Açıköğretim İnsan Hakları ve Kamu Özgürlükleri Ders Notları / Ders Kitabı

nzeytinevi

Yeni Üye
Katılım
22 Şub 2013
Mesajlar
764
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Açıköğretim İnsan Hakları ve Kamu Özgürlükleri Ders Notları / Ders Kitabı


İNSAN HAKLARI VE KAMU ÖZGÜRLÜKLERİ


İnsan hakları ve kamu özgürlüklerinin korunmasındaki temel amaç bireyin sınırsız devlet iktidarına karşı korunmasıdır.İnsan hakları, bütün insanların, sırf insan olmalarından dolayı sahip oldukları haklardır,cinsiyet, etnik köken, dinsel inanç vb. hususlara bakılmaksızın herkesin sahip olduğu haklar kümesini ifade eder.İnsan hakları evrenseldir ve diğer bütün haklardan üstün ve önceliklidir.İnsan hakları adaletsizlik ve haksızlık gibi durumlarda ortaya çıkmaktadır.İnsan haklarının en önemli özelliği devlete karşı ileri sürülebilmesidir. Monarşilerin gücünü sınırlamayı amaçlamak için verilen mücadeleler sonucunda insan hakları doğmuştur.

Sonuçta; yaşam hakkı, kişi güvenliği ve özgürlüğü, düşünce özgürlüğü gibi devlet gücünü özgürlükler lehine sınırlayan haklar oluşmuştur. Bu haklar sayesinde devletin kişiler üzerindeki keyfi uygulamaları önlenebilmektedir.

-İnsan Hakları İhlali: Söz konusu haklara yönelik devlet gücünden kaynaklanan haksız müdahale ve tutumlar olarak adlandırılır. Kamu gücü kullanmayan bireylerin birbirlerine yönelik maddi ve manevi zedeleyici eylemleri , insan hakları ve insan hakları ihlali kavramlarıyla adlandırılamaz.ÖRN: Sıradan bir cinayet vakasında insan haklarından söz edilmeyecekken, bir kişinin aldığı ölüm tehditlerinden kamu makamlarının haberdar olmasına karşın, bir cinayeti önlemeye yönelik tedbirlerin alınmaması ve cinayetin gerçekleşmesi, devletin dolaylı olarakta olsa yaşam hakkını ve dolayısıyla insan haklarını ihlalinden söz edilebilecektir.Kolluk kuvvetlerinin ise haksız ve keyfi olumsuz uygulamaları dogrudan insan hakları ihlali niteliği taşıyacaktır.Adil ücret hakkı, barınma hakkı, sağlık hakkı gibi sosyal haklarda rahatlıkla devlete karşı ileri sürülebilir.Devlet, bu hakların gerçekleşmesi için gerekli teşkilatı kurmak ve bu hakların gerçekleşmesini engelleyen koşulları ortadan kaldırmakla yükümlüdür. Her ne kadar, örneğin, bir özel sektör çalışanının alacağı ücret, işveren ve işçi arasında yapılacak bir sözleşmeye dayanacak olsa da, belirlenecek ücretin insan onuruna aykırı olmayacak bir seviyede olmasını sağlayacak olan hukuk kurallarıdır.

ÖZGÜRLÜK VE HAK KAVRAMLARI
-Özgürlük: Kişinin herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünüp davranabilmesidir.Özgürlük kavramının hukuk öncesi düzenlenmemiş serbestliği de ifade ettiği söylenmektedir.

-Hak: Kişiye çıkarlarını korumak, ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla hukukun tanıdğı irade gücü veya hukuksal güçtür.Hukuk kuramında hak kavramının açıklanmasında, başlıca üç görüşün vardır. a)Bir kişiye hukuk tarafından verilmiş irade kudretidir.b) Hukuk tarafından korunan (güvence altına alınan) menfaattir. c) Kişiye irade kuvveti tanımak yoluyla korunan menfaattir. İnsan hakları çerçevesinde hakkın, özgürlüğün usulî güvencesi ve gerçekleşme aracını oluşturduğu, hakların da özgürlükleri sağlamak için kişiye hukukça tanınan meşru yetkiler olduğu söylenebilir.Hak kavramı ile anlatılan durumlarda, hak sahibine
hukuk düzeninin tanıdığı bir yetkinin bulunduğu ve kişinin bu yetki sayesinde başkalarından talepte bulunabildiği açıktır.

ÖZGÜRLÜK VE EŞİTLİK
-Eşitlik:Bir kimsenin herhangi bir gerekçeyle farklı bir muameleye tabi tutulmamasıdır.
*Temel eşitlik:Bütün insanların hayatlarının eşit ahlakî değere
sahip olması herkesin eşit doğduğu fikridir.
*Formel (biçimsel) eşitlik:Toplumdaki bütün bireylerin haklar bakımından aynı statüye sahip olmasıdır.Hukuki ve siyasi eşitlik formel eşitlik kavramı içersinde değerlendirilir.
*Maddi eşitlik:İnsanların maddi imkan ve araçlara sahipliğindeki eşitliktir.Maddi eşitliğin yorumlanış şekli ise fırsat (bireylerin eşit koşullar ve şansla işe başlamasını öngören, ikincisi ise bireylerin kaderlerini takip ederken, çaba ve girişimlerinin keyfî olarak engellenmemesi, kişilerin negatif bir ayrımcılığa maruz kalmaması anlamında) eşitliğidir.

Sadeleştirilmiş bir alternatif sınıflandırmaya göre ise, eşitlik, hukuksal eşitlik, siyasal eşitlik, ekonomik ve sosyal eşitlik olmak üzere üç temel tür altında ele alınabilecektir.Hukuksal eşitlik fikri herkesin kanun önünde eşit olmasıdır.18.yy da Virginia Haklar Bildirisi ve Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisi’nde ifade bulmuştur.Siyasal eşitlik 19.yy da Salt sınırlı bir kesimin (zengin sınıfların) oy kullanma hakkına sahip olduğu durumda, bu kesimler,hukuksal düzenlemeleri kendi dar sınıf çıkarları doğrultusunda oluşturabiliyorlardı, temel olarak, ‘tek kişi, tek oy’ ilkesinin yerine genel oy hakkını getiren siyasal eşitlik, hukuksal eşitsizliğin yetersizliğinden dolayı ortaya çıkmıştır.Sosyal ve ekonomik eşitlik ise 19.yyda kapitalizmin en vahşi dönemlerinde fırsat eşitliğini yakalamak için, herkesin yaşam mücadelesininde eşitsizlikleri bir ölçüde azaltma amacı güden sosyal devlet uygulamalarının bir karışımı olduğu söylenebilir.

Klasik liberalizm ve buna uygun düşen siyasal rejimler, özgürlüğe mutlak bir öncelik verip eşitliğe de, hukukî eşitlik anlamında biçimsel eşitlik çerçevesinde yer verirken, sosyalizmde ve sosyalist rejimlerde vurgu, eşitliğe kaymıştır.Özgürlük ve eşitlik kavramlarının, kişi özgürlükleri, siyasal haklar ve sosyal haklar şeklinde somutlaşmış ve birbirini tamamlar şekilde sıralanmış görünümü, söz konusu iki kavramın
birbirini tamamlayan özelliğindendir.

Kamu Özgürlükleri, Temel Haklar, Kişi Hak ve Özgürlükleri ve Medenî Haklar Terimleri
-Kamu özgürlükleri: Hukuk kurallarıyla düzenlenmiş, dolayısıyla da devlet tarafından güvenceye bağlanmış özgürlükleri ifade etmektedir.Devletin yapmaması ya da devletin karışmaması gereken iş ve alanlarla ilgilidir.Bir örnekle açıklamak gerekirse, klasik haklardan olan çalışma özgürlüğü, kişinin kendisine uygun gördüğü, dilediği işte çalışma hakkını ifade eder ki, bu özgürlük, devlete, kişiyi belirli bir işte çalışmaya zorlamak gibi müdahaleci davranışlardan kaçınma, bireyi seçme özgürlüğüyle baş başa bırakma edimini yükler.Buna karşılık, sosyal haklardan olan çalışma hakkı ise, devlet için, kişiye iş sağlama ve bu doğrultuda gerekli koşulları yaratma şeklinde etkin bir konum almayı gerektirir yani iş olanakları sağlama, sağlık hizmetleri götürme, sosyal güvenlik sistemi kurma vb. haklar ise, bu terimin kapsamına girmez.

-Temel haklar: Kamu özgürlükleri gibi, devlet tarafından tanınmış ve dolayısıyla pozitif hukuka girmiş insan haklarına karşılık gelmektedir.Yasalar tarafından değil, anayasa tarafından düzenlenmiştir.İnsan hakları anayasa kuralı haline geldiğinde, türevsel (anayasa altı) hukuk normları olan kanun, kanun hükmünde kararname, tüzük,
yönetmelik gibi düzenleyici işlemler bakımından ölçüt işlevi görecektir.Yargısal faaliyette de, anayasal norm niteliği kazanmış insan haklarının doğrudan doğruya veya en azından yorum ölçütü olarak dikkate alınması gerekecektir. Sağlıklı bir hukuk devleti işleyişinde söz konusu anayasa altı normların, anayasa normlarına aykırı olmaması beklenir. Yasama organı ve idare, türevsel normları anayasal normlara uygun bir içerikte çıkarmakla yükümlüdür. Bir aykırılık durumunda, yargısal denetim sonucunda, birincil norm konumundaki anayasa kuralına aykırı olan türevsel normlar iptal veya ihmal edilmek suretiyle devre dışı bırakılacaktır.

-Kişi hak ve özgürlükleri:Yaşam hakkı, kişi güvenliği ve özgürlüğü, düşünce özgürlüğü gibi birinci kuşak insan haklarını oluşturan klasik haklardır.Sosyal haklar ile çevre, barış, gelişme hakları gibi ortaya çıkışı nispeten yeni olan insan hakları türleri kişi hak ve özgürlüklerinin dışında tutulmaktadır.1961 ve 1982 Türkiye Cumhuriyeti anayasalarının ikisinin de düzenledikleri insan haklarının bütününü ifade etmek üzere temel haklar ile temel haklar ve hürriyetler terimlerine başvurduğu, klasik hakları ifade etmek üzere de kişinin hakları terimini tercih ettiği görülmektedir.

-Medeni haklar:
Klasik insan haklarını kapsamaktadır.Birleşmiş Milletler’in 1966 tarihli ikiz sözleşmelerinden klasik hakları düzenleyenin başlığı, Medenî ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi şeklinde formüle edilmiştir. Yaşam hakkı, kişi güvenliği ve özgürlüğü, düşünce özgürlüğü gibi hakları da kapsayan bu grupta, niteliği itibariyle herkesin sahip olduğu haklar yer almaktadır.

Pozitif Hukuk ve Doğal (Tabiî) Hukuk Kavramları ve Ayrımı
-Pozitif hukuk:Devletin yetkili organlarınca çıkarılan kanun, kanun hükmünde kararname, tüzük, yönetmelik gibi hukuk kurallarını, mahkemelerce kabul edilen ve uygulanan örf ve adet esaslarını ve bağlayıcı mahkeme içtihatlarını kapsamına alan ve geçerliliği bütün ülkede devlet tarafından sağlanan hukuka verilen addır. Olan hukuku ifade eder.

-Doğal hukuk:Pozitif hukuka karşıt bir konumlanışla, bağlayıcılığını devletten almayan, devlet hukukunu (pozitif hukuku) aşan ve bu hukukun değerlendirilmesinde yararlanılan adalet esasları olarak değerlendirilebilir.Bütün insanlar ve toplumlar tarafından bağlayıcılığı kabul edilen hukuk ilkeleri anlamına gelir. Olanı değil olması gereken hukuku ifade eder.Kaynağı itibariyle devlet dışıdır; geçerliğini devleti aşan bir güçten alır. Bu güç, dönemden döneme veya akımdan akıma farklılık gösterecek şekilde tanrı, doğa veya akıl olarak kodlanmıştır.1776 Virginia Haklar Bildirisi 1. maddesinde bütün insanların tabiaten eşit derecede hür ve bağımsız olduğu, vazgeçemeyecekleri ve yoksun bırakılamayacakları yaratılıştan birtakım haklara sahip olduklarını hüküm altına almıştır.Yine 1789 Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisi de 2. maddesinde doğal haklar çizgisini izleyerek, bütün insanların doğal, başkalarına devredilemez, zaman aşımına uğramaz haklara sahip oldukları hükmüne yer vermiştir.Buna karşın burjuva devrimlerinin ürünü olarak ortaya çıkan insan hakları beyannameleri, tabiî hukukun pozitifleştirilmesi için uğraşmıştır.

Her ne kadar insan hakları, pozitif hukuku aşan ve onun üzerinde yer alan normlar olsa da, insan haklarının somut olarak hayata geçmesi, bu hakların pozitif hukuka girmesine bağlıdır.İnsan hakları, pozitif hukuka girer ve üstelik anayasal haklar (temel haklar) şekline bürünürse, kişilerin daha üst düzeyde hak iddialarına (insan haklarına) dayanması gerekmeyecek, söz konusu anayasal hakların ileri sürülmesi yeterli olacaktır. Fakat her zaman aynı sonucu doğurmayabilir, anayasaların, insan haklarını tanırken, onların içini boşaltacak sınırlamalara tabi tutması pekâlâ mümkün olabilmektedir. İçinde bulunulan siyasal rejimin
özgürlükçü olmadığı hallerde bu tarz sonuçlarla karşılaşmak kaçınılmaz olmaktadır.İşte, böyle durumlarda, insan haklarının pozitif hukukun üstünde olma özelliği önem kazanmaktadır.

İNSAN HAKLARI VE KAMU ÖZGÜRLÜKLERİNİN TARİHSEL GELİŞİMİ
İngiltere’de İnsan Haklarına İlişkin Gelişmeler ve İlk Belgeler

Magna Carta’nın Ortaya Çıkışı ve Kapsamı

1215 tarihli Magna Carta Libertatum ( Büyük Özgürlük Şartnamesi) krallarla baronlar arasındaki anlaşmazlıklar sonucunda ortaya çıkmıştır.Kral baronlarla girmiş olduğu mücadelede yenik düşmüş ve baronların dayattığı koşulları kabul etmek durumunda kalmıştır.İki tarafın Runnymede’de imzaladığı bu belge, feodal beylerin (baronların) haklarını korumak ve güvencelemek saikiyle şekillenmiş olsa da, ortaya çıkan sonuç bu dar amacı aşan nitelikte olmuştur.

Bu şartname 63 maddeden oluşmaktadır.12 ve 14. maddelerine göre, ruhban sınıfı (başpiskoposlar,piskoposlar, manastır başrahipleri) ile kont ve büyük baronlardan oluşacak Genel Meclis’in izni olmadıkça, kral, vergi toplayamayacaktır. 20. madde, suç ve cezalar arasında orantı olması gerektiğine işaret ederken, 38. madde, doğru ve güvenilir deliller olmadıkça hiç kimsenin dava edilemeyeceğine hükmetmiştir. 39. madde hükmüne göre, yasalara uygun verilmiş bir karar olmadıkça hiç kimse tutuklanamayacak, hapse atılamayacak, mal ve mülkünden mahrum bırakılamayacak, sürgüne yollanamayacak ve herhangi biçimde kötü muameleye maruz bırakılamayacaktır.

41. madde ticaret özgürlüğünü güvence altına alırken 63. madde İngiliz Kilisesi’nin özgür olacağını hükme bağlamıştır. 61. madde hükmüne göre, varılan mutabakatın ve tanınan hakların uygulanmasını sağlamak üzere, baronlar kendi aralarından 25 kişilik bir kurul oluşturacak ve bu kurul, iki tarafın da koşullara uymasını sağlamakla görevli olacaktır.Magna Carta’yla kurulmuş olan ve esas işlevi keyfî vergilendirmeyi önlemek olan Genel Meclis, İngiltere Parlamentosu’nun temelini oluşturmuştur.Böylece, 1332 yılından itibaren, İngiltere Parlamentosu bugünkü iki meclisli şeklini alarak, Avam Kamarası ve Lordlar Kamarası biçiminde ikili bir görünüme kavuşmuştur.

Magna Carta aynı zamanda kişi hak ve özgürlükleri ile ilgili hükümlere yer vermiştir. Keyfî tutuklama ve hapsetme, müsadere (mallara el koyma), sürgün uygulamalarını engellemek üzere suç ve cezaların yasal olması, başka bir anlatımla suç ve cezaların yasal dayanağının olması ,suç ve cezaların orantılı olması,
suç isnadının doğru ve güvenilir dellillere dayanması, keyfî vergilendirmenin önlenmesi gibi hükümler herkesi ilgilendiren önemli hukuksal kazanımlar olmuştur.Magna Carta, Osmanlı-Türk anayasal gelişmelerinin başlangıç adımını oluşturduğu kabul edilen 1808 tarihli Sened-i İttifak’la aralarında benzerlik kurulan bir referans metindir

İngiltere’de 17. Yüzyılda Görülen Yasal Düzenlemeler
Magna Carta nın ortaya çıkması birdizi yasal uygulamanında ortaya çıkmasını sağlamıştır.Bunlardan bazıları şunlardır;
-1628 tarihli Petition of Rights (Haklar Dilekçesi):Kral tarafından kabul edilmiştir. Magna Carta nın getirdiği hakların krala tekrar hatırlatılmasıdır.Parlamentonun izni olmaksızın vergi konulamaz ve vergi oranları yükseltilemez, kimse keyfî biçimde yakalanamaz ve hapse atılamaz.

-1679 tarihli Habeas Corpus Yasası:
Gözaltında tutulan kişiden sorumlu görevliye(yargıç), bu kişiyi mahkeme önüne çıkarması yönünde verilen emirname anlamına gelmektedir.Kişi özgürlüğüyle yakından ilgili olan bu hak sayesinde, keyfî gözaltıların önlenmesi amaçlanır.Bu doğrultuda gözaltına alınma nedenlerinin yargıç tarafından gözden geçirilmesi suretiyle ya haksız gözaltına son verilmesi ya da
gözaltının tutuklamaya çevrilmesi şeklindeki iki sonuçtan biri ortaya çıkar.1816 ve 1862’de de Habeas Corpus yasaları çıkarılmıştır.

-1689 tarihli Bill of Rights (Haklar Bildirisi/Yasası):Parlamentonun monarşi karşısında kesin üstünlüğünü belgelemektedir.Bazı hükümleri;,
1. Parlamento üyelerinin seçimi serbest olacaktır.
2. Parlamento sık sık toplanacaktır.
3. Parlamentodaki tartışmalar ve görüşmeler, parlamentodan başka hiçbir yerde ya da mahkemede suçlama veya soruşturma konusu yapılamaz; konuşma özgürlüğü vardır (yasama sorumsuzluğu).
4. Parlamento’nun onayı olmadan, yasaların iptal edilmesi veya yürütülmesinin engellenmesi mümkün olmayıp yasa dışıdır.
5. Parlamento’nun onayı olmadan vergi toplanması mümkün değildir.
6. Barış zamanında, parlamentonun onayı olmadan sürekli bir ordunun kurulması ve hazır bulundurulması yasa dışıdır.
7. Krala dilekçe yazmak uyrukların hakkıdır. Bu dilekçelerin krala sunulmasından dolayı yapılan tutuklamalar ve kovuşturmalar yasa dışıdır.
Amerikan ve Fransız bildirilerinden farklı olarak, İngiliz belgeleri, bütün insanlığa seslenme, bu doğrultuda genel ve soyut ilkeler içerme noktasının henüz uzağındadır.

