldığı anlam dışında hem de gerçek anlamı dışında kullanmaktır. “Aklıma gelmeyen şey başıma geldi.”, “Başkasına öğüt verip dururken gönül verdim mi diyeceksin?” örneklerinde olduğu gibi.
Müşâkelede mutlaka tekrar edilen bir söz vardır. Sözcük tekrar edildiği yerde ilkinden farklı bir anlamda kullanılır.


Mübâlağa
Bir niteliğin, fiilin veya durumun gerçekleşmesi zor hatta imkânsız dereceye çıkarılarak ifade edilmesidir (ifade de aşırılık).
Bedî’de mübalağa, mübâlağa-i makbûle olarak da adlandırılır.
Mübalağanın teblîğ, iğrâk ve gulüvv olmak üzere üç derecesi vardır.
Teblîğ: Mübalağayla var olduğu iddia edilen durumun aklın kabul edeceği bir derecede ya da geçmişte görülmüş olmasıdır.
İğrâk: Mübalağayla ifade edilen durumun hiç gerçekleşmemiş olması, bununla beraber aklen kabul edilebilir olmasıdır.
Gulüvv: Mübalağayla var olduğu iddia edilen durumun geçmişte gerçekleşmemiş, gelecekte de gerçekleşmesinin aklen mümkün olmamasıdır.


İdmâc
Bir şeyi diğer bir şeyin içine sıkıştırmak, belli bir maksadı dile getiren söze bir başka anlam daha ilave etmektir. İdmâcda ilave edilen anlam, ilk anlamla olumlu ya da olumsuz, aynı yönde olmalıdır. Bu anlamlardan birisi asıl maksattır ve açık (=sarih)tir diğeri ise ikinci planda kalır ve üzerinde durulmaz. Birinin cömertliğini överken laf arasında o kişinin cesur olduğunu da söylemek buna örnektir.


İstitrâd
İdmâcla ilgili bir ifade biçimidir. İstidrâdda ifade edilmek istenen anlam bütünüyle tamamlanmadan o söz ile ilgili diğer bir anlamın ifadesine geçilir. Bu iki anlam arasında doğrudan değil dolaylı bir ilişki söz konusudur. Mensur eserlerde buna sıkça rastlanır.
“Cihan yıkılsa, emin ol, bu sephe sarsılmaz!”
Mehmed Akif​


Tecâhül-i Ârif
Nazımda ve nesirde bir hususun, nükteye bağlı olarak bilinmiyormuş gibi ifade edilmesidir.
“Gel ârif ol ki ma’rifet olsun tecâhülün.” Şeyh Galib


İstifhâm
Tecâhül-i ârif genellikle istifhâm (=sorma) yoluyla yapılır. Tecâhül-i ârifin olduğu yerde genellikle teşbîh ve mübâlağa da vardır.


Hüsn-i Ta’lîl
Hüsn-i ta’lîl, bir olaya ya da duruma, ifadeye güzellik katacak tarzda, kendi sebebi dışında bir sebep göstermektir. Olup bitenin akıl ya da bilgiye dayanan bir açıklamasının yapılması yerine, içinde bulunulan ruh halinin etkisi altında hayali bir nedenle açıklanması.
Gösterilen sebepte kuşku duyulduğunu gösteren “güya”, “sanki”, “acep” gibi sözcükler, yapılan sanatı hüsn-i ta’lîl olmaktan çıkarır ve onu şibh-i hüsn-i ta’lîle dönüştürerek sanat değerini düşürür. Hüsn-i ta’lîl, çoğu zaman bir benzetme olgusunu da içinde bulundurur.


Te’kîdü’l-medh Bimâ Yüşbihu’z-zemm ve Te’kîdü’z-zemm Bimâ Yüşbihü’l-medh
Yeriyor gibi görünüp övgüyü, övüyor gibi görünüp yergiyi pekiştirmektir.
Te’kîdü’l-medh bimâ yüşnihü’z-zemm: Yergi ifade eden sözlerle övgüyü pekiştirmektir.
Te’kîdü’z-zem bimâ yüşbihü’l-medh: Övüyor gibi görünerek yergiyi pekiştirmektir.


