Aöf Kültür Tarihi Ders Notları 6. Ünite

AOFDESTEK

ADMİN
Yönetici
Admin
Katılım
9 Şub 2011
Mesajlar
6,041
Tepkime puanı
25
Puanları
48
Bölüm:
İşletme
Şehir:
Bursa
KÜLTÜR TARİHİ

6. ÜNİTE

Osmanlı Kültürü

Osmanlı kültür tarihini incelerken şu noktaları her zaman hatırlamakta yarar vardır:
1. Osmanlı tarihi çok geniş bir coğrafi alana yayılmaktadır.
2. Bu coğrafi yapı çok dilli, çok ırklı ve çok dinli grupların bulunduğu bir yapıdır ve hepsinin imparatorluk içerisinde var olmaları belirli yasalara ve farklılıkların korunmasına bağlıdır.
3. Osmanlı devleti, toplumu ve yapısı 14. yüzyıldan 20. yüzyılın ortasına kadar devam etmiştir.
4. Osmanlı kültürel yapısının kimi özellikleri günümüz yaşamı içerisinde devam etmektedir.
5. Osmanlı dünyası ile ilgili Türkiye’de ve dünyada yapılan çalışmalar giderek artmaktadır.
6. Osmanlı toplumu sınıflı bir toplumdur. Dinsel ayrılıkların oluşturduğu farklılıklar kadar, yönetici sınıf ve halk arasında yaşama biçimi açısından büyük farklılıklar vardır.
7. Osmanlı İmparatorluğu’nun var olduğu dönemlerin çoğunluğu endüstri öncesi döneme aittir.
8. Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan gayri Müslimlerin kendi dini örgütleri çerçevesinde oluşan kültürel yapısı ve eğitiminin Osmanlı aydınları ile ilişkileri konusu da incelenmesi gerekli bir konudur.
9. Osmanlı Kültür tarihini belirli kavramlar altında gruplamak için çok daha fazla disiplinler arası çalışmalar gerektiğinden; Avrupa ülkelerinin kültür tarihinde olduğu gibi aydınlanma, hümanizma, yeniden doğuş vb. türden ayrışımları Osmanlı kültür tarihi için günümüzde belirlemek eldeki bilgilere göre yanlış genellemelere götürebilir.

Tüm bu sorunlar ve günümüze kadar yapılan çalışmalar düşünüldüğünde Osmanlı Kültür tarihini yeni yöntemler ışığında yazabilmek için araştırmaların ve yayınların artması gerektiğinden, Osmanlı Kültür tarihini klasik tanımıyla açıklamak daha çok başat kültürün ve sarayın egemenliğindeki bir anlayışın farklı dönemlere göre gösterdiği kurumsallık ve anlayış çerçevesinde olmak durumundadır.


OSMANLI KÜLTÜRÜ: OSMANLI BEYLİĞİ (ERKEN OSMANLI) DÖNEMİ

Osmanlılar Selçuklu Devletinin bir uç beyliği olarak kimi kısıtlamalara uymak zorundaydılar. Uç beylikleri sürekli akınlara hazır bir durumda olmalıydı ve merkezin kontrolü dışında hareket edemezlerdi. Bulundukları yeri terk etmek durumunda kalabilecekleri için de yerleşik yaşam sürmeleri tercih edilen bir durum değildi. O nedenle Selçuklu yönetiminde bir uç beyliği olan Osmanlılarla ilgili maddi kültür verisi, ilk yerleşim yeri olarak kabul edilen Söğüt ve çevresinde yok denecek kadar azdır.

Erken Osmanlı Dönemi olarak da tanımlayabileceğimiz bu dönem, 15. yüzyıl ortasına, İstanbul’un alınmasına kadar devam eder. Bu süreç bir oluşum ve karışım dönemidir. Dönemin yazılı kaynakları yok gibidir, devletin bir arşivi henüz oluşmamıştır. Osman Gazi, Orhan Gazi ve I.Murat dönemlerinde Bizans’dan hızlı bir toprak alımı ve beyliğin sınırlarını genişletme söz konusudur. Göçler ve göçlerle gelen güncel yaşam özellikleri, Anadolu Beylikleri dönemi mimari ve mimari süslemesinde etkin bir biçimde yansır. Toplumların en özgün kültürel göstergelerinden biri olan ölü gömme adetleri bunlardan biridir. O nedenle 14. yüzyıl Anadolu türbe tiplerindeki çeşitlilik, özellikle Azerbaycan üzerinden gelen Türk topluluklarının mezar tiplerinde görülür. Osmanlılar Selçuklularda yaygın olan çift katlı türbe geleneğini bırakmışlardır. Alt katta ölünün gömüldüğü, üst katın ziyaret amacıyla kullanıldığı bu tip, Osmanlı döneminde Bursa Yeşil Camide (15. yy) anıtsal boyutta, Orta Anadolu’da ise daha küçük boyutlarda yer yer kısa süreli uygulanan ve devam etmeyen bir adet olarak görülür.

