Kısa kısa öykü gibi son derece basit bir tür hakkında neden bu kadar çok farklı ve çelişkili tanım var? Çünkü kısa kısa öykünün kökleri, birbirinden farklı en az beş tane geleneğe dayanıyor. Biz yazarlar ise en çok hoşumuza giden türün tarafını tutuyoruz. Kayırmacılık dediğim dedik insanlar için doğal bir davranıştır; ama ne var ki, bu davranışın alt türü zenginleştirmek açısından bir yararı dokunmuyor.
Örneğin bazı yazarlar kısa kısa öykülerinde gerçek deneyimleri dile getirdiklerini; ani, keskin ve kişisel öyküler yazdıklarını söylüyorlar. Biz, her an sözel değişkelerle doğaçlama yapıyoruz. "Hey, şunu bir dinle!" ya da "Hâlâ etkisinden kurtulamadım!" ve hatta "Hayatımı yazsam roman olur!" diyerek söze başlıyoruz. Ünlem işaretleri dikkat çeker; dolayısıyla başlar bizden yana dönüyor ve biz sahnede kendimizi gösteriyoruz. Konuşmanın homurdanmaktan daha eğlenceli olduğunu keşfettiğimizden beri hep bu şekilde davranıyoruz. Konuşmacıların hiç dikkat etmeden içgüdüsel olarak yaptıklarını yazarlar uzun uzun ölçüp tartarak karmaşıklaştırıyorlar; bu gelenekteki kısa kısa öyküler ise dramatik, canlı ve yoğun. Hatta, yazarlar bu öyküleri uydurdukları zaman bile kişiselmiş izlenimini veriyorlar, ne de olsa yazarlar çok yalan söylerler.
Öykümsü anlatı ise daha az kişisel ve daha düzenli bir yapısı var. Bazı eleştirmenler öykümsü kurmacadan pek hoşlanmıyorlar, çünkü biçim genellikle öykünün ilettiği duygudan daha önemli sayılıyor; romantikten çok klasik yanı ağır basıyor. Aklımıza gelen isim O’Henry, ama Saki daha zarif ve buğulu, Maupassant daha sofıstikte, Brautigan daha çarpık ve dolayısıyla daha çağdaş. Güneyde büyüyen Amerikalıların ya da benim gibi New England’da yetişenlerin anılarında, yazar olmayan, fakat birer masal anlatma ustası olan kişilerin aktardıkları öykümsü anlatılar yer etmiştir mutlaka. Bizler bu öykümsü anlatıları dinlerken hiçbir zaman, "Hey, ben bunu daha önce duymuştum!" demezdik; giriş ve bitiş kısımlarının, tekrarlamaların ve biçimin tadına varmaya çalışır;- ve hiçbir zaman şöyle bir soru sormazdık : "Peki sonra ne olmuş?"
Bizi şaşırtıp güldüren öykümsü anlatılar "şaka", ders verenler ise "mesel" adını alırlar; fakat tersinleme dozu yüksek olmayan meseller bugünlerde pek moda değiller. Hayvanları ele alan ve asırlardır ayakta kalmayı başarmış olan öykümsü masallara ise "fabl" deniyor. Ama sonuç olarak, bir öykümsü anlatı hangi ismi alırsa alsın, göze çarpan ilk özelliği dikkatle ve ustalıkla oluşturulmuş yapısı oluyor.
Öykümsü anlatıdan daha analitik bir yapıya sahip olan tür ise kurgudur, "içinde her bilgi zerreciğini barındıran bir kütüphane için ne tür bir bina inşa etmek uygun düşer?" diye soruyor Borges. Barht’ın merak ettiği, bir spermin çok çekişmeli bir yarışta akıntıya karşı boğuşurken yetersiz tanımlanmış bir amaca ulaşmaya çalışmasının nasıl bir duygu olduğu. Barthelme’nin sorusu ise şu : "Açık arazide, çocuk bakıcılığı yapan kızlardan oluşmuş bir sürüyü gütmeye çalışmak nasıl bir şeydir?" Sonuç olarak, fikrin her şey, yaratıcılığın da hükümdar olduğunu söyleyebiliriz; karakterler ve hatta konu ise izleğin uşaklarıdır. Anlatısal bir yapının ve hatta bazen de konunun hiç ortalarda görülmemesi de epey sık rastlanılan bir durumdur. Böyle bir ürünün bir öykü olabilmesi mümkün mü? Evet, kesinlikle mümkün, ama aynı zamanda bu ürün açıklayıcı makalelerin de yakın akrabası.