Amerika’da Bağımsızlık Süreci ve İnsan Haklarını Konu Alan Bildiriler

Kolonilerin Doğuşu ve İngiltere ile İlişkilerinin Bozulması

Koloniler, kendilerine ayrıcalık bahşeden bir kral fermanıyla kurulmuştur. İngiltere’ye bağlı olmakla birlikte iç işlerinde serbest olan bu siyasal-sosyal birimler, ticaret serbestisi ve doğal kaynaklar sayesinde hızlı bir ekonomik gelişme göstermiştir.18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren,
İngiltere, bu kolonileri kendisine rakip olarak görmeye başlamış ve kolonilerin kendisiyle rekabet gücünü kırmak için bir dizi kısıtlayıcı önlem geliştirmiştir.İngiltere, Amerikan kolonilerinin bu önlemlere gösterdiği tepkiye askerî önlemler geliştirmekle karşılık vermiştir.Bu gergin ortam, Aralık 1773’te bir sosyal ve siyasal patlamayla sonuçlanmıştır.Böylece başlayan Amerika-İngiltere savaşı 1775’ten 1783’e dek sürmüş ve
Amerikalıların zaferiyle sonuçlanmıştır.

Kongre’nin Kuruluşu ve İlk Bildirisi
Eylül 1774’te Philadelphia (Filadelfiya)’da yapmıştır.ilk bildirisinde, İngiliz yönetiminin uygulamalarından kaynaklanan şikâyetlere yer verdikten sonra bir dizi maddeyle “Kuzey Amerika’daki İngiliz kolonilerinin sakinlerinin” birtakım haklarına temas etmiştir.Buna göre, bu sakinler, yaşama, özgür olma ve mülkiyet haklarına sahiptirler ve kendi rızaları olmaksızın bu haklar herhangi bir egemen güce terk edilemeyecektir.Koloni sakinlerinin barışçıl bir şekilde toplantı düzenleme, şikâyetlerini dile getirme ve krala (İngiltere kralına) dilekçe verme hakları da hüküm altına alınmıştır.İlgili koloninin yasama meclisinin onayı olmaksızın, barış zamanında daimî biçimde ordu bulundurulmasını yasa dışı ilan eden hükümle de, İngiltere’nin Amerikan kolonilerinde geliştirmeye çalıştığı askeri önlemlere engel olunmaya çalışılmıştır.Bu ilk bildiride yalnızca koloni sakinlerinin birtakım haklarından söz edilmiştir. İnsanlığın geneline hitap eden soyut, genel ve güçlü insan haklarına henüz yer verilmiş değildir.

Virginia Haklar Bildirisi ve Amerikan Bağımsızlık Bildirisi
Kongre, Mayıs 1776 tarihli çağrısıyla her koloninin kendi anayasasını yapma önerisinde bulunmuş ve Virginia bu öneriye en önce uyarak anayasasını hazırlamış, bu anayasanın başına da bir haklar bildirisi
eklemiştir.

1.Bütün insanlar doğuştan (tabiaten) eşit derecede hür ve bağımsızdırlar. Bunlar, yaşam, özgürlük, mülkiyet, mutluluk ve güvenlik arama ve bunlara erişebilme haklarıdır.

2.Bütün güç halkta toplanır ve halktan gelir. Yetkili vekiller halkın vekilleridirler ve halka karşı sorumludurlar.Yönetim, halkın ortak yararı, savunması ve güvenliği için kurulmuştur ve bu amaçlarla kurulmalıdır. En iyi yönetim, halkın en fazla mutluluğunu ve güvenliğini sağlayan ve iktidarın kötüye kullanılmasına karşı en etkin önlemleri almış olan yönetimdir. Halkın, bu niteliklere uygun olmayan bir yönetimi reforma tabi tutma, değiştirme veya bütünüyle ortadan kaldırma hakkı vardır.

3.Yasama ve yürütme güçleri yargı gücünden ayrı ve farklı olmalıdır. Mecliste halkın temsilcisi olarak çalışacak kişilerin seçimi serbest olmalıdır. Topluma sürekli genel ilgi ve bağlılık beslediğine dair yeterli kanıtı olan herkesin oy hakkı vardır.

4.Suç isnadıyla karşı karşıya kalan herkes, kendisi hakkında yapılan suçlamanın gerekçesini ve mahiyetini sormak, suçlamayı yapanlar ve tanıklar ile yüzleşmek, kendi lehine olan delilleri sunmak ve tarafsız bir jüri tarafından yapılacak hızlı bir yargılanma haklarına sahiptir.

5.Keyfî arama ve yakalama kararları hukuk dışıdır.

6.Basın özgürlüğü mutlaktır, asla sınırlanamaz.

7.Özgürlük için tehlikeli olacağından barış zamanlarında daimî ordu bulundurmaktan kaçınılmalıdır. Askeriye, her durumda sivil yönetimin emri altında olmalı ve onun tarafından yönetilmelidir.

Virginia Haklar Bildirisi ile artık ‘bütün insanlığa seslenen ve herkesi kapsayıcı haklar’ formüle etme noktasına ulaşılmış bulunmaktadır.Bildirinin John Locke’un ‘yaşam-özgürlük mülkiyet ve baskıya karşı direnme’ şeklindeki doğal haklar formülasyonundan etkilendiği rahatlıkla görülebilmektedir. Kuvvetler ayrılığına yapılan vurguda da Locke ve Montesquieu etkisi görülmektedir. Yönetimin halka dayanmak zorunda olduğu ve esasen gücün halkta olduğu saptamalarında da Jean Jacques Rousseau etkisinden söz etmek mümkündür. Bildirinin, yaşam ve kişi özgürlüğü haklarını soyut olarak vurgulamakla yetinmeyip keyfî arama ve yakalamadan korunma, adil yargılanma, serbest seçim, basın özgürlüğü gibi somut haklara yer vermiş olması da dikkate değer bir husustur.

**Kongre, kolonilerin İngiltere ile her türlü siyasal bağı kopardığını ve bağımsız olduğunu ilan ettiği 4 Temmuz 1776 tarihli Bağımsızlık Bildirisi’nde, Virginia Haklar Bildirisi’nin ilk üç maddesini büyük
ölçüde yineleyen bir çizgi izlemiştir. Bildiri’ye göre, bütün insanlar eşit yaratılmışlardır; yaşam, özgürlük ve mutluluğa erişme hakları gibi vazgeçilmez haklara sahiptirler. Yönetimler (devletler), bu hakları
güvence altına almak üzere kurulur ve güçlerini yönetilenlerin verdiği rızadan alır. Bir yönetim bu kuruluş amacına aykırı hareket etmeye başladığında, halkın söz konusu yönetimi değiştirme ya da düşürme hakkı vardır.

Fransız İhtilali ve 1789 Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisi

Fransız İhtilali’ni Hazırlayan Toplumsal-Siyasal Koşullar ve İhtilali

Gelişimi

İhtilal öncesi Fransa toplumsal yapısı, hukuksal açıdan üçlü bir görünüm sunmaktaydı.Din adamları, soylular ve halk.Bu sebeple farklı hukuk statüleri barındırmaktaydılar.

-Din Adamları:
Rahipler, önde gelen ayrıcalıklı kesimi oluşturmaktaydı.Bu kesim, temsilcilerinin oluşturduğu meclislere sahipti. Bu meclisler, beş yılda bir toplanarak krala yapılacak yardımı ve kendilerini ilgilendiren konuları ele alırdı. Rahipler birtakım ayrıcalıklara sahiplerdi. Ancak özel mahkemelerde yargılanabilirlerdi.
Kentlerdeki değerli birçok gayrimenkulün yanında Fransa topraklarının %6’ya yakını kilisenin malıydı; kilise, tarım ürünleri üzerinden, Osmanlı’daki aşar vergisine benzer bir vergi toplama hakkına
sahipti; bununla birlikte, bu büyük zenginlikten din adamlarının sınırlı bir kesiminin yararlanırdı. Sayıları beş altı bini geçmeyen ve aslında soylular tabakasından gelme olan yüksek görevlerdeki rahipler bu zenginliğin sahibi konumundaydı. Buna karşılık, sayıları altmış bin civarında olan ve Üçüncü Tabaka (Tiers Etat) olarak tanımlanan halktan gelme kimselerden oluşan yoksul rahipler, dinsel hiyerarşinin alt kademesindeydiler.

-Soylular:
Konumlarını feodal ayrıcalıklara borçlu olan soylular ise,
devletin bütün yüksek memuriyetlerini ve ordunun üst kademesini tekellerinde tutmaktaydılar. Bunlar,
vergiden muaflardı ve köylülerin feodal hukuka uygun olarak çeşitli biçimlerde kendilerine aktardığı zenginlikle yaşamaktaydılar; dolayısıyla, eski düzenin sürmesinde çıkarları vardı; bununla birlikte, küçük
bir soylu azınlığı, gittikçe yayılan liberal düşüncelerin etkisi altındaydı.

-Halk:Üçüncü Tabaka (Tiers Etat)’yı oluşturan kesim ise, gelişmekte olan kapitalist üretim tarzıyla ekonomik olarak gittikçe güçlenen burjuvalar, yoksul kent emekçileri ve köylülerden oluşuyordu. Hiçbir hukuksal ayrıcalığa sahip olmayan Üçüncü Tabaka’nın siyasal rejimin işleyişinde de hiçbir belirleyiciliği yoktu.

Fransa’da kral, diğer feodal beylerle ve kiliseyle uyum içinde hüküm sürmek (vergi ve asker toplamak) için Etats Généraux (etajenero)’ya danışmak durumundaydı.Son toplantısını 1614’te yapan Etats Généraux, Fransız kralları tarafından 1789’a dek bir daha toplantıya çağrılmamıştı.Kötüleşen ekonomik koşullar, Amerikan bağımsızlık hareketine verilen destek sonucu artan bütçe açığı, kralın yeni vergiler toplamak üzere Etats Généraux’yu yeniden toplamaya itmiştir.Bu girişim ihtilali başlatan önemli bir adım olmuştur.17 Haziran tarihinde yapılan seçimle Etats Generaux ismi yerine Ulusal Meclis adının kullanılmasına karar verilmiştir.Kralın tepkisi, önce, 20 Haziran’da halk vekillerinin toplantı salonunu kapatmak şeklinde olmuşsa da, Tiers Etat’nın kararlı direnişi, bu direniş süresince ruhban temsilcilerinin büyük çoğunluğunun ve 47 soylu vekilin Ulusal Meclis’e katılması üzerine kral, 27 Haziran’da bütün temsilcilerin Ulusal Meclis’e katılması buyruğu vererek halk vekillerinin denetimindeki bu meclisi tanımak zorunda kalmıştır. 9 Temmuz 1789’da bu kez kendisini Ulusal Kurucu Meclis olarak tanımlayan yeni meclis, bir anayasa komisyonu oluşturmuştur.

Kralın, Paris çevresine asker yığmayı sürdürmesi, reform yanlısı yöneticileri görevden alarak yerlerine katı aristokratları ataması üzerine, Paris halkı ayaklanmıştır. Silahlı halk, Eski Rejim’in en önemli simgelerinden biri olan ve aynı zamanda hapishane olarak kullanılan Bastille Kalesi’ni ele geçirmiştir.Önce Paris’te, sonra kentlerde yaşanan devrim hareketi, kırsal alana sıçramış ve köylüler soyluların malikânelerine saldırmıştır. Ulusal Meclis, 4 Ağustos 1789’da aldığı bir kararla feodal rejimle gelmiş olan ayrıcalıkları kaldırdığını ilan etmiştir. Eski Rejim’in tasfiyesi ve dolayısıyla ayrıcalıkların kaldırılması suretiyle herkesin hukuk nezdinde eşit konuma gelmesini takiben Ulusal Meclis, 26 Ağustos 1789’da İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisi’ni ilan etmiştir.

Fransız İnsan ve Vatandaş
(Yurttaş) Hakları Bildirisi
Bir giriş ve 17maddeden oluşmaktadır.Giriş bölümünde insan haklarının bilinmezlikten gelinmesi, ihmal edilmesi ya da hor görülmesini, kamunun başına gelen felaketlerin ve yönetimlerdeki bozulmaların yegâne nedenleri olarak değerlendirerek, insanın doğal, devredilmez ve kutsal haklarını resmi bir bildiriyle açıklamaya karar vermişlerdir.
1. İnsanlar, hakları açısından özgür ve eşit olarak doğarlar ve öyle yaşarlar. Toplumsal farklılıklar ancak ortak yarara dayandırılabilir.
2. Her siyasal topluluğun amacı, insanın doğal ve zaman aşımına uğramaz haklarını korumaktır. Bu haklar özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskıya karşı direnmedir.
3. Her egemenliğin ilkesi, öz olarak Ulus’un içindedir. Hiçbir kurum, hiçbir kişi açıkça ulustan kaynaklanmayan bir otoriteyi kullanamaz.
4. Özgürlük, başkalarına zarar vermeyen her şeyi yapabilmektir: Böylece, her insanın doğal haklarının kullanımının, toplumun diğer üyelerinin de aynı hakları kullanmasını sağlayan sınırlardan başka sınırı yoktur. Bu sınırlar ancak yasayla saptanabilir.
5. Yasa, yalnızca topluma zararlı olan eylemleri yasaklama hakkına sahiptir. Yasanın yasaklamadığı hiçbir şey engellenemez; hiç kimse yasanın buyurmadığı bir şeyi yapmaya zorlanamaz.
6. Yasa genel iradenin ifadesidir. Tüm yurttaşlar, kişisel olarak ya da temsilcileri aracılığıyla yasanın oluşumuna katkıda bulunma hakkına sahiptirler. Yasa korurken de, cezalandırırken de herkes için aynı olmalıdır. Tüm yurttaşlar, onun gözünde eşit olduklarından, kamusal
saygınlıklara, mevkilere ve görevlere, aralarında erdem ile yeteneklerinden başka hiçbir ayrım gözetilmeksizin, yeterliliklerine göre eşit olarak kabul edilirler.
7. Hiç kimse, yasanın belirlediği haller ve öngördüğü biçimler dışında suçlanamaz, gözetim altında tutulamaz ya da tutuklanamaz. Keyfi buyruklar düzenleyen, veren, uygulayan ya da uygulatan kişiler cezalandırılmalıdır. Ancak yasa uyarınca çağrılan ya da yakalanan her yurttaş, buna hemen uymak zorundadır; direnirse suçlu durumuna düşer.
8. Yasa ancak kesinlikle ve açıkça zorunlu olan cezalar koymalıdır; bir kimse, yalnızca suçun işlenmesinden önce kabul ve ilan edilmiş olan ve usulüne göre uygulanan bir yasa uyarınca cezalandırılabilir.
9. Her kişi suçlu olduğu açıklanıncaya kadar masum sayıldığından, tutuklanmasının zorunlu olduğu durumlarda, yakalanması için gerekli olmayan her türlü sert davranış yasa tarafından ağır bir biçimde cezalandırılmalıdır.
10. Hiç kimse, düşüncelerinin açıklanmasının yasayla kurulmuş kamusal düzene zarar vermediği sürece, dinsel olanlar da dahil olmak üzere düşüncelerinden dolayı rahatsız edilmemelidir.
11. Düşüncelerin ve görüşlerin özgür iletişimi insanın en değerli haklarından biri olduğundan, her yurttaş özgürce konuşabilir, yazabilir ve bunları yayınlayabilir; ancak, bu özgürlüğü yasada belirtildiği biçimde kötüye kullanırsa, bundan sorumlu tutulur.
12. İnsan ve yurttaş haklarının korunması, bir kamu gücünü zorunlu kılar; dolayısıyla bu güç, ellerine bırakılmış kişilerin özel çıkarları için değil, herkesin yararı için kurulmuştur.
13. Kamu gücünün donanımını ve yönetiminin harcamalarını karşılamak için ortak bir katkının olması zorunludur; bu ortak katkı, tüm yurttaşlar arasında, güçleri oranında eşit olarak paylaştırılmalıdır.
14. Yurttaşlar, kişisel olarak ya da temsilcileri aracılığıyla, kamusal katkının gerekliliğini saptama, bu katkıyı özgürce kabullenme ve bunun tahsis yöntemini, miktarını, matrahını ve süresini belirleme haklarına sahiptirler.
15. Toplum, her kamu görevlisinden yaptığı işlerin hesabını sorma hakkına sahiptir.
16. Erkler ayrımı ile hakların güvence altına alınmadığı her toplum, bir anayasaya sahip değildir.
17. Mülkiyet dokunulmaz ve kutsal bir hak olduğundan, hiç kimse, yasayla belirlenmiş bariz kamu gereksiniminin olması ve bu durumda da adil bir tazminatın önceden ödenmesi koşulu dışında, mülkiyetten mahrum bırakılamaz.

1789 Bildirisi,Amerikan haklar bildirilerinin çizgisini takip etmiştir.1789 Bildirisi’nin gerek benimsediği doğal, vazgeçilmez, doğuştan gelen haklar anlayışı, gerekse ayrıntılandırdığı haklar bakımından Amerikan haklar bildirilerini izlemesine ve dolayısıyla bu bakımdan yeni ve özgün olmamasına karşın, bu bildirilerle kıyaslanamayacak derecede dünya çapında bir üne sahip olduğu açıktır.Bildiri’nin düzenlediği hakların gerçek bir hukuksal değere kavuşması 1791’de kabul edilen Fransız Anayasası ile mümkün olmuştur.

İNSAN HAKLARININ FELSEFİ TEMELLERİ
Özgürlük ve eşitlik başta olmak üzere insan haklarıyla ilgili temel sorunlara ilişkin fikirlere Çin, Hint, Eski Yunan ve Roma Medeniyetleri gibi çeşitli uygarlıklarda daha ilkçağlarda rastlanmaktadır.Ortaçağ da ise felsefi ve siyasal düşünceler, kilisenin (dinsel iktidarın) dünyevi iktidarlar üzerindeki üstünlüğünü sağlamlaştırmaya yönelik görüşler olmuş ve insan hakları düşüncesi ikinci planda kalmıştır. Yinede Hristiyan ve İslam dünyasında eşitlik ve adalet düşüncesinin izleri bulunmaktadır. Yeniçağ ise devlet iktidarının meşruluğunu yönetilenlerin rızasına dayandıran toplum sözleşmesi kuramı, mülkiyet, yaşam hakkı, özgürlük, güvenlik ve barış gibi temel değerlerin korunması gerektiğine dair felsefi temeller bu dönemin ürünüdür.Yakınçağ’a gelindiğinde ise, ekonomik eşitsizlikler karşısında salt siyasal liberalizm temelli özgürlük ilkelerinin insan haklarının etkin bir biçimde korunmasında yeterli olmadığı görülmüştür.Tepki olarak ise insanların özgürlüklerinin önünde engel teşkil ettiği düşünülen ekonomik eşitsizliğin aşılabilmesi için sosyalizm düşüncesi oluşmuştur.

İLKÇAĞDA İNSAN HAKLARI İLE İLGİLİ DÜŞÜNCELER ÇİN VE HİNDİSTAN'DA KONUYLA İLGİLİ DÜŞÜNSEL BİRİKİM
Taocu düşüncenin kurucusu olan Lao-Çe'ye göre;
*İnsanlar doğuştan iyi ve eşittir.
*Devlet, insanların hiç bir etkisinin olmayacağı bir ruhun eseridir.
*Yöneticiler insanların yaşamlarına müdehalede bulunmamalıdır.
*Bireysel hayata müdehale etmemenin tek yolu kanun yapmamaktır.
*İdeal bir devlet ordu ve diğer güç organlarından yoksun, sınırlı bir alanda ve gelişme arzusu taşımadan yaşamalıdır.
*Devlet olabildiğince az ve açık yasalar çıkarmalıdır, gerekli olaandan fazla vergi almaktan kaçınmalıdır.