Moğollara yenilmiş ve Anadolu birliğinin devamlılığını sağlayamamış olan bir Selçuklu devletinin politik mirasçısı olmayı tercih etmeyen Osmanlılar, yeni aldıkları bölgelerde karşılaştıkları olguları da kendi yararları doğrultusunda içleştirerek ve onlardan faydalanarak yeni bir politika ve güç oluşturmaya çalışmışlardır. Dil bunlardan birisidir. Selçuklu Sarayı Farsça dilini tercih ederken, Osmanlı 14. ve 15. yüzyıllarda Arapça ve Farsça tamlamalarla yoğrulmamış bir Türkçe kullanır. Türk dili ve Orta Asya’dan gelen henüz din olgusunun töreler karşısında çok fazla hâkim olmadığı “laik” kültür, diğer Türkmen Beyliklerinde (Aydınoğulları, Menteşeoğulları, Saruhanoğulları) olduğu gibi Osmanlıda da hâkimdi.


MEHMED SİYAH KALEM: Eserleri, Asya kültür ortamında sıradan insanlar, dervişler, Budistler, Şamanlar, Hıristiyan keşişler ve doğaüstü varlıkların içermektedir. Mehmed Siyah Kalem’in sanatının ana etkeninin İpek Yolu kültürü olduğuna şüphe yoktur, zira bu yoldan sadece mallar ve değerli taşlar değil, aynı zamanda kültürler, inançlar, efsaneler ve sanatlar da taşınmaktadır. Dans Eden İblisler eseri ona aittir.


Osmanlı Beyliği Döneminde Kentler, Kentleşme ve Mimari: Osmanlı Beyleri akınlar sırasında nereye yerleşileceğine karar verirler. Örneğin Osman Gazi Yenişehir’i alınca gazilere burada ev kurup yerleşmelerini söyler. Orhan Gazi var olan Gebze kasabasının yanında yeni bir Osmanlı yerleşimi kurar. İznik ve Bursa alındıktan sonra kente Osmanlı kurumlarını yansıtan yapılar inşa edilir. Balkanlarda Evrenosoğulları gibi akıncı beyleri aldıkları yerlerde yerleşir ve bulundukları yerden yeniden akınlara başlarlar. Böylece kentlerin kurulması ve var olan kentlerin değişimiyle adım adım bu ilerlemeler takip edebilir: Gümülcüne- Yenice-i Vardar- Selanik bu tür bir çizgide gelişmiştir.

Osmanlı kentlerinin oluşumu Külliyeler sayesinde biçimlenir. Sosyal yardım, imaret: medrese öğrencilerine ve yolculara bedava yemek dağıtılan yer; tabhane: misafirhane; darüşşifa: hastane; hamam; kervansaray: kervanların ve yolcuların konakladığı yer; eğitim medrese; darülkurra: Kuran’ın incelendiği okul; darülhadis: peygamberin sözleri olan hadislerin öğretildiği okul; sıbyan mektebi: ilkokul; din (cami, mescit, türbe, zaviye, tekke) ve ticaret (şehir içi hanı, bedesten, arasta, kapalı çarşı, dükkân) işlevlerini karşılayan Osmanlı kurumlarını içeren değişik işlevli yapıların aynı bani (kurucu veya yapan kişi) tarafından inşa ettirilip aynı vakfiyede yer alması ile oluşan Külliyeler banisinin adı ile anılır ve çevrelerinde mahallelerinin oluşumunu sağlayarak, mahalleye adını verir. Örneğin Bursa’da Muradiye Mahallesi veya Yeşil Külliyenin olduğu Yeşil Mahallesi; İstanbul’da Mahmud Paşa Mahallesi gibi.