Mezheb-i kelâmî
Temsili teşbihtir.
Bu ifade biçiminde önce ispatı yapılmamış, tartışılabilir nitelikte bir düşünce ileri sürülür, sonra da bu düşünceyi desteklemek ya da önermenin doğruluğunu ispat amacıyla kanıt niteliğinde bir örnek verilir. Mezheb-i kelâmîde ileri sürülen düşünce müşebbeh, bu düşünceyi desteklemek üzere verilen örnek ya da kanıt da müşebbehün bihtir.


Tekrîr
Tekrar



Ünite 3: Ses ve Kelime Tekrarına Dayalı Söz Sanatları


Ses Tekrarına Dayalı Söz Sanatları


Cinâs, iştikak, seci, tarsî, müvâzene, iltizâm ve irsâd.


Cinâs
Manzum veya mensur bir metinde anlamları farklı sözcükler arasındaki yazılış ve söyleyiş benzerliğidir.
Cinasda ses benzerliği 4 yönde olabilir; seslerin a) türü, b) sayısı, c) harekesi, d) sırası
Cinası meydana getiren sözcükler arasında dört bakımdan da tam bir uyum varsa bu cinasa cinas-ı tam, böyle bir uyum yoksa cinas-ı gayr-ı tam adı verilir.


Tam cinas: basit ve mürekkeb olmak üzere ikiye ayrılır.
a) Basit cinas: birleşik olmayan kelimelerin oluşturduğu cinastır.
b) Mürekkeb cinas: Sözcüklerden en az birinin iki tam sözcükten ya da iki ayrı sözcüğün birleşen hecelerinden meydana gelmesidir.
“Bülbül eder güle naz
Ağlayan çok gülen az


Cinası meydana getiren kelimelerdeki harf sayısının farklı olması (cinâs-ı nâkıs): Sözcüklerden birinin harf sayısı diğerine göre daha az ya da eksikse bu tür cinaslara “nâkıs” (eksik) adı verilir.


Cinası meydana getiren sözcüklerdeki harflerin sıralanışının farklı olması (cinâs-ı kalb): Bu cinası oluşturan sözcükler sıralanışı farklı olmakla birlikte aynı harflerden oluşur. Felek ve kelef de olduğu gibi.


İştikâk
İştikâk, aynı kökten türemiş iki veya daha fazla sözcüğün aynı ibare içinde bulunmasına denir. Bir metinde “ilm” kökünden türemiş “âlim”, “ma’lûm”, “ta’lîm” gibi aynı kökün türevleri olan sözcüklerin kullanılmış olması bu sanatı meydana getirir.
Muallim Nacî yazılış ve söyleyişteki benzerlik nedeniyle aynı kökten türemiş sözcükler olmadıkları halde bu izlenimi veren sözcüklerin bir ibarede toplanmasına şibh-i iştikâk (iştikâk benzeri) adını vermiştir.


“…
Sevmedi, sevmemişti, sevmeyecek” gibi…


Seci
Nesirde fâsıla sonlarının aynı sesle bitmesidir. Fâsıla, cümle sonuna denildiği gibi, birbirine edatla bağlanmış fıkra (=tamlama, ibare ve paragraf) sonlarına da denir. Seci, nesrin kafiyesidir. Hatta kafiyede olduğu gibi secide de revî harfinden sonra gelen ve şiirde “redif” adı verilmiş olan sesler sec’e dahil edilmez: “irfanımız” ile “iz’anımız” söz konusu olduğunda seci, “n” harfinin tekrarı ile oluşturulmuştur.