Bireyin özgürlüğü lehine, devlet gücünü sınırlamayı siyasi düşüncesinin odağına almıştır.Taocu düşünceye hakim olan kadercilik ve bu doğrultuda toplumsal-siyasal olaylardan uzak durma felsefesi, Lao-Çe’nin öngörüsünün tersine, bireyin özgürlük alanının genişletilmesini değil, yönetimin güçlendirilmesini, güçlü bir siyasal iktidarın yaratılmasını savunan Konfüçyüsçülüğe, uygun bir gelişme zemini hazırlamış görünmektedir.
Konfüçyüs'a göre;
*Ancak birliği sağlamış güçlü bir iktidar adaletsizleri yok edebilir, böylece kişisel ve ailesel yaşamda sükunet geri gelebilir.
*Parçalı siyasal yapının aşılması, yönetimin kurumlarının, örf ve geleneklerinin güçlendirilmesiyle olacaktır.
*Siyasal öğretisinin merkezine siyasal iktidarın parçalı halinin doğurduğu sakıncaları almıştır.
Konfüçyüs öğretisinin yönetim katında itibar görmesi ve bu öğretininarzu ettiği şekilde Çin’de merkezi iktidarın gücünü tekrar etkin hale getirmesi, bireysel ve ailesel yaşamı baskı altına alan devlet müdahaleleriyle sonuçlanmıştır. Buna tepki olarak Mo-ti öğretisi gelişmiştir.

Mo-ti öğretisine göre;
*Her birey çevresine sevgi bağlarıyla bağlanmalıdır.
*Toplum sevgisi hükümetin eylemlerini belirlemeli ve toplumun temeli haline gelmelidir.
*Devlet geçmişe bağlı kalmamalıdır ve geleneğe dönmemelidir.
*Devlet adil davranmalıdır ve yönetim iyi tanımlanmış, planlanmış bir toplumsal ideale sahip olmalıdır.

Hindistan’da;
özgürlük ve eşitlik sorunu hakkındaki görüşler, bu ülkede egemen olan kast sistemi ile ilgili olmuştur. Toplumu, din adamları, askerler, çalışanlar, düz işçiler, paryalar, köleler gibi kastlara bölen eşitsiz ve adaletsiz bir sistem olan bu sistemi meşrulaştırmaya çalışan Brahmacılık, Upanishadcılık, Hinduizm gibi öğretilerden farklı olarak

Budacılık (Budizm), kast sistemine karşı çıkmıştır. Sonradan Buda olarak anılacak olan Prens Gautama kast sistemine karşı açık ve kararlı bir mücadele içine girmiş olmamakla birlikte, kast ayrımına karşı çıkmış ve bunu davranışlarıyla da göstermiştir. Buda, bütün insanlığa hitap etmiş, düşüncelerini yayarken insanlar arasında ayrım yapmadığından, toplumun en alt sınıflarını bile düşüncelerinin kapsamı içine almıştır. Budacılığın, kısa bir süre içinde Hindistan sınırlarını aşarak Çin, Birmanya, İran ve Asya’nın diğer bölgelerine yayılım göstermesinin temel nedeninin, bu yeni öğretinin kast sistemine karşı kesin tavır almış ve halkçı-eşitlikçi bir nitelik göstermiş olması olduğu söylenebilir.

ESKİ YUNAN'IN SİYASAL YAPISI VE KONUYLA İLGİLİ DÜŞÜNSEL BİRİKİMİ
Eski Yunanda özgürlük ve eşitlik sorunlarına değinen siyasal düşünceleri anlayabilmek, öncelikle, bu dünyanın en parlak döneminin toplumsal ve siyasal örgütlenme biçimi olan polis (site, kent devleti)’in bilinmesini gerektirmektedir.Polis, birkaç şehri ve bu şehirlerin kırsal kesimlerini de içine alan bir siyasal-toplumsal birliktir.Bu birlik, aynı zamanda dinsel, askerî ve ekonomik bir bütünlük göstermiştir.Polislerden hiçbirinin, diğerlerini hükümranlık altına alabilecek kadar güce ulaşmaması,polislerin merkezi bir güç altında toplanmasını engelleyerek her birinin özerkliğini sağlamıştır. Merkezi bir güç altında birleşememenin bir nedeni de, her polisin diğerlerini yabancı olarak görmesine neden olan kendine özgü kutsallığa ve tanrılara sahip olmasıdır.

M.Ö 5.yy Polis toplumu hukuksal açıdan üç kesimden oluşmuştur:

1)yurttaşlar (vatandaşlar):

Polisin yerli halkını oluşturan ve belli haklara sahip olan özgür kişilerdir. Polisin ilk dönemlerinde yurttaşlık, toprak sahipliğiyle özdeşken, daha sonra silah kullanma hakkı olan her yetişkin erkek yurttaşlığa kabul edilmiştir. Kadınlar hiçbir zaman yurttaş olarak kabul görmemiş ve kısmen istisna olan Sparta hariç kamusal-toplumsal etkinliklerin dışında tutulmuştur. Çeşitli toplumsal sınıflara bölünmüş olan yurttaşlar arasında, yönetim mekanizmasını ellerinde bulunduranlar genellikle soylular olmuştur. Yurttaşlar, toplam nüfus içinde azınlığı oluşturmuştur.

2) yabancılar (meteksler; metoikoslar):
Polise yerleşmiş olup genellikle zanaat ve ticaretle uğraşan, özgür olmalarına karşın, hiçbir yurttaşlık hakkına sahip olmayan kişilerdir.

3) köleler:
Hiçbir hakkı ve özgürlüğü bulunmayan ve üretim aracı kabul edilen kişilerdir. Kölelerin, polisin maddî ihtiyaçlarını sağlamaları, yurttaşların çeşitli kültürel etkinliklerde bulunmaları ve siyasetle uğraşmaları için gerekli boş zamanı yaratmış ve böylece de, doğrudan demokrasi uygulamalarının gelişmesine uygun bir ortam yaratmıştır.

*Eski Yunan demokrasisi köleli ve kadınları kamusal süreçlerden dışlayan bir demokrasi olmuştur.
*Eşitlik vatandaşlar arasındadır.
*Özgürlük de esas olarak kamu hizmetine katılmakla özdeş görülmüştür, buna göre polis yönetimine, kamu hizmetlerine katılan kişi özgürdür.
*Özgürlüğün ölçütü, yönetime, yasaların yapılmasına katılabilmektir.
*Yunan’da özgürlük, yönetime katılmak anlamına gelmektedir.
*19. yüzyıl’ın liberal devletinden farklı olarak bireyleri çoğunluğun baskısından kurtaracak önlemler düşünülmemiştir.
*Bireylerin veya vatandaşların devlete karşı ileri sürebileceği hakları söz konusu olmamıştır.
*Site devleti (polis)’nin varlığı esastır ve devlet bireyler üzerinde tam ve mutlak bir otoritedir. Eski Yunan siyasal-toplumsal yapısı, özgürlükten, yalnızca siyasal haklara sahip olmayı anlamıştır.

M.Ö.6.yy'da ekonomik ve toplumsal gelişmelerle birlikte düşünce alanında bir devrim olmuştur.Mitolojik düşünme tarzı, beliren yeni toplumsal olguları ve insan ilişkilerindeki değişimleri açıklamada yetersiz kalmış ve yükselen orta sınıf, olayları olguları ele alırken, tanrılara başvurmak yerine laik ve soyut bir söylem kurma çabası içine girmiştir. İlk önce İyonya polislerinde ortaya çıkan bu düşünsel kırılma, kendisini önce doğa felsefesinde göstermiştir.

Miletli ve Efesli ilk filozoflar, güncel toplumsal ve siyasal sorunlarla doğrudan uğraşmaktan uzak durarak evrene ilişkin sorunlara yanıt arama çabası içine girmiştir. İyonyalı filozoflar Thales, Anaksimandros, Anaksimenes ve Herakleitos'un doğa felsefelerinin özü, doğayı, evreni tanrılarla değil, doğa yasalarıyla açıklamaktır.Onlara göre, bu doğa yasaları sayesinde evrende daimi biçimde bir değişim, dönüşüm ve süreklilik egemendir. İyonya filozoflarıyla benzer biçim ve içerikte doğa sorunlarına açıklık getirmeye çalışan bir düşünür olan Demokritos, toplumsal-siyasal olgulara ilişkin önemli bazı değerlendirmelerde bulunmuştur.

Düşünüre göre, insanlar kendi ihtiyaçları doğrultusunda kendilerini ve toplumsal ilişkileri geliştirerek gittikçe daha iyi yaşam koşullarına kavuşur. Devlet (polis), toplumda iyi bir yaşam biçiminive düzeni sağlamaya yönelik yasaları yapması ve koruması amacıyla insanlar tarafından yapay bir kurum olarak oluşturulmuştur.Demokritos’un devleti, insanların ihtiyaçlarını karşılamak üzere oluşturduğu insan eseri yapay bir kurum olarak görmesinin, bireyin ve toplumun özgürlüğü sorunuyla doğrudan ilişkili bir sonuçtur. Bu düşünme şekliyle, devletin (polisin) Tanrıların eseri olduğu ve dolayısıyla insan üstü bir kişiliği olduğu şeklindeki mitolojik yaklaşım terk edilmiş olmakta, devlet sahici bir düzleme çekilerek temeline insanlar yerleştirilmiş olmaktadır.

Böylece, bireylerin devleti amaç değil araç olarak gören, bir devlet anlayışına bırakmış olmaktadır. Bu yaklaşımın, demokrasi ve insan haklarına giden yolda önemli bir köşe taşı olduğu kuşkusuzdur.
Atina’nın siyaset ve kültür bakımından geliştiği ve demokratik düzenin tesis edildiği bir ortamda, doğrudan insan ve toplum sorunlarını merkezine alan bir düşünce hareketi olarak Sofizm ortaya çıkmıştır.Doğal adalet düşüncesini savunan bir düşünce akımıdır. Zengin kimselere yönetimde etkili olabilmeleri için bilgilerini satan kişiler olan Sofistlerin en ünlüsü konumundaki Protagoras, kamusal kurumların, insan refahına katkısı açısından değerlendirilmesi gerektiğini söyleyen ilk düşünürdür. Bütün olguların anlaşılmasında aklın önemini vurgulayan düşünür, toplumun siyasal açıdan örgütlenmesinin (devletleşmesinin) de eşit bireyler arasında yapılmış olan bir antlaşmanın eseri olduğu kanısındadır.

Diğer bir Sofist düşünür olan Antiphon ve Alkidamas tarafından da benimsenen bu çarpıcı düşünceye göre, devletin ortaya çıkması, bütün insanların özgür bir şekilde kendi serbestliklerini sınırlandırarak, temel özgürlüklerin bir örgütlenme çerçevesinde güçlendirilmesi için yaptıkları bir antlaşmanın sonucudur. Bu yaklaşımın benzeri, 17. ve 18. yüzyıl siyasal düşüncesinde ‘toplum sözleşmesi kuramı’ olarak yer almıştır. Öte yandan, Protagoras, bütün ulusların ve hatta kölelerin bile eşit olduğu görüşündedir. Kölelik kurumunu eleştirmeleri, Sofistlerin ilginç bir yönünü oluşturmuştur. Onlara göre, aynı toplum içinde yaşayan insanların eşitsiz bir durumda olmaları toplumun temel yasasına, kurucu sözleşmeye aykırıdır.Bununla birlikte, insanlar arasında eşitsizliği savunan, toplumsal-siyasal kurumları eşit ve ortak iradeye dayanan toplum sözleşmesiyle değil de, güçlü olanın hükmünü yürütmesi esasına dayanan kuvvet teorisiyle açıklayan bazı Sofist düşünürlerde vardır.

Sofizm, sanat ve siyaset dünyasını da etkilemiştir. Sofizmin yoğun etkisi altında kalmış olan düşünür ve sanatçı Sofokles, yazılı yasaların (pozitif hukukun) üzerinde yer alan bir doğa yasasına (doğal adalete) işaret etmiştir. Düşünür, bu doğal yasaya aykırı olarak sınırlarını aşan otoritelere karşı vatandaşların direnme ve isyan hakları olduğunu savunmuştur. Sofizmden etkilenmiş bir siyasetçi olan Perikles’in de ünlü bir söylevinde demokrasiye övgüsüne, yazılı olmayan yasaların (doğal hukuk) üstünlüğüne yapılan vurgu eşlik etmiştir. Sofistler, insanı merkezlerine alan, toplumsal-siyasal kurumların insan eseri olan ve insanın hizmetinde olması gereken yapılar olduğunu vurgulayan görüşleri savunmuştur.İyonya felsefesi ve Sofizmin yaşam bulduğu istikrar ve demokrasi ortamının bozulması ve polisler (site devletleri) için bir çöküş döneminin başladığı koşullarda, eşitlik ve özgürlük, yerlerini devleti kurtarmaya odaklı ve bu doğrultuda devletin varlığına ve o devleti yüceltecek siyasal seçkinlerin önemine vurgu yapan görüşlere bırakmıştır.Düşünceleri arasında farklılıklar olmakla birlikte, Sokrates, Platon (Eflatun) ve Aristoteles esas olarak, devleti yücelten, bireysel özgürlüğü dışlayan ve kişileri bütün (polis) içinde eriten çizginin temsilcileri olmuştur.

ROMA UYGARLIĞININ KONUYLA İLGİLİ DÜŞÜNSEL BİRİKİMİ
Roma, uyrukları hukuksal statu bakımından Eski Yunan’ı andırmaktadır. Sınırlı bir vatandaşlar topluluğuna, yabancılar ve köleler eşlik etmiştir. Roma kavmi civitas’ın hukuku olarak doğan ve Roma vatandaşlarına uygulanan hukuk kurallarından oluşan Ius civile, kamu hukuku alanında

Vatandaşlar için;
halk meclisleri, senatus ya da magistra’lıklarla ilgili seçme, seçilme hakları ve askerlik yapma gibi hak ve ödevleri getirmiştir. Lus Civile, özel hukuk alanında ise, diğer koşullar da sağlanmak kaydıyla, her türlü mameleke ilişkin hukukî işlemlerde, taraf olarak hak sahibi olabilmek veya borç altına girebilmek, hukuken geçerli bir evlilik yapabilmek, davada taraf olabilmek gibi hakları tanımıştır.

Yabancılar için
Roma uyruğu olup da kendisine vatandaşlık tanınmayan ve kabul edilen kimselere ise, genellikle ticaret hayatının gerektirdiği hukukî işlemleri yapmak ve Romalılarla evlenme hakkı tanınmıştır. Uyruk olmalarına karşın yabancı sayılan bu grup, Ius civile’ye değil, Ius gentium’a (yabancılar, kavimler hukukuna) tabi olmuşlardır. Bu ikili durum M.S. bütün imparatorluk uyruklarına vatandaşlık hakkının tanınmasıyla son bulmuştur.

Köleler için,
toplumsal-hukuksal piramidin en altında ise özgür olmayıp hiçbir hakkı bulunmayan ve bütünüyle bir eşya muamelesi gören köleler yer almıştır.
Eyleme ve uygulamaya önem verilmiştir özgün bir siyasal doktrinin izlerine rastlamak kolay değildir. Soyut düşünceye pek değer vermemelerine karşın, içeride mevcut eşitsizlikleri ve dışarıda izlenen yayılmacı siyaseti meşrulaştırmaya yönelik görüşlere rastlanmıştır. Bu doğrultuda, Eski Yunan polislerinin çöküş döneminde ortaya çıkan Stoacı düşünce Romalı düşünürleri etkilemiştir.

Stoacılara göre,
bütün insanlar evrensel düzenin temel parçaları olarak, evrensel akıldan pay almışlardır ve hepsi Tanrının çocuklarıdır; bu yüzden de birbirlerinin kardeşidirler. Herkesi bağlayan bir doğal hukuk fikrinden hareketle Stoacılar, evrenseltanrısal akıldan pay alan ve tanrısal-doğal yasanın hükmü altında yaşayan insanların eşitliği düşüncesindedir. Bu düşüncelerin siyasal karşılığı ise, tek bir dünya devleti (kosmopolis) ve dünya yurttaşlığı fikridir. Bu içeriğiyle Stoacılık, Roma İmparatorluğu’nun bütün dünyaya hükmetmeyi amaçlayan yayılmacı eğilimine uygun düşmektedir. Eklemek gerekir ki, soyut düzeyde evrenselliği ve eşitliği savunan Stoacılık, somutta ise dünyevi değerleri önemsemeyen kaderci eğilimleriyle mevcut eşitsizlikleri ve baskıcı rejimleri kabul etme çizgisine kaymaktadır.Roma siyasal düşünüşünün en önemli temsilcisi kabul edilen Cicero da Stoacıların doğal hukuk ve evrensellik düşüncesini benimsemiştir. Bu, onu eşitlik fikrine götürmüştür; bununla birlikte, düşünüre göre, aklın farklı kullanımından kaynaklanan eşitsizlikler kaçınılmazdır; bu yüzden, mutlak eşitlikten söz edilemez. Buradan hareketle, Cicero, Roma’da geçerli olan özgür insan-köle ayrımını olağan göstermekte, onu meşrulaştırmaktadır. Düşünüre göre, Roma devletinin düzeni doğal hukuka uygun bir düzendir. Roma siyasal düşünüşü içinde, özgürlük ve eşitlik konularıyla anılabilecek diğer isim Seneca'dır.

Lucius Annaeus Seneca ,
soyut düzeyde, eşitsizliğin ve köleliğin kaynağı olarak gördüğü mala mülke sahip olma tutkusuna yönelik eleştirel değerlendirmeler yapmıştır. Ona göre, bu tutku ve onun sonucu olarak ortaya çıkan özel mülkiyet, eşitliğin hüküm sürdüğü doğal yaşama son vermiştir; düşünüre göre, artık eski duruma, doğal yaşama, geri dönmek mümkün değildir; var olan bütün kurumların korunması gerekmektedir. Örneğin, kölelere iyi davranılması gerektiğini savunan düşünür, kölelik kurumunu olduğu gibi kabul eder. Stoacı felsefe, Seneca’ya köleliği meşrulaştıracak imkânları da sunmaktadır. Bu doğrultuda Seneca, bedensel ya da dışsal köleliğin hiç önemli olmadığını, önemli olanın kişinin kendi içinde sağladığı özgürlük olduğunu savunur.

ORTA ÇAĞDA İNSAN HAKLARIYLA İLGİLİ DÜŞÜNCELER
BATI AVRUPANIN KONUYLA İLGİLİ DÜŞÜNSEL BİRİKİMİ

Ortaçağ, Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışından Rönesansa kadar süren bir dönemdir. Bu dönem Batı Avrupa’sında feodalite (feodal üretim tarzı)’nin hüküm sürmesi, feodaliteye uygun olarak güçlü bir merkezî iktidarın olmayışı (parçalı küçük siyasal yapıların varlığı) ve Hıristiyanlığın Papalık ve ona bağlı kiliseler şeklinde kurumsallaşarak düşünce hayatını etkilediği dönemdir. Önemli bir kısmında felsefî ve siyasal düşünceler, kilisenin (dinsel iktidarın) iktidarlar üzerindeki üstünlüğünü sağlamlaştırmaya yönelik görüşler olmuştur.