Bursa Orhan Gazi, I.Murat, Yıldırım Beyazıt, Yeşil ve II. Murat Külliyeleri kentin değişik yönlerde gelişmesini sağlamıştır. Selçuklu sanatının ana mimari süsleme ögesi olan mukarnas ise, bu dönemde bir süre kaybolacaktır. Ortaçağda kapalı ve kütlesel hacimli binalar yerine yapıların sokağa bakan kısımlarına sütun ve kemerlerden oluşmuş revaklı girişler eklenecek, yapıların sokakla olan bağlantıları açık-yarı-açık- kapalı alanlar arasındaki ilişki üzerine kurulacaktır. 15. yüzyıl başında Timurlu istilaları ile farklı özellikler Osmanlı Anadolu coğrafyasında da görülmeye başlanır. Şam’dan gelen mimar ailelerin Amasya’daki işleri Suriye’de görülen renkli taş işçiliğini Anadolu’ya getirmiştir. Şam ve İran üzerinden gelenlerin Merzifon’da yaptıkları İran örneklerine yakındır.


Toplumsal Hayat, Zaviyeler, Eğitim ve Edebiyat: Osmanlı Beyliği döneminde yerleşim ve genişleme politikalarında askeri gücün yanında şeyhlerin ve müritlerinin de katkıları bulunmaktadır. Bu şeyh ve müritler 14. yy ile 16. yy arasında kurulmuş ve özellikle Hıristiyan ahalinin bulunduğu yerlerde inşa edilmiş zaviyeleri veya Semavi Eyice’nin tanımlamasıyla zaviyeli camileri kullanmaktaydı. Zaviyeli Camiler çok işlevli yapılardı; bir orta sofa etrafında odalar yer almakta; orta sofadan sonra ise ibadet için ayrılmış bir bölüm bulunmaktaydı. Odalarda şeyh ve müritleri kalırdı. Sofanın zemini taş kaplanarak buranın bir geçiş alanı olduğu vurgulanmakta, ortasında yer alan havuz ise buraya bir avlu havası vermekteydi. Sofanın üstünü örten kubbede ise bir aydınlatma feneri bulunur ve ortası açık olan bu fenerden gelen yağmur suları havuza akar ve böylece doğayı yapının içerisine getirirdi. Zaviyeli camiler seyyahların da kaldıkları yerlerdi. Amasya Bayezıd Paşa İmaretinde olduğu gibi bazılarında mutfak da bulunurdu.

Osmanlı ekonomi tarihçisi Ömer Lütfi Barkan’ın deyimiyle “kolonizatör Türk dervişleri” nin yeriydi. Bu dervişler erken Osmanlı döneminde beylerin yanında “altıncı kol” görevi yapmakta ve fethedilen yerlerin Müslümanlaşmasını ve Türkleşmesini sağlamaktaydı. Kırsal kesimde hayvancılık yapan Osmanlılar elde ettikleri hayvansal gıdaları ve üretimi kentlerde yaşayan Bizanslıya satıp onlardan üretilmiş malzeme gereksinimlerini karşılamaktaydı. Sağladıkları güvenli bir konaklama ve verdikleri yiyecek ile iki toplum arasında sosyal bir mekân olan bu zaviyeler çevrelerini de kontrol etmekteydi. Seyyid Battal Gazi, Hacı Bektaş tekkelerinin geçirdiği değişiklikler bu sosyal dönüşümün örneklerini oluşturur. Halk arasında hâkim olan hem dini hem de destanlara bağlı hikâyelerin kökeninde Türklere özgü Manas ve Dede Korkut hikâyelerinden parçalar olduğu kadar Kuran’ı Kerim den veya hadislerden kaynaklanan hikâyeler de vardı. Halk şiiri ise sade yazılmış dörtlüklerle gerçek günlük yaşam içindeki aşkı veya haksızlıkları anlatan birey-şairin görüşlerini dile getirmekteydi.