Mutarraf seci: Vezinleri farklı sözcüklerin revî görevindeki seslerinin aynı olmasıdır: “elmas” ile “iltimas” sözcüklerinin her ikisinin de “s” sesiyle bitmesi mutarraf seci’i meydana getirir.
Mütevazi seci: Fâsılalardaki sözcüklerde hem revî seslerinin hem de secii meydana getiren sözcüklerin vezninin aynı olmasıdır: “ma’dud” ile “mahdûd” örneklerinde olduğu gibi.
Murassa’ seci: Fâsılalardaki sözcükler dışında bir önceki sözcüklerin de karşılıkları olan sözcükler ile seciili ve aynı vezinde olmasıdır: “Ahmed zübde-i emâsil ü akrândır ve birâder-i ser-bülendi umde-i efâdil ü a’yândır.” Örnek cümledeki “akrân” ile “a’yân” sözcükler fasıladır. Bu sözcüklerden önce gelen “emâsil” ile “efâdil” ve “zübde” ile “umde” sözcükleri arasında da secii vardır. Şiirde tarsî adını alır.
Tarsî: Mutarraf seci ve mütevazi seci yalnız nesirde kullanılan secii türleridir. Murassa’ seci ise hem nazımda hem de nesirde kullanılmıştır.
Müvâzene: Nazımda ya da nesirde fâsıla kabul edilen kelimelerin aynı gramer vezninde olmasına denir. Müvazenede ses benzeşmesi aranmaz. “Her tarzı latîf, her hulkı kerîm olan…” ibaresinde fâsıla olan “latîf” ile “kerîm” sözcüklerinin son harfleri, yani revîleri aynı değildir, fakat kelimeler aynı vezindedir. Dolayısıyla burada secii değil müvâzene sanatı vardır.
İltizam: Seci bulunan sözlerde revî yanında revîden önceki ses ya da seslerin de aynı olmasıdır. Örnek: “haseb” / “neseb”


İrsâd
İrsâd, seçili ya da kafiyeli bir sözde seci ya da kafiyenin nasıl devam edeceğine sözün içinde kullanılan bir kelime ile işaret etmektir. İrsâdda çoğu zaman iştikak sanatından yararlanılır.


Kelime Tekrarına Dayalı Sanatlar
Reddü’l-acez ale’s-sadr
Şiirde beytin, düz yazıda da bir cümlenin veya ibarenin sonunda yer alan sözcüğü kendisinden önce tekrarlanmaktır. Asıl anlamı, “sonu başa çevirmek”tir. Çünkü acüz, nesirde ibarenin sonu (=fâsıla), nazımda beytin son kısmı; sadr nesirde cümlenin başı, nazımda da beytin ilk başı demektir.
Şiirde birinci mısraın son kelimesine arûz,
İkinci mısraın ilk kelimesine ibtidâ,
Her iki mısrada arada kalan kelimelere de haşiv denir.


İ’âde
Beytin son sözcüğünü bir sonraki beytin ilk sözcüğü olarak kullanılmaktır.


Akis
Akis (/aks), bir mısra veya cümlenin yahut cümle içinde bir ibarenin sonunu başa, başını sona alarak yeni bir ibare ve tamlama meydana getirmektir: “Kelâmın kibarı kibarın kelâmıdır.”
Akis, reddü’l-acüz ale’s-sadr ve i’âde birbirine yakın sanatlardır. Her birinde tekrarlanan kelimeler vardır. Aralarındaki fark şudur: Akiste tekrarlanan bir kelime değil bir ibare ya da kelime gurubudur. Ayrıca akiste tekrarlanan ibaredeki kelimeler aksine, ters yönde yer değiştirirler. Reddü’l-acüz ale’s-sadr’da ise tekrarlanan ibare değil bir kelime veya birleşik kelimedir. Dolayısıyla kelimelerin kendi içinde tersine sıralanması, yer değiştirmesi söz konusu değildir. İ’âdede ise beytin son kelimesi bir sonraki beytin ilk kelimesi olur.