Kurgusal öyküler düşsel öykülere yakındırlar; ama tabii düşsel öyküler kolaylıkla tanımlanabilen kavramlar öne sürmezler her zaman. Öykünün duygu yükü izlekten daha fazla vurgulanır. Örneğin Joyce Carol Oates kesin izleksel çözümlemelere meydan okuyan kısa rüyalar aktarır sık sık. Onun için duygu sesi her şeydir, genellikle karanlık ve abasının altından sopa gösteren bir tavra sahip olan duygu yükü ise, Kafka’yı hatırlatır. Ama Bra-utigan bu geleneğe yum’uşak ve hafif bir duygu sesi eklemiştir. Ortak oldukları nokta ise, analistlerimizin bile çözümleyemediği o rüyaların yoğunluğu ve canlılığıdır.
Ve son olarak, bir de, şiirsel öykü söz konusudur. Ama bu türü, görünürde bir sebep olmadığı halde kısa satırlarla yazılan ve çoğu zaman yavan parçalar olmaktan öteye gidemeyen düzyazı şiirinden ayırmak gerekir. Dylan Thomas’ın yazdığı "August Bank Holiday’e benzer şiirsel öyküler zengin ve etkili bir fonetiğe sahiptirler - ünsüz yinelemesi, ünlü benzerliği, söz diziminin verdiği ritim ve yinelemeler. Bu şiirsel öyküler imgelere anlatısal yapıdan daha razla önem verirler ve yüksek sesle okunduklarında okura çoğu düz şiirden çok daha zengin bir ezgi sunarlar. Ama yine de şiirsel öyküler hâlâ düzyazı sınıfına dahil edilmektedirler; çünkü satır uzunluğu sanatın biçimsel gereklerinden biri olarak düşünülmek yerine şansa bırakılmıştır.
Kurmaca uzadıkça - öykü, kısa roman, roman - vurgu farklı noktalara yönelmeye eğilimlidir : olay örgüsündeki karmaşıklıklar, karakterlendirmedeki belirsizlikler, toplumsal durumun portresinin çizilmesi gibi. Dolayısıyla kısa kısa öykü, doğası ve uzunluğu sebebiyle farklılıklar gösterir; o, tam bir alt türdür.
Örneğin bazı yazarlar kısa kısa öykülerinde gerçek deneyimleri dile getirdiklerini; ani, keskin ve kişisel öyküler yazdıklarını söylüyorlar. Biz, her an sözel değişkelerle doğaçlama yapıyoruz. "Hey, şunu bir dinle!" ya da "Hâlâ etkisinden kurtulamadım!" ve hatta "Hayatımı yazsam roman olur!" diyerek söze başlıyoruz. Ünlem işaretleri dikkat çeker; dolayısıyla başlar bizden yana dönüyor ve biz sahnede kendimizi gösteriyoruz. Konuşmanın homurdanmaktan daha eğlenceli olduğunu keşfettiğimizden beri hep bu şekilde davranıyoruz. Konuşmacıların hiç dikkat etmeden içgüdüsel olarak yaptıklarını yazarlar uzun uzun ölçüp tartarak karmaşıklaştırıyorlar; bu gelenekteki kısa kısa öyküler ise dramatik, canlı ve yoğun. Hatta, yazarlar bu öyküleri uydurdukları zaman bile kişiselmiş izlenimini veriyorlar, ne de olsa yazarlar çok yalan söylerler.
Öykümsü anlatı ise daha az kişisel ve daha düzenli bir yapısı var. Bazı eleştirmenler öykümsü kurmacadan pek hoşlanmıyorlar, çünkü biçim genellikle öykünün ilettiği duygudan daha önemli sayılıyor; romantikten çok klasik yanı ağır basıyor. Aklımıza gelen isim O’Henry, ama Saki daha zarif ve buğulu, Maupassant daha sofıstikte, Brautigan daha çarpık ve dolayısıyla daha çağdaş. Güneyde büyüyen Amerikalıların ya da benim gibi New England’da yetişenlerin anılarında, yazar olmayan, fakat birer masal anlatma ustası olan kişilerin aktardıkları öykümsü anlatılar yer etmiştir mutlaka. Bizler bu öykümsü anlatıları dinlerken hiçbir zaman, "Hey, ben bunu daha önce duymuştum!" demezdik; giriş ve bitiş kısımlarının, tekrarlamaların ve biçimin tadına varmaya çalışır;- ve hiçbir zaman şöyle bir soru sormazdık : "Peki sonra ne olmuş?"