Medreselerde de ilk önceleri daha çok insani ve tabii bilimler okutulurken dini bilgilerin okutulması zamanla artmıştır. Zaviye ve Tekkelerdeki eğitim ise daha çok tasavvuf geleneğinden kaynaklanan bir “manâ” eğitimi alanı olmuştur. Hanlar “Koza Han” gibi malların isimleri ile tanınmaktaydı. Kervanların rahatlıkla mallarını boşaltabilmeleri için büyük avluları olan bu yapılar, avlunun etrafında iki katlı olarak inşa edilirdi. Kentlerde şehir içi hanlarının bulunduğu bölge ticaret alanı olarak gelişir, konutlar ise ticaret alanının dışında bulunurdu. Ticaret yapıları beyliğin gelişme hızına göre 15. yüzyıldan sonra çeşitlenmeğe başladı. Yıldırım Beyazıd döneminde inşa edilen Bursa Bedesteni bunlardan biridir. İçerisinde ipekli kumaş, halı ve altın gibi kıymetli malların satıldığı Bedesten aynı zamanda kentin bankası ve borsası gibi kullanılırdı. Gizli taş bölümleri bulunan bu yapılarda tehlike anlarında veya yangınlarda altın ve para saklanırdı.

Arasta ve Kapalı Çarşılar Osmanlının ticaret kültürünü gösteren yerlerdi. Arastalar bir sokağın iki yanında yer alan dükkânlardan oluşurdu. Bu dükkânlarda esnaf buğday, arpa gibi belirli bir malı veya dükkânında ürettiği ayakkabı, eğer vb. eşyaları hem üretmekte hem de satmaktaydı. Tiyatro grupları hem, bu dönemde hem daha sonraki dönemlerde de kalabalık pazar yerlerinde oyunlarını oynardı. Menakıb-ı Sarı Saltuk/Saltukname, Battalname, Danişmendname bunlar içerisinde en çok bilinenlerdi. Cihad ve gazi geleneğini canlandıran bu destanlardaki kahramanlar alp ve alperenlerdi. Eğitim görmüş kişiler tarafından desteklenen kültürel ortam ise daha çok İran’dan gelen yazılı kültüre dayalı bir alandı. Fars kültürü yüksek bir kültür olarak Türkmen beylerin bilmediği bir kültürdü.

Yüksek kültür bir saygınlık konusu oluşturduğundan beyler bu konuyu önemsemişler ve saraylarında yanlarına aldıkları, beraber sohbet ve arkadaşlık ettikleri “musahib şairler“ aracılığıyla bu kültürü öğrenmeğe çalışmışlardır. Bu âlimler ve şairler de 12. ve 13. yüzyıllarda yazılan Arapça ve Farsça birçok kitabı, 14. ve 15. yüzyıllarda tekrar tekrar kopyalamış, kısaltmış, çevirmiş veya şerhedilmiştir. Mercimek Ahmet’in çevirdiği Kabusname bu tür bir eserdir. Matematik, Astroloji, Tıp gibi konularda çalışanlar da eğitimlerini Mısır, Horasan veya Bağdat gibi kentlerde yapmakta, sonra gelip Osmanlı veya diğer beylerin hizmetine girmekteydiler. Arap-İslam ve Selçuklu Fars kültürünün Osmanlı yüksek kültürünün oluşumunda etkisi çok fazladır.

Çelebi Mehmet döneminde ise ansiklopedik içerikli eserler artmış ve bunlar kopyalanarak Sultan’a sunulmuştur. Sultan II. Murat zamanında sarayda gelişmeye başlayan edebiyat ve düşünce alanı ise klasik dönem Osmanlı kültürünün oluşmasını hazırlamıştır. Müzik teorisi üzerine iki tezkere yazdıran II. Murat, fıkıh, dilbilim ve devlet idaresi üzerine Farsçadan önemli çeviriler yaptırmıştır. Ayrıca Yazıcızade Ali’ye Tarih-i Al-i Selçuk (Oğuzname) diye bir kitap yazdırmış, aynı kişinin kardeşi de İslam dinine ait temel bilgileri halkın anlayacağı bir dilde sade bir Türkçe ‘ye çevirmiştir. Şiir sanatına özellikle önem veren II. Murat, sarayında işret meclisleri düzenlerdi. Bu meclislerde Sultan, şairler ve âlimler ile buluşur, özel düşüncelerini bu kişilerle paylaşır, yenir, içilir ve şiirler söylenirdi. Tasannu yani edebi sanatlara artan ilgi Fatih döneminde de devam etmiştir. Kitap sanatının bir üst kültür öğesi olarak ortaya çıkışı da sonraki dönemde daha iyi görülecektir.