Aquinumlu Thomas,
kilise ve devlet iktidarının alanlarının ayrı olması gerektiği, siyasal iktidarın Tanrı kaynaklı olsa bile yöneticiye halk eliyle ulaştığını ve devletin doğal yasaya uygun biçimde keyfi olmayan sınırlı bir yönetime sahip olması gerektiğini dile getiren söz konusu çizginin dışına çıkan ilk kayda değer düşünür olmuştur. Bu düşünür dışında;

Marsilius
Kilisenin oynamak istediği siyasal role karşı çıkmış ve onun devlete (dünyevî iktidara) bağımlı bir statüde olması gerektiğini kanıtlamaya çalışmıştır.Düşünüre göre, bütün kamu makam ve otoriteleri seçim ve yasalara tabi olmalıdır; kamu otoritelerinin tamamı, devlet adına ama herkesin çıkarı doğrultusunda çalışmalıdır.

William da,
Hükümetin, kiliseden bütünüyle bağımsız ve ondan tamamen ayrı olması gerektiğini savunmuştur. Diğer yandan, düşünür, devlet iktidarının kaynağının halk olduğunu, hükümetin meşruiyetinin halk desteğine bağlı olduğunu söylemiştir. Yasaların, insanların ve halkların eşitliği ilkesine bağlı olarak kaleme alınması gerektiğini savunan William, pozitif hukukun da, doğal hukuk gibi, bireysel özgürlük ve eşitlik kurallarına uygun olması geretiğini de vurgulamıştır.Ortaçağ sonlarına doğru, Batı Avrupa siyasal düşüncesi, giderek kilise ve devleti ayıran laik bir çizgiyi benimsemenin yanında, bireysel özgürlük ve eşitlik kavramlarına daha doğrudan değinme ve dahası bu ilkeleri savunma noktasına gelmiştir.

İSLAM KÜLTÜR SAHASINDA KONUYLA İLGİLİ DÜŞÜNSEL BİRİKİM
Batı Avrupanın, kilisenin sınırlayıcı, kısıtlayıcı müdahalelerine maruz kaldığı bu tarihsel kesitte(9-14yy), İslam düşünürlerinin Eski Yunan düşünürlerinin eserlerinden özgürce beslenerek düşünce sentezlerine varmaya çalıştığı görülmüştür. Avrupa, Eski Yunan düşünce hayatının ürünlerini, dönemin İslam düşünürlerinin çalışmaları aracılığıyla öğrenmiştir.

İbn-i Rüşd'ün
Aristoteles’in eserleri üzerine yaptığı yorumlar Avrupalı düşünürleri etkilemiştir.

İbn-i Haldun ,
tarihi, kişisel kahramanlık veya yenilgiler temelinde değil, toplumsal olguları esas alarak açıklamaya yönelen ve bu doğrultuda devlet ve toplum üzerine dikkate değer gözlem ve tespitlerde bulunan dolaylı da olsa, devlet iktidarını, birey ve toplum lehine sınırlama arzusunu yansıtan birtakım görüşlere sahne olmuştur.

Farabî
var olan toplumsal düzenler ve olması gerektiğini düşündüğü toplumsal düzene ilişkin tahlillerinde, adalete, barışa, insanları gerçek mutluluğa ulaştırmayı amaçlayan toplumsal dayanışmaya, evrenselliğe vurgu yaparak bu hususların önemine işaret etmiştir.

El-Maverdî

devlet başkanı konumundaki halifenin, adalete uygun hareket etmemesi halinde, görevinden uzaklaştırılması gerektiğini savunmuştur.

İbn-i Sinada,
halifenin taşıdığı üstün gücün meşru bir niteliğinin bulunması gerektiğini vurgulamıştır. Düşünüre göre, bu meşruiyet, bireylerin doğrudan veya dolaylı olarak göstereceği rızaya dayanacaktır. Bireylerin rızasının olmadığı ve dolayısıyla, meşruiyete sahip olmayan bir iktidara karşı bireylerin direnme, bu iktidarı alaşağı etme ve hatta iktidarı elinde bulunduran kişiyi öldürme hakları vardır.

YENİÇAĞDA İNSAN HAKLARINI OLUŞTURAN DÜŞÜNCELER
İlkçağ ve ortaçağda insan hakları kavramı ile belirli ölçüde ilişkisi olan düşünceler söz konusuyken, yeniçağ olduğunda, bu dönemin belli başlı düşünürlerinin kuramlarının, doğrudan insan hakları öğretisine vücut verecek açıklıkta görüşler içerdiği görülür. Tarihsel sıralamaya göre, bu düşünürlerden ilki,

Jean Bodin;
mezhep savaşlarının hüküm sürdüğü Fransa’da görüşlerini olgunlaştıran Bodin, bu kriz ortamının ancak devlet iktidarının merkezileştirilerek güçlendirilmesi sayesinde çözüleceğini savunmuştur.Düşünürün bu konuda geliştirdiği formül, onun ünlü egemenlik kuramıdır. Buna göre, egemenlik, mutlaktır, süreklidir, devredilemez ve bölünemez. Salt egemenlik kuramına bakıldığında, otorite yanlısı bir düşünür gibi görünen Bodin, kuramıyla çelişmek pahasına egemenliğe bazı sınırlamalar getirmiştir.

1) egemen, Tanrısal-doğal yasalara uygun hareket etmelidir.Bu yasalar, adaleti içeren, uyrukların özgürlük, mülkiyet, güvenlik, barış gibi haklarının saygı görüp korunmasını gerektiren, yazılı olmayan, ama insanların vicdanlarına sinmiş yasalardır.Egemenin yasaları (pozitif hukuk), bu yasalara (doğal hukuk) uymalıdır.

2) temel yasalar sınırlamasıdır; buna göre, egemen, tahta geçişi düzenleyen halefiyet yasası ile kamu topraklarının başkalarına devredilmezliği yasasına aykırı hareket edemeyecektir.

3) ekonomik niteliklidir, egemen, özel mülkiyete dokunamayacak, keyfi ve salt kendi kişisel kararıyla vergi sağlamayacaktır. Bodin, en yüksek yönetme erki olarak önce mutlaklaştırdığı egemenliği, adalet fikri ve ekonomik niteliği ağır da bassa, belirli bir özgürlük alanıyla sınırlama yoluna gitmektedir, düşünürün, bu özgürlük alanlarının devlet tarafından ihlali halinde öngördüğü herhangi bir yaptırım söz konusu değildir.

Thomas Hobbes;
Güçlü bir merkezi devletin en yetkin savunucusu ve kuramcısıdır, esas öncelik, bu niteliğe sahip bir devletin inşasıdır.Hobbes, güçlü bir merkezi iktidarın yokluğunda nelerin olabileceğini göstermek için doğa hali kurgusuna başvurmuştur. İnsanın hayatta kalabilmek için gerek diğer insanlarla ve gerek doğayla amansız bir mücadele içinde olduğu bu yıkıcı durum, bireylerin kendi aralarında yaptığı ve konusu güç kullanma hakkının üçüncü bir kişiye (devlete) devredilmesi olan toplum sözleşmesi ile son bulmuştur.

Hobbes’un öngördüğü devlet,güvensizliğin, korkunun, belirsizliğin üstesinden gelen güçlü bir güvenlik devletidir ve düşünür onu bir ejderha olarak tanımlamaktadır. Bireyler sözleşmeyle yarattıkları bu gücün (temsilcinin) işlem ve eylemlerine uymakla yükümlüdür. Bu vurguları itibariyle, bütünüyle devlet otoritesi yanlısı bir görünüm veren Hobbes’ta cılız da olsa özgürlükçü bir damarın olduğu söylenmelidir. Sınırsız, keyfi, bir devletin kuramcısı olmadığı gibi, aynı zamanda liberal bir yana da sahiptir. Çünkü, toplumun ve devletin varlığını ‘özgür ve eşit’ bireylere ve bu bireylerin yaptığı sözleşmeyele açıklamıştır.

Hobbes, devletin temeline bireyi ve onun özgür iradesini yerleştirmiş, böylece de devleti insan eseri olan, meşruiyetini insan iradesine (sözleşmeye) dayalı olmaktan alan ve varlık nedeni güvenliği sağlamak olan bir yapı olarak kurgulamıştır. Diğer yandan, Bodin’e benzer biçimde, Hobbes da devlete belirli bir sınırlama ve bireylere belirli bir özgürlük alanı açmıştır. Bir kere, devletli düzene geçişle birlikte, kişiler yaşam haklarını devretmiş değildir. Bütün haklar devredilebilir nitelikte değildir.

Hobbes, bireylere devletin karışmamasını arzuladığı bir özel alan açma çabasında olmuştur. Düşünüre göre, "dünyada insanların bütün eylemlerini ve sözlerini düzenlemek için yeterli kuralların olduğu bir devlet olmadığına göre yasalarca müsaade edilen bütün eylemlerde, insanlar, kendileri için en yararlı olacak şekilde, kendi akıllarının önereceği şeyleri yapmak özgürlüğüne sahiptirler.Bir uyruğun özgürlüğü, egemenin, uyrukların eylemlerini düzenlerken yasaklamamış olduğu işlerdedir, sadece birbirleriyle alım ve satım yapmak ve başka türden anlaşmalara girmek; evlerini, gıdalarını ve mesleklerini seçmek, ve çocuklarını uygun gördükleri şekilde yetiştirmek özgürlüğü vb. Bu hak ve özgürlükler, devletten talep edilebilecek ve devleti gerçekten sınırlayabilecek bir şekilde kurgulanmamıştır.Bu bakımdan, Hobbes ve Bodin’in özgürlükleri gerçek güvencelere bağlamama noktasında birleştiği söylenebilir.Bodin ve Hobbes’tan farklı olarak, siyasal liberalizmin öncü kuramcısı,

John Locke;
Bireyin özgürlük alanının devlet tarafından ihlali sorununu ele almıştır. Düşünüre göre, siyasal toplumu (devletli toplumu) kuran toplum sözleşmesi yapılmadan önce zaten var olan ‘yaşam-özgürlük-mülkiyet’ hakları, siyasal topluma olduğu gibi taşınmıştır. Bireyler, devlete sadece doğa halinde ellerinde tuttukları cezalandırma yetkilerini deveretmiştir. Devlet, yaşam, özgürlük, mülkiyet haklarına dokunamayacaktır. Aksi durumda, halk, yönetime isyan hakkını kullanacaktır. Locke’un, bireysel hak ve özgürlükleri güvencelemek için isyan hakkı yaptırımı dışında öngördüğü ikinci mekanizma kuvvetler ayrılığı ilkesidir. Yasama, yürütme erkleri farklı ellerde toplanırsa, hak ve özgürlükleri tehdit edemeyecek daha dengeli bir siyasal iktidarın gerçekleşebileceği düşüncesi, kuvvetler ayrılığı önerisinin esas nedeni görünümündedir.

Locke’un özgürlük felsefesi ve haklar kataloğu, ilk insan hakları belgeleri üzerinde belirgin bir etki yapmış gibidir. 1789 Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisi’nin 2. maddesine göre, "Her siyasal topluluğun amacı, insanın doğal ve zaman aşımına uğramaz haklarını korumaktır. Bu haklar özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskıya karşı direnmedir." 2. madde, Locke’un yaşam-özgürlük-mülkiyet ve isyan (direnme) hakkı formülünü tekrarlamış olmakta ve gene Locke gibi, bu hakları devlet (siyasal toplum) tarafından bahşedilmeyen, öteden beri var olan doğal haklar şeklinde değerlendirmektedir. Aynı bildirinin 16. maddesine göre ise, "kuvvetler ayrılığı ile hakların güvence altına alınmadığı hiçbir toplum bir anayasaya sahip değildir." Burada da önce Locke tarafından ifade edilmiş olan ve daha sonra kuvvetler ayrılığı ilkesi yinelenmiştir.

Jean Jacques Rousseau;
görüşlerini ortaya koyarken, doğa hali ve toplum sözleşmesi kurgularına başvurmuştur. Rousseau, siyasal toplumu, birey iradelerine dayanan ve üyelerine eşit hak ve yükümlülükler veren bir bütünlük olarak açıklamıştır. Eşit derecede karşılıklı bağımlılık durumundan dolayı gerçekte bir özgürlük durumu yaşanmakta ve herkes kendisini birey iradelerinden doğan genel iradenin yönetimine vermiş olmaktadır. Hobbes’tan farklı olarak Rousseau, halkı sadece siyasal iktidarın oluşum aşamasında değil, siyasal karar alma süreçlerinde de hakim kılma yanlısıdır. Buna göre, yasalara boyun eğmek zorunda olan halk, yasaları koyan halkın kendisi olmalıdır, toplumun koşullarını düzenleme işi ona katılanlara aittir.

Egemenliği genel iradenin uygulanışı olarak gören Rousseau, bu yüzden egemenlik yetkisinin devredilemeyeceği, egemen varlığın bizzat kendisi olan topluluğun, gene kendisi tarafından temsil edilebileceği sonucuna ulaşacaktır.Rousseau bu görüşleriyle, insan haklarının düşünsel gelişimine en önemli katkısını da yapmıştır.Halkı, salt devletin oluşum aşamasında değil, daimi biçimde denkleme dahil etmiştir. Halk, hem egemenliğin kaynağı hem de egemenliğin yegane sahibidir. Bu sayede, yasalara boyun eğen halk, aynı zamanda tabi olduğu bu yasaların yaratıcısı da olacaktır. Burada hak ve özgürlüklerin güvencesi sorunuyla ilgili bir boyut söz konusudur.

Halk, muhtemel bir keyfî, zorba, eşitlik ve özgürlük düşmanı bir yönetimin özgürlükleri ortadan kaldırmasına izin vermeyecektir; halk, yönetme yetkisini hiçbir şekilde elinden bırakmış değildir. Halk egemenliği fikri Rousseau’nun görüşlerinin, insan hakları ile demokratik devlet ilkesi arasındaki ayrılmaz bağ üzerine düşünme fırsatı vermiştir.Bireyin özgürlüğü ve azınlıkların hakları bakımından hayli sorunlu görüşlere de sahip bir düşünür olduğu söylenmelidir. Düşünüre göre, birey iradelerinden doğmuş olan genel irade her zaman doğrudur, hiçbir zaman değişmez, bozulmaz ve arılığını yitirmez. Diğer yandan, siyasal toplumu yaratan kurucu anlaşmanın (toplum sözleşmesinin) oy birliğini gerektirmesine karşılık, siyasal toplumun oluşumundan sonraki süreçlerde siyasal kararlarda oy çokluğu ilkesi yeterli olacaktır; ilk sözleşme dışında, çoğunluğun oyu, geri kalanları her zaman bağlayacaktır.

Genel iradenin tüm özelliklerinin çoğunlukta olduğu görüşünü açıkça da ifade etmektedir.Rousseau’nun çizdiği çerçeveden çıkan sonuç, doğru, değişmez, bozulmaz olan genel iradenin, uygulamada her zaman çoğunluk tarafından temsil edilmesi ve bu yüzden de azınlığın çoğunluğa kesin olarak tabi olmasıdır. Üstelik Rousseau, azınlığın çoğunluğa tabi olması ilkesini keskin yaptırımlarla güvenceleme yoluna da gitmiştir; toplumsal uyuma ters düşenleri, sürgün veya ölüm gibi cezalar beklemektedir.

YAKINÇAĞDA SOSYAL HAKLAR FİKRİNİN ÖNCÜ DÜŞÜNÜRLERİ
19. yüzyıl başı, kapitalizmin dayattığı ağır çalışma koşullarının ve yarattığı sosyal eşitsizliklerin olduğu bir dönemdir.İlkesel olarak kapitalizme karşı olmayan liberal bazı düşünürler bile itiraz etmeye başlamışlardır

Liberal bir iktisatçı olan Jean Charles Léonard de Sismondi;
1815 İngiltere’sine ilişkin gözlemlerinde, kapitalizmin öngördüğü serbest rekabetin, zenginliğin belirli ellerde toplanmasına yol açtığı, sanayileşmenin işçi sınıfının durumunu düzeltmediği, aksine daha da fakirleşmesine yol açarak kötüleştirdiği, kapitalizmle görülen tekelleşmenin aşırı üretime ve krizlere yol açtığı şeklinde tespitlerde bulunmuştur.

Yine liberalizmin öncülerinden biri olan John Stuart Mill;

1840’ların kriz koşullarında, kapitalizmin öngördüğü, devletin ekonomiye müdahale etmemesi (bırakınız yapsınlar) ilkesinin, herkesin değil, yalnızca bir azınlığın mutluluğunu sağladığı, serbest rekabetin açtığı yaraların ancak devlet müdahalesiyle kapatılabileceği şeklindeki görüşlerini ifade etmiştir.Karşılık, geniş toplum kesimlerinin gittikçe kötüleşen yaşam koşullarına kararlı biçimde dikkat çekenler, sosyalist düşünürler olmuştur.

Sosyalizmin ilk dönem düşünürlerinden; Saint Simon'a
göre toplumun temeli emektir, toplum emek ürünüdür. Bu yüzden, toplumu üreticiler (çalışan sınıf) yönetmelidir. Bir üretim bilimi olarToplumsal zenginliğin yaratılmasında emekçilerin belirleyici konumuna ve buna ak siyasetin amacı, üretime en uygun sosyal sistemi bulmak ve uygulamaktır. Bu sistem, çalışanları, aylakların zararından koruyacak bir sistem olacaktır.

Charles Fourier
ise, sanayinin insanları yoksullaştırdığı kanısında olmuştur. Fourier, kapitalizm koşullarında yoksulluğun, çelişik biçimde, bolluktan kaynaklandığı gözleminde bulunmuştur. Bu sonuncu tespitiyle düşünürün, kapitalist ekonominin aşırı üretim kaynaklı krizlerine işaret ettiği söylenebilir. Bir diğer sosyalist düşünür,

Robert Owen;
Zenginliği işçilerin yarattığı ve bu zenginliğin de onların hakkı olduğu görüşünü ifade etmiştir. Ortaklarından olduğu şirketin New Lanark fabrikasında küçük çocukların çalışmasını önlemiş, beş yıllık bir çabadan sonra da çocukların ve kadınların çalışmalarını sınırlandıran yasanın 1819’da çıkmasını sağlamıştır. Owen, işçilerin çalışma sürelerini kısaltmış, kriz dönemlerinde dahi işçilerine düzenli ücret ödemiş ve çocuk kreşleri açmıştır. Amerika’da 1825 yılında satın aldığı köyde giriştiği New Harmony deneyinde ise, ortak mülkiyete dayalı eşitlikçi bir toplumsal düzeni mikro ölçekte kurmaya çalışmıştır.İlk dönem sosyalist düşünürlerden farklı olarak, radikal bir sosyalizm yorumu geliştiren,

Karl Marx ve Friedrich Engels'

Kapitalizme yönelttiği köklü eleştirilerle, dolaylı olarak, sosyal haklar fikrinin gelişimine katkı sundukları savunulabilir. Kapitalizmin ve ona eşlik eden liberal düşüncenin mevcut çerçevesi içinde kalacak bir insan hakları veya sosyal haklar fikri, adı geçen bu iki düşünüre yabancıdır, bu düşünürler, bir bütün olarak kapitalizmin aşılması ve yerini sosyalist bir düzene bırakması taraftarı olmuşlardır. Buna karşılık, sosyal hakların ortaya çıkışı ve pozitif hukuk düzenlerine girişi, kapitalizmi köklü biçimde sarsmayacak, ortadan kaldırmayacak tarzda olmuştur, Marx ve Engels’in kapitalizm eleştirilerinde, kapitalist sistemin gayri insani yanlarına işaret etmiş olmalarının, sistemin bir ölçüde sosyal yönde dönüşmesini sağlayan tarihsel gelişmeler üzerinde etki yapmıştır. Öte yandan, Marksizm esinli tarihi sosyalist rejimlerin (Doğu Bloku ülkeleri), vatandaşlarına sunduğu geniş sosyal imkanların (iş, barınma, sağlık vb.) da, sosyal hakların dünya ölçeğinde gelişmesinde sürükleyici unsurlardan olduğu da unutulmamalıdır.