Bizi şaşırtıp güldüren öykümsü anlatılar "şaka", ders verenler ise "mesel" adını alırlar; fakat tersinleme dozu yüksek olmayan meseller bugünlerde pek moda değiller. Hayvanları ele alan ve asırlardır ayakta kalmayı başarmış olan öykümsü masallara ise "fabl" deniyor. Ama sonuç olarak, bir öykümsü anlatı hangi ismi alırsa alsın, göze çarpan ilk özelliği dikkatle ve ustalıkla oluşturulmuş yapısı oluyor.
Öykümsü anlatıdan daha analitik bir yapıya sahip olan tür ise kurgudur, "içinde her bilgi zerreciğini barındıran bir kütüphane için ne tür bir bina inşa etmek uygun düşer?" diye soruyor Borges. Barht’ın merak ettiği, bir spermin çok çekişmeli bir yarışta akıntıya karşı boğuşurken yetersiz tanımlanmış bir amaca ulaşmaya çalışmasının nasıl bir duygu olduğu. Barthelme’nin sorusu ise şu : "Açık arazide, çocuk bakıcılığı yapan kızlardan oluşmuş bir sürüyü gütmeye çalışmak nasıl bir şeydir?" Sonuç olarak, fikrin her şey, yaratıcılığın da hükümdar olduğunu söyleyebiliriz; karakterler ve hatta konu ise izleğin uşaklarıdır. Anlatısal bir yapının ve hatta bazen de konunun hiç ortalarda görülmemesi de epey sık rastlanılan bir durumdur. Böyle bir ürünün bir öykü olabilmesi mümkün mü? Evet, kesinlikle mümkün, ama aynı zamanda bu ürün açıklayıcı makalelerin de yakın akrabası.
Kurgusal öyküler düşsel öykülere yakındırlar; ama tabii düşsel öyküler kolaylıkla tanımlanabilen kavramlar öne sürmezler her zaman. Öykünün duygu yükü izlekten daha fazla vurgulanır. Örneğin Joyce Carol Oates kesin izleksel çözümlemelere meydan okuyan kısa rüyalar aktarır sık sık. Onun için duygu sesi her şeydir, genellikle karanlık ve abasının altından sopa gösteren bir tavra sahip olan duygu yükü ise, Kafka’yı hatırlatır. Ama Bra-utigan bu geleneğe yum’uşak ve hafif bir duygu sesi eklemiştir. Ortak oldukları nokta ise, analistlerimizin bile çözümleyemediği o rüyaların yoğunluğu ve canlılığıdır.
Ve son olarak, bir de, şiirsel öykü söz konusudur. Ama bu türü, görünürde bir sebep olmadığı halde kısa satırlarla yazılan ve çoğu zaman yavan parçalar olmaktan öteye gidemeyen düzyazı şiirinden ayırmak gerekir. Dylan Thomas’ın yazdığı "August Bank Holiday’e benzer şiirsel öyküler zengin ve etkili bir fonetiğe sahiptirler - ünsüz yinelemesi, ünlü benzerliği, söz diziminin verdiği ritim ve yinelemeler. Bu şiirsel öyküler imgelere anlatısal yapıdan daha razla önem verirler ve yüksek sesle okunduklarında okura çoğu düz şiirden çok daha zengin bir ezgi sunarlar. Ama yine de şiirsel öyküler hâlâ düzyazı sınıfına dahil edilmektedirler; çünkü satır uzunluğu sanatın biçimsel gereklerinden biri olarak düşünülmek yerine şansa bırakılmıştır.
Kurmaca uzadıkça - öykü, kısa roman, roman - vurgu farklı noktalara yönelmeye eğilimlidir : olay örgüsündeki karmaşıklıklar, karakterlendirmedeki belirsizlikler, toplumsal durumun portresinin çizilmesi gibi. Dolayısıyla kısa kısa öykü, doğası ve uzunluğu sebebiyle farklılıklar gösterir; o, tam bir alt türdür.