Halk Edebiyatı: Nasreddin Hoca, Halk şiiri: Karacoğlan, Pir Sultan Abdal, Hacı Bayram Veli, Âşık Emrah, Aşık Veysel

Dede Korkut Destanı: 16. yüzyılda yazılı olarak basılmıştır. Dede Korkut karakteri, destanda, bilge-veli bir kişi olarak ortaya çıkar. Keramet sahibi olduğuna inanılır ve Oğuzlar sorunlarını ona danışır. Gelecekten haberler verdiği söylenir. Ozan kimliğindedir, söz ustasıdır ama aynı zamanda Orta Asya inancında kam’dır.


Mehter Müziği: 14.yy’dan Yeniçeri Ocağının kaldırılmasına dek sürdürülen ve çalgılarıyla, bestecileriyle, sağ ayak yürüyüşüyle başlayan görkemli korosu ve topluluğuyla heyecan verici coşkulu bir üsluba sahiptir ve askeri müzik türü içinde yer almasına rağmen, Avrupa müziğini (örneğin Mozart’ı) etkileyerek “alla turca” (alaturka) stilin doğmasına yol açmıştır.



OSMANLI KÜLTÜRÜ: KLASİK DÖNEM
Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u almasıyla beraber Osmanlı Devletinin Beylik düzeyinden İmparatorluk kurumsallaşmasına girdiği kabul edilir.

Fatih Dönemi Bilim, Kültür, Sanat ve Mimari: Fatih öncesinde oluşmaya başlayan devşirme ve kul sistemi Fatih Döneminde Osmanlı idari sistemi içinde çok daha fazla etkin olmaya başlamış ve daha önceki dönemlerde görülen Müslüman - Türk ailelerinin gücünün Çandarlı’nın katlinden sonra tamamen ortadan kaldırılmasıyla, yönetici sınıf Padişahın kulları olan devşirme kökenli kişilere geçmiştir. Fatih, İstanbul’u aldıktan sonra günümüzde Beyazıd Meydanı olarak bilinen yerde bir Saray inşa ettirdi. Ancak kısa süre sonra, Edirne Sarayında görülen aynı eksen üzerinde yer alan avlular ve avlu etrafında bağımsız yapılardan oluşan plan ve organizasyonu yineleyen yeni bir sarayı ise Sarayburnunda, bir bölümü eski Bizans Sarayının da üstüne gelen bölgede inşa ettirdi. İstanbul’u almadan önce Rumeli Hisarını inşa ettirmiştir. Top kullanmasıyla teknolojik üstünlük sağlayan Osmanlılar bu gücü yaygın bir biçimde kullanmışlardır.

Fatih, İstanbul’u aldıktan sonra Ortodoks patrikhanesinin devamı için tüm garantileri vermiştir. Ayasofya’nın dışında çok az sayıda kilise onun zamanında camiye çevrilmişti. Arapların 8. ve 9. yüzyıllarda İstanbul’u kuşatmaları hatırlanmış ve bu kuşatmalar sırasında Hz. Muhammed’i görmüş, onun konuşmalarını dinlemiş olanlar anlamına gelen sahabeşerin mezarları araştırılmıştır. Fatih’in hocası Akşemseddin tarafından bulunduğu söylenen mezarının üstüne önce bir türbe, daha sonra da yanına bir cami yaptırmıştır. Bu alan hanedan için önemli bir yer olmuş, yeni padişah olan sultanlar kılıç kuşanma merasimleri için Eyüp Sultan türbesine gitmişlerdir. Fatih Sultan Mehmet Akdeniz dünyasında elde ettiği hâkimiyet ve gücü görsel olarak ifade etmek için ise İtalyan sanatçıları kullanmıştır. Constanzo di Ferrara tarafından yapılan yağlıboya portresi ve madalyonu Fatih’i ileri bir yaşta göstermektedir.