TÜRKİYE'DE İNSAN HAKLARI VE KAMU ÖZGÜRLÜKLERİ

1982 ANAYASASININ İNSAN HAKLARINA OLAN YAKLAŞIMI

İnsan Hakları Karşısında Toplumun Yararı

1982 Anayasasında birey hakları ile toplum çıkarlarının çatışması halinde toplumun çıkarları öncelik sahibidir. Örn;
*Hiçbir eylem Türk milli menfaatlerine aykırı olamaz.
*Bireysel özgürlükler, Türk varlığı, Türkiye’nin devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esası, Türklüğün tarihi ve manevi değerleri, söz konusu olduğunda hiç bir koruma göremeyecektir.
*2. madde; Türkiye Cumhuriyeti’nin insan haklarına saygılı olduğunu, ancak bunun toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı çerçevesinde anlaşılmasıdır.
*12. madde; temel hak ve hürriyetler, kişinin topluma, ailesine ve diğer kişilere karşı ödev ve sorumluluklarını da ihtiva eder.

Otorite-Özgürlük Dengesi
1982 Anayasası bireysel özgürlükleri devlet otoritesi lehine sınırlandırmış, otorite özgürlük dengesinde tercihini otoriteden yana kullanmıştır. 82 anayasasını hazırlayan 12 Eylül askeri yönetimine hakim olan düşünce, 1961 Anayasası’nın otorite-hürriyet dengesini, otorite aleyhine bozmuş olması, yani özgürlükleri devlet otoritesi aleyhine aşırı geniş bir şekilde tanıması ve bu nedenle devletin güçsüz kalmış olmasıydı.Orgeneral Kenan Evren 1982 Anayasası’nı devlet adına tanıtırken yaptığı konuşamada bunu açıkça dile getirmiştir;
*1961 Anayasasında Devletin gücü, yetkileri kafi gelmiyordu. Bütün hak ve hürriyetler bunlardan kötü maksatlarla faydalanacaklara tanınmıştı.
*1961 Anayasası kişi özgürlükleri açısından 1924 Anayasası’nda görülmedik bir genişlik getirmesine karşılık, hak ve hürriyet gibi bir nimetin karşılığındaki sorumluluğa yer vermediği de ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda hak ve hürriyetlere karşılık Devlete ve Cumhuriyete, kendi kendisini koruyabilme imkanlarını vermediği de görülmüştür.

1982 ANAYASASI’NA GÖRE İNSAN HAKLARININ SINIRLARI
1982 Anayasası insan haklarının sınırlarını üç ayrı madde ile düzenlemiştir:
1) Temel hak ve özgürlüklerin olağan dönemde sınırlandırılması 13. madde:eek:lağan dönemlerde devletin işleyişi ve toplumsal yaşamın sürdürülebilmesi için bireysel haklara getirilebilecek sınırlandırmaların evrensel demokrasi ilkelerine göre meşru bir çerçevesini çizmeyi amaçlar.
2) Temel hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılmasının yasaklanması:kötüye kullanma yasağı, özgürlüklerin objektif sınırlarını belirleme iddiasındadır.Temel ilke bir kişinin özgürlüğünün sınırının başkalarının özgürlüğü olduğudur
3) Olağanüstü dönemlerde temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması:15. madde ile
olağan üstü hallerde, temel hak ve özgürlüklerin geçici olarak durdurulması düzenlenmektedir.

13. Madde: Olağan Dönemlerde Temel Hak ve Özgürlüklerin Sınırlandırılması Sistemi
Maddeye göre;Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca
Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.

Sınırlama Yapılırken Temel Hak ve Hürriyetlerin Özlerine Dokunma Yasağı
1961 Anayasası ile benimsenmişti, ancak 1982 Anayasası’nın ilk halinde yer almamaktaydı. Bu kriter, 1982 Anayasası’na 3 Ekim 2001 Tarihinde yapılan değişiklik ile girmiştir. “Hakkın Özü” kriteri oldukça belirsiz bir kavramdır. Hangi sınırlandırmanın hangi hakkın özüne dokunacağı kişiden kişiye, toplumdan topluma değişiklikler gösterir.Örn: bir tanıma göre Bir hak veya hürriyetin özü, onun vazgeçilmez unsuru, dokunulduğu takdirde söz konusu hürriyeti anlamsız kılacak olan aslî çekirdeğidir. Kısacası bir sınırlamanın hakkın özüne dokunup dokunmadığını hakimler önlerine gelen olayda ayrı ayrı değerlendirecektir.

Sınırlandırmanın Yalnızca Anayasanın İlgili Maddelerinde Belirtilen Sebeplere Bağlı Olması
Sınırlandırma sebepleri ile ilgili iki tür sistemden bahsedilebilir:

1. Genel sınırlandırma sebepleri:
anayasada ayrı bir çerçeve madde ile sınırlandırma sebepleri sayılır ve bu sebeplerin bütün temel hak ve özgürlükler için geçerli olacağı belirtilir.

2. Özel sınırlandırma sebepleri: her bir hak için o hakkın düzenlendiği maddede yer alır.
2001 yılında gerçekleştirilen Anayasa değişikliğine kadar genel ve özel sınırlama sebepleri bir aradaydı. 2001 değişikliği ile genel sınırlama sebepleri kaldırılmıştır. Buna göre temel hak ve özgürlükler, ancak Anayasa’nın ilgili maddesinde belirtilen özel sınırlama sebeplerine dayanarak sınırlandırılabilir.

13.madde 2001 değişikliğinden önce şu şekildeydi: Temel hak ve hürriyetler, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün, milli egemenliğin, Cumhuriyetin, milli güvenliğin, kamu düzeninin, genel asayişin, kamu yararının, genel ahlakın ve genel sağlığın korunması amacı ile ve ayrıca Anayasanın ilgili maddelerinde öngörülen özel sebeplerle sınırlandırılabilir. 2001 yılında getirilen değişiklikle bu hüküm kaldırılmış ve yerine şu ifade getirilmiştir: Temel hak ve hürriyetler, yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak sınırlanabilir.Böylece genel sınırlandırma sebepleri uygulaması terkedilmiş ve sadece özel sınırlama sebepleri benimsenmiştir. Bu düzenleme biçimi, genel sınırlandırma sebeplerine yer vermeyen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin sistemi ile uygun olması açısından olumlu olarak nitelendirilebilir.

Sınırlandırmanın Ancak Kanunla Yapılabilmesi
Bir temel hak ve özgürlük ancak TBMM tarafından usulüne göre çıkartılan bir kanunla sınırlandırılabilir. Bunun dışında temel hak ve özgürlükler, Kanun Hükmünde Kararname, Tüzük, Yönetmelik ve kararname gibi yürütme organı ya da idare tarafından gerçekleştirilen işlemlerle sınırlandırılamaz.

Sınırlandırmanın Anayasanın Sözüne ve Ruhuna Aykırı Olmaması
Anayasanın ruhu ile Anayasanın bütününe ve ondan çıkan temel anlama aykırı olmaması anlaşılır.Anayasanın bütünü ve ondan çıkan anlamı o anayasayı okuyan kişiden kişiye değişiklik gösterebilir.Anayasanın sözüne aykırı olmama, kriterine gelince, bu kuralın önemi anayasamızın temel hak ve özgürlükler için bir takım ek güvenceler belirtmiş olması halinde kendisini göstermektedir.Maddelerde adı geçen temel hak ve özgürlüğün tanımı yapılmaktadır. Bunun yanında ilgili maddelerde kanun koyucunun, o hak veya özgürlüğü düzenlerken alamayacağı bazı önlemler ve getiremeyeceği kısıtlamalar yer almaktadır. Bunlar, yasama organına yönelik olan yasaklama hükümleridir.
1. Tutuklamanın ancak hakim kararı ile yapılabilmesi
2. Basının sansür edilememesi
3. Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenlemenin ve dernek kurmanın önceden izin alma şartına bağlanamaması,
4. Süreli veya süresiz yayın çıkarmanın önceden izin alma ve malî teminat yatırma şartına bağlanamaması.
5. Özel hayatın ve haberleşmelerin gizliliğine ve konuta Anayasa’da belirtilen istisnalar dışında hakim kararı olmadıkça dokunulamaması.
Özetlemek gerekirse bu sayılan ek güvencelere aykırı bir kanuni düzenleme yapılması Anayasa’ya aykırılık teşkil edecektir.

Sınırlandırmanın Demokratik Toplum Düzenine Aykırı Olmaması
1982 Anayasasında demokratik toplum düzeni, Hak ve hürriyetlere getirilecek sınırlamalar yahut bunlar konusunda öngörülecek sınırlayıcı tedbirler demokratik rejim anlayışına aykırı olmamalı, genellikle kabul gören demokratik rejim anlayışı ile uzlaşabilir olmalıdır.Demokratik toplum düzeni kavramının 1961 Anayasası’nda yer alan öze dokunmama kriterine göre daha belirgin ve uygulanması daha kolay olduğu iddia edilmiştir, bu görüş haklı görülebilir. Çünkü Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi başta olmak üzere uluslararası sözleşme ve bildiriler bu kriteri kabul etmişlerdir.

Ancak 1982 Anayasası’nın hazırlanması sürecinde Danışma Meclisi’nin bu kavrama öze dokunma yasağına nazaran daha dar ve kısıtlayıcı bir anlam yüklediği görülmektedir.Acaba demokratik toplum düzeni denildiğinde çağdaş ve özgürlükçü demokrasilerin kabul ettiği evrensel demokratik değerler mi yoksa 1982 Anayasası’nın ön gördüğü demokrasi anlayışı mı benimsenecektir? Böyle bir tartışmanın bir anlam taşıyabilmesi için 1982 Anayasası’nın öngördüğü demokrasi ile çağdaş batılı demokrasinin birbirinden farklı şeyler olduğunun ispat edilmesi gerekir. Bunun ispat edilmesi mümkün değildir.Eğer demokratik toplum düzeni kavramından 1982 Anayasası’nın ön gördüğü düzen anlaşılacaksa, bireyin devlet ve toplum karşısında çağdaş ve özgürlükçü demokrasilere nazaran daha sınırlı bir özgürlük alanı olacaktır.

1982 Anayasası’na hakim olan felsefenin devletin bireysel özgürlüklere karşı korunması ve bu amaçla özgürlük-devlet otoritesi dengesinin otorite lehine olmasının meşru kabul edildiğini hatırlatmak gerekir. Günümüzde genel kabul gören görüş ise Anayasa’nın kastettiği demokratik toplum düzeninin çağdaş batılı ülkelerce benimsenen demokratik toplum düzeni olduğu yönündedir.

Sınırlandırmanın Laik Cumhuriyetin Gereklerine Aykırı Olmaması
Laiklik ilkesi Anayasamız’ın 2. maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılmaktadır. Din özgürlüğü ve din-devlet işlerinin ayrılğı olmak üzere birbirini tamamlayan iki unsurdan meydana gelmektedir.Din özgürlüğü de inanç (vicdan) özgürlüğü ile ibadet özgürlüğü olmak üzere iki alt başlığa ayrılır. Din özgürlüğü Anayasamız’ın 24. maddesinde düzenlenmektedir.

İnanç özgürlüğü: Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. Kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.Bu özgürlük, herkesin istediği dini inanca sahip olabileceğini ifade ettiği gibi, bir dini inancı istediği gibi yorumlayabilme ve dilerse hiçbir dini inanca sahip olmama özgürlüğünü de kapsamaktadır.

İbadet özgürlüğü:
Bireylerin inandıkları ve mensup oldukları dinin gerektirdiği ibadetleri, ayin ve törenleri serbestçe yapabilmesi demektir.Anayasa’ya göre, 14. madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini ayin ve törenler serbesttir.1982 Anayasası ibadet özgürlüğünü, inanç özgürlüğü kadar mutlak ve sınırsız bir biçimde tanımış değildir. İbadet özgürlüğünün, Anayasanın 14. maddesinde sayılan amaçlarla kötüye kullanılması yasaklanmıştır.

Laikliğin diğer unsuru olan din-devlet ayrılığı ise resmi bir devlet dininin olmaması ilkesine göre, bir devlet, herhangi bir dini veya bunun kurallarını vatandaşlarına benimsetecek davranışlar sergilememelidir. Bu devletin belirli bir din lehine veya aleyhine yasaklayıcı veya zorlayıcı kurallar koyamayacağı anlamındadır.Din eğitiminin kişilerin kendi isteğine ve küçüklerin kanuni temsilcilerine anne ve babalarına bırakılmasıdır.Anayasamız’ın 24. maddesi bu ilkeden önemli ölçüde sapan bir düzenleme içermektedir. Buna göre din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Din eğitimini ilk ve orta öğretimde zorunlu kılan bu düzenleme laik devlet ilkesine ciddi bir aykırılık teşkil etmektedir.İkinci olarak devletin, bütün dinlerin mensuplarına eşit davranması insan hakları ile doğrudan ilişki halinde olan eşitlik ilkesini hayata geçirmeye yöneliktir.

Devlet farklı dinlere mensup olan kişiler arasında ayrım gözetmeyecek hepsine eşit muamelede bulunacaktır.Anayasamız’ın 10. maddesinde: “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir”. Son olarak devlet yönetiminin din kurallarından etkilenmemesi ilkesi islami dogma, kural, yorum ve uygulamaların çağdaş insan hakları değerleriyle çatışma ve uyuşmazlık halinde olması durumunda Anayasa’nın 24. maddesinin son fıkrasına göre, kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.

Sınırlandırmanın Ölçülülük İlkesine Aykırı Olmaması
Ölçülülük ilkesi, sınırlamada başvurulan aracın,sınırlama amacını gerçekleştirmeye elverişli olmasını, bu aracın, sınırlama amacı açısından gerekli olmasını ve araçla amacın ölçüsüz bir oran içinde bulunmamasını ifade eder. Bu ilke 2001 Anayasa değişikliği ile getirilmiştir. Ancak 2001’den önce de ölçülülük ilkesinin hukuk devletinin temelinde yer aldığı söylenmektedir.Temel hak ve özgürlüklerin olağanüstü hallerde durdurulmasını düzenleyen Anayasa’nın 15. maddesi en baştan itibaren ölçlülük ilkesine yer vermiştir. Bu husus dikkate alındığında olağanüstü haller için geçerli olan bir ilkenin olağan hallerde öncelikle geçerli olacağı ileri sürülmüştür. Aynı doğrultuda Danışma Meclisi Anayasa Komisyonu’nun 13. madde gerekçesinde de bu durum şu şekilde ifade edilmektedir: amaç ve sınırlama orantısı herhalde korunacaktır. Ölçülülük ilkesi, 2001 Anayasa değişiklikleriyle 13. maddede açıkça ifade edildiği için varlık ve geçerliliği artık tartışma konusu olmaktan çıkmıştır.

14. Madde: Temel Hak ve Hürriyetlerin Kötüye Kullanılamaması

1982 anayasasında :Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve lâik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz. Anayasa hükümlerinden hiçbiri, Devlete veya kişilere, Anayasayla tanınan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya Anayasada belirtilenden daha geniş şekilde sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmayı mümkün kılacak şekilde yorumlanamaz. Bu hükümlere aykırı faaliyette bulunanlar hakkında uygulanacak cezalar, kanunla düzenlenir.Bütün özgürlükler Anayasa’da haklarında sınırlayıcı bir hüküm olmasa bile objektif sınırlar içinde vardır. Bu durum, “bireylerin özgürlükleri başkalarının özgürlüklerinin başladığı yerde biter” özdeyişiyle özetlenebilir.Bu düzenleme anayasayı yapan iktidarın bireysel özgürlüklere olan güvensizliğinin bir diğer göstergesidir. 14. madde 2001 değişikliğinden sonraki şimdiki hali ile eskisine oranla daha kısa ve özlü bir hale getirilmiştir. Yeni metinde faaliyet deyiminin kullanılması, maddenin düşünce açıklamalarını değil, eylemleri yasakladığını ifade eder niteliktedir.

15. Madde: Olağanüstü Hallerde Temel Hak ve Hürriyetlerin Kullanılmasının Durdurulması
Savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde, milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler ihlâl edilmemek kaydıyla, durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir veya bunlar için Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir. Birinci fıkrada belirlenen durumlarda da, savaş hukukuna uygun fiiller sonucu meydana gelen ölümler dışında, kişinin yaşama hakkına, maddî ve manevî varlığının bütünlüğüne dokunulamaz; kimse din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz ve bunlardan dolayı suçlanamaz; suç ve cezalar geçmişe yürütülemez; suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz. 13. maddede olağan hallerde temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasından bahsedilirken, 15. madde temel hak ve özgürlüklerin durdurulması söz konusudur. Bu maddenin 13. maddeden temel farkı budur.Durdurma, belli bir hakkın kullanılmasının mümkün olmamasını ifade eder. Bu bağlamda örneğin basın sansür edilebilir veya toplantı ve gösteri yürüyüşleri önceden izin alma şartına bağlanabilir. İkinci olarak, sınırlama için kanuna gerek yoktur: Mesela KHK(kanun hükmünde kararname) ile sınırlama yapılabilir.

Son olarak da sınırlama, demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olabilir.Fakat olağanüstü hallerde bile temel hak ve özgürlüklerin durdurulmasının sınırları vardır.Bunları dört başlık altında özetleyebiliriz.
1. Olağanüstü Hallerle Sınırlı Olma: savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerden birisinin olması gerekir. Olağan hallerde bu maddeye dayanılarak temel hak ve özgürlükler durdurulamaz.
2. Milletlerarası Hukuktan Doğan Yükümlülüklerin İhlâl Edilmemesi: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi başta olmak üzere Türkiye’nin imzalamış olduğu temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası sözleşmelerdir.
3. Ölçülülük İlkesine Uyulması Şartı: Bu sınırlama ile temel hak ve hürriyetlerin durdurulması ya da bunlar için öngörülen güvencelere aykırı tedbirler getirilmesinde durumun gerektirdiği ölçü içinde kalınması yani sınırlama ile öngörülen fayda arasındaki orantının korunması kastedilmektedir.
4. İhlal Edilemeyecek Olan Temel Hak ve Özgürlükler (Çekirdek Alana Dokunma Yasağı): Son olarak 15. madde olağanüstü hallerde bile dokunulmayacak olan temel hak ve özgürlüklerin varlığına işaret etmektedir.

Bu doğrultuda, olağanüstü hallerde alınacak önlemlerin sınırları şu şekilde ifade edilmektedir.
a)Savaş hukukuna uygun fiiller sonucu meydana gelen ölümler dışında, kişinin yaşama hakkına, maddî ve manevî varlığının bütünlüğüne dokunulamaz;
b) Kimse din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz ve bunlardan dolayı suçlanamaz;
c)Suç ve cezalar geçmişe yürütülemez;
d)Suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz.