Ünite: 4
Müşterek Malzemeyi Kullanmaya Dayalı Sanatlar ve Belâgate Dahil Edilen Hünerler


Serikat-i şi’riyye (=şiir hırsızlığı) ya da ahz ve serikat (=alma ve çalma)
Serikat-i şi’riyyeyi bedî’in sınırları içine ilk kez Kazvinî almıştır.
Telhis’te serikat-i şi’riyye “bir şairin başka bir şaire air şiiri ya olduğu gibi ya da üzerinde birtakım değişiklikler yaparak alıp kendine mal etmesi” olarak tanımlanmakta ve ikiye ayrılmaktadır.
Akd ü hall: şiir olarak söylenmiş bir sözü düz yazı, düz yazı ile söylenmiş bir sözü de şiirle ifade etmek anlamında bir terimdir.


Nazîre ve nakîza
Nazîre bir şairin başka bir şairin şiirini örnek alarak onunla aynı vezin ve kafiyede yazdığı şiire denir.
Bu teknikle şiir yazmaya “tanzir etme”, “nazire söyleme”, “nazîre deme”, “cevap yazma” adları verilmiştir.
Nazîre örnek alınan şiirle aynı düşünceler etrafında yazılır. Eğer nazirede örnek alınan şiirin aksi yönde bir anlam ifade edilirse bu nazîre nakîza adını alır.


Müşterek Malzemeyi Kullanmaya Dayalı Sanatlar
İktibâs
Asıl anlamı ateş yakmak için kor almak olan iktibâs, bir terim olarak manzum ya da mensur herhangi bir metinde bir ayetin ya da hadisin tamamını ya da bir kısmını alıntı yoluyla kullanmak şeklinde tanımlanabilir. Hadislerden yapılan iktibaslara tenvir de denir.


Îrâd-ı Mesel
Îrâd-ı mesel, bir önermeyi desteklemek ya da ispat etmek için bir atasözünü ya da hikmetli bir sözü delil olarak kullanmaktır. Bu sanata irsâl-i mesel de denir. İrsâl-i mesel ya da îrâd-i mesel çoğu zaman bir temsîlî teşbihten ibarettir.


Tazmîn
Asıl anlamı bir şeyi bir şeyin içine koymak ve gizlemek olan tazminin terim anlamı, bir şairin başka bir şaire ait şiirden bir mısraı, bir beyti ya da iki beyti kendi şiirine almasıdır.


Telmîh
Asıl anlamı bir şeye bir an göz ucuyla bakmak olan telmih, bir söz içerisinde bir kıssaya, bir efsaneye, tarihi bir olaya veya bir ayete ya da hadise, meşhur bir darb-ı mesele, bir inanışa işaret etmek anlamında bir edebi terimdir.
…sözün kaynağı söylenmemekle birlikte telmih yapıldığı, hatta neye telmihte bulunulduğu anlaşılabilir olmalıdır. Telmihle iktibas ve irad-ı mesel arasındaki fark şudur: İktibas doğrudan ayet ve hadisin ibaresinden yapılır, irad-ı meselde bir atasözü ya da deyim bazen aynen bazen de üzerinde az ya da çok birtakım değişiklikler yapılarak alınır. Telmihte ise bunlara yalnızca işaret edilir, ibareler söylenmez.


Belâgate Dahil Edilen Hünerler
Muammâ
Asıl anlamı gizlenen ve karışık gösterilen şey olan muammâ, remiz ve îmâ yoluyla; yani doğrudan değil dolaylı olarak işaret ile bir isme delâlet eden sözdür.
Şiirde bir isim gizleme ta’miye, gizlenen isim de muammâ olarak adlandırılır.