Madalyonun bir yüzünde Fatih profilden, diğer yüzünde tüm yöneticiler gibi at üzerinde gösterilmiştir. Ressam Gentille Bellini tarafından yapılan portresi ise National Gallery (İngiltere) de bulunmaktadır. Bellini’nin yaptığı portrelerden sonra Sinan Bey de Fatih’in bir portresini yapmış, öğrencisi Şiblizade Ahmed ise Fatih’in gül koklarkenki ünlü portresini yapmıştır. Ayrıca Bellini’nin yeni sarayın (Topkapı Sarayı) duvarlarını freskolar ile bezediği de bilinmektedir. Fatih döneminde Nakkaşhanenin kurulması ve orada değişik ülkelerden gelen nakkaşların çalışması yeni bir resim, tezhip ve bezeme anlayışının oluşmasına neden olmuş ve böylece saraya özgü bir sanat ve üslupların oluşması başlamıştır. Fatih Sultan Mehmet, antik Yunan ve Roma dönemi eserlerini de Yeni Sarayda toplayarak koleksiyon oluşturmaktaydı.

Aristoteles düşüncesi Akdeniz dünyasında uzun süre hâkim olmuş bir düşüncedir. Farabi ise bu düşünürü İslam felsefesi ile birleştirmeye çalışmıştır. Farabi’nin düşüncesi Aristo felsefesine dayanan akılcı bir felsefedir. Fatih Sultan Mehmet, Yunan ve Latin kültürüne yakın olduğu kadar Osmanlı dünyasının içinde bulunduğu İran-Türk kültürünü de destekliyordu. Hatta İran kültürü ve İran kökenli yazarlar bu dönemde yeğlenmekteydi. Semerkant’tan astronomi ve matematik bilgini olan Ali Kuşcu’yu getirmişti. Fatih Avnî mahlasıyla şiirler yazardı.

Hat sanatı “hat” sözcüğü Arapçada çizgi anlamına gelir, güzel yazı yazma sanatıdır. Kuran’ı Kerim’in deri üzerine yazılması ile başlamış, zamanla köşeli veya yuvarlak hatlar yazılan iki tip çıkmış, çiçeklerle bezenerek uygulanan örnekleri de olmuştur.

Minyatürler ise bir el yazmasında anlatılan bilgileri veya hikâyeleri betimleyen küçük boyutta resimlerdir. Konuları kitap içinde yazılanlardan kaynaklanır. Metin içerisine ve tek sayfa olarak yapılan bu resim geleneği İran kitap sanatından Osmanlıya gelmiştir. Anlatım dili tıpkı şiirde olduğu gibi belirli kalıplarda düzenlenmiştir. Genellikle çerçeve içerisine alınan kompozisyonda Sultan veya önemli kişi kompozisyonun ortasında ve büyük olarak resmedilir. Diğer kişilerde etrafında sıralanır.


Fatih Sonrası Toplum, Bilim, Sanat ve Mimari : II. Beyazıd, birçok alanda standartlaşmayı başlatmıştır. Ölçüler, ağırlıklar, yapıların duvar kalınları, pencere açıklıkları vb. öğelerin standartlaşması kuşkusuz ki ekonomiye katkı sağlamış, büyük külliyelerin kısa sürede inşa edilmelerini kolaylaştırmıştır. II. Beyazıd ve Yavuz Sultan Selim zamanında İstanbul dışından İstanbul’a gelmeye devam eden sanatçılar ve zanaatçılar, Osmanlı sanatının biçimsel olarak zenginleşmesine katkıda bulunmuşlardır. Bir imparatorluk ve saray sanatı olan Klasik Dönem Osmanlı Sanatının oluşumuna katkıda bulunan en önemli iki etken baniler ve kurumlardır. Saray ve saraya bağlı yönetici sınıf sanatın destekleyicileri ve banileri olmuştur.

Sanatın koruyucuları, banileri, sanatsal taleplerde bulunan ve ısmarlayanların tümü saray ve saraya bağlı kişilerden oluşmaktadır. Başta Sultan olmak üzere, Sultan anneleri, eşleri, Şehzadeler ve Sultan kızları bu grubu oluşturur. Sadrazamlar, vezirler, paşalar, imparatorluk kurumlarında çalışan kişiler (saraydaki görevliler, mimarlar vb. ulema) ikinci büyük grubu oluşturur. Kendilerine bu sanatsal üretimi hazırlayan kişiler ise saraya bağlı kurumlarda çalışan, saray ve yönetici sınıf için yaratıcılıkları ve tasarım güçlerini kullanan mimarlar, nakkaşlar, halıcılar vb. Ehl-i Hiref örgütüne bağlı iş bilen sanatçılardır. II. Mehmed döneminde Ehl-i Hiref örgütüne doğru atılan ilk adımlar, II. Beyazıd tarafından kurulan saray atölyelerinin temelini oluşturmuştur. Özellikle sarayda Nakkaşhanenin bulunması tüm Klasik Dönem Sanatını belirleyecek olan üslupların ortaya çıkmasında etkin olacaktır.