Özetlemek gerekirse, olağan üstü hallerde anayasadaki ek güvencelere ve demokratik toplumun gereklerine aykırı önlemler alınabilir. Ayrıca bunun için kanuna dayanmaya da gerek yoktur. Olağanüstü hallerde temel hak ve hürriyetlerin durdurulması olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamelerle gerçekleştirilmektedir. Ancak yine de olağan üstü hallerde iktidarın yetkileri sınırsız değildir. Örn; olağanüstü hal gerekçe gösterilerek işkence yapılamaz. Olağanüstü hallerde, çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerin Anayasaya aykırılığı iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’nde dava açılamaması yukarıda bahsi geçen güvencelerin uygulamada gerçekleşmesinin önündeki en büyük engeldir.

1982 ANAYASASI’NDA İNSAN HAKLARININ SINIFLANDIRILMASI
İnsan hakları, 1982 Anayasası’nın ikinci kısmında düzenlemektedir.Anayasa’nın 12. maddesinden 74. maddesine kadar olan kısmı kapsamaktadır. Bu kısımın başlığı Temel Haklar ve Ödevler şeklindedir.Dört bölüme ayrılmıştır:
1. Genel hükümler (md. 12-16)
2. Kişinin hak ve ödevleri (md. 17-40)
3. Sosyal ve Ekonomik hak ve ödevler (md. 41-65)
4. Siyasî Haklar ve Ödevler (md. 66-74).

1982 Anayasası temel hak ve özgürlükleri üç ana başlık altında ele almaktadır. Bu ayrım Georg Jellinek’in ayrımı ile parallelik göstermektedir. Jellinek, temel hak ve özgürlükleri, kişiler ve devlet arasındaki ilişkinin niteliğine bağlı olarak üçe ayırmıştır:
1. Negatif statü hakları: Söz konusu olduğunda devletin karışmama ve dokunmama yükümlülüğü vardır.Devlet sessiz kalır ve bireyler istedikleri gibi özgürlüklerini yaşar.Develete olumsuz edim yüklemektedir.Düşünce özgürlüğü, konut dokunulmazlığı, kişinin güvenliği, basın özgürlüğü, bilim ve sanat özgürlüğü, mülkiyet hakkı, yerleşme ve seyahat özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü gibi haklardır.

2. Pozitif statü hakları: Söz konusu olduğunda ise devletin bir eylemde bulunması gerekir. Devletten beklenen “yapma” borcudur.Örn; çalışma hakkı dediğimizde devletten vatandaşlara iş olanakları sağlaması anlaşılır.Sağlık açısından ise devletin vatandaşlara ücretsiz sağlık ücreti sağlaması gerekmektedir.Pozitif statü hakları için kullanılan diğer terimeler; “isteme hakları” veya “sosyal haklar” şeklindedir.

NOT:
İsteme hakkı devletten bazı eylemlerde bulunulmasının istenmesi, sosyal haklar devlete; kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak ile kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sınırlayn engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışması sosyal devlet anlayışının bir türüdür. Kimi sosyal haklar negatif statü hakları niteliğindedir.1982 Anayasası grev ve lokavt hakkı sosyal hak ve ödevler başlığı altında düzenlemiş olmasına rağmen bu hak aslında devletin özgürlüklere dokunmasını yasaklayan negatif statü hakları sınıfına dahildir.

3. Aktif statü hakları: Vatandaşlara siyasi karar alma sürecine çeşitli yöntem ve oranlarda katılma olanağı sağlayan haklardır. Bu haklara; siyasi parti kurma ve bunlara üye olma, oy hakkı, seçilme hakkı, kamu hizmetlerine girme, ve dilekçe hakkı örnek gösterilebilir.

Temel hak ve özgürlükler, ortaya çıkış tarihleri esas alınarak da sınıflandırılmaktadır.
*Bunlardan Birinci Kuşak Haklar: 17. yüzyıl doğal hukuk anlayışına dayanan ve 18. yüzyıl anayasalarında yer alan haklardır. Bu tür haklar, devlete karışmama ve dokunmama ödevi yüklediği için yukarıda anlatılan negatif statü hakları ile paralellik göstermektedir.
*İkinci Kuşak Haklar: Sosyal haklar veya yukarıda bahsi geçen pozitif statü hakları kastedilmektedir.
*Üçüncü Kuşak Haklar: 1960’lardan sonra ortaya çıkan çevre, barış, iletişim, bilgi edinme hakkı gibi görece yeni ortaya çıkmış olan hak türlerine işaret etmektedir.

Devletin temel hak ve özgürlükler bağlamındaki rolü, karışmama ve sınırlandırmama yükümlülüğünün olduğu negatif ve aktif statü hakları (birinci kuşak haklar) ile çeşitli toplumsal sorunlara çözüm üretmesinin beklendiği pozitif statü hakları (ikinci kuşak haklar-sosyal haklar) şeklinde ikiye ayrılabilir.Sosyal haklar (pozitif statü hakları) söz konusu olduğunda kişiler devlete başvurarak talepte bulunma hakkına sahip değillerdir. Çünkü sosyal haklar “program hükümler niteliğinde”dir. Bu nedenle ilgili anayasal düzenlemelerin hukuki sonuçlar meydana getirebilmesi için, önce yasa koyucunun somut bir düzenleme yapmış olması gerekir.Anayasa’ya göre; Devlet, sosyal ve ekonomik alanlarda Anayasa ile belirlenen görevlerini, bu görevlerin amaçlarına uygun öncelikleri gözeterek malî kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine getirir. Demek ki yasa koyucu, devletin mali imkanlarının kısıtlı olduğunu öne sürerek sosyal haklara ilişkin yükümlülüklerini yerine getirmekten kaçınabilir.
Örn: Anayasanın 57. maddesi konut hakkını düzenlemekte ve Devlet, şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir planlama çerçevesinde, konut ihtiyacını karşılayacak tedbirleri alır ifadesine yer vermektedir. Ancak bu madde konut sahibi olmayan kişilere devlete başvurarak konut talep etme hakkı vermez.

Kişi Hakları
Kişi Dokunulmazlığı (Md. 17)

Kişilerin vücut bütünlüğüne dokunulmasını ve rızası olmadan bilimsel ve tıbbi deneylere tabi tutulmasını yasaklamaktadır. Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz; insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tabi tutulamaz. Yaşam hakkının istisnaları :
1. Meşru müdafaa hali
2. Yakalama ve tutuklama kararlarının yerine getirilmesi
3. Bir tutuklu veya hükümlünün kaçmasının önlenmesi
4. Bir ayaklanma veya isyanın bastırılması veya
5. Sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde yetkili merciin verdiği emirlerin uygulanması sırasında; silah kullanılması kanunun izin verdiği zorunlu durumlarda meydana gelen öldürme fiilleri.

Zorla Çalıştırma Yasağı (Md. 18)
Hiç kimse zorla çalıştırılamaz ve angarya yasaktır.Zorla çalıştırma, kişilerin istememelerine rağmen ancak karşılığı verilmek suretiyle çalıştırılması; angarya ise hiç bir karşılık verilmeden yine isteklerine aykırı biçimde çalıştırılmalıdır. Angarya her koşulda yasaktır buna karşın Anayasa zorla çalıştırma yasağına istisna olarak şu hususları belirtmektedir:
1. Şekil ve şartları kanunla düzenlenmek üzere hükümlülük veya tutukluluk süreleri içindeki çalıştırmalar
2. Olağanüstü hallerde vatandaşlardan istenecek hizmetler
3. Ülke ihtiyaçlarının zorunlu kıldığı alanlarda öngörülen vatandaşlık ödevi niteliğindeki beden ve fikir çalışmaları. Bu sayılan faaliyetler zorla çalıştırma sayılmaz.

Kişi Hürriyeti ve Güvenliği (Md. 19 ve 38)
Bu madde kişilerin kolluk kuvvetleri tarafından yakalama, gözaltına alınma ve tutuklama işlemlerini düzenlemektedir. Anayasaya göre kişiler ancak hâkim kararıyla özgürlüklerinden alıkonulabilir ve bunun şekil ve şartları kanunla gösterilir. Bir suç işlediği şüphesiyle yakalanan veya tutuklanan kişi, tutulma yerine en yakın mahkemeye gönderilmesi için gerekli süre hariç en geç kırk sekiz saat içinde hâkim önüne çıkarılır. Bu süre toplu olarak işlenen suçlarda en çok dört gündür. Kimse, bu süreler geçtikten sonra hâkim kararı olmaksızın özgürlüğünden yoksun bırakılamaz.

Bu süreler olağanüstü hal, sıkıyönetim ve savaş hallerinde uzatılabilir. Bundan başka idarenin, kişi hürriyetinin kısıtlanması sonucunu doğuran bir ceza uygulaması yasaklanmıştır. Silahlı kuvvetlerin iç düzeni bakımından bu hükme kanunla istisnalar getirilebilir (md. 38) Kimi durumlarda hakim kararı olmaksızın kişilerin özgürlüklerinden yoksun bırakılmalarına olanak tanımaktadır.Örn; bir küçüğün gözetim altında ıslahı veya yetkili merci önüne çıkarılması için verilen bir kararın yerine getirilmesi; toplum için tehlike teşkil eden bir akıl hastası, uyuşturucu madde veya alkol tutkunu, bir serseri veya hastalık yayabilecek bir kişinin bir müessesede tedavi, eğitim veya ıslahı için kanunda belirtilen esaslara uygun olarak alınan tedbirin alınır, usulüne aykırı şekilde ülkeye girmek isteyen veya giren ya da hakkında sınır dışı etme yahut geri verme kararı verilen bir kişinin yakalanması veya tutuklanması için hakim kararına gerek yoktur.


Ayrıca kişinin yakalandığı veya tutuklandığı, yakınlarına da hemen bildirilir. Anayasaya göre; tutuklanan kişilerin, makul süre içinde yargılanmayı ve soruşturma veya kovuşturma sırasında serbest bırakılmayı isteme hakları vardır. Buna aykırı olarak işleme tabi tutulan kişilerin uğradıkları zarar, tazminat hukukunun genel prensiplerine göre, devletçe ödenir.Ceza davalarının çok uzun sürmesi ve uzun süren tutukluluk süreleri sorun yaratmaktadır. Bu nedenle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Türkiye’yi adil yargılama hakkını ihlal ettiği gerekçesiyle tazminata mahkum etmektedir.

Özel Hayatın Gizliliği ve Korunması (Md. 20-22)
Anayasaya gore kimsenin hakim kararı olmaksızın üstü, özel kâğıtları ve eşyası aranamaz ve bunlara el konulamaz. Aynı şekilde kimsenin konutuna girilemez, arama yapılamaz ve buradaki eşyaya el konulamaz, haberleşme engellenemez ve gizliliğine dokunulamaz. Ancak gecikmesinde sakınca bulunan hallerde yazılı emr ile bahsi geçen müdahaleler gerçekleştirilebilir. Ama bu durumda da bu müdahaleler 24 saat içinde hâkim kararına sunulur. Bu üç, özgürlük milli güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlakın korunması veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması nedenlerinden bir veya bir kaçına bağlı olarak sınırlandırılabilir.

Yerleşme ve Seyahat Özgürlüğü (Md. 23)
Herkes, yerleşme ve seyahat hürriyetine sahiptir. Bu özgürlük öncelikle herkesin Türkiye sınırları içinde istediği şehre seyahat etme ve orada yerleşme özgürlüğünü kapsar. Yerleşme ve seyahat özgürlüğü vatandaşın sınır dışı edilmemesi ve yurda girme hakkından mahrum bırakılmamasını da kapsamaktadır. Vatandaşların yurt dışına çıkma ve Türkiye içinde seyehat özgürlükleri ancak suç soruşturması veya kovuşturması sebebiyle hâkim kararına bağlı olarak sınırlanabilir. Yerleşme hürriyetinin sınırlama nedenleri ise; suç işlenmesini önlemek, sosyal ve ekonomik gelişmeyi sağlamak, sağlıklı ve düzenli kentleşmeyi gerçekleştirmek ve kamu mallarını korumak şeklindedir.

Din ve Vicdan Özgürlüğü (Md. 24)
Din ve vicdan hürriyeti lâik devlet ilkesinin vazgeçilmez bir unsurudur. Ancak anayasa tarafından ön görülen zorunlu din eğitimi, bu ilkeden önemli ölçüde sapmaktadır.

Düşünce ve İfade Özgürlüğü (Md. 25-26)
Düşünce özgürlüğü üç alt unsuru bünyesinde barındırır:
*En temelde kişinin düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanmaması; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanmaması ve suçlanmaması yer almaktadır. Bu özgürlük, doğası gereği mutlak bir dokunulmazlığa sahiptir ve hiç bir gerekçe ile sınırlanamaz.
*Kişilerin dış dünyadaki düşünce ve bilgilere ulaşma.
*Düşüncelerini açıklama ve yayma özgürlükleri.

Liberal demokrasilerde ifade özgürlüğü de kural olarak sınırsızdır. Bunun iki istisnası vardır. Birincisi, ırkçı, ayrımcı, halk arasında kin ve nefret uyandıran savaş kışkırtıcılığı içeren söylemlerdir. İkincisi ise açıkça hakaret ve sövme içeren ifadelerdir. Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmi makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar.Öncelikle radyo, televizyon, sinema veya benzeri yollarla yapılan yayımların izin sistemine bağlanması Anayasa’ya göre mümkündür.İfade özgürlüğünün kullanılması; milli güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, suçluların cezalandırılması, Devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması vb. ihlali ile sınırlanabilir.

Bilim ve Sanat Özgürlüğü (Md. 27)
Herkes bilim ve sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma ve bu alanlarda her türlü araştırma yapma hakkına sahiptir. Aslında bilim ve sanat özgürlüğü düşünce ve ifade özgürlüğünün bir türü olmakla birlikte,bilim ve sanatların seçkin ayrıcalıklı yeri anayasada ayrı bir madde ile korunma altına alınmıştır.1982 Anayasası da ayrı bir madde ile bu konuya yer vermektedir. Öte yandan bu özgürlük de sınırsız bir özgürlük şeklinde düzenlenmemiştir. İlk olarak bilim ve sanat özgürlüğü yabancı yayınların ülkeye girmesi ve dağıtımının kanunla düzenlenmesine engel değildir. Yine bilim ve sanat eserlerini yayma hakkı, Anayasa’nın 1. 2. ve 3. maddeleri hükümlerinin değiştirilmesini sağlamak amacıyla kullanılamaz.

Basın Özgürlüğü (Md. 28-32)
Basın hürdür, sansür edilemez. Basımevi kurmak izin alma ve mali teminat yatırma şartına bağlanamaz. Devlet, basın ve haber alma hürriyetlerini sağlayacak tedbirleri alır Süreli veya süresiz yayın çıkarmak da önceden izin alma ve mali teminat yatırma şartına bağlanamaz. Süreli yayın çıkarabilmek için kanunun gösterdiği bilgi ve belgelerin, kanunda belirtilen yetkili mercie verilmesi yeterlidir.Basın ve yayım özgürlüğüne ilişkin anayasal sınırlamalar, yasama ve yürütmeye oldukça geniş yetkiler tanımaktadır. Basın özgürlüğü de ifade özgürlüğü gibi; milli güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği,

Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, suçluların cezalandırılması, Devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması, başkalarının şöhret veya haklarının, özel ve aile hayatlarının yahut kanunun öngördüğü meslek sırlarının korunması veya yargılama görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi amaçlarıyla sınırlanabilir. Ayrıca yine basın özgürlüğü Anayasa’nın 1. 2. ve 3. maddeleri hükümlerinin değiştirilmesini sağlamak amacıyla kullanılamaz. Bundan başka; devletin iç ve dış güvenliğini, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü tehdit eden veya suç işlemeye ya da ayaklanma veya isyana teşvik eder nitelikte olan veya devlete ait gizli bilgilere ilişkin bulunan her türlü haber veya yazıyı, yazanlar veya bastıranlar veya aynı amaçla, basanlar, başkasına verenler, bu suçlara ait kanun hükümleri uyarınca sorumlu olurlar.

Dağıtımı önleyen yetkili merci, bu kararını en geç yirmidört saat içinde yetkili hâkime bildirir. Yetkili hâkim bu kararı en geç kırksekiz saat içinde onaylamazsa, dağıtımı önleme kararı hükümsüz sayılır. Süreli veya süresiz yayınlar, kanunun gösterdiği suçların soruşturma veya kovuşturmasına geçilmiş olması hallerinde hâkim kararıyla; Devletin korunması ve suçların önlenmesi bakımından gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de kanunun açıkça yetkili kıldığı merciin emriyle toplatılabilir. Toplatma kararı veren yetkili merci, bu kararını en geç yirmidört saat içinde yetkili hâkime bildirir; hâkim bu kararı en geç kırksekiz saat içinde onaylamazsa, toplatma kararı hükümsüz sayılır. Türkiye’de yayımlanan süreli yayınlar, kanuna aykırı durumda geçici olarak kapatılabilir. Kapatılan süreli yayının açıkça devamı niteliğini taşıyan her türlü yayın yasaktır; bunlar hâkim kararıyla toplatılır.

Toplantı Hak ve Özgürlükleri (Md. 33-34)
Anayasa iki çeşit toplantı özgürlüğü ön görmektedir:
1. Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı (md. 33)
2. Dernek kurma özgürlüğü (Md. 34).
Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir. Herkes, önceden izin almaksızın dernek kurma ve bunlara üye olma ya da üyelikten çıkma hakkına sahiptir. Hiç kimse bir derneğe üye olmaya ve dernekte üye kalmaya zorlanamaz. Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı ile dernek kurma özgürlükleri, milli güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlığın ve genel ahlâkın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla ve kanunla sınırlanabilir. Dernekler, bazı durumlarda hâkim kararıyla kapatılabilir veya faaliyetten alıkonulabilir.Yukardaki durumda gecikmede sakınca varsa, kanunla bir merci, derneği faaliyetten men edebilir. Bu merciin kararı, yirmidört saat içinde görevli hâkimin onayına sunulur. Hâkim, kararını kırksekiz saat içinde açıklar; aksi halde, bu idarî karar kendiliğinden yürürlükten kalkar.

Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler
Olumlu Edim Gerektiren Haklar

Sosyal hak ve ödevlerin bir çoğu devlete olumlu edim yükleyen pozitif statü haklarıdır.

*Ailenin korunması ve çocuk hakları (Md. 41):
Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır. İstismara ve şiddete karşı çocukları koruyucu tedbirlerin alınması da devletin görevleri arasındadır.

*Toprak mülkiyeti (Md. 44):
Bu düzenleme ile toprak sahibi olmayan köylülerin toprak edinmelerinin kolaylaştırılması amaçlanmıştır. Devlet, toprağın verimli olarak işletilmesini korumak ve geliştirmek, erozyonla kaybedilmesini önlemek ve topraksız olan veya yeter toprağı bulunmayan çiftçilikle uğraşan köylüye toprak sağlamak amacıyla gerekli tedbirleri alır.

*Eğitim ve öğrenim hakkı (Md. 42): Devlet, maddi açıdan yoksul ancak başarılı öğrencilerin eğitim ve öğrenimlerini sürdürebilmeleri amacı burslar ve başka yollarla gerekli yardımları yapar.