On iki burcun harf ve sayı olarak karşılıkları:
Hamel = Sıfır
Sevr = Elif (1)
Cezvâ (ikizler) = Bâ (2)
Seretân (yengeç) = Cîm (3)
Esed (arslan) = Dâl (4)
Sünbüle (başak) = He (5)
Mîzân (terazi) = Vav (6)
Akreb (akrep) = Ze (7)
Kavs (yay) = Ha (8)
Cedy (oğlak) = Tı (9)
Delv (kova) = Ye (10)
Hût (balık) = Yâ (11)

Yedi gezegenin harf olarak karşılıkları şunlardır:
Kamer (ay) = Rı
Utarid (Merkür) = Dâl
Zühre (Venüs) = He
Şems (Güneş) = Sîn
Mirrîh (Merih) = Hı
Müşterî (Jüpiter) = Ye
Zühal (Satürn) = Lâm


Türk edebiyatında ilk muamma söyleyenler 14. Yüzyılda Ahmedî ve 15. Yüzyılda Mu’înî’dir.



Lügaz (bilmece)
İnsan ismi dışında, bir şeyin özelliklerinin sıralanarak okuyucu ya da dinleyiciden bunun ne olduğunun sorulduğu bir tür manzum bilmecelerdir.
a Muammâda sadece esmâü’l-hüsnâ ve insan ismi gizlenir. Lügaza ise bunların dışında her şey konu olabilir.
b Muammâda soru sorulmaz. Lügazlar ise “nedir ol kim…” gibi ifadelerle başlar.


Telmi’
Telmi’, bir şairin Türkçe şiirinin bazı mısralarını ya da mısraların bir kısmını Arapça veya Farsça olarak söylemesidir. Şiirde bulunan Arapça veya Farsça mısralar bir başka şaire ait olmamalıdır. Aksi taktirde yapılan işlem telmi’ değil tazmin olur.
Türk şairler Türkçe şiirlerinin içinde yine kendilerine ait Arapça, Farsça mısra, mısra parçası ya da beyitlere yer vermişlerdir. Bu şiirlere mülemma’ denir.


Sihr-i helâl
Sihr-i helâl, beyit arasında hem kendisinden önceki sözlerin sonu hem de kendisinden sonraki sözlerin başı olabilecek şekilde söz söylemektir.


Tarih Düşürme
Ebced elifbâsı adı verilmiş olan sıralamada Arap alfabesinde harflerin sayısal değerleri esas alınmıştır. Söz konusu alfabedeki harflerin bu sıralanışından sekiz anlamsız sözcük doğmuştur:
Ebced ( د ج ب ا )
Hevvez ( ز و ه )
Huttî ( ى ط ح )
Kelemen ( ن م ل ك )
Sa’fes ( ص ف ع س )
Karaşat ( ت ش ر ق )
Sehaz ( ذ خ ث )
Dağız ( غ ظ ض )


Harflerin sayı değerlerini esas alarak bir olayın tarihini veren bir kelime, bir cümle, bir mısra ya da bir beyit söylemeye ya da yazmaya tarih düşürme; yapılan hesaplamaya da ebced hesabı, hesab-ı cümel ya da hisâbü’l-cümel denir.


Arap alfabesinde bulunmayan Farsçaya özgü harfler, şekil bakımından benzeri oldukları harflerin sayı değerlerine sahiptir: پ = 2 / چ = 3 / ژ = 7


Bir tarihteki harflerin hepsinin hesaba dahil edildiği târîh-î tâm (=tam tarih),
Sadece noktalı harflerin hesaplandığı mu’cem (=menkût, cevher, cevherin),
Sadece noktasız harflerin hesaba katıldığı mühmel ya da sade tarih, mısradan tarihin iki katının çıktığı dü-tâ tarih,
Harflerin sayısal karşılığı olayın meydana geldiği yılı göstermeyen eksik veya fazla gelip ekleme ve çıkarma ile uygun hale getirilen tamiyeli tarih gibi ebcedle tarih söylemenin pek çok türü vardır.


(Kitap bitti)
 

Çevrimiçi üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

REKLAMLAR

Forum istatistikleri

Konular
17,414
Mesajlar
134,310
Kullanıcılar
90,716
Son üye
Abdullah Kara
Üst