Bu dönemin önemli bir sanatsal etkinliği ise çini üretimiydi. Yapıların içini birer tablo gibi bezeyen bu çini panolar, sır altında Osmanlıya özgü kırmızı rengin kullanılmasıyla ünlenmişlerdi. Kanuni Sultan Süleyman döneminde Hassa Mimarbaşılığa getirilen Mimar Sinan’ın yaratıcılık gücü ile birleşen geleneksel mimari birikim, imparatorluğun politik gücünü de yansıtacak yeni ve görkemli örneklerin ortaya çıkmasını sağlamıştır.


16. yüzyılın diğer bir özelliği de minyatürlü el yazmaların artmaya başlamasıdır. Bu elyazmalarının ana konusu Padişahın yaptıkları ve savaşlarıdır. Kanuni’nin neredeyse tüm seferleriyle ilgili elyazmaları bulunmaktadır. Bunların içerisinde Nakkaş Matrakçı Nasuh tarafından resimlenmiş olan Menazil-i Sefer-i Irakeyn en ilginç olanlar arasındadır. Osmanlı tarihi ve coğrafyası kadar onun dışındaki yerleri de bize anlatan diğer bir eser Pir-i Reis’in haritasıdır. 16. yüzyılda gemiler sahile paralel ve sahilden fazla uzaklaşmadan giderlerdi. O nedenle deniz portalanlarında kıyılar ayrıntılı

olarak çizilir, en küçük koylar veya kayalarda haritalarda gösterilirdi. 16. yüzyılda İstanbul’daki esnafı, İstanbulluları göreceğimiz diğer önemli resimli bir elyazması ise III. Murat’ın şehzadelerinin sünnet düğünü törenlerini anlatan Surname-i Hümayun adlı minyatürlü el yazmasıdır. Surname’ de sadrazamın, vezirlerin düğün dolayısıyla verdikleri armağanlar, ziyafetler, kurulan otağlar, halka açık eğlenceler, kandiller, havai fişek gösterileri, esnaf alayları, gezdirilen gümüş ya da şeker gibi maddelerden yapılan nahıllar, güreş, at yarışı, cambaz, hokkabaz, kol oyunları gibi gösteriler ayrıntılarıyla anlatılır.

Divan Edebiyatı: Arap ve Fars Edebiyatlarının etkisi altında Arapça ve Farsçanın Osmanlıcaya girmesiyle biçimlenen Osmanlı Divan Edebiyatı, şairlerin şiirlerini “Divan” denilen el yazması kitaplarda topladıkları için bu isimle anılır. Şiirler, kurallarını Arap ve Fars edebiyatından alan aruz ölçüsüyle yazılır ve şair seçtiği kalıba uymak zorundadır. İki mısradan oluşan beyit Divan şiirinin en önemli birimidir ve anlam beyitte yoğunlaşır. Divan şiirinde mevlid, hicviye, şehrengiz gibi birçok nazım biçimi vardır ve dil inceliğine dayanan teşbih (benzetme) ve hüsn-i ta’lil (bilindik bir olayı edebi ve estetik olarak açıklama ve anlam verme) önemli söz sanatlarıdır.


Latifi’nin Evsaf-ı İstanbul kitabı hem kentin mahallelerini, gezi yerlerini, günlük yaşamdan kesitleri önemli yapılarını anlatmakta hem de kentteki kötülük ve bozuk ahlaktan söz etmektedir.

Avrupa’da gelişen matbaacılığa ve kitap basımına ulema karşı çıkmaktadır. Gayr-i Müslimler ise özellikle Yahudiler ilk matbaalarını İzmir’de kurmuşlardır. Kutsal kitabın (Kuran-ı Kerim) ancak elle yazılabileceğini savunan bu kesim, bilgi paylaşım gücünü kendilerinde tutmak istemektedirler. 16. yüzyılda erkekler için kent içinde oluşan yeni sosyal mekânlardan biri de kahvehanelerdir. İstanbul’a Orta-Doğu ülkeleri aracılığıyla Yemen’den gelen kahve kısa zamanda çok içilen bir içecek olmuş ve tütünle beraber kahvehanelerde satılmaya başlanmıştır. Önceleri kavrulmuş gıdanın zararlı olduğu gerekçesiyle Şeyhülislam fetvasıyla yasaklanan kahve içimi kısa zamanda serbest bırakılmıştır.