*İş ve çalışma hayatına ilişkin düzenlemeler: Çalışma, herkesin hakkı ve ödevidir. Devlet şu konularda gerekli tedbir alma yükümlülüğündedir: Çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek için çalışanları ve işsizleri korumak, çalışmayı desteklemek, işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak ve çalışma barışını sağlamak (md. 49). Bundan başka ücrette adaletin sağlanması ve işçilerin işe uygun adaletli bir ücret elde etmeleri ve diğer sosyal yardımlardan faydalanması için alınması gereken tedbirler de devlete yüklenmektedir. Bu doğrultuda Anayasada bir asgari ücret tespit edilmesi ön görülmüş ve bunun tespitinde geçim şartları ile ülkenin ekonomik durumu da gözönünde bulundurulur denilmiştir. (md. 55)

*Sosyal güvenlik hakkı:Herkes, sosyal güvenlik hakkına sahiptir ve devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar. Sosyal güvenlik bakımından özel olarak korunması gerekenler de anayasa tarafından belirlenmiştir. Bunlar şu şekildedir: harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri, malûl ve gaziler, engelliler, yaşlılar ve korunmaya muhtaç çocuklar. Anayasa ilgili kişilerin özel durumlarından kaynaklanan toplumsal yaşamdaki gereksinimlerini sağlamak amacıyla, devlete gerekli tedbirleri alma yükümlülüğü getirmektedir (md. 61). Devlet bu başlık altında anlatılan yükümlülükleri vatandaşlara doğrudan talep hakkı vermez. Bunlar daha çok devlet organlarına sunulan birer program niteliğindedir. Anayasa sosyal ve ekonomik alanlarda Anayasa ile belirlenen görevlerini, bu görevlerin amaçlarına uygun öncelikleri gözeterek malî kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine getirir demek suretiyle yasa koyucuya ve yürütmedeki uygulayıcılara geniş bir takdir yetkisi tanımaktadır (md. 65).

Olumsuz Edim Gerektiren Haklar
Sosyal haklar çerçevesinde az sayıda negatif statü hakları yer almaktadır. Bunlardan ilki çalışma ve sözleşme özgürlüğü ile özel teşebbüs kurma özgürlüğüdür (md. 48). Bunlardan ilki herkesin istediği alanda devletin müdahalesi olmaksızın çalışabilmesi anlamına gelirken, ikincisi devletin istihdam olanakları yaratması olarak anlaşılmalıdır. İkinci olarak sendika kurma hakkı hatırlatılabilir.Hiç kimse bir sendikaya üye olmaya ya da üyelikten ayrılmaya zorlanamaz (md. 51). Yine benzer şekilde toplu iş sözleşmesi ve toplu sözleşme hakkı (md. 53), grev ve lokavt hakları (md. 54) negatif statü haklarındandır.

Siyasi Haklar ve Ödevler Türk Vatandaşlığı (Md. 66)
1982 Anayasası, siyasi hak ve ödevlerden yararlanabilme şartı olarak Türk vatandaşlığını şart koşmaktadır. Bu doğrultuda, Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türk vatandaşı olarak kabul edilmektedir. Bundan başka “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” denilerek sonradan Türk vatandaşı olma olanağı da sağlanmaktadır. Hiçbir Türk, vatana bağlılıkla bağdaşmayan bir eylemde bulunmadıkça vatandaşlıktan çıkarılamaz. Vatandaşlıktan çıkarma ile ilgili karar ve işlemlere karşı yargı yolu kapatılamaz.

Seçme, Seçilme ve Siyasi Faaliyette Bulunma Hakları
Vatandaşlar, kanunda gösterilen şartlara uygun olarak, seçme, seçilme ve bağımsız olarak veya bir siyasî parti içinde siyasî faaliyette bulunma ve halkoylamasına katılma hakkına sahiptir. Halkoylaması serbest, eşit, gizli, tek dereceli, genel oy, açık sayım ve döküm esaslarına göre, yargı yönetim ve denetimi altında yapılır. Serbest oy ilkesi, oy hakkına sahip olanların her hangi bir müdahale ve engellemeyle karşılaşmaksızın oy kullanabilmesidir. Tek dereceli oy ilkesi seçmelerin milletvekillerini araya başkaca bir işlem girmeksizin seçebilmeleri anlamına gelmektedir. Genel oy denildiğinde hiç kimsenin cinsiyet, servet veya benzeri gerekçelerle oy hakkından mahrum bırakılmamasıdır. Eşit oy ilkesi de herkesin sadece bir oy hakkına sahip olmasıdır.

Oy hakkına getirilen bir takım sınırlamalar, genel oy ilkesine aykırı değildir. Yaş şartı bunlardan birisidir. Anayasaya göre oy verebilmek için 18 yaşını doldurmuş olmak gerekir. Yine silah altında bulunan er ve erbaşlar ile askeri öğrenciler, taksirli suçlardan hüküm giyenler hariç ceza infaz kurumlarında bulunan hükümlüler oy kullanamazlar (md. 67). Seçilme hakkı da şu şekilde özetlenebilir: 25 yaşını doldurmak, en az ilkokul mezunu olmak, askerlik hizmetini yapmış olmak, taksirli suçlar hariç toplam bir yıldan fazla hapis cezasına hüküm giymiş olmamak, ağır hapis cezasına hüküm giymiş olmamak, yüz kızartıcı suçlardan hüküm giymiş olmamak, kaçakçılık, resmî ihale ve alım satımlara fesat karıştırma, devlet sırlarını açığa vurma, terör eylemlere katılma ve bu gibi eylemleri tahrik ve teşvik etme suçlarını işlememiş olmak.

Bazı görevlilerin milletvekili seçilebilmek için görevlerinden çekilmesi gerekir. Bunlar şöyle listelenebilir:
Hâkimler ve savcılar, yüksek yargı organları mensupları, yükseköğretim kurumlarındaki öğretim elemanları, Yükseköğretim Kurulu üyeleri, kamu kurum ve kuruluşlarının memur statüsündeki görevlileri yaptıkları hizmet bakımından işçi niteliği taşımayan diğer kamu görevlileri ve Silahlı Kuvvetler mensupları.

Siyasi Parti Özgürlükleri
Siyasi partiler önceden izin almadan kurulurlar ve Anayasa ve kanun hükümleri içerisinde faaliyetlerini sürdürürler (md. 68). Anayasa siyasi parti özgürlüklerini bir takım sınırlamalara tabi tutmuştur. Buna göre siyasi partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez. Bir siyasî partinin 68. maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü temelli kapatılmasına, ancak, onun bu nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak haline geldiği Anayasa Mahkemesince tespit edilmesi halinde karar verilir. Siyasi parti özgürlükleri Türk demokrasisinin en problemli alanlarından birisidir. 1982 Anayasası döneminde toplam yirmi tane siyasi parti kapatılmıştır. Türkiye’de siyasi partiler diğer demokratik ülkelerde görülmeyen bir sıklık ve kolaylıkla kapatılmaktadır.

1982 ANAYASASINA GÖRE İNSAN HAKLARININ KORUNMASI YOLLARI
1982 Anayasasına göre insan haklarının korunması yollarını başvurulan makam esas alınmak üzere dört ana başlık altında incelemek mümkündür:
1) TBMM’ye Başvuru (Dilekçe Hakkı)
2) İdari Başvuru
3) Kamu denetçisine başvuru yolu
4) Yargısal Başvuru Yolları

TBMM’ye Başvuru (Dilekçe Hakkı)
Dilekçe hakkı Anayasanın 74. maddesinde düzenlenmektedir. Bu düzenlemeye göre vatandaşlar ve Türkiye’de ikamet eden yabancılar kendileriyle veya kamu ile ilgili dilek ve şikâyetleri hakkında, yetkili makamlara ve Türkiye Büyük Millet Meclisine yazı ile başvurma hakkına sahiptir. Kendileriyle ilgili başvurmaların sonucu, gecikmeksizin dilekçe sahiplerine yazılı olarak bildirilir.

İdari Başvuru
Temel hak ve özgürlükleri ihlal edilen bireyler, yürütme organına başvurabilir. Bu usül idari başvuru yolu olarak adlandırılmaktadır. Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır (md. 40).

Kamu Denetçisine Başvuru
Kamu denetçiliği kurumu (ombudsman), Halkın şikayetleri üzerine inceleme yapabilen ve gereği hakkında yalnız tavsiyede bulunabilen fakat kendi karar yetkisi bulunmayan, yurttaşı koruyan kamu görevlisi olarak tanımlanabilir Türkiye’ye kamu denetçiliği kurumu Anayasa’da 2010 yılında yapılan değişiklikle girmiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na bağlı olarak kurulan Kamu Denetçiliği Kurumu idarenin işleyişiyle ilgili şikâyetleri inceler. Kamu Başdenetçisi Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından gizli oyla dört yıl için seçilir. İlk iki oylamada üye tamsayısının üçte iki ve üçüncü oylamada üye tamsayısının salt çoğunluğu aranır. Üçüncü oylamada salt çoğunluk sağlanamazsa, bu oylamada en çok oy alan iki aday için dördüncü oylama yapılır; dördüncü oylamada en fazla oy alan aday seçilmiş olur.

Yargısal Başvuru

Temel hak ve özgürlüklerin korunması noktasında en etkili olan yoldur.Çünkü artık, başvuru hakkında idarenin kendisi değil, ondan bağımsız olan mahkemeler karar vermektedir. İkinci olarak mahkemelerin kararı bağlayıcıdır. Anayasa’ya göre herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz (md. 36). Ancak, Cumhurbaşkanının tek başına yapacağı işlemler ile Yüksek Askerî Şûra kararları yargı denetimi dışındadır.

Öte yandan bu durumda da, Yüksek Askerî Şûranın terfi işlemleri ile kadrosuzluk nedeniyle emekliye ayırma hariç her türlü ilişik kesme kararlarına karşı yargı yolu açıktır (md. 125). Somut norm denetimi, bir hukuk normunun bir davada uygulanması sırasında, Anayasa’ya aykırılığının ileri sürülmesi üzerine yapılan denetimdir. Buna göre bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya KHK’nin hükümlerini Anayasa’ya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesi’nin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır. Bu yöntemle bireylerin, temel hak ve özgürlüklerini ihlal edebilecek olan yasal düzenlemeler iptal edilebilmektedir. İkinci olarak birey tüm idari ve yargısal denetim yollarını tükettikten sonra sözü edilen ihlalin hala giderilemediği kanısında ise, konuyu Anayasa Mahkemesi’ne taşıyabilmektedir.

Anayasa şikayeti Türkiye’ye 2010 Anayasa değişikliği ile gelmiştir.Herkes, Anayasa’da güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne başvurabilir. Başvuruda bulunabilmek için olağan kanun yollarının tüketilmiş olması şarttır. Bireysel başvuruda, kanun yolunda gözetilmesi gereken hususlarda inceleme yapılamaz. Bu bağlamda “30.3.2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un özellikle 45 ilâ 51. maddeleri bu Anayasa hükümlerini daha somut hâle getiren düzenlemelere yer vermektedir. Bu hukuki çerçevede, Anayasa Mahkemesi, 23 Eylül 2012 tarihinden sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine yapılacak bireysel başvuruları inceleyebilecektir. Bireysel başvuruya konu edilebilecek temel haklar şu şekilde örneklenebilir: Yaşama hakkı, işkence ve eziyet yasağı, zorla çalıştırma yasağı, kişi hürriyeti ve güvenliği, hak arama hürriyeti, suç ve cezaların kanuniliği, özel hayata, aile hayatına, konut ve haberleşmeye saygı, düşünce, din ve vicdan hürriyeti, düşünceyi açıklama ve ayma hürriyeti, toplantı ve örgütlenme hürriyeti, mülkiyet hakkı, serbest seçim hakkı, temel hak ve hürriyetlerin korunması, eğitim ve öğretim hakkı ve ödevi, eşitlik ve etkili başvuru hakkı. Kanun ve içtüzük gibi yasama organının gerçekleştirdiği işlemler ile tüzük yönetmelik gibi idarenin yaptığı düzenleyici işlemler için bireysel başvuru yoluna başvurulamaz. Fakat adı geçen düzenleyici işlemlerin bir kişiye uygulanması ve bunun sonucunda hak ihlalinin doğması halinde somut olaydaki uygulama bireysel başvuruya konu olabilecektir.

Uluslararası Düzeyde İnsan Haklarının Korunması I: Birleşmiş Milletler Çerçevesinde İnsan Haklarının Korunması

Birleşmiş Milletler’in Kuruluşu

II. Dünya Savaşı ağır insan hakları ihlallerine sahne olmuş Avrupada faşizm yükselmiştir. İnsanlığa karşı işlenen suçların zirvesini Yahudi soykırımı teşkil etmektedir. Bu olayın ilk somut sonucu, barışı ve insan haklarını daha etkin bir şekilde koruyacağı düşünülen Birleşmiş Milletler’in kurulmasıdır. II. Dünya Savaşı’nın çıkması, Milletler Cemiyeti’nin barışı korumada başarısz olduğunun göstergesidir. Bu savaş Milletler Cemiyeti’nin fiilen sonunu hazırlamıştır. 1945 yılında Birleşmiş Milletler Şartı (sözleşmesi) ile kurulan Birleşmiş Milletler örgütü, Milletler Cemiyeti’nin yerini almıştır. Birleşmiş Milletler örgütünün kuruluş sözleşmesinde insan haklarına sıkılıkla vurguda bulunulmuş aynı tarihsel süreçte, 1948 yılında Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’ni ilan etmiştir.

Birleşmiş Milletler Şartı’nda İnsan Haklarını Konu Alan Normlar
1945 tarihli Birleşmiş Milletler Şartı’nın giriş bölümünde “temel insan haklarına bağlılık” vurgusu yapılmıştır. 1. maddenin 3. fıkrasında “ırk, cinsiyet, dil veya din ayrımı yapılmaksızın herkes için insan hakları ve temel özgürlüklere saygının teşvik edilmesi ve cesaretlendirilmesi” 55. madde de, BM’nin “ırk, cinsiyet, dil veya din ayrımı yapılmaksızın herkesin insan haklarına ve temel özgürlüklerine evrensel saygı ve riayeti teşvik” edeceğini hükme bağlamıştır. 56. madde, 55. maddedeki amaçları gerçekleştirmek için üye ülkelerin örgütle işbirliği yapmasını öngörmüştür. 13. madde, Genel Kurul’u insan hakları üzerine çalışmalar yapmak ve öneriler geliştirmekle, 68. madde ise, Ekonomik ve Sosyal Konsey’i, ekonomik, sosyal alanlarda ve insan haklarının teşviki amacıyla komisyonlar kurmakla görevlendirmiştir.

Birleşmiş Milletler Şartı Zemininde İnsan Haklarını Koruma Mekanizmalarının Gelişimi
İnsan Hakları Komisyonu’nun Kuruluşu ve Faaliyetleri

Ekonomik ve Sosyal Konsey’in insan hakları komisyonu oluşturması önerisi gündeme gelmiştir. Şart’ın 68. maddesi, Konsey’i, ekonomik, sosyal alanlarda ve insan haklarının teşviki amacıyla komisyonlar kurmakla görevli kılmıştır.12 Şubat 1946’da uygun bulunan İnsan Hakları Komisyonu önerisi, Ekonomik ve Sosyal Konsey tarafından dokuz üyeden oluşacak şekilde kurulmuştur.Bu sayı 1992’de 53’e ulaşmıştır. Komisyon, öncelikli görev olarak, BM Genel Kurulu tarafından 10 Aralık 1948’de kabul edilecek olan İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’ni yazma işine eğilmiştir.BM insan haklarıyla alakalı birçok şikayet almıştır, komisyon, insan hakları şikâyetlerini inceleme yetkisinin olmadığını ifade etmiştir. Bu tutum, 1947 ve 1959 tarihli kararlarıyla Ekonomik ve Sosyal Konsey tarafından da onay görmüştür.Bu yaklaşım şekli, 1965 sonrası dönemde değişmeye ve yerini, insan hakları şikâyetlerini dikkate almaya yönelik usuller geliştirmeye çalışan bir tutuma bırakmıştır.

‘1503 Usulü’nün Ortaya Çıkması ve Kapsamı
65'ten sonra Birleşmiş Milletler’in ve İnsan Hakları Komisyonu’nun Asyalı ve Afrikalı üyelerinde artış görülmüştür. Bu yeni üye ülkeler, muzdarip oldukları ırk ayrımcılığı, sömürgecilik ve ekonomik gelişme gibi sorunlardan dolayı, BM organlarının insan hakları konularında daha etkin bir tavır almasına sebep olmuştur. BM Genel Kurulunun çağrısına yönelik İnsan Hakları Komisyonu, büyük insan hakları ihlallerinin süreklilik gösterdiği durumlarda insan hakları şikayetlerini inceleme yetkisinin olması gerektiğine dair bir öneride bulunmuştur. Böylece, Ekonomik ve Sosyal Konseyinin, 1970 tarihli ve 1503 sayılı kararıyla, İnsan Hakları Komisyonu’nu bu işlevi yerine getirmek üzere yetkilendirmiştir.1503 usulü (prosedürü) olarak anılma nedeni de, Konsey’in söz konusu yetkilendirme kararının 1503 sayısını taşıyor olmasıdır.

İnsan Hakları Komisyonu, 1503 usulünü işler hale getirmek için,
Ayrımcılığın Önlenmesi ve Azınlıkların Korunması Alt Komisyonu'nun merkezî bir rol üstlendiği bir işleyiş öngörmüştür. Alt Komisyon’un bünyesinden çıkan bir Çalışma Grubu, konuyu Alt Komisyon’un bütününün önüne götürmeden önce, şikayetleri kabul edilebilirlik koşulları bakımından inceleyecektir. 1503 usulü, her başvuruyu değil, sadece süreklilik arz eden büyük insan hakları ihlallerini konu alan başvuruları kapsamaktadır. Bu katı ölçütten dolayı, tekil nitelik gösteren bireysel insan hakları şikâyetleri reddedilmektedir. Şikayetler Çalışma Grubu’nun incelemesinden geçer, Alt Komisyon tarafından yeniden gözden geçirilir ve konu ya insan hakları komisyonun önüne serilir yada hiçbirşey yapılmaması gerektiği yönünde reddedilir.

İHK konu kendisine intikal ettirildiğinde, şu yollardan birini takip edecektir:
a) Olayı değerlendirmekten vazgeçebilir.
b) Konunun 1235 usulü çerçevesinde ele alınmasına karar verebilir.
c) İlgili devletin rızası olmak koşuluyla, dostane çözüm sağlayacak geçici (ad hoc) bir komite oluşturabilir.
d) İlgili devletten daha fazla bilgi istemek veya durumu değerlendirme kapsamında tutmak üzere bağımsız bir uzmanın veya özel bir raportörün atanmasına karar verebilir.

1503 usulünün önemli bir özelliği, iletişim ve inceleme süreçlerinde gizliliğin esas olmasıdır,ancak Komisyon’un Ekonomik ve Sosyal Konsey için hazırlayacağı nihai rapor, bu gizlilik esasının dışındadır. 1503 usulünde esas amacın, ilgili devlet üzerinde siyasal baskı uygulamak olduğu savunulmuştur.Oysaki 1503 usulünün sonucunda, ilgili devleti bağlayıcı bir yargısal kararın çıkması söz konusu değildir. Bu usulde insan hakları ihlallerinin son bulması, yargısal nitelikli bir kesin karardan değil, konunun uzun ve gizli bir süreç içinde Birleşmiş Milletler organlarının gündeminde kalması suretiyle, ilgili devlet üzerinde siyasal baskı kurulmasından beklenmiş olmaktadır.

‘1235 Usulü’nün Kapsamı
Ekonomik ve Sosyal Konsey, 1967 tarihli ve 1235 sayılı kararıyla, İnsan Hakları Komisyonu’na ve Ayrımcılığın Önlenmesi ve Azınlıkların Korunması Alt Komisyonu’na, büyük çapta insan hakları ihlallerini tetkik etmek yetkisi vermiştir. 1503 usulü’nün tersine gizliliğin değil açıklığın esas olduğu bu sistem, bir özel çalışma grubunun veya özel raportörün, yerinde incelemeler yapmasını ve yerinde toplanan bilgiler doğrultusunda değerlendirmeler yapılmasını temel almaktadır. Bu mekanizmayı, bir üye devlet veya devletler grubu veyahut da Alt Komisyon harekete geçirebilmektedir.

1235 usulünün işletildiği ilk örnek, Şili’de 1973’te gerçekleşen hükümet darbesini takiben görülen büyük çaplı insan hakları ihlallerine ilişkin olmuştur. Şili hükümetinin grubun yerinde inceleme yapmasını engelleyici tutumu üzerine, çalışma grubunun ilk ziyareti ancak 1978’de gerçekleşebilmiştir. Çalışma grubu, hükümet yetkilileri ile kiliseler ve özel örgütlerin temsilcileriyle görüşmeler yapmış, hapishaneleri ziyaret ederek tutuklu ve hükümlülerle de mülakatlar gerçekleştirmiştir. Çalışma grubu, raporlarını BM Genel Kurulu’na ve İnsan Hakları Komisyonu’na sunmuştur. 1979 yılında ise İHK, özel bir raportör görevlendirmiştir. Özel raportör, yıllık raporlarını Genel Kurul ve Komisyon’a sunmayı sürdürmüştür. Görüldüğü gibi, 1503 usulünde olduğu gibi, 1235 usulünde de, ilgili devlet üzerinde zorlayıcı bir etki yaratacak bağlayıcı bir karara varılması şeklinde bir sonuç söz konusu değildir. Burada da, konuyu uluslararasılaştırarak ilgili devlet üzerinde manevi etki yaratmak suretiyle büyük çaplı, sistematik insan hakları ihlallerinin son bulmasını sağlama yoluna gidilmektedir.

İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin Kuruluşu ve Görevleri

BM Genel Kurulu tarafından, Aralık 1993’te 48/141 saylı kararıyla kurulmuştur. Karara gore, Yüksek Komiser’in sorumlulukları;
*Herkesin, medeni, siyasal, ekonomik, kültürel ve sosyal haklardan, ayrıca azınlık mensuplarının azınlık haklarından etkili biçimde yararlanmasını teşvik ve himaye etmek
*BM bünyesinde ve dışında insan hakları faaliyetlerini koordine etmek,
*BM organlarının kendisine verdiği görevleri yerine getirmek ve tavsiyelerde bulunmak . Yüksek Komiser, insan haklarının etkili biçimde gerçekleşmesi için hükümetlerle doğrudan diyalog kurma yetkisine sahiptir.

2006 Sonrası Dönemde İnsan Hakları Organlarının Yeniden Yapılandırılması
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 15 Mart 2006 tarihli 60/251 sayılı kararıyla İnsan Hakları Konseyi’ni kurmuştur. İnsan Hakları Komisyonu’nun yerini alan Konsey, Genel Kurul’un belirleyeceği 47 üye devletin temsilcisinden oluşmaktadır. İnsan Hakları Konseyi’nin 5/1 sayılı kararıyla 18 uzmandan oluşan İnsan Hakları Konseyi Danışma Komitesi kurulmuştur. Danışma Komitesi de, İnsan Haklarının Teşvik Edilmesi ve Korunması Alt Komisyonu’nun(eski adı Ayrımcılığın Önlenmesi ve Azınlıkların Korunması Alt Komisyonu) yerini almıştır. Yeni kurumların halefi oldukları kurumlarla aynı işlevleri üstlendikleri söylenebilecektir; nitekim, İnsan Hakları Konseyi, Haziran 2007’de aldığı bir kararla, 1503 ve 1235 usullerini sürdürme kararı almıştır.2006 sonrası döneme ilişkin önemli bir yeniliğin de gerçekleştiği belirtilmelidir. İnsan Hakları Konseyi’ni kuran 2006 tarihli ve 60/251 sayılı karar, aynı zamanda yeni bir denetim mekanizması yaratmıştır. Evrensel Dönemsel Değerlendirme adlı bu sisteme göre, BM üyesi devletler, ülkelerindeki insan haklarına ilişkin durumların iyileştirilmesi ve insan haklarına ilişkin yükümlülüklerinin yerine getirilmesine dair neler yaptıklarını, her dört yılda bir sunacakları raporlarında anlatacaklardır. Raporlar, İnsan Hakları Konseyi tarafından değerlendirilecektir.

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER SÖZLEŞMELERİ ZEMİNİNDE İNSAN HAKLARININ KORUNMASI

Medeni ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin Getirdiği Denetim Sistemi

Medeni ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin Kapsamı

Birleşmiş Milletler, İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin ilanıyla yetinmemiş, Uzun tartışmalardan sonra, 1952 yılında, klasik haklar ile sosyal hakları ayrı ayrı düzenleme ve dolayısıyla, iki ayrı sözleşme hazırlama kararına varmıştır. Çalışmalar 1966 yılında sonuçlanmış ve ortaya, ikiz sözleşmeler olarak da anılan iki ayrı sözleşme çıkmıştır. Bunlardan;
*Medeni ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi (MSHUS);klasik hakları
*Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi; sosyal hakları düzenlemiştir. İki sözleşmede 1976 yılında yürürlüğe girmiştir.

MSHUS’un kurduğu İnsan Hakları Komitesi’ne bireysel başvuru hakkı tanıyan ek 1 no’lu seçimlik protokol de sözleşme ile aynı yıl yürürlük kazanmıştır. Ölüm cezasını kaldırmayı amaçlayan ek 2 no’lu seçimlik protokol ise 1989’da kabul edilmiş ve 1991’de yürürlük kazanmıştır. MSHUS’un tanıdığı haklar şunlardır:
*Halkların kaderlerini tayin (self-determinasyon) hakkı (m. 1)
*Yaşam hakkı (m. 6)
*İşkence ve kötü muamele yasağı (m. 7)
*Kölelik ve zorla çalıştırma yasağı (m. 8)
*Kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı (m. 9)
*Tutukluların insanî muamele görme hakkı (m. 10)
*Sözleşme yükümlülüğünden dolayı özgürlükten yoksun bırakılmama (m.11 *Seyahat ve oturacağı yeri seçme hakkı (m. 12)
*Yabancıların keyfî biçimde sınır dışı edilememesi (m. 13)
*Adil yargılanma hakkı (m. 14)
*Suç ve cezaların geriye yürümezliği (m. 15)
*Hukuksal bir kişilik olarak tanınma hakkı (m. 16)
*Özel yaşam hakkı (m. 17)
*Düşünce, vicdan ve din özgürlüğü (m. 18)
*Bilgi edinme hakkı ve ifade özgürlüğü (m. 19)
*Savaş propagandası ve nefret söylemi yasağı (m. 20)
*Barışçıl toplanma özgürlüğü (m. 21)
*Örgütlenme özgürlüğü (m. 22)
*Evlenme ve bir aile kurma hakkı (m. 23)
*Çocuk hakları (m. 24)
*Siyasal haklar (m. 25)
*Yasa önünde eşitlik (m. 26)
*Azınlık hakları (m. 27).
Sözleşme’nin Öngördüğü İnsan Hakları Komitesi Merkezli Denetim Sistemi

MSHUS, 28. maddesi ile kurulmasını öngördüğü İnsan Hakları Komitesi’nin yürüteceği bir denetim mekanizması getirmiştir. Sözleşme, üç görünümlü bir denetim mekanizmasıdır. Bunlar;
*Sözleşme’deki haklara işlerlik kazandırmak üzere alınan önlemlerin bir rapor şeklinde BM Genel Sekreteri eliyle İnsan Hakları Komitesi’ne sunulması (m. 40)
*İlgili iki devletin de İnsan Hakları Komitesi’nin konuya ilişkin yetkisini tanımış olmaları koşuluyla, bir taraf devletin, diğer bir taraf devleti Sözleşme yükümlülüklerini yerine getirmediği gerekçesiyle Komite’ye şikâyet etmesi (devlet başvurusu; m. 41)
*Bireysel başvuru hakkını düzenleyen Ek Protokol’ün ilgili devlet tarafından kabul edilip onaylanması koşuluyla, kişilerin, Sözleşme’yle tanınan haklarının ihlal edildiği gerekçesiyle bir taraf devlet hakkında Komite’ye başvurmasından (bireysel başvuru, Birinci Seçimlik Protokol, m. 1)
Komite’nin raporların sunumu ve başvuru durumlarında yetkisi çok sınırlıdır ve yargısal bir işlevin yerine getirilmesine yönelik olduğunu söylemek zordur. Komite;
*Raporlar karşısında, taraf devletlere kendi değerlendirmelerini ve uygun gördüğü genel görüşlerini iletecektir (m. 40/4)
*Devlet başvurularında ise, bir arabulucu kurum olarak çalışacak, dostane çözümün sağlanması halinde, olayların ve varılan sonucun kısaca belirtilmesiyle (m. 41/1-i)
*Aksi durumda ise salt olayların kısaca belirtilmesiyle yetinecektir (m. 41/1-ii) benzer şekilde, bireysel başvurularda da, gerekli yazışmaların ve incelemelerin ardından görüşlerini ilgili devlete ve başvurucu bireye yollayacaktır. Komite, mahkeme veya yargısal bir merci olarak yapılandırılmamıştır ve dolayısıyla, ihtilafları etkili biçimde çözüme bağlayacak, ilgililere yaptırım uygulayabilecek kudretten yoksundur.

Birleşmiş Milletler’in Diğer Sözleşme Temelli Denetim Organları

Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Komitesi
1966 tarihli (1976’da yürürlüğe giren) Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi (ESKHUS)’nde öngörülen denetim sisteminin bağımsız uzmanlardan oluşan bir organdır. Komite, Ekonomik ve Sosyal Konsey’in Mayıs 1985 tarihli 1985/17 sayılı kararıyla kurulmuştur. ESKHUS’un benimsediği denetim sistemi, Sözleşme’ye taraf devletlerin sözleşmenin gereklerini yerine getirmek üzere neler yaptıklarının anlatıldığı düzenli raporlarını BM Genel Sekreteri eliyle Ekonomik ve Sosyal Konsey’e sunmasından ibarettir. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 10 Aralık 2008’de, ESKHUS sistemine bireysel başvuru (şikâyet) mekanizmasını getiren bir seçimlik ek protokol kabul etmiştir. Bu ek protokol, 2009’da imzaya açılmıştır.Komite, ESKHUS hükümlerine açıklık getirmek üzere genel yorumlarda da bulunmaktadır.

Irk Ayrımcılığının Kaldırılması Komitesi
1965 tarihli (1969’da yürürlüğe giren) Her Türlü Irk Ayrımcılığının Kaldırılması Sözleşmesi’nin öngördüğü denetim sistemini gerçekleştiren organdır. Bağımsız uzmanlardan oluşur, düzenli raporları inceler ve önerilerini ilgili devlete bildirir. Erken uyarı sistemi, Sözleşme’nin büyük çapta ihlal edilmekte olduğu ve dolayısıyla acil müdahale gerektiren durumlar için öngörülmüş bir mekanizmadır. Bir taraf devlete karşı bireysel başvuru yapılabilmesi, bu devletin Sözleşme’nin 14. maddesinin öngördüğü ve bireysel başvuruyu tanıdığını açıklayan beyanına bağlıdır. Komite, Sözleşme hükümlerine genel tavsiyeler de geliştirebilmektedir.

Kadınlara Karşı Ayrımcılığın Kaldırılması Komitesi
1979 tarihli (1981’de yürürlüğe giren) Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Kaldırılması Sözleşmesi’nin bağımsız uzmanlardan oluşan denetim organıdır. Sözleşme’ye taraf olan devletler, sözleşme yükümlülüklerine ilişkin durumlarını açıklayan düzenli raporları Komite’ye sunmakla yükümlüdür.İlgili devletin Sözleşme’ye ek seçimlik protokole taraf olması koşuluyla, bu devlet aleyhine bireysel başvuruda bulunma imkanı vardır. Ek seçimlik protokol, Komite’ye, ağır veya sistematik hak ihlallerinin yaşandığı durumlarda söz konusu ülkede soruşturma başlatma yetkisi de vermektedir. Komite, açıklayıcı nitelikte genel tavsiyelerde de bulunabilmektedir.

İşkenceye Karşı Komite
1984 tarihli (1987’de yürürlüğe giren) İşkenceye ve Diğer Zalimce, İnsanlık Dışı ve Küçültücü Ceza ve Muameleye Karşı Sözleşme’nin öngördüğü denetim sistemini gerçekleştiren ve on bağımsız uzmandan oluşan organdır. Sözleşmeye taraf devletler, sözleşme yükümlülüklerinin gereklerini nasıl yerine getirdiklerini gösteren düzenli raporları Komite’ye sunmakla yükümlüdür. Komite, her rapor hakkında dğerlendirme ve tavsiyelerini ilgili devlete iletir. Komite, rapor sisteminin yanı sıra, bireysel başvurular ile devlet başvurularını inceleme ve soruşturma yapma görev ve yetkileriyle de donatılmıştır.

İşkencenin Önlenmesi Alt Komitesi
İşkencenin Önlenmesi Alt Komitesi, İşkenceye ve Diğer Zalimce, İnsanlık Dışı ve Küçültücü Ceza ve Muameleye Karşı Sözleşme’ye 2002’de eklenen ve 2006’da yürürlüğe giren bir seçimlik protokolle kurulmuştur. Bu komite, ihlalleri önlemeye yönelik operasyonel bir işlevle donatılmış olmak bakımından diğer BM komitelerinden ayrılmaktadır. Alt Komite, polis merkezlerini, askerî ve sivil cezaevlerini, tutukevlerini, akıl hastanelerini ve sosyal bakım kurumlarını ziyaret etme yetkisine sahiptir. Özgürlüğünden yoksun konumdaki kişilerle birebir görüşmeler yapma, konu hakkında bilgisine başvurmanın uygun görüldüğü resmi veya gayrı resmi kişi ve kurumlarla temas kurmak, Komite’nin yetkisi dahilindedir. Komite, ülke ziyaretlerinden sonra, tavsiye ve gözlemlerini içeren gizli bir raporu ilgili devlete sunar. Şayet ilgili devlet işbirliğine yanaşmaz veya Alt Komite’nin tavsiyeleri doğrultusunda ileri adımlar atmazsa, Alt Komite, İşkenceye Karşı Komite’den, konuyla ilgili resmi bir açıklama yapmasını veya söz konusu raporu yayımlamasını isteyebilir. Alt Komite’yi kuran seçimlik ek protokole göre, taraf devletlerin her biri, Ulusal Önleme Mekanizmaları adıyla anılan bağımsız bir ulusal organ kurmakla yükümlüdür. Alt Komite’nin diğer bir görevi de, bu ulusal önleme merkezlerine danışmanlık yapmak, onlara işlerinde yardımcı olmaktır.

Çocuk Hakları Komitesi
1989 tarihli (1990’da yürürlüğe giren) Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin bağımsız uzamanlardan oluşan denetim organıdır. Komite, söz konusu Sözleşme’nin ve bu sözleşmeye ek iki protokolün (çocukların silahlı çatışmaya sokulması hakkında protokol ile çocuk satışı, çocuk fuhuşu ve çocuk pornografisi hakkında protokol) hükümlerine ilişkin uygulamayı denetler. Komite, değerlendirmelerini ve tavsiyelerini ilgili devlete iletir. 2012 yılı itibariyle imzaya açılmış bulunan ve Komite’ye ihlale uğradığı iddiasıyla çocukların başvuru yapabilmesini mümkün kılacak ek protokol Birleşmiş Milletler’in on üye devletinin onayıyla yürürlük kazanacaktır. Bu protokolün, Çocuk Hakları Komitesi’nin etki gücünü artıracağı kuşkusuzdur.

Göçmen İşçiler Komitesi
Göçmen İşçiler Komitesi, 1990 tarihli (2003’te yürürlüğe giren) Bütün Göçmen İşçilerin ve Onların Aile Üyelerinin Haklarının Korunması Uluslararası Sözleşmesi’nin bağımsız uzmanlardan oluşan denetim
organıdır. Komite, taraf devletlerin sözleşme yükümlülüklerinin gereklerini nasıl yerine getirdiklerini gösterdikleri düzenli raporları inceler ve değerlendirme ve tavsiyelerini ilgili devlete iletir. Sözleşme’nin 77. maddesi bireysel başvuru mekanizması da öngörmüştür, bu mekanizmanın işler hale gelmesi en az on taraf devletin bu mekanizmayı tanıma beyanında bulunmasına bağlıdır. Henüz yeterli sayıya ulaşılamamıştır. Komite, Sözleşme hükümlerini açıklayıcı mahiyette genel yorumlarda da bulunabilmektedir.

Engelli Kişilerin Hakları Komitesi
2006 tarihli (2008’de yürürlüğe giren) Engelli Kişilerin Hakları Sözleşmesi’nin bağımsız uzmanlardan oluşan denetim organıdır. Adı geçen Sözleşme’ye taraf devletler, Komite’ye, Sözleşme’deki hakların ülkelerinde nasıl gerçekleştirildiğini anlatan düzenli raporlar sunmakla yükümlüdür. Komite, bu raporları inceler ve ilgili devletlere değerlendirme ve tavsiyelerini iletir. 2008’de yürürlüğe giren seçimlik ek protokol, Komite’ye bireysel başvuruları inceleme yetkisi getirmiştir.

Zorla Kaybettirilmeye Dair Komite
2006 tarihli (2010’da yürürlüğe giren) Bütün Kişilerin Zorla Kaybettirilmeden Korunması Uluslararası Sözleşmesi’nin uygulanışını denetleyen ve bağımsız uzmanlardan oluşan organdır.Sözleşme, zorla kaybettirilmeyi; devlet görevlileri tarafından veya devletin yetkilendirdiği, desteklediği, rıza gösterdiği kişiler veya kişi gruplarınca bir kişinin özgürlüğünden mahrum bırakılması ve bu durumun inkar edilmesi veyahut da kaybolan kişinin akıbetinin ve nerede olduğunun gizlenmesi(md2) şeklinde tanımlanmıştır.

Aynı Sözleşme’nin 5. maddesi, zorla kaybettirmenin yaygın ve sistematik bir şekilde gerçekleştirilmesini insanlığa karşı suç olarak nitelemiştir. Sözleşme’ye taraf devletler, sözleşme yükümlülüklerini nasıl yerine getirdiklerine dair düzenli raporlarını Komite’ye sunar. Komite, görüş ve tavsiyelerini ilgili devlete iletir. Sözleşme’nin 31. maddesine göre, rapor sistemine ilaveten, ilgili devletin kabul etme beyanına bağlı olarak, ihlal iddialarıyla ilgili bireysel başvuruda bulunma imkânı da getirilmiştir. 32. madde ise, Komite’nin konuyla ilgili yetkisinin tanındığının ilgili devletçe beyan edilmesi şartıyla, devlet başvurusu yolunu da açık tutmuştur. Bu yolun işletilebildiği durumda, Sözleşme’ye taraf bir devlet, diğer taraf devleti, Sözleşme yükümlülüklerini yerine getirmediği gerekçesiyle şikayet edebilecektir.


Sınavlarda Hepinize Başarılar Diliyoruz..
 

Çevrimiçi üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

REKLAMLAR

Forum istatistikleri

Konular
17,414
Mesajlar
134,310
Kullanıcılar
90,716
Son üye
Abdullah Kara
Üst