Bir dönem kahvehaneler, meyhaneler ile beraber IV. Murat tarafından yasaklanmış, fakat bu yasak da uzun süreli olmamıştır. Osmanlı dünyasını bize anlatan diğer bir yazar ise Evliya Çelebi’dir. 17. yüzyılda tekrar gördüğü bir rüya üzerine seyahat etmeğe başlayan Evliya Çelebi, Anadolu’yu ve Osmanlının Balkan ve Orta Doğu eyaletlerini dolaşır ve sonunda Mısır’a yerleşerek Kahire’de yaşamının sonuna kadar kalır. Evliya Çelebi tek kişilik bir ansiklopedi yazarı gibidir. Osmanlı dünyasının diğer önemli bir bilgini ise Kâtip Çelebi’dir. Onun tarih ve coğrafya kitapları, Cihannuma adlı eseri döneminin önemli yayınları arasındadır. Öte yandan İslam düşüncesinde hâkim olan ve Farabi tarafından da yorumlanan Aristotelesçi görüşe karşı 14. yüzyılda İslam düşünürü İbn Haldun’un devlet anlayışı Osmanlı aydınları arasında geçerliydi. Bu görüşe göre toplumlar organikti, doğar büyür, gelişir, duraklar, geriler ve ölürdü.

Kâtip Çelebi de bu görüşe katılarak 17. yüzyıldan itibaren Osmanlı’da daha önceki dönemlere göre görülmeye başlayan devlet ve sosyal yapıda bozuklukları buna bağlı olarak yorumlamaktaydı. Osmanlının 17. yüzyıl sonunda uluslararası bir antlaşma olan Karlofça Antlaşmasıyla toprak kaybetmeye başlaması, ilk kez Osmanlı yönetimini Avrupa ülkelerine farklı bakmağa zorladı. Yenilginin nedenlerini askeri yetersizlikte buldukları için de Sultan III. Ahmet Dönemiyle beraber Avrupa ülkelerine büyükelçiler gönderilerek bu ülkelerin bir Osmanlı tarafından görülüp incelenmesi istendi. Paris’e elçi olarak giden Yirmisekizinci Mehmet Efendi’nin getirdiği Sefaretname ve içerdiği bilgiler Osmanlı Sarayını etkilemiştir.

III. Ahmet, Sadabat isminde Haliç’te Versaille Sarayını anımsatan yeni bir bölge kurdurmuş ve saray ileri gelenleri de buralarda kasrlar yaptırmıştır. Avrupa etkilerinin mimaride, mimari süslemede görülmeye başlandığı ve Lale Dönemi olarak bilinen bu dönemde İstanbul’da dışa dönük, doğaya dönük bir kent yaşamı dikkati çeker. Ancak kısa zamanda bunu kaldıramayan bir kesim Patrona Halil önderliğinde ayaklanarak Sadabatı yıkarlar, Damat İbrahim Paşa’nın azlini ve idamını isterler.


Klasik Türk Musikisi: Bestekâr ve şair, Buhurizade Mustafa Itrî ya da kısaca Itrî ve Hammamîzade İsmail Dede Efendi ya da kısaca Dede Efendi Klasik Türk Müziğinin gelişimini yönlendiren iki isimdir. Itrî, Türk-Osmanlı müziğine onu Doğu müziklerinden ayıran makam ve usul özellikleri kazandırarak esas çizgisini belirleyen bir sanatçıdır. Dinsel eserler bestelediği gibi, din dışı eserleri de vardır. Dede Efendi ise, Klasik Türk musikisi formlarını, armoni ve ezgi yapısını zenginleştirdiği gibi aynı zamanda Batı tarzını (örneğin valsler) bu müziği nin içinde kaynaştıran bir bestecidir. Rast makamında ve vals ritmindeki ünlü “Yine Bir Gülnihal” Dede Efendi’nin eseridir.


 

Çevrimiçi üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

REKLAMLAR

Forum istatistikleri

Konular
17,414
Mesajlar
134,310
Kullanıcılar
90,716
Son üye
Abdullah Kara
Üst